Bir Çift Göz’e Atfedilmiş Öykü

Bir Çift Göz’e Atfedilmiş Öykü

“Aşkı anlatabilmek, yeryüzünde var olan dillerden başka bir dil ister”

Eugene Delacroix

Asıl olan şu;o gün pek bir keyifsiz bir çağın figüranı olduğumu yeniden idrak etmiştim. Beton sokakların bir bütün olarak taşıyamadığı yükler belki parça parça taşınabilir diye yerin  birbirine sımsıkı tutunmuş ellerinin birbirinden ayrıldığı ve yıldızlardan bakıldığında bir haritayı andıran çatlak çizgilerinden adeta fışkırıp “buradayım” diye kendisini hayata bir umut olarak sunan çiçeklere bile pek uzun ömürlü olmayacaklarını düşünüp acıyarak bakıyordum. Yürüdüğüm yolun alt tarafından ağır ve yorgun akan derenin taşlara çarparak yön değiştirmelerinin keyfine dalıp gidemiyor, derenin betondan yapılmış bendinde açılmış tünellerden akan ve kenar mahallelerin kendilerine atfedilen tüm suçlarını dereyle birlikte denize taşımak için her hanenin lağımlarından, kapı önlerinden yolda birbirlerine karışarak ve güçlenerek gelen suyunun yukarıdan aşağıya düşüşüne odaklanıyordum. Hatta bu suya vuran serin öğle ertesi güneşi kirli taneciklerle bir gök  kuşağı bile oluşturmuştu, fakat bu gök kuşağı ışığı kıran suyun karakterini üzerinde taşıyordu; tüm renkleri gecenin zifiriliğinde en dar sokaklarda parlayan polis arabasının mavi-kırmızı ışıkları gibi konumu ve tehtidi belli ediyordu, her şey çok yasal ve buyurgandı. Hayal dünyamda gri olan bu mahalleye, bu şehre ve en önemlisi bu coğrafyaya en büyük renkleri taşıyor gibi gözükenler, aslında en kirlilerdi. Büyük reklam tabelaları, güce dair afişler, hareketli müzikleriyle hızla görüntüleri değişen renkli televizyon programları, üzerinde son dakika yazan –bir felaketi bildirseler dahi- kırmızının en güzel renklerini taşıyan arka planlar, kendi ter kokusunu dökmeyecek kadar keyfe keder yaşayan mankenin ter kokusunu yok ettiğini iddia ettiği parfümün gazete reklamı… Her şey o gün pek ortadaydı, kötülük sokak tabelalarının ters yönlerine bile umarsızca giriyor ve yasa hep ondan yana çıkıyordu; ben ise bana benzeyenleri bile düşünmeyecek kadar bir bencilliğin doruğunda ve umutsuzluğunda adına yalınlık diyemeyeceğim bir yalnızlığı tüm karmaşasını tenimin üzerinde bir güneş sıcaklığında hissedebiliyordum. Yanında yürüdüğüm derenin , üzerinden yürüdüğüm çatlak betonun ve az sonra üzerinden gezeceğim köprünün tüm gerçekliği umutsuzluğumun imgeleri içinde kendi gerçekliklerine sırtını dönüyor, kendileriyle yabancılaşıyorlardı.

O gün tam kaldırımdan sol omzuma doğru keskin bir dönüş yaptığımda, az ilerimde duran eskiden şehrin uzak köylerinde yerleşik maden işçilerinin mesai günleri kaldığı ve hafta sonları terk ettikleri  şimdi tümüyle terk edilmiş yatakhanelerin karanlık ve rutubet kokan karanlığında yaşadığını düşündüğüm ve tüm o karanlığı yenecek kadar keskin, tanrının gözlerini andıran bir çift gözü üzerime çakılmış gördüm. Birazdan onu gördüğünüzde  ve herkesin içine ayrı bir öykü akıtacak kadar kuvvetli bakışlarına maruz kaldığınızda içine düştüğüm dehşeti ve karakolun önünden geçerken izlendiğinizi düşünerek  bakışlarınızı ve jestlerinizi sabitleştirerek o zararsız vatandaş kılığına girdiğiniz kaskatı yürüyüşü neden üzerime giydiğime dair bir fikriniz mutlaka oluşacaktır. Öğle saatini geçkin olsa bile güneşin henüz göz kırpmadığı, kımıldamaz bir eski zaman zengini gibi başımda dikildiği bu saatlerde, gölgemi güneşin üzerine düşürüp dünyanın bir kısmının karanlığa gömülmesine sebep olan o bakışların parlaklığının kuvveti o günden sonra her keskin dönüşümde karşıma çıkmayı hiç bırakmadı ve her dönemeçsiz yürüyüşümde ise sırtımdan bakışlarının ağırlığını öyle eksik etmedi ki, istemsiz göz kırpmalarında yüküm anlık hafifliyor ve ancak nefes alıyorum.Hatta şimdi bu binanın üçüncü katındaki odadan çıksam, sizi de alıp görün diye karşımdaki ahşap ve cilaya ihtiyaç duyan çıra kokulu kapıyı açıp koridorun sağına veya soluna dönsem ilk göreceğimiz şeyin bahsettiğim gözlerin olduğuna dair hiç şüphem yok.

O gün bencilliğimi ve üzerimdeki tüm keyifsizliği terketmek ihtimalim hiç yoktu, açıkçası buna pek de niyetim yoktu. Çünkü sık sık olmasa da  meydan saatlerinin kentteki insanların işe gidişlerini, işten çıkışlarını, rakı içmek için toplaşmalarını, pankartların arkalarında buluşmalarını bu pusula yardımıyla buldukları için dönüş hızlarını değiştirmeyi veya iç içe geçmiş devasa çarklarının bir dişini kırarak zamanda bir kara delik oluşturarak şehrin tüm kol saatlerine olan güveninin sorgulanmasını isteyenler bir umutsuzluğun içinde bulurlar kendilerini. Bu bir umutsuzluğa düşüş değil bir yükseliştir bana göre, bu bir tavırdır ve sığınılacak ödipal bir alandır. Bu yüzden sıçradığım umutsuzluğumu bana terkettirecek bir anıyı yaratmaya hiç niyetim yokken karşıma çıkan bu görüntü ve görüntümün içine ters düştüğü bu karanlık ve görkemli iki kuyu önüne geçilmez bir hareket isteğini bacaklarıma veriyordu, bacaklarım ilerliyordu. Bilincim yerindeydi ve bacaklarımı dizginlemek isteyen beyin komutlarım bacaklarımın birbirini sırasıyla geçen rakip koşucular gibi varış noktasının dışında hiçbirşey ile ilgilenmeyen ilerleyişi üzerinde kendi komutlarının sağlamasını yapamıyordu. İlk kez o anda bana karanlık pencereden bakan gözlerin tinsel bilincimi kendi üzerine düşünmeye ve etimin bilincinin de kendi üzerinde düşünmeden iktidarınına teslim olduğuna inandım, sonra tekrar çevreme baktığımda terkedilmiş binanın karanlığına giriyordum.

İçeriye girmek için bir kapıyı açmadım, zira binanın kapısı muhtemelen önündeki kocaman bahçede mahallenin gençleri veya kederi giydiği gömlekleri buruşturmuş ihtiyarları tarafından gazeteye sarılmış bir şişe elden ele gezerken ortalarında kırmızı alevler içinde tükeniyordu. Sadece tam eşiğin altından geçerken kafamı kaldırdığımda “Amele Misafirhanesi” yazısı duvara yağlı boya ile yazılmış, geçen yıllara rağmen şaşırtıcı bir canlılıkla hayatta kalmıştı. Bu bakış temasımın ardından tam serin karanlığa gömülürken kafama bir su damlasının düştüğünü, saçlarımı aşabilen çok küçük bir kısmının kafa derime verdiği soğukluktan anladım. Böylesi karanlık, ter edilmiş hatta tam tabiriyle “izbe” yapılarda yılın her mevsiminde nasıl su damladığını o güne kadar hiç merak etmemiştim. O günden bu güne de sık sık aklıma gelen bu durumu açıklamaya çalıştığım teoriler genelde güçsüz kalıyor. Gene de bu ıslaklığı her mevsim taşımasının, yine aynı viranelerin taşıdığı hüzünle doğrudan ilişkili olduğunu da asla inkar edemem.

Elimle kafama düşen su damlasını sıyırıp parmaklarıma iğrenerek baktıktan sonra, etimin kontrolsüzce peşine düştüğü gözler yeniden aklıma çakıldı. Zifiri karanlık koridorlara ve koridorların çıktığı kırık pencerelerinden güneş sızan odalara hızla girip çıktıktan sonra kendimi sakinleştirdim. Öncelikte dışarıdaki benin içeriden izlendiği pencereyi aklıma getirdim, sonra üst katlara çıkan merdivenlerin altından tahmini olarak yerini belirleyip kaçıncı katın hangi tarafına gideceğimi hesapladım. Bunları düşündükten sonra bu gözlerin beni kapıdan girene kadar dimdik bakışlarıyla takip ettiği tekrar aklıma geldi,be bu seyrin devam edebilme ihtimali de… Bir sıçrayışla arkama döndüm ve sol ayak üzerine konulsun diye yapılmış tarafı kırılmış, diğer kısmı sağlam, sökülmüş ve de duvara doğru deliği aşağıya gelecek şekilde diklenmiş bir alaturka tuvalet taşından başka hiçbirşey göremedim. Ardından neden kendimi bu kadar değerli ve izlenesi gördüğüm ile ilgili fikrimi kendime sessizce beyan ettim. Üstelik gözlerin ait olduğu bir beden var mıydı, yok muydu; var ise neye benziyordu hiçbir fikrim yoktu. Yine de içeride binlerce gözle bile karşılaşsam ben aradığım gözleri hiç tereddüt etmeden aralarından seçebilirdim.

Gözlerin üzerine iki çekiç vuruşuyla çakıldığı beden fevkalade korkunç ve tehlikeli olabilirdi ve hatta üst katlarda pek çok çürük duvar, takılıp düşmeme sebep olacak eşya var olabilirdi diye hızlıca fikir yürüttüm. Dışarı çıkmam belki de verilecek  en sağlıklı doğal olarak da en korkakça karardı. Korkaklığımın gururnu hiç yapmadan kolunun altında eve götüreceği ekmeği taşıyan babalar gibi onurla, kolumun altına korkaklığımı aldım. Geri dönmek için sol topuğuma ağırlığımı verdiğim anda bu karanlık viraneye sırtımı dönemeyecek kadar da korkak olduğumu, ürperti ile içimedolup titreme ile yüzümün tüm çukurlarından dışarı fışkıran sıcaklık ile anladım. Tüm sıcaklığımı bedenimden sürgün ettiğim için olacak ki vücudumun dışarıdan görünen tüm kısmının buz kestiğini farkettim.  Ayaklarım buraya gelebilecek kadar cesur ve kararlı, bilincim buraya sırtını döndüğü anda güvende hissedemeyecek kadar acizdi. Sonunda soyut iki zincirle hem içeriye hem dışarıya bağlanmış gibiydim. Ne tarafa dönsem iki zincirde gergin olduğu için adım atamıyordum ve daha da kötüsü zincirlerin tüm ağırlığı  bu gerginliği ile taşınamaz boyutlara ulaşıyordu. Bu ağırlığın altında ezildim, sersemledim.

Zincirlerden gelen anahtar sesi ile kendime geldiğimde sarı bir el arabası yanımda duruyordu. Üzerinde bir çift göz vardı. Gözlerin sahibi olan bedeni gözlerin bakışlarından kendi bakışlarımı sökemediğim için henüz görmedim. Orada içime doğru bakan gözler bir şekilde beynimin içinden bilincime doğru yumuşak bir tonda “Uyuyakalmışsın” dedi diye hissettim, fakat bunu söyleyen bir ağız değildi ki bedenin bir ağzı var mı henüz görebilmiş değilim. Daha erken buluşmamız gerektiğine ve benim kapıdan dışarıya çıkamadığıma dair tuhaf bir his vardı içimde, ama o el arabasına yükleyip kendini beni bulacağı yere kadar gelebilmişti. Kapıdan çıksam içeride olduğunu bile bile nasıl onu dışarda bulacaktım, içerde kalsam neden onunla daha erken buluşmamız gerektiğini hissediyordum çözemedim.  Yok, sitemkar değildi fakat ben biraz mahçuptum galiba. “Sen de dediğinden erken geldin” diye döküldü dilimden, kalbini kırmaktan korktum; uzatmadık. Ona erişmek, bedenini ve varlığını  hissetmek ve de kalbini kırdım mı biraz olsun anlamak için uzattım ellerimi gözlerine; parmak uçlarım acıdı. Elimi hızla geri çekip bileğimden aşağısını can çekişen bir canlının çırpınışı  gibi salladım ve ağzıma yaklaştırıp üfledim; fark ettim ki parmak uçlarım kesilmişti. Kafamı kaldırdım ve tekrar baktım , gözler tam karşımda bana bakıyorlardı. İyice yaklaştığımda fark ettim ki arabanın üzerinde parlayan şeyler iki kırık ayna parçasıydı. Hüzünle aynalara sarılıp tüm o bakışın içimde açtığı dehşeti ve bu dehşetin hazzını kollarımda, göğsümde ve yüzümde kesik izlerinde hissetmek istedim. Sonra bir gözümü kısıp aynaya yaklaşıp dikkatle baktım, pencereden tam köprünün derenin paralelindeki yol ile kesiştiği yer gözüküyordu; ve tam bu kesişim köşesinde bir çift göz bana bir bakışın taşıyabileceği tüm kararlılıkla bakıyorlardı. O gün bu gündür bu penceredeyim ve belki sokağa çıkarsam kaybolur diye tam köprü ile sokağın kesiştiği o noktaya, onun bana ilk baktığı bu viranenin üçüncü katından camı çerçevesi kırılmış bir pencereden bakıyorum.

Hakan Küçük

 

 

0
Büyükada ve Büyük Yalanlar 90 Trakyalı Kazandı! Cam İşçilerinin Zaferi…

Yorum yapılmamış

No comments yet

Bir yanıt yazın