Ebu Bekir Muhammed bin Abdal Malik bin Muhammed bin Tufail el Kaisi el-Endülüsi (1106-1186), Endülüslü hekim, hukukçu ve filozof. Latin dünyasında Abentofail olarak da bilinir. Tanınmış İslam filozoflarındandır.​
Endülüs’teki İslam felsefesinin, üçüncü önemli temsilcisi esas itibariyle İslam Yeni-Platonculuğunun doruk noktasını temsil eden İbn Tufeyl’dir. Toplumdan, toplumun/başkalarının yardımlarından ve dinin kendisinden yardım görmeyen insan aklının Hakikat’in bilgisine nasıl erişebileceğini gözler önüne sermek amacını taşıyan İbn Tufeyl (1106 -1186), aynı zamanda İslam Yeni-Platonculuğunun en önemli konularından birini oluşturan meşhur teziyle, akıl ile vahyin, felsefe ile dinin uyumu ya da bağdaşabilirliği düşüncesiyle tanınır.​
(a) Felsefe Anlayışı
İbn Tufeyl felsefe telakkisini ünlü eseri Hay ibn Yakzan’da, kendisinden önceki İslam filozoflarını değerlendirerek ortaya koyar. Eserden de anlaşılacağı üzere, onun felsefe anlayışı belli bir mistisizm, “meşriki hikmet” görüşü etrafında şekillenir. “Meşriki hikmet” deyimi aslında, onun İbn Sînâ’ya izafe edilen, hikmete dayalı mistik bir Doğu felsefesinden türettiği alternatif bir felsefe anlayışının temelini oluşturur. Nitekim, o eserin girişinde, amacının İbn Sînâ’nın sözünü ettiği ve kendisine göre tasavvufla aynı olan söz konusu aydınlatıcı ya da “meşriki hikmeti” açıklamak olduğunu belirtir:​
İbn Tufeyl, kendisinden önceki İslam filozoflarını da işte söz konusu “meşriki hikmet” perspektifinden yaklaşır. Bu açıdan bakıldığında, onun Aristoteles ile Fârâbî’nin eserleri dışında, Kitâbü’ş-Şifâ adlı eserini yetersiz bulduğu; söz konusu eserlerin temsil ettiği Meşşai felsefe anlayışı ile meşriki hikmetin farklı amaçlar taşıdığına işaret ettiği söylenebilir. Sözgelimi, ona göre Fârâbî’nin eserlerinin çoğu mantık konusunda olup, felsefeyle ilgili olanları ise kuşkularla doludur.​
O, kendisinden önce yaşamış Endülüslü filozof İbn Bacce ile eserleri İspanya’da yaygın bir etki yapmış olan Gazâlî’yi de bu bakış açısından çok olumlu bir biçimde değerlendirir. Endülüs düşünce geleneğinin ilk gerçek filozofu olarak tanımladığı selefini, o, bununla birlikte, sistemini tamamlayamadığı için bir yandan da eleştirir. İbn Tufeyl’e göre, filozofu Gazâlî gibi bir mutasavvıftan ayıran şey de zaten budur: Filozoflar mistik aydınlanmaya ancak teemmül ya da rasyonel araştırma yoluyla ulaşılabileceğini iddia ederler; oysa teemmül kişiyi ya da araştırmacıyı olsa olsa gerçek tasavvufun özünü meydana getiren, tanımlanması imkânsız deneyimin eşiğine götürür.​
(b) Bilgi Teorisi
İbn Tufeyl, sözcüklerle ifade edilemeyen bu durumu anlatmak veya betimlemek için Hay ibn Yakzan’da, dolaylı ve kapalı bir anlatım tarzı olması nedeniyle daha uygun bir yöntem olarak alegoriye başvurur; Hay’ın rasyonel ve bireysel gelişimini anlatırken, epistemolojisinin ana hatlarını ortaya koyar. Eserdeki Hay tipi, fiziki varlığıyla doğanın bir parçası olsa da algı ve dolayısıyla bilme imkânlarıyla doğayı gözlemleyen, doğal varlık alanındaki düzen ve işleyiş üzerine düşünen, akıl sahibi bir varlık olarak bu dünyadaki mevcudiyetini anlamlandıran, gözlemlenebilir alanın ötesindeki metafizik varlık düşüncesine ulaşan ve nihayet, birtakım manevi deneyimler sayesinde bazı metafizik bilgilere ve mutlak Hakikat’e ulaşan ideal özneyi temsil etmektedir.​
İşte bu Hay’ın öyküsü Hint okyanusundaki bir adada geçer. Başka insanların bulunmadığı bu adada Hay, kendiliğinden dünyaya gelmiş olan küçük bir çocuktur. Bu adada yapayalnız kalan Hay’ı, kendi yavrusunu kaybetmiş bir ceylan, büyüyüp güçleninceye ve hayvanlarla baş edebilecek duruma gelinceye kadar emzirir. Her ne kadar hayvanların doğal hayatını yaşamış olsa da onun dikkatini derisinin çıplak olması ve hayvanların sahip olduğu doğal korunma araçlarından yoksun bulunması çok geçmeden çeker. Yedi yaşına geldiğinde, çıplaklık sorununa bir çare bulmak amacıyla vücudunu ağaç yapraklarıyla veya hayvan derileriyle örtme yoluna giden Hay, tam bu sıralarda, kendisini emzirip büyütmüş olan ceylanın ölümüne tanık olur. Söz konusu ölüm, onun hayatını, bağımlı bir hayattan bir keşif hayatına dönüştüren en önemli faktör olur. İlk keşif, canlılardaki hayat ilkesinin ruh olduğuyla ilgili keşiftir. Gerçekten de çok aziz bildiği bu ceylanın ölümünün nedenini, onun cismini gözlemlemek suretiyle keşfedemeyen Hay, kaba bir teşrihin ardından, ölümün nedenini bedenin hayat ilkesi olan ruhun bedeni terk etmesiyle ortaya çıkan bir düzensizlik olarak teşhis eder. Gerçekten de ölümle birlikte görünür hiçbir maddi hasarın meydana gelmemesinden, ölümün sadece nefis ya da ruh ile bedenin birliğinin çözülmesinin sonucu olduğu düşüncesine varan Hay’ın şu halde, ilk keşfi hayattır.​
Onun ikinci keşfi, hayatla yakından ilişkili olduğunu düşündüğü ateştir. Aşağıya doğru hareket eden diğer doğal nesnelerin tersine, ateşin yukarıya doğru hareket ettiğini keşfeden Hay’ın bu dönemdeki diğer keşifleri arasında aletlerin kullanımı, hayvanlarla bitkilerin karşılaştırılması, bitki ve hayvanların çeşitli türlerinin özellikleri bulunur. O, bu gözlemlerinden hareketle ruhsal âlemin keşfine yükselirken, her varlığın madde ve form gibi iki öğeden meydana geldiğini öğrenir. Canlı varlıklarda bu form, hayvandaki hayat ilkesi ve bu arada düşüncenin konusu olan ruh ya da nefstir. Akılyürütme yoluyla sadece madde ve form kavramlarını değil fakat neden ve sonuç, birlik ve çokluk kavramlarını bulan Hay, yirmi sekiz yaşında yıldızların bozulmayan dünyasını tefrik derecesine yükselir ve bunun bir Yaratıcıyı gerektirdiğini kabul eder.​
Daha doğru bir deyişle, çok sayıda farklı nesnenin varlığına rağmen, evrenin bir olduğu sonucuna varan Hay, daha sonra onun yaratılmış mı yoksa ezelimi olduğunu tartışmaya geçer ve hayli gelişmiş düşüncelerle, ezelilik fikri kadar yaratılış tezinin de itirazlardan bağışık olmadığını görür. Evrenin yaratılmış mı yoksa ezelimi olduğu konusunda nihai bir karar veremese de onun kendisine bağlı olduğu bir nedeni olması ve bu neden ya da zorunlu varlığın gayrifiziki, ruhsal bir töz olması gerektiği sonucuna varır. Yine yaratılışın açık alametleri olan güzellik ve düzen, Hay’ı böyle bir nedenin yetkin, özgür, her şeyi bilen, cömert ve güzel bir varlık olması gerektiği sonucuna götürür. O’nun, insanın dünyada gözlemlediği bütün yetkinlik ya da kemallere sahip bulunması ve bütün eksikliklerden uzak olması gerekir. Bunu keşfettiği zaman, Hay otuz beş yaşındadır.​
Bütünüyle manevi ya da gayrimaddi olan Yüce Varlık’la ilgili bu bilgilere nasıl ulaştığını araştırmaya koyulduğunda, Hay söz konusu nedeni gösteren kendisindeki bu şeyin de gayrifiziki, manevi bir şey olması gerektiği sonucuna varır. Bu keşif, onu ayrıca ruhun metafiziksel üstünlüğünün tam bilincine, söz konusu tözün cismin maruz kaldığı oluş ve bozuluş koşullarından bağımsız olduğu bilgisine ve ruhun gerçek mutluğunun kendisinin Zorunlu Varlık’la olan yakınlığını bilmesine bağlı olduğu kavrayışına götürür. Teorik anlamda (i) hayvani içgüdü ve güçleri dolayısıyla hayvanlar dünyasıyla; (ii) göksel feleklerle ve (iii) nihayet, Zorunlu Varlık’la olan yakınlığının bilincine varan Hay, pratik anlamda da ödevlerinin neler olduğunu görmüştür. Buna göre, onun her şeyden önce bedeninin ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu bulunmaktadır. İkinci olarak, manevi ya da daha doğrusu akli doğası nedeniyle, onun güzelliği ve evrendeki düzeni temaşa etmesi gerekir. Ve nihayet, ilahi hakikat veya Tanrı ile olan yakınlığından dolayı, O’nu rasyonel açıdan tefekkür etmesinin yeterli olamayacağını, zira böyle bir rasyonel tefekkürde, kendi kimliği ya da benliğini aşamayacağını bilmesi kaçınılmaz bir şeydir.​
İbn Tufeyl’e göre, hakikati arayan kişinin nihai amacı, şu halde benliğin yok olması veya O’nun Tanrıda istihlâk edilmesidir. Başka bir deyişle, onun Gazâlî gibi Sufilerin tevhitte fena dedikleri vecd halini elde etmek, gerçeklikte hakiki Bir’den başka hiçbir şeyin var olmadığını, maddi ya da manevi her şeyin, O’nunla kıyaslandığında tam bir hiçlik olduğunu anlamak için çalışması gerekir. Buradan hareketle, İbn Tufeyl’in insanın rasyonel gelişmesiyle ilgili olarak belli bir şema geliştirdiği, bilgi türleri arasında bir ayrım yaptığı söylenebilir. Buna göre, yedi yaşına kadar süren ilk aşama, bedensel ve ruhsal gelişimin başlangıç aşamasını oluşturur. Yedi ile yirmi bir yaş arası dönem, pratik ihtiyaçların karşılanması amacıyla birtakım araçların imal edildiği bir çağdır. Merak döneminin başladığı yirmi bir yaşla birlikte, insan ruhu varlık ve oluşun gizemlerini keşfetmeye yönelir. Fizikten metafiziğe geçiş, bu aşamanın en belirgin özelliği olarak ortaya çıkar. Ve nihayet, sonraki aşamada tam bir aydınlanma ile gerçek hikmeti yakalayabilen insan, en sonunda gerçek mutluluğun hakikatine erişeceği manevi deneyimlere yükselir.​
Demek ki İbn Tufeyl son çözümlemede felsefi ya da teorik bilgi ile mistik ya da tasavvufi bilgi arasında bir ayrım yapar. Bu ayrımın temelinde ise esas itibariyle iki bilgi türü arasındaki kesinlik farkı bulunur. Buna göre, ittisale dayanan, manevi gözlemle ya da yaşanarak elde edilen tasavvufi bilgi gözlem, deneyim ve rasyonel çıkarımla elde edilen teorik ya da felsefi bilgiden kesinlik derecesi bakımından daha üstündür. Bununla birlikte, bu, teorik ya da felsefi bilginin yanlış olduğu anlamına gelmediği gibi, onun mistik bilgiyle çeliştiği anlamına da gelmez. Bu ikisi arasında sadece apaçıklık ve manevi haz farkı söz konusudur. Bu ikisi birbiriyle çelişmek bir yana, deneyim ve aklın, fiziki dünyadan metafiziğe teorik bir geçiş yapmak suretiyle, mistik deneyime veya tasavvufi tecrübeye imkân sağladığı dikkate alınırsa, birbirini tamamladığı söylenebilir. İbn Tufeyl, bu gerçeği alegorik eserin, vahye dayalı din ile felsefenin birbiriyle olan uyumuna vurgu yaptığı son bölümünde bir kez daha ortaya koyar.​
(c) Din Felsefesi
İbn Tufeyl’in Hay ibn Yakzan adlı temel eserinin anlattığına göre, Hay’ın yaşadığı adaya komşu bir adada eski bir peygamberin getirmiş olduğu bir dini inanç yaşanmaktadır. Absal ve Selaman, bu inanç sistemine veya dini akaide bağlı iki ideal mümin olup, birincisi söz konusu dinin Bâtıni, ikincisi ise zâhiri yorumuna eğilimlidir. Bunlardan Hay’ın yaşadığı adayı işiten Absal, hayatının geri kalan kısmını murakabe ve ibadet ile geçirmek üzere, adaya gelir. Hay’ın varlığından adaya gelince haberdar olan bu kişi, en sonunda onunla tanışır. Absal kendisini görünce şaşıran Hay’a konuşmayı öğretir.​
İşte bu sürecin ardından Hay, Absal’a kendi mistik deneyimlerini, Tanrı müşahadesini anlatır. Onun ifşaları Absal’ı derinden etkilediği gibi, kendi kutsal kitabında yer alan melekler, peygamberler, cennet ve cehennemle ilgili ayetlerin, Hay’ın idrak etmiş olduğu mistik ve metafizik hakikatlerin duyusal temsillerine karşılık geldiğini görmesini sağlar. Hay ise Absal’ın kendisine vahiy ve ibadetle ilgili olarak anlattığı her şeyin, kendisinin bizzat yaşamış olduğu şeylerle tam bir uygunluk içinde olduğunu görür.​
Bu açıdan bakıldığında, İbn Tufeyl’in hakikatin biri zahiri, diğeri batini olacak şekilde, iki yüzü ya da görünümü olduğunu ifade ederek, felsefe ile din, akıl ile vahiy arasında bir çatışma olabilmesi imkânını daha baştan ortadan kaldırdığı söylenebilir. Gerçekten de onun sisteminde teorik bilgiyle tasavvufi bilgi arasında bir karşıtlık olmadığı gibi, teorik ve mistik yollarla ulaşılan metafizik hakikatlerle dini öğreti arasında da bir çelişki söz konusu olmaz. Ama birinciler arasındaki ilişkinin bir tamamlama ilişkisi olduğu ya da teorik bilginin tasavvufi hakikat için bir hazırlık oluşturduğu yerde, meşriki felsefe ile sahih din arasında bir söylem farkı söz konusu olur. İbn Tufeyl sosyal varoluş biçiminin dinin söylem ve sınırlarını belirlediğini düşünür. Her ne kadar alegorik eserde Hay, Absal’ın aktardığı dini inanç sistemindeki benzetmeye dayalı söylemi ve fazlasıyla dünyevi gözüken kuralların mevcudiyetini yadırgasa da onu böyle düşünmeye iten neden, bütün insanların kendisi gibi üstün yaratılışlı insanlar olduğunu sanmasıdır. Oysa bir toplumda herkes böyle olmayıp, dünyevi ilgilerle bezenmiş durumdadır. Dolayısıyla, herkesin yüksek yaratılışa, derin sezgi kapasitesine ve araştırmacı bir ruha sahip olmadığı bir toplumda, bildik bütün ritüelleri ve uygulamalarıyla dini söylemin üslûp ve içeriği hikmete uygun olmak durumundadır. Bu yüzden, İbn Tufeyl meşriki felsefenin gizemlerinden belli bir dine bağlı olan kitleyi haberdar etmeye çalışmanın beyhude olduğunu düşünür. Zira kitle, genellikle noksan fıtratlı ve dünyevi ilgileri baskın çıkan insanlardan oluşur. Dolayısıyla, o kitle için gerçekten iyi olanın dinin zahiri kurallarına riayet etmek, ilk kuşakların yolunu takip etmek, hakikatini anlayamadığı ayetlere öylece iman etmek olduğuna kanaat getirmiştir. Yetkin yaratılışlı insanların kaderi ise gerçek bir metafiziği deneyimlemek ya da yaşamak amacıyla, toplumdan ve insanlardan uzaklaşmaktır.​
Kaynakça:​
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst