Ölü Lozanlar Derneği

Ölü Lozanlar Derneği

Erdoğan bu sefer de Lozan Antlaşması gündemini attı ortaya. Normal zamanda olsa bilgisiz birinin boş lafları deyip geçilebilir ancak söz konusu zat Cumhurbaşkanı sıfatı taşıyınca ve ortaya attığı her konu muhalefet partilerinden, medyaya kadar ülke gündemini işgal edince kendini tamamen soyutlayamıyorsun. Burada amaç tabi ki Lozan Antlaşması’nı tarihsel bir perspektiften değerlendirmek değil, Kemalizmle, modernizmle hesaplaşmak ve bu hesaplaşmayı coşkuyla arzulayan kitleler için yakıt pompalamak. Neden? Çünkü içinden geçtiğimiz süreçte cemaatlerin, tarikatların, dini örgütlenmelerin ülkeye nasıl felaketler getirdiği iyice ayyuka çıktı. Halkın, emekçilerin içinde bunun görülmeye başlandığı ve sıkça konuşulduğu bir dönemden geçiyoruz. Elbette Erdoğan’ın da dünya görüşüne istinaden bunu bazı salvolarla bertaraf etmesi gerekiyor. Yeni değil, yıllardır bu hesaplaşmayı isteyenler Atatürk’e şimdilik dokunamadıkları için İsmet İnönü üzerinden bunu sıkça yapıyorlar zaten. Lozan tartışmasında da durum bundan ibaret.

Peki işin doğrusu ne?

İşin doğrusu şu, 12 Adaları 1911’de Trablusgarp Savaşı’nda İtalya işgal etmişti ve bir daha asla Osmanlı’nın eline geçmedi. Balkan Savaşı çıkınca Osmanlı İmparatorluğu İtalya’dan barış istemek zorunda kaldı. 18 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Osmanlı 12 Ada’yı Yunanistan’ın işgal edeceği endişesiyle İtalyanların kontrolüne bıraktı. İtalya bir süre sonra adaları Osmanlı İmparatorluğu’na geri verecekti ancak sözünde durmadı ve adaları Balkan Savaşı’nın sonunda kendi topraklarına kattı. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’nın yenilmesi ve 1945’te Alman birliklerinin ancak adalardan çıkarılabilmesinden sonra Paris Antlaşması’yla 1947’de adalar resmen Yunanistan yönetimine geçti.

Aslında burada söz konusu olan adalar 12 adet değildir. 6’sı küçük 14’ü büyük 20 adadan oluşmakta olan bir adalar grubudur. 12 Ada kavramı da adaların hane temsilcilerinin seçtiği 12 kişilik ihtiyar heyeti tarafından yönetilmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Aldık Verdik

Bu alma verme meselesine gelince; Çok uluslu bir imparatorluğu yöneten Osmanlı Hanedanı’nın hakimiyetinde olan adalarda nüfusun çok büyük çoğunluğunu zaten Rumlar oluşturuyordu. Erdoğan “üzerinde hala camilerimiz, mabetlerimiz var” diyor ama camiden çok da kilise var. Bu mantıkla bakacak olursak 1922’ye kadar İzmir de bir rum şehriydi. Bu adalar da İzmir’in hinterlandıydı. Yani gidip üzerine çulunu serdiğin her yere burası benimdir deyince her şey hallolmuyor. Bu fetihçi anlayışın bu coğrafyayı getirdiği nokta bir hanedanın gelip Anadolu ve Balkan topraklarına çöreklenerek yüzyıllar boyunca üzerinde yaşayan halkları sömürüp savaştan savaşa sürüklemesi, sonra da Sevr gibi bir tutsaklık antlaşmasına imza atmasıdır. Kemalizme tamamen karşı olsanız bile, Atatürk’le politik olarak hiçbir ortak noktanız olmasa bile eğer egemenlerin değil halkların gözünden bir tarih okuması yaparsanız bu sonuç değişmez. Ne kadar vahim bir durum ki bugün Osmanlı Hanedanı’nın sadece kulları olan, zorla vergi aldığı tebaasının torunlarının bazıları bugün kendisini Osmanlı torunu olarak görmekte, Kavramsal olarak halk iktidarını temsil eden meclisin başkanı İsmail Kahraman, 2. Abdulhamit’e “hükümdarımız” diyebilmekte ve “Abdulhamit haftası” ilan edebilmektedir. Ancak daha da vahim olan milyonlarca insanın bu Turan hayallerinden Sevr’e düşmüş zihniyetin peşinden tüm algılarını kapatmış bir şekilde koşmasıdır.

Üzerinde yaşayan herkesle birlikte padişahın mülkü sayılan bir rejimle hesaplaşmak yerine, bunu sahiplenerek Cumhuriyet ve modernizmle mücadeleye girmek 21. yüzyılda asla kazanılamayacak bir savaştır. Yenilgiye doyamadılar ve yine yenilecekler ancak her zamanki gibi bu halka ve bu ülkeye bedeller ödeterek.

Can Taylan Tapar

0
Spinoza’nın Tanrısı Yeşilçam Filmlerine Taş Çıkartacak Bir Tanışma Hikayesi

Yorum yapılmamış

No comments yet

Bir yanıt yazın