1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
sanat-felsefesi.jpg
Etrafımızda bulunan nesnelere farklı tarzlarda tepkiler gösteririz ve yarattığımız, meydana getirdiğimiz şeyleri farklı ve değişik nedenlerle yaratır ve meydana getiririz.​

Bu tepkilerimizden birinin nesnelerin ne olduğunu bilme, tanıma tepkisi olduğunu biliyoruz. Başka deyişle dünyaya yönelme biçimlerimizden birini, onu tanımak üzere ona yönelmemiz oluşturur ki bu, bilginin, bilimin yönelme biçimidir.​

Öte yandan bizim için gerek bireysel, gerekse toplumsal planda iyi olanı gerçekleştirmek üzere birtakım eylemlerde bulunduğumuz da aşikârdır, ki bu eylemlerimiz de yine bildiğimiz gibi ahlaki ve siyasal eylemlerimizi meydana getirirler.​

Bunların dışında gerek doğada hazır bulduğumuz, gerek bizim kendimizin meydana getirdiğimiz birtakım nesneler vardır ki bu nesneleri sırf algılamak için algıladığımızı veya meydana getirdiğimizi ve onları algılamamızın kendisinin bize diğer iki faaliyet biçimimizde hedeflediğimizden veya elde ettiğimizden farklı bir duygu veya heyecan verdiğini söyleyebiliriz. Bu sonuncu nesneler ile kastettiğimiz genel olarak ‘güzel’ diye adlandırılan şeylerdir ve bu güzel denen şeyleri seyretmemiz veya algılamamızın bizde uyandırdığı tepki ise heyecan tepkisi, hoş bir heyecan tepkisi, zevkli bir heyecan tepkisidir.​

İşte bize hoş veya haz verici diye adlandırdığımız bir heyecan veya duygu veren şeylerin incelenmesi ile ilgili felsefe disiplinine estetik adı verilir. Bu, bir özne olarak bizde uyandırdıkları etki bakımından nesnelerin incelenmesidir.​

Öte yandan bu etkinin kendisinden çok, bu etki veya duygunun kaynağında bulunan şeyi ön plana çıkarabilir ve bizde bu etkiyi, bu heyecan uyandıran şeyin ne olduğunu araştırabiliriz. Bu şeyin ‘güzel’ diye adlandırılan şey olduğunu söyledik. Başka deyişle, hoşumuza giden, güzel olandır. O halde estetiği, sözünü ettiğimiz öznel tepkimizin kaynağında bulunan şeyin, yani güzel olanın araştırılması olarak da tanımlamamız mümkündür.,​

Sözünü ettiğimiz değerin, yani güzellik değerinin taşıyıcısı olan şeylere felsefi dilde estetik nesne, bu değeri algılayan, ona hoş bir heyecan diye adlandırdığımız tepkiyi gösteren varlığa yine felsefi dilde estetik özne denir. Estetik öznenin estetik nesneye karşı gösterdiği tavır veya tepki ise hiç şüphesiz estetik tavır veya estetik tepki olacaktır. Bu estetik tepkiyi veya tavrı, yine bir başka kavramla, estetik yaşantı veya estetik deney (experience) kavramı ile ifade edebiliriz.​

Estetik deney, ahlaki veya bilgisel, bilişsel deneyden temelde farklı bir deneydir. Estetik bir öznenin, estetik bir tavırla, estetik bir nesneye yaklaşması sonucunda duyduğu estetik heyecan veya duyguya da estetik haz denir.​

Nihayet estetik bir nesneye estetik bir tavırla yaklaşan estetik bir öznenin duyduğu bu estetik haz, aynı zamanda bu özne tarafından söz konusu nesnenin değerinin değerlendirilmesi ile birlikte bulunur. Başka deyişle özne, söz konusu nesne hakkında onun güzel veya hoş olduğu yönünde bir yargıda bulunur ki buna da estetik yargı denir.​

O halde estetiği "estetik nesneleri seyrettiğimizde ortaya çıkan kavramların analizi ve problemlerin çözümü ile meşgul olan felsefe disiplini" olarak tanımlamamız mümkündür. Bu kavramlar görüldüğü gibi estetik özne, estetik nesne, estetik heyecan, estetik haz, estetik yargı, estetik değer, estetik deney, güzel, hoş vb. kavramlardır. Sözü edilen problemler ise güzel denen nesneleri güzel kılan özelliklerin neler olduğu; ortada birtakım estetik standartlar olup olmadığı; güzelliğin öznel mi, yani algılayan ve değerlendiren öznenin bir yargısı mı olduğu, yoksa gerçekten nesnelerde nesnel olarak mı var olduğu, güzel ile doğru, güzel ile iyi arasındaki ilişkilerin neler olduğu vb. türünden problemlerdir.​

Estetik ile sanat felsefesi arasında bir ayrım yapmak gerekir; çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz güzellik değeri ve onun bize verdiği duygular gerek doğada, gerekse sanat eserlerinde mevcut olan şeylerdir. Bir kuşun ötüşü, bir güneş batışı, doğal bir mağara veya sahile vuran dalgalar güzel olduğu ve bizde hoş veya soylu duygular meydana getirdiği gibi Refik Fersan’ın saz semaisi, Zeki Müren’in bir şarkısı, Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiiri, Mikelanj'ın bir heykeli, Fellini’nin bir filmi de güzeldir ve bizde benzeri duygular uyandırır.​

İşte sanat felsefesi özel olarak “sanat eserleri ile ilgili olarak ortaya çıkan kavramların analizi ve problemlerin çözümü ile meşgul olan felsefe disiplini”dir ve o, doğanın estetik deneyi ile ilgilenmez. Öte yandan tarih boyunca insanların ilgisini doğal güzellikten çok sanat güzelliğinin çektiği ve estetik soruların daha ziyade doğal değil, sanatsal güzellik ile ilgili olarak sorulduğu da bir gerçektir. Sanat felsefesinin uğraştığı problemler ise şu tür problemlerdir: Sanat nedir? Sanatsal ifade nedir? Sanat eserlerinin herhangi bir doğru içermesi söz konusu mudur? Sanat eserleri ne anlama gelirler? Genel olarak sanatın tanımı yapılabilir mi? Bir sanat eserini başarılı kılan özellikler nelerdir? Sanatçı neyi iletir? Sanatlar nasıl sınıflandırılabilirler?

O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, estetiğin alanı sanat felsefesinin alanından daha geniştir. Buna karşılık sanat felsefesinin kavram ve problemleri, bir anlamda, estetiğin ana kavram ve problemleridir. Çünkü estetik çoğu kez sanattaki güzel ile ilgilenir veya ona indirgenir.​

Öte yandan güzelliğin, sanat felsefesinin ana kavram ve değeri olması söz konusu olmakla birlikte, biricik kavramı olmadığını da belirtmemiz gerekir. Çünkü haklı olarak işaret edilmiş olduğu gibi estetik veya sanat felsefesi, güzelin yanında hoş olanla, yüce olanla, soylu olanla da ilgilenir. Hatta ahlak felsefesinin konusunun iyi ve kötü olan olması anlamında estetiğin konusunun güzelin yanında çirkin olan olduğunu söylemek bile mümkündür. Çünkü çirkinlik de şüphesiz olumsuz olmakla birlikte sanatsal- estetik bir değerdir, öte yandan güzel olanın aynı zamanda hoş veya soylu veya yüce olan olduğunu söylemek de her zaman doğru değildir. Bundan dolayı estetiğin güzel olandan daha geniş bir alanı içine aldığını söylemek makul olacaktır.​

Estetik Tavır

Estetiğin temel kavramlarından birinin estetik tavır olduğunu söyledik. Onun temel problemlerinden biri de estetik tavrı, estetik olmayan tavırdan ayırt eden özelliklerin ne olduğudur.​

Estetik tavır, genellikle pratik tavrın zıddı olarak tanımlanır. Burada pratik tavır derken kastettiğimiz de herhangi bir nesnenin bize sağlayacağı fayda ile ilgili tavırdır, örneğin bir deniz kıyısını oraya inşa edeceği bir otel veya tatil köyü için seyreden bir iş adamının tavrı şüphesiz estetik değil, ekonomik bir tavırdır. O söz konusu deniz kıyısını ekonomik olarak kendisine getireceği fayda veya değerle ilgili olarak seyretmektedir. Buna karşılık, o deniz kıyısını, bu tür herhangi bir amacı olmaksızın sırf kendisi için seyreden insanın tavrı estetik bir tavırdır.​

Örnekleri çoğaltabiliriz: Süleymaniye Camii’ne, içinde ibadet edilecek ve Tanrı’ya yaklaşılacak kutsal bir mekân, bir mabet olarak bakan ve onun içindeki minberi, mihrabı, sütunları, kubbeyi vb. bu gözle seyreden bir müminin bakış tarzı estetik değil, dinsel anlamda pratiktir. Mehmet Akif'in İstiklal Marşı şiirini, içinde ifade edilen Türk bayrağının asla göklerden inmeyeceğine, Türk milletinin asla köle olamayacağına ilişkin sözlerinden ötürü heyecanlanarak ahlaki ve yurtsever duygularla okuyan ve ondan bu anlamda etkilenen bir kişi, hiç şüphesiz bu şiire yine pratik bir bakış açısından bakmaktadır, estetik bir tavırla bakmamaktadır. Son bir örnek olarak halkın aydınlatılması, eğitilmesi amacıyla kaleme alınan öğretici mahiyetteki şiirleri, piyesleri, romanları, sosyal ve ahlaki mesajlı filmleri zikredelim. Bunları bu eğitsel-ahlaki mesajları bakımından okuyan, dinleyen ve onlardan bu yönde etkilenen insanların, bu etkilenme tarzlarının estetik değil genel anlamda ahlaki olarak adlandırılabilecek bir etkilenme tarzı veya tavrı olduğuna şüphe yoktur.​

Estetik bir tavrın ikinci bir özelliği, bilgi alıcı veya bilgi verici olmamasıdır. Örneğin bir sanat tarihçisinin güzel bir cami ile ilgili olarak onun ne zaman, kimin tarafından, hangi üslupla, hangi malzeme kullanılarak, hangi plana göre yapılmış olduğuna ilişkin bilgi edinici tavrı, estetik bir tavır değildir. Çünkü burada onun amacı esas olarak o cami ile ilgili bilgi elde etmek veya onu arttırmaktır, yoksa onunla ilgili algısal deneyini zenginleştirmek değildir. Bir sanat eserine bilgi alıcı bir tavırla yaklaşmak insanın estetik deneyini artırabileceği gibi onu tamamen ortadan da kaldırabilir.​

Estetik tavrın bir diğer özelliği, estetik nesnenin, öznenin kişisel hayatı ile ilgi içine sokulmaması olarak belirlenebilir. Ünlü örneği verirsek Shakespeare’in ünlü oyunu Othello’nun temsiline giden biri kendisini oyuna yoğunlaştıracağı yerde, Othello’nun karısı ile olan ilişkisini kendisinin karısıyla olan ilişkisi ile karşılaştırıp oyunu bu gözle seyrediyorsa ve oyundaki olaylara bu açıdan tepki gösteriyorsa, onun kesinlikle estetik bir tavır içinde olmadığını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde eğer Erzurum’da, seyrettiği bir filmin kahramanıyla kendisini özdeşleştirip ona haksızlık yapan kötü adamı ortadan kaldırmak için tabancasını çekip perdeye ateş eden bir yurttaşımız varsa, onun bu tavrının da estetik bir tavır olmadığını söyleyebiliriz.​

Estetik Nesne

Estetik bir tavır, estetik bir nesneye gösterilen tavırdır. Yukarıda estetik deneyi, estetik öznenin göstermesi gereken estetik tavır açısından belirlemeye çalıştık. Şimdi bu estetik tavrın konusu olan estetik nesne hakkında birkaç şey söyleyelim.​

Estetik dikkat daima bir nesneye yöneliktir. Yalnız bu nesne, fiziksel bir nesne olarak değil, fenomenal bir nesne olarak bu dikkatin konusunu teşkil eder. Şüphesiz ki bir resim tuval, boya vb. den meydana gelir. Bir heykel taştan, tunçtan, tahtadan yapılır. Bir şiir kelimelerden oluşur. Bunlar ise bir cepheleri ile fiziksel şeylerdir; ama estetik dikkatin konusu olan, fiziksel şeyler değildir, onların anlamları, ifade ettikleri şeydir. Örneğin bir resimde estetik olarak kendisine yöneldiğimiz şey renk birleşimleridir, renk kimyası değildir. Bir senfonide dikkatimizi çeken şey, seslerin uyumu veya bu türden başka bir şeydir, ses fiziği değildir.​

Estetik Haz

Bir estetik nesne ile estetik bir ilişki kurmamız veya onu estetik bir deneyin konusu olarak algılamamız sonucunda bizde bir haz meydana geldiği söylenebilir. Güzel bir filmi seyretmekten haz duyarız. Güzel bir romanı okumak hoşumuza gider. Estetik bir ortamda Süleyman Çelebi'nin mevlidini dinlememiz ruhumuzda yüce veya soylu duygular uyandırır.​

O halde estetik bir deneyin sonucunun veya amacının bizde bir haz duygusu uyandırmak, hoşumuza gitmek ve bizi heyecanlandırmak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak burada haz veya hoşa gitmek kavramlarının dikkatle analiz edilmesi gerekir. Alışılagelen anlamında haz, duyularımızı kullanmamız sonucunda bizde meydana gelen ve hoşumuza giden bir duygudur. Pasta yemek, şarap içmek, sevişmek bize haz verir. Ancak estetik bir hazdan veya hoşlanmadan kastedilen şüphesiz bundan farklıdır. Gerçi onda da estetik kelimesinin kök anlamının işaret ettiği gibi (estetik kelimesi Yunanca duymak, duyumlamak, algılamak anlamına gelen aisthanesthai fiilinden yapılma bir kelimedir) duyusal olan, duyumla ilgili olan bir yan vardır. Bir resim, görme duyusu ile görülür; bir sanat işitme duyusu ile işitilir; bir opera hem görülür, hem işitilir. Ancak estetik bir hazdan veya hoşlanmadan kastedilen yapısal olarak fiziksel bir hazdan farklı olan bir hazdır: Fiziksel bir nesne, fiziksel nesne olarak duyularımıza hitap etmesi bakımından fiziksel hazzımızın, fenomenal bir nesne olarak duyularımıza veya belki daha doğrusu duyarlılığımıza, duygularımıza hitap etmesi bakımından estetik hazzımızın konusudur. Bir elmayı ısırmaktan duyduğumuz hazla, o elmanın resmini görmekten duyduğumuz haz birbirinden yapısal bakımdan farklıdır.​

Belki burada bir başka kavramı, estetik mesafe (distance) kavramını yardıma çağırarak, ikisi arasındaki farkı açıklamaya çalışabiliriz: Estetik deneyde estetik özne, estetik nesneden daima ayrıdır. Estetik özne kendisini seyrettiği şeyden ayırır ve onunla kendisi arasında daima bir mesafe olduğunu bilir. Buna karşılık fiziksel deneyde, yani elmayı ısıran insanın deneyinde böyle bir mesafe mevcut değildir, özne nesneyi kucaklar, onunla birleşir ve onu tüketir.​

Öte yandan fiziksel olmayan her haz duygusunun veya hoşlanmanın estetik bir hoşlanma olmadığı da açıktır. Sevdiğimiz bir arkadaşımız ile yolda karşılaşmamız bize sevinç verir, içimizi neşeyle doldurur. Ama bu Mozart’ın Kırkıncı Senfonisini dinlediğimizde duyduğumuz sevinç ve neşe duygusundan farklı bir duygudur. Genel olarak söylersek hayata ilişkin duygularımız, heyecanlarımız, sevinç ve hoşlanmalarımızla sanat eserlerinin bize verdiği duygular, heyecanlar, sevinç ve hoşlanmalar birbirlerinden farklıdırlar.​

Estetiğin Konusu Olarak Sanat

Sanat, genelde doğada hazır bulduğumuz şeylere karşıt olarak insan tarafından yapılan şeydir (Sanat kelimesi Arapçadır ve ‘yapmak, üretmek, meydana getirmek’ anlamına gelen bir fiilden türetilmiş bir isim veya mastardır). Bu anlamda olmak üzere bir resim, ev, sandalye, gemi, ayakkabı, dil, devlet vb. bir sanat eseri veya sanat ürünüdür. Yine bu anlamda olmak üzere yalnızca ressamlık veya heykeltıraşlık değil, kunduracılık, gemicilik, hekimlik vb. de bir sanattır. Nitekim gündelik dilde bundan dolayı rahat bir şekilde hekimlik sanatından, yönetim sanatından, ayakkabıcılık sanatından söz ederiz.​

Bununla birlikte estetik kuram insan tarafından yapılan veya meydana getirilen nesneler arasında özel bir grupla ilgilidir veya daha iyi bir deyişle insan tarafından yapılmış olan şeylerin özel bir işlevi ile ilgilidir. Bu özel gruba giren şeyler; kendilerine estetik bir tavırla bakılması veya estetik olarak değerlendirilmesi mümkün olan şeylerdir. Çünkü insan tarafından yapılan şeylere estetik olmayan bir bakışla bakılması veya onların, estetik olmayan bir değerlendirmenin konusunu teşkil etmeleri mümkündür, öte yandan bazı öyle şeyler de vardır ki, kendilerine hem estetik bir bakışla bakılmasına imkân verirler, hem de bundan farklı bir ilginin, dikkatin veya deneyin konusu olabilirler. Örneğin bir ev, hem içinde oturulacak bir mekândır, hem de estetik bir temaşanın konusu olabilecek bir özelliktedir. Aynı şey bir tabak, bir vazo, bir otomobil için de söz konusu olabilir.​

Bazı şeyler ise estetik olarak seyredilme dışında herhangi bir işleve sahip değildirler, örneğin bir sonat veya duvara astığımız bir resim böyle bir şeydir, özetle söylemek gerekirse estetiğin konusu olan objeler, kendilerine güzel sanatlar adı verilen sanatların ürünü olan objelerdir. Güzel sanatlar ise diğer sanatlardan yalnızca estetik olarak seyredilmek, dinlenmek veya okunmak için yaratılmış olan sanat nesneleri ile ilgilenen sanatlar olarak ayrılırlar.​

Bunu söylerken sanat eserinin yaratıcısının niyetini veya amacını belirlemek ve sanat eserini bu niyetten hareket ederek tanımlamak istemiyoruz. Çünkü sanat eserini yaratan insanın amacı tamamen farklı olabilir, örneğin Mimar Sinan’ın Selimiye Camii’ni yapmasındaki amaç, salt olarak içinde müminlerin namaz kılacakları ulu bir mabet inşa etmek olabilir. Ama bu amaç, ne o eserin kendisinin niteliğini, ne de o eseri seyreden kişinin estetik deneyinin özelliğini belirler, önemli olan sanat eserinin hangi amaçla meydana getirildiği değildir, bizim deneyimizde fiilen hangi işlevi gördüğüdür. Bir senfoni ne işe yarar? Onun işlevi nedir? Onun işlevi bizde estetik tepkiler doğurmasıdır. O halde sanat eserleri ‘insan tarafından meydana getirilmiş olan ve insan deneyinde ya tümüyle veya esas olarak estetik bir işlev gören eserler’ olarak tanımlanabilirler.​

Sanatların Sınıflandırılması

Sanatlar, daha doğrusu güzel sanatlar çeşitli şekillerde sınıflandırılabilirler. Ancak bunlardan belki en güvenlisi, onların kendileriyle ifade edildikleri veya kendileri aracılığıyla yaratıldıkları araçların doğasına dayanılarak yapılacak sınıflamadır.​

İşitsel sanatlar, seslerle ilgili sanatlardır. Bunun içine esas olarak müzik girer. Müzik zamansal bir sıraya göre takdim edilen sesler ve duraklamalardan meydana gelen bir sanattır.​

Görsel sanatlar, görme ile ilgili nesnelerden meydana gelen sanatlardır. Onlar esas olarak göze hitap ederler. Bunun içine de resim, heykeltıraşlık, mimari gibi sanatlar girer.​

Edebiyat, bir başka tür sanat sınıfını temsil eder. O bir bakıma görsel sanattır; çünkü bir şiir veya roman gözle görülebilir, yani okunabilir. Bir bakıma işitsel bir sanattır; çünkü bir şiir kulakla işitilebilir, yani yalnızca dinlenebilir. Ama bir romanın estetik değerini, onun okunması veya bir şiirin estetik değerini onun dinlenmesi teşkil etmez. Edebiyatın ifade aracı dil ve kelimelerdir. Kelimeler ise kelimeler olarak yalnızca sembollerdir. Onlar birtakım anlamların sembolleridir. ‘Deniz’ kelimesinin kendisi şiirsel değildir, ‘deniz’ kelimesinin hatırlattığı veya zihnimizde çağrıştırdığı imgeler, düşünceler şiirseldir. Bundan dolayı en doğrusu belki edebi sanatlara sembolik sanatlar denmesidir.​

Bazı sanatlar ise başka sanatların birer karışımıdır. Örneğin opera hem görsel, hem işitsel bir sanattır. Aynı şekilde tiyatro da hem görsel, hem işitsel bir sanattır. Ancak onda edebi bir sanat olma özelliği de vardır. Sinemayı ise bütün sanatların içinde birleştiği en karışık veya karmaşık bir sanat olarak nitelendirebiliriz.​

Sanat Felsefesi ve Sanat Eleştirisi

Sanat felsefesinin sanat eserleri ile ilgili olarak ortaya çıkan kavram ve problemlerin analizi ile ilgilenen bir felsefe disiplini olduğunu söyledik ve sanat felsefesinin problemlerinin de sanatın ne olduğu, sanatsal ifadenin ne olduğu, sanat eserlerinin özelliklerinin neler olduğu türünden problemler olduklarını belirttik. Şüphesiz bunlara şu problemleri de ekleyebiliriz: Sanat ile doğruluk (hakikat) arasındaki ilişkiler nelerdir? Sanat ile ahlak arasındaki ilişkiler nelerdir? Başka deyişle güzel ve hoş olan aynı zamanda iyi olan mıdır veya acaba sanat bize bir şey bildirir mi? Sonra sanat ile toplum arasındaki ilişkiler nelerdir? Sanatın veya estetiğin değerleri öznel mi, yoksa nesnel midirler? Başka deyişle sanatçı acaba güzel denilen nesnelerde nesnel olarak var olan ve güzellik denilen bir değeri keşif mi eder, yoksa onu yaratır mı? Sanatın genel bir tanımı var mıdır? Bir sanat eserini iyi ve değerli kılan iç özellikler nelerdir? vb.​

Buna karşılık sanat eleştirisi tek tek sanat eserlerinin kendilerinin veya bir sanat eserleri grubunun eleştirisel analizi ve değerlendirilmesi ile meşgul olur. Onun amacı ise bu tür eserlerin daha iyi anlaşılması ve değerlendirilmesini sağlamaktır. Bir sanat felsefecisi şüphesiz aynı zamanda bir sanat eleştirmeni olarak görev yapabilir. Ama bu iki işi yaparken konusuna yaklaşım tarzları birbirinden farklıdır. Bir örnek vermek gerekirse Nurullah Ataç iyi bir edebiyat eleştirmenidir, yani onun yaptığı iş edebiyat denilen alana ait eserlerin analiz ve değerlendirilmesini yapmaktır. Buna karşılık Kant, Hegel, Benedetto Croce birer sanat filozofudurlar. Yine şüphesiz iyi bir sanat eleştirisi veya sanat eleştirmenliği, sanat felsefesinin çabaları veya sonuçları hakkında iyi bir bilgi sahibi olmayı gerektirir. Çünkü sanat eleştirmeni özel bir sanat eserini, örneğin bir şiiri, bir romanı, bir filmi vb. tartışır ve eleştirirken, sanat felsefesi tarafından sağlanan verileri, yani analiz edilen ve açıklığa kavuşturulan kavramları kullanmak durumundadır.​

Sanat Eserinin Farklı Değerleri

Bir sanat eserinin sahip olabileceği veya bize sağlayabileceği farklı türden değerler vardır:​

a) Duyusal Değerler: Bir sanat eserinin veya daha genel olarak doğanın duyusal değerleri, estetik bir alıcının estetik bir nesneyi sırf duyusal özelliklerinde kavradığında hoşlandığı değerlerdir. Bu tür değerlerin takdir edilmesinde sanat eserinde bulunan ve birazdan kendisinden söz edeceğimiz karmaşık formel ilişkiler, estetik dikkatin konusu değildir. Burada bu sanat eserinin içerdiği fikirler veya heyecanlar da söz konusu değildir. Burada kastettiğimiz duyusal değerler, örneğin bir heykelin kendisinden yapıldığı mermerin göze hoş görünen rengi, dokunma duyusuna hoş görünen kayganlığı veya pürüzsüzlüğü türünden duyusal özelliklerdir. Aynı şekilde yeşim taşından yapılmış olan bir biblonun veya fildişinden yapılmış olan bir sandığın görme veya dokunma duyumuza hoş görünen özellikleri de onun duyusal değerleridir (Şüphesiz burada duyusal değerlerle kastettiğimiz onların fiziksel özellikleri değil, daha önce belirttiğimiz anlamda estetik algımızla ilgili olan fenomenal özellikleridir).​

b) Formel Değerler: Duyusal değerlerin takdiri derhal formel değerlerin takdir edilmesine yol açar. Biz tek başına sesler veya renklerin nitelikleri tarafından heyecanlandırılmayız, derhal bu öğeler arasındaki ilişkileri fark ederiz. İşte bu ilişkiye sanat eserinin formu adı verilmektedir. Burada formdan kastedilen, bir sanat eserinin, örneğin heykelin dış görünüşü veya biçimi değildir. Sanat eserinin parçalanma veya kısımlarının birbirleriyle ilişkisi, onun bütünsel örgütlenmesidir.​

Bir sanat eserinin formunu da ikiye ayırmak mümkündür: Büyük form (yapı), küçük form (doku). Büyük form, sanat eserini meydana getiren temel ögelerin iç ilişkilerinin meydana getirdiği bütünsel örgütlenmedir. Böylece örneğin bir melodi, bir senfoninin temel bir ögesidir. Ama öte yandan melodinin kendisinin de bir formu vardır; çünkü o da birbirleriyle ilişkili parçalardan oluşur. O halde bir melodi küçük form, melodilerden meydana gelen bir senfoni büyük formdur.​

Peki bir sanat eserinin formel değeri bakımından ölçütleri nelerdir? Bu konuda sanat kuramcılar arasında görüş birliği olmadığı görülmektedir. Bununla birlikte herkes tarafından kabul edildiğini söyleyebileceğimiz bir ölçüt vardır. Bu genel olarak, birlik ölçütüdür. (Buna bazen organik birlik de denir; yalnız burada organik birlik terimini mecazi olarak almak gerekir. Çünkü organik birlik, adı üzerinde sadece organlar olan bir canlıda söz konusu olabilir).​

Bir sanat eserinin birliği olmalıdır. Bu birlik, kaosun, düzensizliğin, karışıklığın tersidir. Öte yandan bu birlik monotonluktan doğan bir birlik olmamalıdır, o çeşitliliğin birliği olmalıdır; yani birliği olan bir sanat eseri, içinde çok sayıda değişik öge içermeli, ancak bu ögelerin hepsi bir bütün teşkil etmek üzere birbirleriyle uyumlu bir şekilde birleşmiş olmalıdır. Birliği olan bir nesnede zorunlu olan her şey onda bulunmalı ve zorunlu olmayan hiçbir şey de onda bulunmamalıdır.​

Bir sanat eserinde bulunması gereken formel değerlerden bir diğeri olarak gelişmeden söz edilebilir. Sanat eserinde, özellikle müzik, tiyatro veya roman gibi zamansal boyut içeren sanatlarda temalar veya olaylar gelişmeli, geliştirilmelidir.​

c) Hayat Değerleri: Duyusal ve formel değerler, sanat eserinin kendisini ortaya koyduğu ifade araçları olan renkler, sesler, kelimeler ile ilgili iç değerlerdir. Bir de sanat eserinin değerlendirilmesi ile ilgili olarak sanatın dışından, yani hayattan gelen değerler vardır. Bunlar bu araçlarda bulunmazlar; ancak bu araçların ve onlarla anlatılan şeyin alınmasında ve değerlendirilmesinde önemli bir rol oynarlar, örneğin İsa'nın çarmıha gerilmesini konu alan bir resim, sanatın dışındaki hayatla ilgili belli bir bilgimiz olmaksızın tam olarak değerlendirilemez.​

Sanat ve Ahlak

Estetik bir yargı, bir ahlak yargısı veya ahlaki yargı değildir. Bir sanat eserinin değeri de onu seyreden, dinleyen veya okuyan insanın ahlakını düzeltmesinde veya iyileştirmesinde yatmaz.​

Bununla birlikte başta Platon ve Tolstoy olmak üzere birçok filozof ve yazar, sanatla ahlak arasında sıkı bir ilişki kurmak ve sanatı ahlakın hizmetine koşmak amacı ve çabası içinde olmuşlardır.​

Bunlara göre ahlaki bir mesajı olmayan, insanların ahlaki duygularını geliştirmeyen veya onların ahlaki davranışlarına olumlu bir katkısı olmayan sanat, gerçek sanat değildir; olsa olsa bir oyun, boş bir eğlence, hayattan bir kaçıştır. Bundan dolayı sanat ve sanatçı sürekli ahlaki bir denetim altında tutulmalı, toplumun üzerine inşa edildiği ahlaki düzene bir faydası olmadığı, hatta tersine bir zararı olduğu zaman sanat sansür edilmeli, yasaklanmalı, sanatçı mahkûm edilmeli ve gerekirse toplumdan kovulmalıdır. Platon, Homeros ve Hesiodos’u tanrılara ahlaksızca eylemler yükledikleri için ideal devletinin sınırları içine sokmaz; diğer birçok şey yanında ahlaki işlevi olmayan şiiri de ideal devletinde yasaklar. Özellikle yazı hayatının son döneminde Tolstoy’un da sanatı ahlaki açıdan yargılayan bu tutumu şiddetle savunduğunu görürüz.​

Bu görüşün tam tersi olan görüş ise felsefe dilinde ‘estetizm’ diye adlandırılan görüştür ki, o da birincinin tersine, ahlakı sanatın bir hizmetçisi olarak görür. Ona göre sanat deneyi ve sanat heyecanı, bir insanın yaşayabileceği en yoğun, en haz verici bir deney ve heyecandır. Eğer onun herhangi bir şekilde ahlaki değerlerle çatışması söz konusu ise yapılması gereken şey, ahlaki değeri feda etmektir, örneğin şiddet filmlerinin insanlar, özellikle çocuklar üzerinde son derece olumsuz etkiler bıraktığını ve bundan dolayı bu tür filmlerin çevrilmemesi veya gösterilmemesi gerektiğini söyleyen birine bu görüşü savunan biri, önemli olanın şiddetin ahlaki sonucu değil, estetik görünümü olduğunu söyleyecektir. Mussolini’nin damadı Ciano, Habeşistan’da silahsız insanlar arasında bir bombanın yarattığı manzaranın kendisine büyük bir estetik haz verdiğini söylerken estetizmin en uç örneklerinden birini sergilemekteydi. Buna, söylendiğine göre, Neron’un Roma’yı yaktırdığı zaman, ondan şiiri için çıkardığı ilhamı da ekleyebiliriz.​

Bu iki görüşün de aşırı olduğuna şüphe yoktur. Burada sanki ya ahlakın sanatın veya sanatın ahlakın emrine girmesinin zorunlu olduğu, bunlardan başka bir şıkkın söz konusu olmadığı gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır ki bu mutlaka kabul edilmesi gerekmeyen bir şeydir. Buna karşı olarak gerek ahlaki, gerek estetik değerlerin her ikisinin de insan için değerli ve gerekli şeyler oldukları ve onların birbirlerini reddetmek veya ortadan kaldırmak gibi bir durum içinde olmadıkları da söylenebilir. Sanat deneyi hiç şüphesiz insan için mümkün olan en büyük bir haz verici deneydir. Ama insan yalnız haz verici deney için yaşayan bir varlık değildir. İnsanın estetik deneyi yanında kendisi için aynı derecede değerli olan bilgi deneyi ve ahlak deneyi vardır. Estetik değerler en önemli değerler arasında olmakla birlikte biricik değerler değildirler.​

Ayrıca iyi bir sanat eserinin ahlaka karşı olmak şöyle dursun, pekâlâ, hem de yüksek düzeyde ahlaki bir değeri olabilir. İyi kurulmuş bir felsefe veya geometri sisteminin (örneğin Euklides geometrisinin), temel değeri bilgisel veya bilimsel olmakla birlikte, bize aynı ölçüde estetik bir haz vermesinin mümkün olduğu söylenmiştir. Sitesindeki sanatkârlara sansür uygulayan, Homeros ve Hesiodos’u devletinden kovan Platon, öte yandan var olanın iyi olan, iyi olanın ise güzel olan olduğunu söylemekte tereddüt etmemekteydi.​

Bir sanat eserinin ahlaki değeri ile ilgili olarak da şunu söyleyebiliriz: Bir edebiyat eseri, örneğin bir roman, bir tiyatro parçası, bir şiir hayatın kendisi kadar öğretici ve ahlaki bakımdan eğitici olabilir. Örneğin iyi bir romanda genellikle farklı, çatışma içinde bulunan karakterler söz konusudur. Bu karakterlerin farklılıkları, çatışmaları ve problemleri üzerinde düşünmek, bizim kendi ahlaki perspektifimizi zenginleştirebilir. Sonra yine sanat, özellikle edebiyat hayal gücümüzü geliştirir. Onun sayesinde başka insanların, başka duyguların, başka kaygıların, başka değerlerin varlığını tanıyabilir; bu duyguları, bu kaygıları, bu değerleri taşıyan insanlara daha anlayışlı, daha hoşgörülü olabiliriz. Anlayış ve hoşgörünün değerli ahlaki nitelikler olduğuna şüphe yoktur.​

Sanat ve Doğru

Doğruluk ve yanlışlık, bildiğimiz gibi, önermelerin niteliğidir. Buna karşılık sanat dallarının çoğunda önerme yoktur, örneğin müzikte, resimde, heykeltıraşlıkta, mimaride, sinemada doğru veya yanlış olduğu söylenebilecek herhangi bir önerme mevcut değildir. Bir renk kompozisyonu, bir melodi, Dor stilinde bir sütun başı bir önerme olmadığı gibi doğru veya yanlış da olamaz.​

Olsa olsa şiir, roman, hikâye vb. gibi edebi denilen sanat eserlerinde belli bir anlamda doğruluk ve yanlışlıktan söz edilebilir. Çünkü bu sanat eserleri neticede ifade aracı olarak kelimelere dayanırlar. Önermeler ise kelimelerden meydana gelir. Bir önerme doğru veya yanlış olduğuna, öte yandan edebi sanatlarda bir anlamda önermeler söz konusu olduğuna göre, biçimsel düzeyde de olsa bu sanatlarda alışageldiğimiz anlamda bir doğruluk veya yanlışlıktan söz edilebilir.​

Örneğin Napolyon’un hayatını konu alan bir romanda, Napolyon’un fiziksel veya ruhsal özelliklerini, yapmış olduğu eylemleri tasvir eden cümleler bu anlamda birtakım doğruları içerebilirler. Aynı şekilde Isaac Asimov’un bilim kurgu hikayelerinde hiç şüphesiz gezegenler veya yıldızlara ait hayli doğru bilgiler vardır. Ancak unutmamak gerekir ki, gerek Napolyon’un hayatına ait söz konusu romanın, gerekse Asimov’un örneğin mekân olarak Mars gezegenini konu alan bir hikayesinin sanatsal-estetik başarısı veya değeri, bu konularda verdikleri bilgilerin doğruluğuna bağlı değildir. Bir edebiyat eseri doğru tarihi olaylara dayandığı veya coğrafya, astronomi konularında doğru açıklamalarda bulunduğu, doğru bilgiler verdiği için estetik olarak daha iyi veya daha başarılı değildir. Edebiyat bize bir dönemin giyim kuşam tarzı, sosyal tutumları, bu döneme ilişkin insanların alışkanlıkları hakkında doğru bilgi verebilir, ama bu bilgiyi bu döneme ait herhangi bir sosyal tarih daha doğru bir biçimde verme gücüne sahiptir.​

Tam olmasa da benzeri bir anlamda olmak üzere resim sanatında da bir doğruluktan söz edilebilir. Bazı resimler doğada bulunan bir nesneyi temsil ederler veya yansıtırlar. Rönesans ressamlarının başlıca kaygılarının bu olduğu bilinmektedir. Onlara göre bir ressam doğada bulunan bir nesneyi, örneğin bir insanı, bir atı, bir çehreyi ne kadar aslına uygun bir şekilde yansıtırsa o kadar başarılı, o kadar görevini yapmış demektir.​

Platon ve Aristoteles’in de sanatla ilgili ana görüşleri onun bir ‘kopya’, ‘taklit’ veya ‘temsil’ olduğu yönündedir. Platon duyusal dünyada bulunan şeylerin İdeaların bir taklidi olduğu gibi sanatların ereğinin de duyusal nesnelerin bir taklidi olduğunu söylemiştir. Bu anlamda sanat, ona göre, ikinci dereceden bir taklittir, taklidin taklididir.​

Aristoteles de bu, sanatın bir taklit (mimesis) olduğu görüşüne katılır. İnsanda doğuştan bir taklit içtepisi olduğunu, onun insanı diğer aşağı dereceden hayvanlardan ayıran bir yeti olduğunu ve insanın ilk bilgilerini onun sayesinde edindiğini söyler. Ona göre insanın taklitten hoşlanmasının ana nedeni, onun sayesinde bir 'bilgi' sahibi olmasıdır. Örneğin insan bir resme bakarken, bu resmin neyi tasvir ettiğini, onun gerçekte var olan şu veya bu kimsenin, sözün gelişi Sokrates’in resmi olduğunu anlar ve bu tanımadan saf bir zevk duyar.​

Ancak bu doğaya uygunluk veya onu uygun bir şekilde yansıtmanın sanatın ayırt edici bir özelliği olmadığı uzun zamandan beri bilinmekte veya kabul edilmektedir. Klasik örneğini verirsek, eğer doğaya uygunluk sanatın ayırt edici özelliği olsaydı, fotoğrafçılık en değerli sanat olurdu ve resim sanatına ihtiyaç kalmazdı. Çünkü bir fotoğrafın, nesnesini ona en uygun bir biçimde yansıttığına şüphe yoktur.​

Sonra Aristoteles’in kendisi gerçek dünyada kendisiyle karşılaşmadığımız, dolayısıyla resminde kendisini tanıyamayacağımız bir kişinin resmini seyretmekten de zevk alabileceğimizi, bu durumda insanın böyle bir resimden duyduğu zevkin artık sözü edilen kişinin ‘taklit’inden kaynaklanamayacağını kabul eder.​

Bundan başka Aristoteles nasıl bir resmin hoşumuza gitmesi için mutlaka fiilen var olan bir kişinin kopyası veya taklidi olması zorunlu değilse bazı tragedyalarda tanınmış hiçbir isme rastlanmadığını, dolayısıyla hayali bir kahramanın gerçek bir kahraman kadar ilgi uyandırabileceğini kabul eder.​

Sonra kopya, taklit ve temsil birbirinden farklı şeylerdir. Kopyada kopya edilenin kendisi dışında bir şeyin var olmamasına karşılık taklitte ve temsilde bunları yapan sanatçıdan çok şey bulunur. Rembrandt'ın portreleri bu portreler için poz veren insanlardan çok Rembrandt'ın onun dünyaya bakışını, onu algılamasını anlatır. Doğruluk kaygısı taşıyan veya doğruyla en fazla ilişkisi olan edebiyat ve resim gibi bir sanatta bile bu doğru, nesnel doğrudan çok sanatçının özel doğrusu, onun doğru olarak gördüğü ve bize aktarmak istediği şeydir.​

Estetik-Sanatsal Değerlere Öznelci ve Nesnelci Yaklaşımlar Beşinci bölümde genel olarak değerler felsefesi konusunu ele alırken, değerlerin statüsü üzerine öznelci ve nesnelci yaklaşımlardan söz etmiştik. Aynı problem, doğaldır ki, daha özel olarak estetik değerlerle ilgili olarak da ortaya konabilir. Bir estetik değer kuramı, estetik değeri teşkil eden veya bir nesneyi estetik olarak değerli kılan özelliklerin, estetik nesnenin kendisinin özellikleri olduğunu söylüyorsa, nesnelcidir (objectivist). Eğer bir estetik değer kuramı herhangi bir şeyi estetik olarak değerli kılan şeyin onun kendi özellikleri değil, estetik seyirci veya estetik algılayıcı ile olan ilişkisi olduğunu söylüyorsa öznelcidir (subjectivist).​

Öznelci Kuram

Bu kurama göre bir estetik değer, örneğin bir nesnenin kareliği gibi nesneye ait değildir. Bir nesne hakkında "Bu bana göre kare bir nesnedir" veya "Ben bunu kare bir nesne olarak görüyorum" demek saçmadır. Ama bir resim hakkında "Ben bu resmi güzel buluyorum" veya "Bana göre bu resim güzel bir resimdir" demek hiç de saçma değildir. Bu ifadeler, güzelliğin veya estetik değerin hiç de karelik gibi nesneye ait olmadığını göstermektedir. Bu görüşe göre X güzeldir demek, "Ben X’i güzel buluyorum" demektir. Bu ise daha ileri bir çözümlemede "Ben X’ten hoşlanıyorum; ben X’i seviyorum" demekten başka bir şey değildir.​

Ancak bu kurama genel olarak beşinci bölümde belirttiğimiz itirazın yapılması mümkün olduğu gibi, daha özel olarak şu itirazın yapılması da mümkündür: Yukarıda sözü edilen yargılar, estetik gözlemcinin zihin veya ruh hali hakkında bize bilgi veren yargılardır; "Ben X’ten hoşlanıyorum" yargısı "Ben X’in hoş olduğunu düşünüyorum" yargısından yapısal olarak farklıdır. Birincisi psikolojik, İkincisi estetik yargıdır. Birinci yargı, yargıyı veren kişinin psikolojisi hakkındadır, buna karşılık ikinci, sanat eserinin veya nesnenin kendisi hakkındadır. Estetik esere ilişkin yargıda, estetik yargıda, bir anlamda yargılanan eser değil, öznedir, onun zevkidir, öznenin yargısı güzelin ölçütü olmak şöyle dursun, kendisini yargılar. Gerçekten geçerli estetik duygu, estetik bir gerçekliğin kabul edilmesidir.​

Bu sözlerle estetik değere ilişkin nesnelci kurama geçiyoruz.​

Nesnelci Kuram

Bu kuram, bir sanat eserine estetik değer atfettiğimizde, bunun nedenini onun estetik değere sahip olmasında bulan kuramdır. Bu görüşe göre bütün estetik nesnelerde farklı derecelerde mevcut olan bir özellik vardır ki bu özellik, yine varlık derecesine göre, bu sanat eserine estetik değerini kazandırır. Bu genellikle ‘güzellik’ diye adlandırılan özelliktir. Peki ama güzellik nedir? O, nasıl tanınır? Bu konuda bazı ölçütler verilmekle birlikte genellikle söylenen şey, onun temelde basit, analiz edilemez bir özellik olduğu, varlığının ancak sezgisel olarak algılandığı, herhangi bir empirik testle belirlenemeyeceğidir.​

Estetik değerle ilgili yararlı ve doğru bir ölçütü bulmak zordur. Sanat felsefecilerinin ve eleştiricilerinin estetik nesnenin özellikleri olarak söyledikleri şeyler çok farklıdır ve bir sanattan diğerine de farklılıklar gösterir, örneğin bir şiirin estetik değerini teşkil eden şey olarak ileri sürülen imge zenginliği, bir başka şiir için geçerli kabul edilmeyebilir. Burada olsa olsa bütün sanatlarla ilgili olarak çok genel birtakım özelliklerden söz edilebilir. Bunlar da daha önce işaret ettiğimiz gibi organik birlik, çeşitlilik içinde birlik, monoton olmama, sıkıcı bir biçimde tekrarlanmama, karmaşıklık, bütünlük, gelişme, yoğunluk gibi her sanat eserinde olması gerektiği düşünülen özelliklerdir.​

Sanat Kuramları

Daha önce işaret ettiğimiz gibi Batı felsefesinde sanat ve estetik konular üzerine düşünmenin tarihi eskidir. Platon’dan başlayarak Aristoteles, Stoacılar, Plotinus, Augustinus, Aquino’lu Thomas, Rönesans yazarları, Hume, Burke, Shaftesbury gibi İngiliz filozofları, Kant, Schiller, Schelling, Hegel gibi Alman idealist filozof veya düşünürleri, her biri kendi tarzında olmak üzere, sanatın doğası, anlamı, sanat eserinin özellikleri vb. konular üzerinde düşünceler ileri sürmüşler, kuramlar geliştirmişlerdir. Biz bunlardan sadece birkaçına işaret edeceğiz.​

Platon ve Taklit Olarak Sanat

Platon, yukarıda belirttiğimiz gibi, sanatın aslında taklit olduğunu ileri süren ilk filozoftur. Platon’un dünyayı asıl var olan şeyler, yani İdealarla aslında onların bir tür kopyaları, hayalleri olan duyusal dünyadaki varlıklar olmak üzere ikiye ayırdığını biliyoruz. Başka deyişle Platon duyusal dünyadaki varlıkları, İdeaların birer kopyası, birer taklidi olarak ele almaktadır, öte yandan sanat eserleri de bu doğal nesnelerin bir taklididir. O halde Platon’a göre sanat, temelde taklidin taklididir. Bu ise hakikati ifade etmesi bakımından sanat eserinin hiçbir değeri olmadığı anlamına gelir. O halde gerçeği temsil etmesi bakımından sanat eserlerini, İdealar ve onların kopyaları olan doğal nesnelerden sonra üçüncü sıraya koymak gerekir.​

Fakat Platon’da bu görüşe karşı olan bir başka görüş daha vardır: Bu, esas olarak ‘güzel’i ele alan ünlü diyaloğu Şölen’de geniş olarak işlediği görüştür.​

İdeaların çeşitli özellikleri yanında aynı zamanda ‘güzel’ olduklarını da biliyoruz. Şimdi sanatın amacı da güzeli yakalamak değil midir? Duyusal şeylerin İdealardan pay aldıkları ölçüde gerçek oldukları gibi güzel olduklarını da biliyoruz, öte yandan duyusal şeylerin gelip geçici, varlığa gelen ve ortadan kalkan, sürekli oluş ve değişme içinde bulunan varlıklar olduğunu da biliyoruz. Buna karşılık sanat eserleri duyusal nesneler gibi oluş ve yok oluşa, harekete, değişmeye tabi değildirler. O halde bu bakımdan onlar İdeaların özelliklerine daha yakındırlar. Sonuç olarak sanat eseri ezeli-ebedi ve mutlak olan gerçeklik hakkında bize bir şeyler söyleyebilir.​

Platon’un sözlerini yorumlayan Plotinus da ideal olanın, mutlak olanın bilgisini elde etmenin bir yolu felsefe veya kuramsal düşünce ise diğer yolunun sanat veya sanatsal algılama olduğunu düşünür.​

Sonuç olarak Platon’un, estetik tarihinde her zaman karşımıza çıkacak olan birkaç temel görüşü dile getiren ilk filozof olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşlerden biri sanatın doğayı taklit ettiği görüşüdür. Diğeri sanatın bir bilgi değeri olduğu, bize deneyin arkasında bulunan gerçekliği kavrattığı görüşüdür. Bir diğeri estetik değerlerin, estetik algılayıcıya bağlı olmayan, estetik nesnenin bizzat kendisinde var olan birtakım özelliklerden kaynaklandığı görüşüdür. Bu üç görüş de ufak tefek farklılıklarla birlikte Platon’un Öğrencisi Aristoteles tarafından da paylaşılmaktadır.​

Romantikler ve Yaratım Olarak Sanat

Sanatın temelde doğanın bir taklidi olduğu görüşünün tam karşısında, onun sanatçının hayal gücünün özgür bir yaratımı olduğu görüşü yer alır. Bu özellikle XIX. yüzyıl romantik yazarlarının ve filozoflarının görüşüdür. Romantikler sanat eserini, sanatçının kişisel heyecanının bir dışa vurumu (expression) olarak tasarlarlar. Vurguyu estetik nesne olarak doğadan, estetik özne olan sanatçıya taşıdıkları için de sanatçının hayal gücüne en büyük önemi verirler. Onlara göre hayal gücü, akıl ve anlıktan farklı, hatta onlardan üstün olan bir yetidir. O aynı zamanda hem yaratıcı, hem bizzat doğanın kendisini açığa vurucu, ifşa edicidir. Romantiklere göre hayal gücü dış dünyadan gelen verileri toplayan ve onları birleştiren bir yeti değildir; tersine o bu verileri çözümler, dönüştürür ve onlardan yeni bir şey yaratır. Sanat eserinin sanatçının özgür bir yaratımı olduğu şeklindeki bu görüşü birçokları yanında Baudelaire, Goethe, Shelley, Wordsword, Schlegel savunurlar.​

Alman idealist okulu veya romantik okulu diye adlandırılan felsefe okulunun temsilcileri olan Fichte, Schelling, Hegel ve yirminci yüzyıl idealist sanat filozofu İtalyan Benedetto Croce de bu görüşün bir başka versiyonunu temsil ederler. Bu filozoflar temelde Kant’ın insan zihninin dış dünyaya şekil verici işlevinden hareket ederler. Genel olarak söylemek gerekirse idealist sanat kuramına göre bizim uzay ve zamanda fiziksel doğa dediğimiz şey, Zihin ve Ruh’un (Hegel’in deyişiyle Geist’in) dışlaşmış ve nesnelleşmiş biçimidir. O halde fizik doğa, dar anlamda bir sanat eseri olmasa bile, bir zihin eseridir. Şimdi doğa bilimleri tinsel bir gerçekliğin cansız görünüşünü, onu gerçek kaynağından ayırmak suretiyle incelerler. Buna karşılık sanat, yapısı gereği bize bilimlerden daha çok, daha derin bilgi verebilir. Aslında doğanın sanatsal yapısı veya görünüşü, onun temel tinsel yapısını açığa çıkarır veya ifşa eder. O halde idealist görüşte sanatın doğayı yansıtması şöyle dursun, doğa ancak sanatla anlaşılabilir, görülebilir ve kavranabilir bir şeydir. Delacroix'in “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti” cümlesini bu anlamda almak gerekir. Onun söylemek istediği doğanın güzelliğinin resmin güzelliğinin temelini teşkil ettiği değil, tersine resmin Tin’in güzelliğini açığa vuran bir şey olarak doğanın güzelliğini meydana getirdiğidir.​

Schiller ve Oyun Olarak Sanat

Schiller’e göre insan doğasının ikili bir özelliği vardır. O hem duyusal, hem akılsal bir varlıktır. Duyusal yasa, duyusal gerçeklik; akılsal yasa ise biçimsel gerçeklik üzerinde ısrar eder. İnsan, duyusal gerçeklik yanı ile zaman ve değişmeye tabidir, akılsal gerçeklik yanı ile ise zaman-dışı ve değişme dışı olan şeyi arar.​

İnsanda bu iki yana karşılık olan iki içtepi vardır: Duyu içtepisi ve biçim içtepisi. Duyu içtepisi biçim içtepisine hakim olan insan vahşi, biçim içtepisi duyu içtepisine hakim olan insan ise barbardır. Kültürün görevi bu iki birbirine karşıt içtepiyi üst bir uyum içinde birleştirmek, uyum haline sokmaktır. Bu da sanat aracılığıyla olur. Biz güzel nesnenin deneyi aracılığı ile kendimizi hem madde olarak duyumsayıp hem de zihin olarak biliriz. Hem varoluşumuzun, hem de özgürlüğümüzün bilincinde oluruz. Bu iki içtepinin üst bir uyum içinde birleşmesinden insanda üçüncü bir içtepi, yani oyun içtepisi çıkar. Sanat işte bu oyun içtepisinin karşılığıdır. Schiller’e göre sanat ile oyun arasındaki benzerlik şudur: Her ikisinin de ereği kendisindedir, her ikisi de fayda peşinde koşmazlar; her ikisi de insanı günlük korku ve baskılardan kurtarır ve özgürlük dünyasına götürürler. "İnsan, sözcüğün tam anlamında insan olduğu zaman oynar ve ancak oynadığı zaman tam anlamıyla insandır". Böylece insan "görünüşün ve oyunun neşeli ülkesinde" hem fiziksel (yani duyusal), hem ahlaki (yani tinsel-akılsal) zorlamadan kurtularak tam özgür olur.​

Böylece Schiller’in Platon’un sanatın bilgisel, ahlaki bir anlamı veya işlevi olduğu görüşünün tam tersi bir konuma yerleştiğini görüyoruz. Sanat, sadece, ve sadece bir oyundur, bir oyun kadar fayda-dışı, bir oyun kadar ahlak-dışı, bir oyun kadar saf ve bir oyun kadar neşe verici olan İnsani bir etkinliktir, öte yandan insan ancak sanat aracılığıyla tam olarak insan olur ve gerek duyusal ihtiyaçların, gerekse akılsal zorunluluğun alanından kaçarak gerçek anlamda özgür olur.​

Kaynak: Ahmet Arslan / Felsefeye Giriş​

 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst