1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Ortaçağ felsefesinin bir diğer önemli ve özgün felsefe geleneği İslam felsefesidir. İslam felsefesi, Batı’nın Patristik felsefenin ardından ağır bir “Karanlık Çağ”a girdiği sırada, kültür tarihinde özellikle bilginin sadece korunmasına değil fakat yeni katkılarla zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuş; bu anlamda, antik felsefe ile 12. yüzyıl sonrası Skolastik Hıristiyan felsefesi arasında köprü görevi yerine getirmiş bir felsefe geleneği olarak ortaya çıkmıştır. İslam felsefesine Müslümanlar dışında da katkıda bulunanlar olduğu ve İslam felsefesi sadece Arap dilinde ifade edilmediği için İslam felsefesi çok genel bir biçimde, bir bütün olarak İslam kültüründen doğmuş olan felsefe geleneği diye tanımlanabilir.​
Felasife ve Hikmet
İslam felsefesi, elbette, değişmez bir gündemi ve belli amaçları olan standart ve yekpare bir felsefe geleneğini ifade etmez. Söz konusu felsefe içinde çok çeşitli felsefe akımları, alternatif felsefe tasavvurları bulunur. Sözgelimi, Meşşai felsefe Yunan tarzı felsefeyi önemli ölçüde takip eder, buna mukabil tasavvufi felsefe, kendisine belirleyici ilke veya harekete geçirici düşünce olarak, mistik bilgi ilkesini alır. Sadece bu iki ayrı felsefe akımı ya da tarzı bile, Ortaçağ İslam felsefesi’nde, farklı felsefe kavrayış ya da tasavvurlarının serpilmiş olduğunu göstermeye fazlasıyla yeter. Buna göre, 9. Yüzyıldan yüzyıla kadar yaklaşık üç yüzyıl boyunca temsil edilen Meşşai felsefe, İslam dünyasında Grekçe philosophianın karşılığı olan felasifeyi ifade eder. Başka bir deyişle, Antik Yunan’a özgü felsefe tarzının veya akılyürütme biçiminin geleneksel İslami metodolojilerinden olan farklılığına işaret edilmek üzere, onda Batılı anlamda rasyonel felsefeye karşılık gelecek şekilde, felasife deyimi kullanılmıştır. Tasavvufi ya da İşraki felsefe tarafından temsil edilen alternatif felsefe tasavvuru ise hikmet olarak tanımlanmış veya sınıflanmıştır.​
Buna göre, felasife ya da felsefenin varolanların bilgisini ifade ettiği yerde, çok daha geniş bir anlamda kullanılan hikmet, gerçeklikle ilgili ruhu dönüştürmeye yarayan araştırmayı ifade eder. Gerek Kuran’ı ve gerekse evreni ilahi vahyin, yorumlanmaya muhtaç veçheleri ya da temel unsurları olarak gören söz konusu hikmet olarak felsefe anlayışı, doğallıkla İslam felsefesini, vahyin sonucu olan kutsal metin üzerine hermeneutik bir araştırmaya dayanan bir “peygamber felsefesi” haline getirir. Bu felsefe türü, dolayısıyla daha geniş bir konular yelpazesini, sözgelimi insan varlıklarını, Bir Olan’ı ya da Saf Varlığı, evrensel varlık hiyerarşisinin derecelerini, evrenin bir bütün olarak kendisini ve nihayet, Tanrıya dönüşü ele alır. Söz konusu felsefenin amacı, evrendeki tözlerin ve arazların kuramsal bilgisi yanında, bütün bu varlıkların mevcudiyetini, ruha evrenin sınırlarından kurtulma imkânı verecek şekilde deneyimlemek olarak ortaya çıkar. Bu çok daha genel felsefe tasavvurunda, evren bireye dışsal ve yabancı bir şey olarak değil fakat ruhun yaptığı seyahatte geçtiği evrelerin bir dizisi olarak değerlendirilir; bu yüzden, o evreni rasyonel bir biçimde anlamaya çalışmak yerine, insanın evrendeki ilahi gizemi temaşa ederken, yaşadığı derin şaşkınlık ve aczi analiz etmeye çalışır.​
Söz konusu hikmet olarak felsefe tasavvurunun veya İslam felsefesini dar felasife anlayışından ziyade hikmetle karakterize olan bir düşünce geleneği olarak görmenin en büyük avantajı, onun İslam felsefesini hiçbir özgünlüğü olmayan, onu sadece yabancı bir kültürden aktarılmış bir düşünce formu olarak değerlendirme hatasından bağışık olmasından kaynaklanır. Yunan felsefesi İslam felsefesinin gelişiminde hiç kuşku yok ki çok büyük ve önemli bir rol oynamıştır. Nitekim İslam felsefesi Meşşai felsefe geleneği içinde en az üç yüzyıl boyunca Yunan felsefesine özgü ilgilerle, Yunan felsefesinin temin ettiği kavramsal araçlarla çalışmıştır. Fakat İslam felsefesi salt Yunan felsefesine özgü ilgilerle belirlenen bir felsefe olmadığı gibi, felasife anlamında Meşşai felsefe bile, Yunanlıya ait düşüncelerin İslami konu ve problemlere olduğu gibi uygulanmasından oluşmaz. Meşşai felsefenin ana ilkeleri Antik Yunan felsefesinde bulunsa bile, bu ilke Müslüman filozoflar tarafından radikal bir biçimde dönüştürülüp, ayrıntılı olarak geliştirilmişlerdir.​
Buradan yola çıkarak, İslam felsefesinin farklı felsefe tasavvurlarını, çeşitli entelektüel, politik ve manevi hareketleri kuşatan oldukça kompleks bir düşünce fenomenine karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Bu kompleks düşünce fenomeninin farklı tarihsel ve entelektüel kaynakları olmuştur.​
İslam Felsefesinin Doğuşuna Etki Eden Faktörler
İslam felsefesinin doğuşuna etki yapmış olan üç önemli tarihsel faktör olduğu kabul edilir. Bunlardan birincisi,​
1. İslami kültürün, başlangıçta kendisine yabancı kültürel kaynakların etkisinde kalması olgusu ve farklı dini ve entelektüel topluluklar arasındaki entelektüel rekabettir. Gerçekten de İslam uygarlığı 622’deki doğuşu ve yaklaşık seksen yıl süren çok hızlı yayılışı boyunca, Arap yarımadasını kuşatan hayli gelişmiş kültürlerle karşı karşıya kalmıştı. Sözgelimi hayli rafine kültürleri ve yerleşik dini yapılarıyla Pers ve Bizans imparatorlukları, İslam uygarlığı için gerçek bir tehdit ve meydan okuma oluşturdu. Müslüman yöneticilerin, daha önce bu imparatorlukların bünyesinde yer alan milletler sonradan İslam’a dönüp kendi kültürel kazanımlarını İslami dünya görüşüne dahil edince, ayrı hukuki sistemlere, eğitim anlayışı ve sanatsal ifade biçimlerine sahip olan bu milletlerin geleneksel ardalanlarını İslam kültürüyle ahenkli hale getirmede, İslam diniyle Arapçanın temin ettiği politik birliğe rağmen çok zorlandıkları söylenebilir.​
Yine, yeni sosyoekonomik koşulların yol açtığı problemlerin çözüm bekliyor oluşu da düşüncenin yüzünü başka dünyalara çevirmesi ve gelişimi açısından önemli bir faktör olmuştur. Nitekim Emeviler, bu ilk kuruluş döneminde, sadece Kuran’ın ve Hadis’ten çıkartılacak derslerin veya ilkelerin toplumsal ve politik hayatta karşılaşılan bütün problemleri, hatta dini ve ahlaki konularla ilgili meselelerin tümünü çözemeyeceğini açıklıkla gördüler. Bu yüzden, Emeviler ve İslam dünyasının idaresini yedinci yüzyıldan itibaren onlardan devralan Abbasiler, İslam kültürüne yabancı kaynak ve yöntemlerin, hiç olmazsa bu dünyada karşılaşılan çok çeşitli problemlere uygulanabilirlikleri açısından incelenip değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğu sonucuna vardılar. İslam bilgiye dayanan bir din olduğu için İslami olmayan bu kaynak ve belgelerin incelenmesi hiçbir zaman bir tehdit olarak görülmedi. İşte bu durum ya da faktör, elbette başkaca unsurlarla birlikte İslam felsefesinin doğuşuna önemli bir katkı yapan Yunan felsefesinin çeviriler yoluyla İslam dünyasına naklinde, hiç kuşku yok ki en belirleyici rolü oynamıştır. Öte yandan, politik ve etik alanda gerekli kuramsal ilkelerden yoksun olma tercüme faaliyetini hareket geçiren en önemli faktör olmakla birlikte, bunda 7. yüzyılda İslam dünyasının entelektüel potansiyelini eski kültürler karşısında sınamak ya da ölçmek için sabırsızlanan yükseliş halindeki bir kültürü temsil etmekte olmasının da belli bir rol oynadığını unutmamak gerekir.​
2. İslam felsefesinin doğuşunda, onun önce Sünni ve Şii mezheplere, sonra da farklı maneviyat biçimlerine sahip çeşitli dini mezhep ve okullara bölünmesinin de önemli bir rolü olduğu kabul edilir. Gerçekten de İslam, doğuşunun ardından çok kısa bir süre içinde büyük bir hızla yayılışının bedelini ağır bir biçimde ödemiştir. Buna göre, İslamiyet yaklaşık seksen yıllık bir süre içinde Hindistan’dan Atlantik’e uzanan büyük bir coğrafya üzerinde güçlü bir egemenlik tesis etmekle övünürken, gelişiminin daha ilk zamanlarında doktriner birliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Mezhepler arası politik nedenlerle başlayan bölünme İslam dünyasında ayrılıklara ve hatta düşmanlıklara yol açmış olmakla birlikte, söz konusu mezheplerin öğretisel farklılıkları, sadece siyaset alanında değil fakat hukuk ve ahlak alanında da iz bırakarak, entelektüel hayatın gelişimine önemli katkılar yapmıştır.​
3. İslam dinin Sünni ve Şii mezheplere bölünmesinin yarattığı ayrılığın ardından, felsefenin doğuşunda bu kez dinde ve dilde birliği/arınmayı temin etme çabaları ve Sünni İslam kelamında özellikle akılcılarla gelenekçiler tarafından verilen ortodoksi mücadelesi etkili olmuştur. Akılcılıkla gelenekçilik arasındaki bu çarpışma, gerçekte Batı’dan aşina olduğumuz terimlerle, hümanizm ile skolastisizm arasındaki bir rekabet olarak ifade edilebilir. Aslında, İslam dünyasında bugün bile belli bir eğitim ve kültür anlayışını ifade eden hümanizm ya da adap, kendisini İslam’ın daha ilk yüzyılında dilsel ve doktriner birlik arayışı olarak göstermişti. Dilde birliğin Müslüman elitin kültürel kimlik mücadelesinin bir parçası haline geldiği bu dönemde, hümanizm İslam topluluğundaki farklı dillerin varlığına bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Dilbilgisi, edebiyat, hitabet, mektup sanatı, tarih ve etiğin felasife anlamında felsefi bilimlerle doğabilimi ve tıbbın İslami olmayan bilimler olarak değerlendirilirken, “Arap bilimleri” olarak görülmelerinin nedeni budur.​
Filolojiye olan derin ilgisi dikkate alınacak olursa, kökleri çok gerilere giden adap veya İslam hümanizmi, İslam’ın doğuşuyla birlikte, kendisine, Kuran’la ilgili uzun yıllar sürecek bir yorum çalışması bağlamında, yeni bir konu alanı bulmuştu. Kuran’a ilişkin bu dilsel ve semantik inceleme ve yorum zorunluluğu, İslam dünyasında hayli ayrıntılı bir eğitim sisteminin inşasına ve oldukça sıkı bir öğrenim metodolojisinin doğuşuna yol açtı. Hümanizmin karşısında ise felsefi ya da rasyonel teolojiyi dışta bırakan bir teoloji eğitimiyle belirlenen İslam skolastisizmi bulunmaktaydı. Onun temel konusu ise İslami okullarda verilen hukuktan oluşmaktaydı. Hümanizm ve skolastisizmin ayrı ayrı İslam felsefesinin doğuşunda etkili olmuş olmasına ek olarak, skolastisizm içinde de akılcı ve gelenekçi yaklaşımların İslami düşünce açısından özel bir önem kazandığı kabul edilir.​
İslam Felsefesinin Kaynakları
İslam felsefesinin doğuşunda önemli bir rol oynamış söz konusu tarihsel faktörlerden de anlaşılacağı üzere, İslam felsefesinin başta Kuran ve Hadis, Kelam ve Yunan felsefesi olmak üzere, pek çok kaynağı olmuştur. Yine İslam felsefesi, sadece Antik Yunan’dan beslenen Hıristiyan felsefesinden farklı olarak, coğrafi anlamda Yunanistan ve Bizans’la Asya’nın, kültürel açıdan da Doğu’yla Batı felsefesinin kesiştiği bir merkezde gelişmiştir. Başka bir deyişle, kültürel mirasında sadece Antik Yunan felsefesi bulunan Hıristiyan felsefesinin aksine, İslam felsefesi, bu temele ek olarak Doğu bilgeliğinin mirasından faydalanmıştır. Buna göre, İslam felsefesinin Antik Yunan felsefesi dışındaki ikinci büyük kaynağı, Hindistan, İran, Mezopotamya ve Mısır’dır. İran ve Hindistan’dan gelen dinle karışık felsefi eserler, Hindistan’dan gelen Brahman ve Buda dinleri, İran’dan gelen Zerdüşt ve Mazdaizm dinleri ile Zend-Avesta gibi yarı dini yarı ahlaki eserler, yeni gelişmekte olan İslam düşüncesi için önemli bir kaynak meydana getirmiş ve ona daha sağlıklı bir sentez yaratma imkânı sağlamıştır. Sözgelimi İslam kozmolojisi ve metafiziğinde yıldızların ve göksel cisimlerin oynadığı önemli ama Kuranın gerçeklik şemasında yer almayan rol, Yunanlıların yıldızların ve diğer göksel cisimlerin konumu ve ayaltı evren üzerindeki yaratıcı etkileriyle ilgili inançlarına olduğu kadar, Ortadoğu’nun bilimsel ve felsefi geleneklerine bağlanabilir.​
Kuran ve Hadis
İslam felsefesinin hemen herkes tarafından kabul edilen ilk ve en önemli kaynağının Kuran olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, İslam felsefesi, sadece İslami kültür çevresinde, Müslüman filozoflar tarafından geliştirilmiş olması anlamında değil fakat esas itibariyle ilkelerini, ilhamını ve meşgul olduğu konu ve problemlerin çoğunu Kuran’dan elde etmek veya türetmek anlamında İslami bir felsefedir.​
Bu bağlamda, bir kere her şeyden önce, Kindî’den başlayarak bütün Müslüman filozofların, Kuran’la İslam peygamberinin sünnetinin mutlak gerçekliğinin hüküm sürdüğü bir dünyada nefes alıp verdiklerini unutmamak gerekir. Yüzlerini Kâbe’ye çevirerek ibadet eden bu adamların en ünlülerinden ikisi, sözgelimi İbn Sînâ ve İbn Rüşd, İslamiyet’e bilinçli müminler olarak aidiyetlerinin kendilerine getirdiği bütün yükümlülükleri üstlenmiş entelektüeller olup, inançlarına yönelik her türden saldırıya büyük bir güçle karşı koymaktaydılar. İbn Sînâ’nın çözüme kavuşturulması oldukça zor bir problemle karşı karşıya kaldığı zaman, önce camiye giderek namaz kıldığı anlatılır; sonradan pek çok kimse tarafından aklın imana olan başkaldırısının bayraktarlığını yaptığı söylenen İbn Rüşd ise Kordoba’da kadı, hatta başkadıydı.​
Gerçekten de Kuran’ın realitesi, Ortaçağ İslam dünyasında felsefeyle uğraşan hemen herkesin en temel ilgisi oldu ve vahye dayalı bu kutsal kitabın sadece varlığın kaynağı ve doğası konusunda değil fakat hukuk, politika ve ahlak bağlamında tek ve en önemli bilgi kaynağı olarak kabul edildiği bir felsefe türüne götürdü. Vahyi alan bilincin kendisi ve peygambere özgü bilgi türünün ne’liği her daim büyük bir önemi olan bir konu olarak kaldı. Çok daha önemlisi, İslam vahyinin realitesiyle söz konusu gerçekliğe bir şekilde iştirak etmenin, İslam dünyasında felsefe yapmanın geleneksel araçlarını baştan aşağı değiştirdiği dönüştürdüğü söylenebilir. Sözgelimi İslam filozoflarının kuramsal aklı (el-akl el-nazarî), artık Aristoteles’in kuramsal aklı olmayıp, Yunanlı filozofun geliştirdiği terimin Kuran’ın varlık ve bilgi anlayışına paralel olarak yeni bir anlam kazanmış versiyonunu ifade eder.​
Öte yandan, belirli hadislerle yüzyıllardan beri aktarılan sözlü geleneğin de işaret ettiği üzere, Kuran’ın ve kaynağı Kuran’da olan bütün bir İslami geleneğin, hemen hemen bütün dini düşünce geleneklerinde olduğu gibi hem dışsal veya zahiri hem de içsel veya batıni bir boyutu vardır. Hadis işte vahyin bu içsel ya da ezoterik boyutuna dikkat çekerken, Peygamber’in bazı sözleri Kuran’ın ezoterik anlam düzeylerini gözler önüne sermeye çalışır.​
Kuran’ın, biri dışsal yön veya şeriat, diğeri de özsel yön veya hakikat olarak bilinen söz konusu her iki yönü ya da anlam düzeyi, İslam felsefesinin doğuşunda ve gelişiminde oldukça etkili bir rol oynamıştır. Buna göre, şeriatın başka her şey bir yana İslam filozoflarının felsefi faaliyeti için gerekli sosyal ve beşeri koşulları sağlamıştır. Hakikat ise İslam felsefesiyle vahiy arasındaki yakın ilişkiyi anlamanın en önemli yolunu sağlar. Buna göre, Arapçada hem doğruluk ve hem de gerçeklik anlamında hakikat terimi, isimlerinden biri Hak olan ve İslam felsefesinin en temel konusunu ve nihai amacını oluşturan Tanrının kendisiyle yakından ilişkilidir. Hakikat aynı zamanda, Kuran’ın özünü, içsel gerçekliğini oluşturur; işte bu hakikate, söz konusu içsel gerçekliğe ancak kutsal metnin anlamına ilişkin hermeneutik bir inceleme yoluyla erişilir. İslam felsefesinin bütün bir tarihi boyunca filozofların hikmeti, Kuran’ın özünde bulunan hakikatle özdeşleştirmelerinin nedeni budur. Dahası, İslam felsefesinin çok büyük bir bölümünün hemen tamamıyla vahyin iki büyük kitabı, yani Kuran ve evren üzerine hermeneutik bir yorum ya da açımlamadan oluşmasının nedeni de budur. Yine İslam felsefesinin entelektüel evreninin doğrudan doğruya İslam’ın Batıni unsur ya da öğretilerinin ürünü olan ve en açık bir biçimde tasavvufta ortaya çıkan marifet olarak bilgi anlayışıyla yakından ilişkili olması da buradan kaynaklanır.​
Kuran’ın gerçek anlamı ve evrenin yaratıcısıyla ilişkili varlık yapısı üzerine araştırmalar dışında, İslam felsefesinde Kuran kaynaklı konu ve problemler arasında en ön sıraları, en fazla ilahi ilkeyle nihai gerçekliğin özdeşliği, Allahın sıfatları, evrenin yaratılışı, onun yeniliği veya ezeliliği ve bu arada kurtuluş konularının işgal ettiği söylenebilir.​
Yunan Felsefesi
İslam felsefesinin Kuran ve Hadis dışında, ikinci önemli kaynağı Yunan felsefesi olmuştur. Daha doğru bir deyişle, nasıl ki Kuran hikmet anlamında felsefenin en büyük kaynağı ya da ilham temeli olmuşsa, felasifenin veya Meşşai felsefenin en önemli kaynağı, Kuran’la birlikte, Yunan felsefesi oldu. Buna göre, başta İbn Sînâ, Fârâbî ve İbn Rüşd olmak üzere, hemen tüm Müslüman filozoflar kendi İslami kültür çevrelerinde karşı karşıya kaldıkları felsefi problemlere bir çözüm getirmek için ihtiyaç duydukları kavramsal araçları, muhtemel çözümlere yönelik ana ilkeleri ve temel argümanları, yoğun bir çeviri faaliyetinin kendilerine tanışma imkânı temin ettiği Yunan felsefesinden temin etmişlerdir.​
Antik Yunan felsefesinin veya daha genel olarak Helen kültürünün İslam dünyasına geçişi konusunda, iki noktaya özellikle dikkat etmek gerekir. Bunlardan birincisi, Helenizm ile İslam kültürü arasındaki temasta aktarılan, daha doğrusu değerli bulunduğu için aktarılan Yunan kültürünün en seçkin unsurları olsa da belirleyici olan veya baskın çıkanın, en azından belli bir bakış açısından İslami kültür olmuş olmasıdır. Başka bir deyişle, Helenizm adı verilen bilimsel, felsefi ve edebi eserler bütünü, İslam kültürü tarafından alımlanmadan önce karşılaştığı diğer kültürleri, önemli ölçüde etkileyip dönüştürmüştü. Örneğin Roma’da olduğu gibi, başka kültürler bu üç unsurun üçünü de veya Hıristiyan kültürünün belirlediği örnekte olduğu gibi sadece birini ve daha önceden Yunanca öğrenmiş âlimler veya entelektüeller aracılığıyla alırken, Müslümanlar bilim ve felsefeyi, o da Süryaniler ve, bilim ve hikmete değer veren aydınlık yöneticilerin görevlendirdiği Hıristiyan tercümanlar aracılığıyla aldılar. Gerçekten de Helenizm ile İslam’ın 8. yüzyıldaki karşılaşmasında, Müslümanlar Yunanlıların ne hümanistik değerlerine, ne dillerine ne de dinlerine itibar ettiler. Birkaç profesyonel mütercim bir tarafa bırakılacak olursa, Grekçe bilmeyen Müslümanlar, Yunan felsefesini Yunanca ile en küçük bir ünsiyet tesis etmeden öğrendiler. Öte yandan Hıristiyanların uzun bir dönem boyunca Yunan felsefesinin sadece Platonik unsurlarını tanıdıkları yerde, Müslümanlar Yunan felsefesinin bütün unsurlarını kendi kültürel ürün ve değerlerine büyük bir hızla kattılar. Gerçekten de Müslümanlar çeviriler yoluyla sadece Platon’u ve Plotinos’u değil Pythagoras’ı ve Aristoteles’i de hatta Yunan felsefesinin atomcu veya materyalist kanadını da aldılar.​
İkinci husus, Yunan felsefesinin İslam dünyasına girişinin, Hıristiyan Batı’da olduğu kadar zor ve zahmetli olmasa bile, en azından belli bir muhalefetle karşılaşmış veya tartışmalı olmuş olmasıyla ilgilidir. İslamiyet’in ilk gelişme çağlarında görülen bu muhalefet, aslında sadece Yunan felsefesine değil fakat felsefenin bizatihi kendisine yönelik bir muhalefetti. Nitekim pek çok Müslüman bu dönemde din kardeşlerinin felsefeyle uğraşmalarına şiddetle karşı çıkmıştı. İslamiyet’in, gerçekliğin doğasıyla ilgili olarak, pratik yönden olduğu kadar kuramsal yönden de tam ve yetkin bir model sunduğunu düşünen pek çok Müslüman entelektüele, Yunanlıların “ilk bilimleri” sadece gereksiz değil, İslam’a karşıt gibi görünmekteydi. Dahası, hayatlarını düzenlemede ve karşılaştıkları problemleri çözüme kavuşturmada Müslümanlar sadece Kuran’a değil fakat peygamberin gelenek, beyan ve öğütlerinden oluşan Hadis’e, Müslüman cemaatinin pratikleriyle ilgili Sünnet’e başvurabilecek durumdaydılar. Üstelik Müslümanların nasıl davranmaları gerektiği bağlamında başvurabildikleri Fıkıh, Kuran dilinin anlaşılması konusunda onlara yardım edebilecek Arap grameri ve Kuran’ın yeterince açık olmayan bölümlerini anlaşılır kılan Kelam bulunmaktaydı. Hal böyle olduğunda, pek çok Müslüman, gayrimüslimler tarafından yaratılmış ve Müslüman olmayanlar tarafından aktarılan Yunan felsefesine ne tür bir ihtiyaç olduğunu, çok hararetli tartışmalarla sorguladı.​
Bu sorgulama ve muhalefetin hiç kuşku yok ki en önemli nedeni, Yunan felsefesinin İslam inancına birçok noktada taban tabana karşıt olmasıydı. Çeviriler sırasında her ne kadar Yunan felsefesinin bütün unsurları nakledilmiş olsa da İslam dünyasına ilk aktarılan felsefe Yeni-Platoncu felsefe olmuştu. Dünyanın ezeli olduğu konusunda Aristoteles felsefesiyle uyuşan Yeni-Platoncu felsefe, altında maddenin ya da oluş ve bozuluş dünyasının, tepesinde de Bir Olan’ın bulunduğu bir varlık hiyerarşisiyle daha ziyade çileci bir etik anlayışı önermişti. Tanrıdan oluş ve bozuluş dünyasında doğru olan iniş ve dünyadan Tanrıya doğru gidiş hareketiyle din açısından kabul edilebilir, hatta faydalı olmakla birlikte, dünyanın ezeliliği düşüncesiyle çileci etik anlayışı kabul edilebilir gibi görünmüyordu. Çok daha önemlisi, özel olarak Yunanlı filozofların ve genel olarak da felsefenin geliştirdiği geçerlilik standardının dini inanç açısından pek makbul olmamasıydı. Buna göre, akla dayalı olması itibariyle vahye büyük ölçüde karşıt bir yapı arz eden felsefe, bu dönemde doğallıkla vahyin anlamını sorgulayacak yabancı bir disiplin olarak görüldü. Başka bir deyişle, felsefe dini hakikatlerin alternatif bir formülasyonunu gerçekleştirecek bir disiplin olarak değil de vahye rakip bir düşünce sistemi şeklinde değerlendirildi. Atina, Kudüs karşıtlığının yeniden ifade edildiği bu dönemde, Yunan felsefesinin alımlanabilmesi için vahyin Müslümanların bilmeleri gereken her şeyi söylediği yerde, aynı konuları akıl yoluyla yeniden ele almaya ne gerek bulunduğu sorusuna tatmin edici yanıtlar verilmesi zorunluluğu vardı.​
Bu bağlamda her şeyden önce, Kuran’ın sadece Müslümanlara değil fakat okuyup anlayabilen herkese hitap ettiği söylendi; onun okuyucusunu inanç ve İslam lehine olan delilleri rasyonel bir biçimde ele alıp değerlendirmeye teşvik ettiği öne sürüldü. Bu, elbette imanın oynayabileceği bir rol bulunmadığını ve Tanrıya yaklaşmak için belli bir evreden itibaren imana gerek olmadığını telkin eder fakat sadece Kuran’ın birtakım işaretler yoluyla savunmakta olduğu şeylerin doğruluğu için sağlam akli temeller ve deliller getirdiğini, İslam’ın özü itibariyle bir akıl dini olduğunu ifade eder.​
Söz konusu argümanı güçlendirecek ve felsefenin kabulünü kolaylaştıracak ikinci bir argüman Muhammed’in son peygamber olduğu düşüncesi etrafında dönmekteydi. Bu, elbette Tanrı tarafından gönderilecek başka bir mesajın olmadığı, bu yüzden insanların gerek Kuran’daki ayetlerin gerekse evrenin doğru yorumuna muhtaç oldukları, bunda da aklın ve felsefenin yardımından faydalanabilecekleri anlamına gelir. Başka bir deyişle, peygamberliğin Muhammed’le birlikte sona erişini, Müslümanlar Tanrının insanlardan gerçekliğin doğasını anlamaları için akıllarını kullanmalarını beklediği anlamına gelecek şekilde yorumladılar. Akıl ve felsefe, imanı ve peygamberin söylediklerini, bu yoruma göre, bir şekilde tamamladığı için akıl ile peygamberlik, felsefe ile iman arasında bir karşıtlık ya da rekabet olamaz.​
Yunan bilim ve felsefesinin İslam dünyasına intikalinde, söz konusu zihniyet dönüşümünün yanı sıra, Abbasi sultanlarının Emevi hanedanına göre çok daha akılcı davranmaları ve Helenistik düşüncenin intikalini desteklemeleri rol oynamıştır. Gerçekten de bütün bir çeviri sürecini sadece zihniyet olarak değil fakat kurumsal ve mali olarak destekleyen, onun 8. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak yaklaşık yüz yıllık bir süreç içinde tam ve eksiksizce gerçekleşmesini sağlayanlar üç Abbasi sultanı olmuştur.​
Kaynaklarını bu şekilde ele aldığımız İslam felsefesi, üç ayrı dönemde ve şekilde ele alınabilir. Bunlardan birinci dönem Kindî, Râzî, Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazâlî gibi filozoflar tarafından, esas itibariyle Arap yarımadasının kuzeyinde geliştirilen felsefenin belirlediği Doğu’da Felsefe Dönemi’dir. İkincisi İslami kültür ve uygarlığının Batı’ya doğru yayılmasıyla birlikte İbn Bacce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi filozoflar tarafından İspanya’da geliştirilen felsefenin temsil ettiği Batı’da Felsefe Dönemi’dir. Üçüncü büyük felsefe dönemi ise Sühreverdi ve İbn Arabî gibi filozofların geliştirmiş oldukları Tasavvufi Felsefe ve Aydınlanma Felsefesi’dir.​
Kaynakça:​
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
İslam Felsefesi Üzerine /Ahmet Arslan​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst