1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Arzu Felsefesi, çağdaş Fransız düşüncesinin önemli simalarından olan Deleuze ve Guattari'nin, arzunun çeşitli biçimler altında kodlanışmın genel bir tarihi çerçevesinde, özellikle modem yaşam koşullan içerisinde, kapitalizm tarafından kolonıleştirilen arzunun merkezsizleştirilmesini sağlamak, ya da başka türlü söylendiğinde arzulama-üretiminin önündeki engelleri kaldırmak suretiyle, göçebe arzulayan makineler olarak niteleyebileceğimiz yeni şizo-özneler yaratmak amacıyla geliştirdikleri felsefeye gönderme yapmaktadır. Bu felsefe açısından bakıldığında, gerek geleneksel akılcılık, gerekse modem düşünce, çeşitli rasyonel düzenekler vasıtasıyla İnsanî arzuyu, bilinç lehine, durağanlaştırarak, onun yaratıcı gücünün ve serbestçe akışının önüne geçmiştir.​
Arzu felsefesi, 1970'lerde, 68 Mayıs’ınm antirotoriteryan duyarlılıklarıyla karışmış olan Fransız düşünce ve kültür politikalarında oldukça gündemdeydi. Bu dönemde arzu kavramı sol düşünce tarafından hem bir problem hem de bir çözüm olarak ele alınmaktaydı. İşte bu sıralarda, hem bir problem hem de bir çözüm yolu olarak değerlendirilen arzuyla ilgili olarak kaleme almış metinlerin bazıları ya da en önemlileri Guy Hocquenghem'in Homosexual Desire [Homoseksüel Arzuj'su, Jean-Paul Dolle'nin Desire for Revolution [Devrim Arzusu] adlı eseri, Jean-François Lyotard’ın Libidinal Economy [Libidinal Ekonomi]'si ve hepsinden önemlisi Deleuze ve Guattari'nin birlikte yazdıkları Auti-Oedipus adlı eserdi.​
Marx ve Freud'u modern Batı kültürünün gündoğumu olarak gören Deleuze ve Guattari, Marksizm ve Freudçulugun, geleneksel kodlardan kopan modern toplum için yeni kodlar üretme cihetine gittiklerini düşünürler. Buna göre, Marksizm devletin kodlarını, Freudçu psikanaliz ise ailenin kodlarını yeniden oluşturmak suretiyle, biri genel diğeri özel olan iki farklı düzeyde, amacı, Batı kültüründe çözülmekte olan şeyi yeni kodlara bağlamak olan iki temel bürokrasi fonksiyonu görmüştürler. Marksizm ve Freudçuluğun aksine, mutlak kodbozumunun gerekliliğinde ısrar eden Deleuze ve Guattari, Anti-Oedipus adlı çalışmalannda, politik bir arzu teorisi geliştirmeye, Marksist bilinç ve ideoloji karşıtlığı ile Freudiyan bilinç ve arzu karşıtlığını uzlaştırmak suretiyle, politik ekonominin üretici bir özelliği olarak şuursuz bir arzu nosyonu ortaya koymaya çalışırlar. Bununla birlikte, Ronald Bogue'nin de işaret ettiği üzere, Deleuze ve Guattari'nin "arzulama-makineleri", "organsız bedenler" ve "göçebe şizo-özne" gibi kavramlar bağlamında yapmış oldukları değerlendirmeleri psikolojik bir model olarak ele almak, —onların felsefelerinde geleneksel psikiyatriden bozulmadan kalan çok az şey kaldığı için— yanlış olur. Onlarda "bireysel özne, birey-üstü toplumsal ve doğal makinelerin unsurları olarak işlev gösteren parçaların bir toplamı" şeklinde ele alınır; bundan dolayıdır ki, onların sunmaya çalıştıkları şey psikolojik bir modelden ziyade, "doğrudan doğruya fiziksel ve toplumsal bir arzu modelidir." Deleuze ve Guattari'nin geliştirmiş oldukları bu model, arzunun yalnızca çağdaş toplumlarda baskı altına alınma süreciyle yetinmez, fakat arzunun bütün bir tarih boyunca çeşitli baskı mekanizmalarıyla kodlanmasına ve yersiz yurtsuzlaştırılışmasına odaklanan genel bir arzu teorisi olma niteliği de taşır.​
Onlar işte bu doğrultuda, "vahşi yerliyurtlu", "barbar despot" ve "medenî kapitalist" makine şeklindeki üç temel toplumsal makine tasnifinden hareketle, arzulamaüretiminin evrensel bir tarihini de sunarlar. Söz konusu yaklaşım ekseninden bakıldığında tarih, sosyal bir üretim olarak arzunun yersiz yurtsuzlaştırıldığı veya yeniden yerli yurtlu kılındığı bir süreçtir. Başlangıçta, her şeyin kodlandığı ilkel yerli yurtlu kılan makine olarak ilkel kabile bulunmaktaydı. Bu toplum, her jest, eylem ve hatta bedenin, hem ekonomik hem de lib i di nal/arzulama üretimi düzeyinde kurallar tarafından yönetildiği, statik bir karaktere sahipti ve o yurdun açıkça tayin edildiği bir toplumdu. Daha sonra kabilenin gücünü, zamanla, bir despotun egemenliğine verdiği, imparatorluk çağı başladı. Burada barbar yerliyurtlu kılıcı söz konusu makine, kabileyi yersiz yurtsuz kılmış, fakat sosyal düzenin yüksek ölçüde kodlanmış bir üretimi yoluyla hayatiyetini sürdürmesini sağlamıştır. Uygarlaşmış kapitalist makine ile ifadesini bulan tarihin sonu ise, Ortaçağın despotik rejimlerine ait sosyal yaşamın radikal bir şekilde kod bozumuna uğratıldığı ve yersiz yurtsuz kılındığı bir döneme işaret eder. O, kendi bedeninin ve işinin sahibi özel bireyi ürettiği gibi, söz konusu yersiz yurtsuzlaştırmanın başarılı olabilmesi için, ritüeller ve gelenek de dahil olmak üzere, kutsal olan her şeyin terk edilmesi gerektiğini salık verir. Deleuze ve Guattari'ye göre, her ne kadar kapitalizm, otonom bireylere baskı yapan her şeyi ortadan kaldırması dolayısıyla, kendisini özgürleştirici bir sistem olarak sunsa da, gerçekte, tarihteki sistemler içerisinde arzulama üretimine yönelik en baskıcı rejim konumundadır.​
Deleuze ve Guattari'ye göre, toplum ve teori arasmdaki ilişki, bir temsil, model veya referans sorunu olmaktan çok, toplumun teoriyi ürettiği, biyolojik, tarihsel ve sosyal içerikli genetik bir ilişkidir. Onların politik bilinçdışı nosyonlarında, Jacques Lacan'ın etkisi kaçınılmaz olmuştur. Freud'un arzu ve Marx'in politika kavramlarını birleştiren Lacan, psikolojik baskıyı politik baskıyla irtibatlandıran bir teori ortaya koymuştu. Deleuze ve Guattari ise, Lacan'ın teorisinden daha politik olan bir arzu analizi geliştirmiştir. Onlara göre arzu, iki alternatiften birini seçebilir; o ya kendisini onaylamak suretiyle yapabildiği kadar ötelere gidebilir, ya da amaç olarak düzenin kuruluşunu ve kendi merkezi olarak gücü seçebilir. Tercihlerini ilk seçenekten yana kullanan Deleuze ve Guattari, arzunun ideolojiye ait olduğu şeklindeki Marxçı nosyonu reddeden üretici bir arzu nosyonu geliştirirler. Aynı doğrultuda olmak üzere onlar, rüyalar hariç üretici olmayan bir arzu nosyonunu Freudiyan bilinçdışı nosyonunu da reddederler. Bunu yapmalarındaki amaç ise, arzuyu zayıflatmak suretiyle hareketsiz kılan toplumsal güçlerin sıkı bir eleştirisi yoluyla, arzunun üretkenliğini sağlamaya matuf oluşturucu bir arzu teorisi geliştirmektir.​
Bu teoriye göre, bireyler arzulamamakinelerini oluşturmaktadır ve bizler de insan, doğa gibi geleneksel kategorilerin aşıldığı, arzulama-makinesi, üretim-makinesi ve şizofrenik-makine gibi değişik makinelerden müteşekkil bir toplumda yaşamak durumundayızdır. Bu toplum ise, modern psikanalizin bakış açısı çerçevesinde şekillenmiş olduğundan, burada arzulama-makinelerİ baskı altında tutuldukları gibi, çeşitli baskı mekanizmaları yoluyla arzunun ifade edilmesinin de önüne geçilmiştir. Oysa söz konusu baskı mekanizmalarının aksine arzulama-makinesi, akıldan ziyade yaratıcı ve üretken bir karakter arz eden libidinal enerjiden neşet eder ve çoğunlukla Batı kültürü ile ilişkilendirilen birlik nosyonunu ortadan kaldıran bir görünüm sergiler. Nietzsche'nin, Batı metafizik geleneğinin yaşamı adeta hiçe sayan rasyonalist karakterine yönelik eleştirilerini hatırlatan bu husus, Deleuze ve Guattari'nin niçin bedeni ve eylemleri arzu ve toplumsalla ilişkisi bağlamında ele aldıklarını da izah eder niteliktedir.​
Deleuze ve Guattari'ye göre beden, bir kısmı doğal dünyada bir kısmı da toplumsal dünyada bulunan ve diğer arzulamamakineleriyle bağlantılı olmakla birlikte, bütünlüklü bir karakter arz etmeyen çeşitli arzulama-makinelerinden oluşmaktadır. Deleuze ve Guattari, açıklanması oldukça güç olan arzulama-makinelerini değişik şekillerde tasvir ederler. Genelde makineler, asli bir bedenin saf sürem içerisindeki, yeme, içme, cinsel ilişki kurma vb. değişik makinelerin birbirine bağlandığı renkli imajı içerisindeki üretim ve tüketim süreçlerine gönderme yapar. Bu aşamada makineler bir bacak kemiğinin dizkapağına bağlı olmasına benzer bir işleyişe sahiptirler. Daha özgül olarak makineler bilinçdışmın içgüdü veya oluşumundaki değişik aşamalara gönderme yaparlar. Bunun yani sıra ondaki her makine de, "içinden geçen sürekli bir maddî akışla ilişkilidir." Onları, makine kavramını kullanmaya sevk eden sebep ise, bilinçdışını bir tiyatrodan ziyade, bir fabrika olarak düşünmeleridir. Çünkü, şayet bilinçdışını bir fabrika olarak görmeye muktedir olabilirsek, makine kavramının ruh ya da kişilik fikrine kapalı olmasından dolayı, dinsel ve antropomorfik bir dirimselciliğe düşmeksizin kozmosun olumlu ve dinamik bir anlamından bahsetmeye muktedir olabiliriz. Aynı şekilde arzulamamakineleri, bağımsız parçalardan müteşekkil olduklarından ve yalnızca bozuldukları zaman, yani sürekli bozuldukları için çalıştıklarından ötürü, bu kavram, mekanizmi de dışarıda bırakır.​
Deleuze ve Guattari'nin teorik şemasını "yalnızca dirençlerin ve böylece arzulamamakinelerinin varolduğu" ifadesi biçimlendirmektedir. Zira onlara göre, arzu ve toplumsalın dışında herhangi bir şey mevcut değildir. Bu yüzden onlar, Freud'un 'Oedipus kompleksi' şeklinde ifade etmiş olduğu teorisinin, hiyerarşik ve ağaç biçimli düşünceyi pekiştirmeye hizmet eden bir teori olduğunu düşünürler. Çünkü onlara göre, Oedipus prensibi, kaçınılmaz bir şekilde aslî günah veya travma nosyonuna yol açtığı gibi, hayal edilemez ölçüde de indirgeyici bir karaktere sahiptir. La Can'dan farklı olarak onlar, eksiklik/yoksunluk üzerine kurulu bir arzu teorisini reddetmelerinin yani sıra, Freud'un bastırma kavramını da kabul etmezler. Freud'a göre, özne ve nesne arasındaki ayırım bastırma üzerine kuruludur. Baskı, çocuğun annesinden ayrılması ve (Lacan’ın anladığı şekliyle) sembolik düzen içerisine, yani babanın ismi altına ve hukuk düzenine girmesi sürecinde ortaya çıkar. Deleuze ve Guattari ise net bir biçimde, kimliğin kaynağı anlamındaki söz konusu baba prensibini reddeder. Onlara göre, kapitalist toplumlar açısından bakıldığında oedipal aile yapısı, sınırlayıcı arzunun birincil kiplerinden biri olup, psikanaliz de, söz konusu sınırlamaların yürütülmesine yardım etmek ve kapitalizmin meşrulaştırın ideolojisi olmak gibi bir fonksiyon icra eder. Freudçu psikanalizde arzunun, aile İçi dramında ve engellenmesinde ana-baba-ben şeklindeki üçlü örüntülenmesi, bir yandan, çocuğu, gelecekteki bütün baskılanımlarıyla damgalamakta, öte yandan ise, kapitalist toplumsal yapılanmanın öngördüğü bireycilik için ideolojik bir meşruiyet zemini sağlamaktadır. Deleuze ve Guattari'nin, Oedipus kavramını, bizim içkin koloniyel eğilimimizle, yani içsel bir kolonileştirme ile özdeş görmeleri de gerçek anlamını bu noktada kazanır. Zira kapitalizmle birlikte tüm toplumsal ilişkiler evrensel bir eşitlik nosyonuna indirgendiğinden ötürü, arzu, toplumsal ilişkileri ve üretimi sınırlayan geleneksel kodlarından koparılarak, kapitalizmin eşitlik biçiminin dar sınırları içerisinde, hayatiyetini devam ettirebileceği yeni yurtlara kodlanır. Bunun anlamı, kapitalist toplumlarda Oedipus kompleksinin, İnsanî arzunun çekirdek aileye yoğunlaşmasını, bireyleşmesini ve böylece de sermayenin ekonomik ilişkileri tarafından daha geniş toplumsal alana yatırım yapmasını sağlayarak kapitalizmi meşrulaştırdığıdır. Yani kapitalizm önce arzuyu geleneksel kodlarından kopararak yersiz yurtsuzlaştınr ve daha sonra da, nevrotik oedipal baba-anne-ben çerçevesi içerisinde yeniden yerli yurtlulaştırarak, pazar ilişkilerini her yere egemen kılar.​
Söz konusu kapitalist süreç içerisinde, toplumsal ve psişik parçalanmanın yani sıra kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ego/süperego ile donatılmış özel bireyler de üretilir. Buna mukabil Deleuze ve Guattari açısından bakıldığında, şizofren diye nitelenen kimseler, oedipalleşme tuzağına düşmemiş, fakat arzulan doğrultusunda davranma hususunda hiçbir olumlu araç bulamadıklarından ötürü, boşlukta dönüp duran insanlara gönderme yapar. Bu yüzden Deleuze ve Guattari, bilinçdışı arzunun gerçek sorunlarını ve arzulama üretiminin doğasını açığa çıkarmak amacıyla psikozlulann deneyimlerine başvurur. Zira, söz konusu bilinçdışı arzu ile tüm insanlar karşı karşıya olsalar da, psikozlular onu doğrudan doğruya tecrübe ederler. Buna göre, psikozlulann bedenlerinin çeşitli uzuvlarını müstakil kendilikler ve bazen de saldıran, zulmeden makineler olarak tecrübe etmeleri; şizofrenlerin kendilerini hiçbir organa sahip değilmiş gibi algılamaları ve birtakım şizofrenlerin de, değişken, çoğul kişiliklere sahip olarak önemli tarihî şahsiyetlerin kimliklerini üstlenme anlamındaki deneyimleri, arzulama üretiminin arzulama-makineleri, organsız bedenler ve göçebe özne olarak ifadelendirebileceğimiz üç asil evresine tekabül etmektedir. Bu anlamda kapitalist yersiz yurtsuzlaştırmanm en iyi örneği şizofrenliğin üretimi olup, şizofreni ne biyolojik bir durum ne de bir hastalıktır. Şizofreni mutlak kodbozumunun bir ürünü olma anlamında, potansiyel olarak özgürleştirici bir durumdur. Şizofreni yoluyla özneler, baskı altına alındıkları ego ve süperego kısıtlamalarından ve oedipal tuzaklardan kurtularak, kapitalizmin istikrarına ve yeniden üretilmesine karşı radikal bir tehdit oluşturma imkânını ele geçirebilirler. Deleuze ve Guattari için, modernliğin normalleştirici koşullarından kurtuluşa işaret eden şizofrenik süreç içerisindeki şizo-özne, kapitalizme yönelik gerçek yıkıcı bir güç anlamına gelmektedir. Bu yüzden belki de, kapitalist yaşam koşulları altında yalnızca şizo-özneler, kişisel motivasyonlar ve toplum tarafından etkilenmemeye elverişli olması gereken standartları ve Deleuze'ün "kurumsal zincirler ve iletişime sahne olmayan görüş noktalan" şeklinde ifade ettiği şeyi ele geçirmeye yetili özneler olarak görülebilirler.​
Deleuze ve Guattari'ye göre, psikanalizle ilgili temel problem, onun arzu kavramlaştırmasında yatmaktadır. Platon'a kadar geri götürebileceğimiz çok erken dönemlerden beri arzu, filozoflar ve tüm psikanalistler ce bir eksiklik olarak ele alınmıştır. Nietzscheci açıdan bakıldığında söz konusu olumsuz arzu nosyonunu tam da köle zihniyetinin bir dışavurumu olarak değerlendirmek mümkündür. Deleuze ve Guattari İse, bu olumsuz ve sınırlayıcı arzu nosyonunun aksine, haz da dahil olmak üzere arzuyu, başlangıçtaki ihtiyaç ve hedeflerin ikincil bir işlevinden ziyade, birincil bir güç olarak ele alan bir arzu teorisi tesis etmeye çalışırlar. Onlara göre arzu, üretim ya da arzulama-üretimi olarak Nietzsche'nin güç istenci ve Freud'un libido diye nitelediği, sınırsız ve serbestçe dolaşan bir enerji olarak, doğal ve toplumsal etkinlikle aynı yere uzanır. Zira onlar, arzu ile tanımlanan bireysel ile kanun/hukuk yoluyla tanımlanan kolektif arasında bir ayırım görmeyip, yalnızca sosyal bir arzu varolduğunu düşünürler. Sonuç olarak arzu daima bir akım/harekettir ve daima duruma bağlı farklı öğeler tarafından oluşturulur, o, oedipal bir temsil tiyatrosundan ziyade makine benzeri bir şeydir. Arzulama makineleri ve organsız bedenler ifadeleri hiyerarşik bir karakter arz eden ağaç biçimli düşünce tarzlarının aksine, köksap biçimli ufkîlik teorisini kuvvetlendirir. Görüldüğü üzere Deleuze ve Guattari açısından arzu, negatif bir eksiklik üzerine dayalı bir arzu olmayıp, daima hareket halinde olan ve kendisini ıslah/reforme eden bir karaktere sahiptir: O olumlayıcı bir akış sürecidir.​
Temelde bilinçdışı bir karaktere sahip olan arzu, kişisel özdeşlik ve beden imgelerine kayıtsız olduğu gibi, dilbilime ait ifade ve yorumlardan da tümüyle bağımsızdır. Bu noktadan hareketle Foucault da, Anti-Oidipus'a Önsöz adlı çalışmasında, her gösterge ve semptomu kaydetmelerinden ve arzunun çoğulcu bir tarzda örgütlenmesini, onu yapı ve yokluğun ikili yasasına indirgemek suretiyle engelleyen psikanalistleri ve göstergebilimcileri arzunun acınası teknisyenleri diye niteler. Zira Foucault'a göre, Anti-Oidipus, bize, "eylemi, düşünceyi ve arzuları, bölümlere ayırma ve piramit şeklinde hiyerarşikleştirme yoluyla değil; çoğalma, yan yana koyma ve birbirinden ayırarak birbirine bağlama yoluyla" arttırmamızı salık vermektedir. Bunun anlamı, arzunun, doğal veya kendiliğinden olsun hiçbir belirlenme ile bir ilgisinin olmadığıdır. Yalnızca "makineleşmiş, düzenlenmiş, düzenlenmekte olan arzu vardır." Ve hatta, akılcılık, verimlilik gibi düzenlenmeye has kavramlar bile, ortaya koymuş oldukları tutkuların dışında değil, arzuların düzenlenmeyi, düzenlenmenin de arzulan oluşturduğu ölçüde varolabilirler.​
Bu noktada Deleuze ve Foucault'nun hemfikir oldukları, iktidarın belirsizliği ve arzu ile olan ilişkisi hususu da açığa çıkmaktadır. Deleuze, özellikle Marksizmde iktidarın çıkar terimleriyle algılandığını ve sorunun bu şekilde ortaya konulmasının, gerçekte hiçbir çıkarı olmayan insanlann, nasıl olup da iktidarı izlediklerini ve ondan küçük bir parça elde etmek uğruna adeta bir yalvarış içerisinde olduklarını açıklamakta yetersiz kaldığını ifade ederek, gerek ekonomik gerekse de bilinçdışı anlamda tüm kuşatmaların, çıkar terimlerinden ziyade arzunun kuşatılması bağlamında anlaşılması gerektiğini öne sürer. Zira Deleuze'e göre, çıkar daima arzuyu izler ve arzunun kendisini konumlandırdığı yerde bulunur, yani iktidar, muktedir olunanların çıkarları aleyhine değil, onların çıkarlarından çok daha derinlere uzanan arzulama yetileriyle paralel bir biçimde kendisini gerçekleştirir. Zaten Deleuze ve Guattari'ye göre, arzu düzenlemeleri iktidar düzenlemelerine göre öncelikli olup, iktidar tertibatları da, son tahlilde, arzu düzenlemelerinin bir bileşkesidir. Bu yüzden, Deleuze bizi, Reich'in çığlığını duymaya davet eder: "Hayır, kitleler aldatılmadılar, belli bir anda faşizmi arzuladılar." Bu anlamda, iktidarı biçimlendirip yayan ve iktidarın herhangi bir yapı farklılığına tâbi tut ulamamasını sağlayan, gerçekte arzu yaratımlarıdır.​
Arzunun özü itibariyle devrimci olduğu şeklindeki Reichçı aksiyomdan hareketle Deleuze ve Guattari, arzunun, söz konusu sıfatı nedeniyle, herhangi bir toplum ya da ülfet (socius) biçimini altüst edip yıktığını ileri sürer. Arzu doğası gereği merkezsiz, bölük pörçük ve dinamik bir karaktere sahiptir. Çünkü arzu, her şeyin mümkün olduğu bir sentez bölgesinde iş görmesinden, göçebevari ve çokanlamlı akışların peşinden koşmasından dolayı, temel fonksiyonu arzuyu evcilleştirmek, bastırmak olan toplumun ötesine taşmakta ve daha fazla nesne, bağlantı ve ilişki arayışına girmektedir. Arzu, sürekli olarak yeni bağlantılar ve başlangıçlar peşinde olmaya zorlayan üretken enerji bolluğu şeklinde işlediği için, Hegel, Freud veya Lacan'nın eksiklik olarak arzu kavramlaştırmasının aksine, en iyi şekilde dinamik bir makine olarak teorileştirilebilir. Arzuyu "bilinçdışı akışların toplumsal bir alanda üretildiği anlamlandırmayan bir göstergeler sistemi" olarak tanımlayan Deleuzecü arzu kavrantlaştırması ekseninden bakıldığında, söz konusu anlamlandırmayan gösterge bilgisi, anlamlandıran gösterge bilgisinden, temsile, dilsel şemalara ve toplumsal koklamalara öncel olarak işlemesi bakımından ayrılır. O, anlam etkileri üretmediği gibi, kendi göstergeleriyle de dolaysız ilişkilere girmeye elverişli bir karaktere sahiptir. Yani arzu, bilinçdışı tarafından yaratılmış olan çeşitli sentezler içerisinde duygulanımsal ve libidinal enerjinin sürekli üretimine tekabül etmektedir. Bu açıdan bakıldığında arzu, dışlayıcı olmaktan ziyade içerici ilişkiler peşinde olup maddî akışlar ve kısmı nesnelerle tesadüfi, bölük pörçük ve çok katli bağlantılar kuran yüzer gezer fiziksel bir enerjidir. Bu yapısından dolayı arzunun akışların dışında bir nesnelliğinden bahsedebilmek de mümkün değildir.​
Arzuya yönelik bu değerlendirmeler ekseninde düşünüldüğünde, Deleuze ve Guattari'nin niçin arzulama-makinelerİni, herhangi bir amaç barındırmayan, anlamlandırmayan ve temsil düşüncesini tamamiyle dışarıda bırakan moleküler birimler olarak​
kavramlaştırdıkları da açıklık kazanır. Buna göre arzulama-makineleri söz konusu moleküler karakteristiğinden dolayı, ekonomik, politik kurumlan ve aile gibi büyük toplumsal makineleri içeren molar kümelerden ayrılır. Bir yandan Nietzsche'nin aktif-reaktif güç ayrımını ve reaktif güçlerin zamanla aktif güçleri pasif, nihayetinde reaktif hale dönüştürme süreçlerini, öte yandan Foucault'nun disiplin ve denetim toplumu analizlerini ve modern toplumsal yapılanmada bireylerin disipline edilişi, akabinde de bedenler üzerindeki hakimiyetin daha stratejik bir tarzda sağlanışına gönderme yapan denetleme süreçlerini hatırlatan bu ayırım da, hiyerarşiyi, tabakalaşmayı, tahakkümü ve arzuların çeşitli yollarla kodlanışı anlamına gelen molar olanla, arzunun mikro-fiziksel düzleminde ortaya çıkan sabitlenmemiş, yersizyurtsuz ve göçebe bir karaktere sahip moleküler olan arasındaki karşıtlığa işaret eden özgürleştirici bir süreci olumlamaktadır.​
Kısacası, yetişkin cinselliğinden yersiz yurtsuzlaştırılmış bir kavram olan arzu, arzu felsefesi açısından, erotik karakterini kaybetmediği gibi, değişik bağlam ve ilişkilerde müracaat edilebilir bir kavram fonksiyonundadır. Herhangi bir indirgemeciliğe düşmeksizin, çeşitliliğin bir sentezi yoluyla, yeni ilişkilerin yaratıldığı anî bir zuhur edişe tekabül eden arzu, Deleuze ve Guattari için, hem gücün vücut bulması, hem de ona bir kararlılık sağlayan söz konusu çeşitlilik bakımından, mekanik bir ilişkiye sahiptir. Zaten, Deleuze ve Guattari'nin, bir şeyin eksikliğinin hissî anlamındaki arkaik arzu tanımlamasına karşı çıkarak, arzunun herhangi bir şeyden yoksun olmadığı, yani objesinden mahrumiyete işaret etmediği, arzu ve nesnesinin bir ve aynı şeye tekabül etmesinden dolayı, özne-nesne düalitesini imkânsız kıldığı, şeklindeki ifadeleri de, arzunun söz konusu doğasından kaynaklanmaktadır. Çünkü onlara göre, arzunun eksiklikle bir ilgisi olmadığı gibi, o verili doğal bir şey olarak da düşünülemez. Zira, yapı veya doğuştan ziyade, sürece tekabül eden arzu, duygusalın tersine etki (duyarlılık), öznelliğin tersine vakıa ve bir şey ya da kişinin tersine olay olarak düşünülmelidir.​
S. Best D. Kelner, Postmodern Teori(çev. M. Küçük), İstanbul, Ayrıntı Yayınlan, 1998.​
R. Bogue, Deleuze ve Gı/attari(çev. İ. Öğretir A. Utku), Birey Yayıncılık, İstanbul, 2002.​
G. Deleuze, "Arzu ve Zevk"(çev. Ali Akay), Toplum Bilim (Deleuze Özel Sayısı), Sayı: 5, Kasım 1996.​
G. Deleuze, "Göçebe Düşünce", (çev. Ali Akay), Toplum Bilim (Deleuze Özel Sayısı), Sayı: 5, Kasım 1996.​
G. Deleuze F. Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1, "Göçebebilimi İncelemesi: Savaş Makinası"(çev. Ali Akay), Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 1990.​
G. Deleuze F. Guattari, Kafka "Minör Bir Edebiyat İçin"(çev. Ö. Uçkan -1. Ergüden), Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul, 2000.​
C. Elerson,Crystal, What is Desire?, <http:// www.uta.edu/HyperNews/get/delgua/96. html>, 24.09.2003​
J. A. Flieger, "Overdetermined Oedipus: Mommy Daddy and Me as DesiringMachine", The Soi/t Atlantic Quarterly 96:3, Yaz 1997.​
M. Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi 'Seçme Yazılar 1', "Anö-Oidipus'a Önsöz" (çev. I. Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000.​
J. Sjunnesson, Power and Desire in The Political Ontology of Spinoza and Deleuze/ Guattari, http:/ / elwa.ilu. uu.se / ja nsju /spinoza.html​
E, Wyschogrod, Azizler ve Postmodernizm, insan Yayınları, Istanbul, 2002.​
Ayrıca bkz., AĞAÇ BİÇİMLİ DÜŞÜNCE, ARZULANAN MAKİNALAR, DELEUZE, FOUCAULT, FREUD, MARX, MARKSİZM, NIETZSCHE, POST YAPISALCILIK.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst