1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Barış, genel ve kaba anlamıyla, savaşın olmaması durumudur. Ebedî ya da kalıcı barış ise, içinde hiçbir savaş nedeni barındırmayan ilişki ve koşullara işaret eder. Günümüzde barış, bir savaş durumunun olmaması ya da geçici bir denge durumu olarak görülmektedir. Ancak "Barış ve Felsefesi" söz konusu edilince, "barış"ın belirleyici niteliklerinden, onu her ne ise o yapan asil özelliklerinden hareketle belirlemeye yardımcı olacak "Barış nedir?" sorusunun yanıtlanmasında yarar vardır. Böylelikle "barış" ve onun türleri hakkında düşünmeye, oradan da barış iyi, hakikî, ebedî, İnsanî ya da geçici barış gibi değişik nitelikleriyle soruşturulmaya girişilir ki, bu noktada "Barış ve Felsefesi" yapılmaya başlanır.​
Barışın eleştirel olarak ele alınabilmesi, savaş ve barış kavramlarının çözümlenmiş olmasını gerektirmektedir. Barışın hangi koşullarda, çevre ve etkileşimde varolduğu, hangi koşullarda ortaya çıkabileceği ve yok olacağı belirleyici noktalardır. Savaşın yıkıcılığının arttığı çağımızda, barış felsefesinin en önemli görevlerinden biri de, savaşın korkunç tehlikelerinden ve sonuçlarından insanlığı kurtarmak amacıyla, bu korkunç tehlikenin tanınıp öğrenilmesini sağlamak, savaş koşullarının kaldırılabilmesine yönelik öneriler, değerlendirmeler, yorumlar getirebilmek için, bu problemin ve yanıtlarının, barışla ilgisinde dayanaklarını betimlemek olarak belirlenebilmektedir. İnsanlığın önünde duran toplumsal içerikli sorunlar insan ilişkilerinden çıktığına, insanlar tarafından çözümlenmesi gerektiğine göre, savaş koşullarının ortadan kaldırılabilmesine olanak sağlayan, insanı bu yönde umutlandıran eğilimlerin özümsenerek ilerletilmesi de, günümüz Barış Felsefesinin temel görevlerinden biri olarak görünmektedir. İçinde yaşanılan barbarlık ilişkilerinde bile umutların dayandığı olanaklar yokolmadığına göre barış felsefesinin, insanın insansallığının bugünde ve gelecekteki umutlarına sarılması yersiz değildir. Bu konu hakkındaki düşüncelerini dile getiren Scheier, "barış felsefesinin, zamanın Geist'ını belirlemesi konusundaki iyimserliğimiz, bizim kendi gücümüze ve barış uğruna akıl ile gerçekliğin birlikteliğini olanaklı ve zorunlu kılan olguların gücüne güvenimize dayanır" der.​
Frieden Ohne Alternative [Seçeneksiz Barış] adlı yapıtında, Bernd, savaşın olumsuzlanması ve barışın kurulabilmesinde, felsefeye düşenleri şöyle özetlemektedir: "Savaş'ın eleştirilebilmesi için politika, ekonomi ve hukuk bilimlerinin sağladığı bilgiler önkoşuldur. Felsefenin görevi, sadece veya öncelikle bilimlerin bilgisini 'genellemek' değil, onları değişebilirlik bakış açısıyla yorumlamak, dünyayı bilinebilme olanağıyla yorumlayıp anlamak, bilimlerin bilgisini olanaklı (eldeki) bilgiyle ölçmektir." Buna göre, felsefe yalnızca eldeki bilgilerin aktüelleşmesine yardımcı olmaz, ama aynı zamanda eleştiri ve yorumlama etkinliğiyle etkide bulunur.​
Genel bir ifadeyle savaşın, uluslar, toplumlar ve devletler arasında, ekonomik ve politik uzlaşmaz karşıtlıklar belirdiği ve bu karşıtlıkların başka araçlarla çözülme olanakları bulunamadığında, bu karşıtlıkların çözümlenmesi amacına hizmet edecek şiddet araç olarak kullanıldığı zaman zuhur ettiği, ama öte yandan, toplumsal, politik, antropolojik ve felsefî incelemelerin tarihsel verileri, çatışma ve karşıtlığı doğuran koşullar (ekonomik, politik ve sosyal çelişkilerin uzlaşmazlığı) kaldırıldığında savaşın da ortadan kaldırılabileceği düşünülür. Ancak bu amaçla insanın, barışın sağlanması için elinde bulundurduğu olanaklardan yararlanması gerektiği belirtilmelidir. Nükleer silahların insanlığı tehdit ettiği koşullarda dahi, insanın barış olanaklarını araması, umut ve iyimserlik taşıması, onun savaşa karşı akıl ve gerçekliğin olanaklarını kullanma gücünü kendinde bulmasındandır. Nükleer silahların akıldışı yıkıcılığının gelişmişlik seviyesinin kontrol edilemez olması, insan yaşamını somut ve ciddî bir biçimde tehdit etmesi, insan aklının barıştan yana tavır belirlemesi için, kalıcı bir barışa nesnel temel hazırlamaktadır. "Barış felsefesinin savaşa karşı yeni uyarılar ve önerilerle ileri atılması, çağdaş toplumsal gelişmelere etkin düşünsel bir müdahalede bulunması, uygulayımdaki barışın ilerletilmesine önemli katkılarda bulunabilir.​
Herakleitos ve Savaş
Felsefe tarihinde önemli köşe taşlarından üç savaş ve barış filozofunun -Herakleitos, Kant ve Hegelprobleme bakışlarının sorunun aydınlatılmasında ve değerlendirilmesinde önemli rol oynadığı ileri sürülebilir. Herakleitos, zorunluluğu karşıtlıkların varlığında, karşıtlıkların ortaya çıkışını da zorunlulukların çözümünde aramaktadır. Öyle ki, ona göre, karşıtlıklar ve onların zorunlu çatışma ve savaşı olmazsa, varlık, madde ve oluş olanaksızdır. Herakleitos'un barış hakkindeki görüşü gizemli bir içerik taşımaktadır: "Kendisi yurttaşlar arasındaki barış üzerine düşündüğünü söylemeye çağrıldığı zaman, barış kürsüsüne çıkmış, bir bardak soğuk su alıp üzerine arpa unu ekmiş, çöple karıştırdıktan sonra içmiş ve sonra çekilip gitmiş"tir.​
Herakleitos'un barışı sembolize eden bu eylemi, "elinde bulunanla yetinmeyi, pahalı şeylerden vazgeçmeyi ifade etmektedir" denebilir. Yığınlar, tüm şeyleri yöneten ilkeyi anlamazlar, yığınların anlayıştan yoksunluğu, ılımlılıktan uzak olmaları kusurların en büyüğüdür. Genel ve her şey için ortak olan logos'u izlemeyen yığınlar, şeylerin özünün ne olduklarını bilemezler. Ancak her şeyi anlar gibi yaparlar, ama anlamazlar ve şeylerin anlamını görmezler. Birliklerin, karşıtından oluşmuş ve çatışma ile gelişen birlikler olduğunu anlayamadıkları için, bilgelikten uzaktırlar. Logos, çok kutuplu hareket ve gelişmenin, ilerlemenin arkasındaki 'Bir'dir ve hep hazırdır. "Bütün olan ile bütün olmayan, birlikte ve ayrı giden, uyum ve uyumsuzluk, bir'in her şeyin içinde, her şeyin Bir'in içinde olduğu gibi ortaktır."​
Herakleitos, insan gereksinimlerinin karşılanmasını, barışın temeli ve sürekliliği olarak sembolize etmiştir. Barış üzerine söylevinde görüldüğü gibi, boş söylemlerin ne kadar anlamsız ve işe yaramaz olduğu gerçeğini belirtmiştir. Herakleitos'un, karşıtların birliği ve oluş ile ilgili diyalektik düşünüşünü açık seçik belirttiği yukarıdaki tümce, savaş ve barış ilişkisinin çözümlenebilmesi, irdelenip kavranabilmesi için çok önemli görünmektedir. Savaşlar, doğal olarak savaşı içinde taşımaktadır, ama barış, savaş olgusunu içerir mi? Her şeyin karşıtı ile bir arada olması düşüncesinden, barışın doğal olarak savaşı içereceği sonucuna varılamaz. Barış, özü gereği savaş ve çatışmanın karşıtıdır. Barışın insan ilişkilerindeki karşıtı, daha ileri gelişmişlik düzeyinde barışın kurulabilmesi karşıtlığıdır. Bu karşıtlık, insanın toplumsal ilişkilerini bozmak, düzensizleştirmek yerine, daha sistematik ve uyum içeren nitelikte olan, karşıtı ile çelişki içerisinde gelişmeyi devindirecek birliktir. Yine, bir karşıtlık söz konusudur, fakat bu karşıtlık, içinde bulunduğumuz süreçteki gibi, insanın türsel varlığını tehdit eden savaş ve barış karşıtlığı değildir.​
Kant ve Ebedî Barış
İnsanlığın ebedî bir barışa ulaşabilmesinin eğitimden, toplumların bilinçlenmesinden geçtiğini ileri süren Kant, ulusların birbirini tümden yok etme savaşının önüne geçebilmek amacıyla uzun erimli bir hedefe işaret ederek, eğitim yoluyla özgür istençlerini geliştirebileceklerini ve bu gelişmenin yöneticilere zarar vermeyeceğini vurgulamaktadır. Bu vurgunun amacı, barışın tesisinde insanlığın somut kazanımlar elde etmesidir. Felsefe, bu noktada, savaşa karşı barışın nasıl geliştirilebileceğini gösteren, gerçeklikle örtüşüp, pratik yararlar sağlayacak öneriler ve etkinlikler geliştirebilir. Kant, insanın savaş ve barışçılığına ilişkin olarak, akılcı bir önerme ve iyi niyetle ebedî barışın temellendirmesini yapmaya çalışmıştır. Kant'a göre, en yüce mahkeme olan akıl, savaşı hukuksal bir yol olarak kullanmayı kabul etmez ve uluslararası bir antlaşma olmadan barış kurulamaz. Sürekli barış, "devletlerin daha özel nitelikte bağlaşmasını (ittifakını) gerektirmektedir; buna barış birleşmesi (Soedus pacificum) adı verilebilir."​
Kant, barış ittifakının bütün savaşları sona erdiren bir niteliği olduğunu, barış antlaşmasının (pactum pacts) yalnızca bir savaşı durdurduğunu, devletler hukukunun özgür devletlerden kurulu bir federasyona dayanması gerektiğini, barış antlaşmalarında savaş nedeni olabilecek hiçbir maddenin olmaması gerektiğini vurgular. Kant, barış üzerine açıklamalarında federasyon anlayışına değindiği için, bugün kurulmuş bulunan Birleşmiş Milletler Örgütü'nün kuramsal temellendiricisi olmuştur denebilir. Her ne kadar Birleşmiş Milletler Örgütü Kant'ın betimlemeye çalıştığı içerikten uzaksa da, yanlış biçimsel anlamda sürekli bir barışı kurma düşüncesini içermektedir. Kant'ın federatif idesiyle, Birleşmiş Milletler Örgütü'nün birbirinden temel farklılığı, beş daimi üyenin Birleşmiş Milletler'de karar alma sürecini belirleyen veto hakkı ayrıcalıklarının olması, bütün devletlerin eşit koşullarda olmamaları, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin, yasalarla, gerçekçi ve pratik anlamda güvencelenmemiş olmasıdır. Devlet hakkındaki görüşleri, Kant'ı, barış konusunda devletin sürekli varlığını kabul etmeye, ebedî barışın devletler arasında kurulabileceği düşüncesine vardırmıştır.​
Ordu, polis, jandarma vb. kurum ve kuruluşlardan devletin ayrılabilir olduğu düşüncesi çok önemli görünmektedir. Kant, barışın devletler arasında federatif bir birlik olarak düzenlenmesini ve devletlerin birbirini tehdit edeceği en önemli kurum olan ordunun dağıtılmasını istemektedir. Ancak, Kant'ın önerisi tam anlamıyla uygulandığında, çağdaş devlet, devlet olmaktan çıkar, tüm toplumu oluşturan bireylerin kendilerini doğrudan yönetmeleri anlamına gelen özyönetimlere dönüşür gibi görünmektedir. Tarihsel gelişmelerin sürekli barış birleşmesinin yerleşmesine doğru evrilmekte olduğu ileri sürülmektedir. Her ne kadar insanın, özgürlüklerini kötüye kullanma eğilimi varsa ve devletler değişik çıkarları temsil etse de Kant, yine de ebedî barışın olanaklarından söz etmektedir. Çünkü barış, insanların doğal eğilimleriyle güvence altına alınmıştır. Zira insanlar, toplum olma ve toplumsallık içerisinde kendi insansal gereksinmelerini karşılama itkisini taşımaktadırlar. O, insanların etkileşimlerinin yaşamlarını sürdürmek için zorunlu olduğundan hareketle, bir arada yaşamanın olanaklarının sürekli bir barışla gerçekleşebileceğini anlatır.​
"İçinde gizlenmiş -saklı- yeni bir savaş nedeni malzemesi bulunan hiç bir anlaşma bir barış anlaşması olamaz" diyen Kant, böylesi bir barışın silah bırakmadan başka bir anlama gelmeyeceğini, gerçek barış olamayacağını vurgulamaktadır. Sürekli orduların varlık temelini bulduğu çağdaş devletlerin barışı tehdit etmeye devam ettikleri sürece olası savaşlara zemin hazırlayacakları belirlenmektedir. Benzer şekilde, içinde savaş nedeni barındıran bir anlaşma barış anlaşması sayılamaz ise, devletlerarası barış olanaksızdır; çünkü Kant, devletlerin birbirleri için tehdit oluşturduklarını, diğerleri üzerinde egemenlik kurma çabaları bulunduğunu bildirmektedir. Bu niteliklerin her biri ayrı birer savaş nedeni olduğu gibi, bu duruma, insan doğası ve doğanın amaçları da katıldığında günümüzde sürekli barış anlaşmasının olanağının bulunmadığı sonucuna varılabilecektir.​
Devletin varlığı ile ilgili bir çözümleme ileri sürmeyen Kant, silahsızlanma ve barışı sürekli orduların terhisi ile olanaklı görmektedir. O, devlet kurumunun ordudan ayrılabileceğini düşünmüştür. Ordu ve devlet kurumlan birbirini tamamlayan yapılardır ve biri olmadan diğeri düşünülemez görünmektedir. Ordusuz devlet sönmeye, ortadan kalkmaya hazırlanan devlettir. Anarşist-komünist bir kavrayış ebedî barışın olanaklarını (özetle) şu şekilde görmektedir denebilir: İçinde gizlenmiş hiçbir savaş nedeni olmayan ebedî barışın kurulabilmesi için, savaş ve mülkiyet ilişkilerinin temellerini içinde barındıran devletin ve onun varlık koşulları olan özel mülkiyet ilişkilerinin tümden ortadan kaldırılarak, yöneticiliğin -iktidar, egemenlik, güç, statü ilişkileri, hiyerarşi vb. olanaklara sahip olmadığı içinek iş (angarya) olduğu, bunun için de kimsenin yönetime gelmek istemediği özyönetimlerin kurulabilmesinde bulunmaktadır. Dünya yurttaşlığı gibi bir öneriyi, gerçekleşebilir sürekli barış önerisiyle ortaya koyup belirlemek, bunun yaşama geçirilmesini istemek insanlık açısından çok önemlidir. Ebedî barış için ön girişimler, toplum üzerinde baskı ve egemenlik mekanizması olarak yer almış tüm kurumların -ordu, polis gibi kolluk kuvvetlerinin, her türden devlet vb. yönetme, yönlendirme işlevli, tek ve parçayı merkeze bağlayan yapılarıntasfiyesi olarak görünmektedir.​
Savaşı, orduyu ve kalınlaşan silahlı kuvvetleri savaş mekanizmasının taşıyıcısı olarak gören Kant'a göre, "Sürekli ordular (Miles perpetuus) zamanla bütünüyle ortadan kalkmalıdır." "Doğa"nın, sürekli barışı güvence altına aldığını ve geçici önlemlerle barışı temellendirdiğini belirten Kant, kamu hukuku ile ilgili gizli maddenin şöyle olabileceğini savlamaktadır: "Savaş için silahlanmış devletler, sürekli barışı mümkün kılacak koşullar hakkında, filozofların genel kurallarını göz önünde tutmalıdırlar."​
Hegel'de Savaş ve Barış
Değişme ve gelişmenin temelinde karşıtlık ve çatışmayı gören Herakleitos'u izleyen Hegel'e göre, savaş, mutlak bir kötülük değildir; adaletsizlik, ihtiras vs., toplumsal ve bireysel temellere dayandırılamaz. Kendisiyle karşıt dış etkinin olağanlığında kendini bulmaktadır. Savaşın sürgit bir kesintisizliği yoktur. Mutlak kötülük anlamına gelmeyen savaş, Tin'in gelişip kendisini açımlamasının, doğal ve toplumsal gelişmelerin ortaya çıkmasının çok önemli bir aracıdır. Bu araç, tarihte toplumların misyonlarını yerine getirmelerini sağlayan, Akıl'ın hilesi olan bir araçtır. Aklın hilesi olan bu aracın yarattığı kimi kötülükler vardır, ancak mutlak Tin'in gerçekleşmesi de, diğer şeylerde olduğu gibi, bazı bedellerle mümkün olabilir. Birey ya da toplum, konumları ne olursa olsun, tarihsel aklın birer araçları olmaktan öteye gidemezler. Çatışmalar, tutku, savaş vs., Aklın hilesi (List der Vernunft) olan araçlar olduklarından, bu anlamda mutlak kötülük olarak düşünülemezler.​
Hegel, savaşın tarihsel zorunluluğu görüşünü, savaşların değiştirici rolüne olduğu kadar, karşıtlığı içerisinde taşıyan gerçekliğin empirik yönüne dayandırmaktadır. O, savaşın zorunluluğunu nesnel gerçekliğin analizinden çıkarmaktadır, ancak devletleri, tarihte açımlanmış bir tin olarak gerçeklik ve tarihselliklerinden uzaklaştırır. Hegel'in, Kant'a benzer şekilde, Avrupa Barış Ailesini oluşturma görüşünün pratik barış felsefesi açısından önemi, barış felsefesini Avrupa Barış Ailesi görüşünden hareketle genelleştirerek, dünyayı kapsayacak şekilde genişletebilme olanağını sağlamış olmasıdır. Hegel, "... onların bu yalıtılmada kök salmalarını ve güçlenmelerini, böylelikle bütünün (topluluk) dağılıp tinin uçup gitmesini önlemek için hükümet, onları zaman zaman savaş yoluyla içlerinden sarsmalıdır. Bu yolla hükümet onların kurulu düzenlerini dağıtmakta, bağımsızlık haklarını çiğnemektedir, ve bu arada kendi yaşam yollarına dalarak bütünden kopan ve dokunulmaz kendi-için-varlıkları ve kişisel güvenlikleri uğruna çabalayan bireylere ise o dayatılan görevde efendileri, ölüm, duyumsatılmaktadır.... Bir ulusta gerekli birliği, zorunlu, kaçınılmaz kaynaşmayı bulmak için savaş yapmak, dünya devletleri için yaşamsal ve evrensel zorunluluğu oluşturmaktadır" der.​
Ona göre savaş, halkın harekete geçerek yalnızlığa düşmesini engelleyecek, etik ve töresel bütünlüğüne zarar vermeksizin, onu sağlıklı bir şekilde koruyacak araç olarak hizmet etmektedir. Savaşlar, bir yandan toplumsal ya da ulusal bütünlüğü koruma işlevini yerine getirirken, diğer yandan ulusların tarih içerisindeki hareketliliğini ve tarihsel misyonlarını yerine getirmelerini sağlayan araçlar olmaktadırlar. Tarihsel süreçte görevlerini yerine getiremeyen halklar ya da devletler, savaş yoluyla ortadan kaldırılmakta veya düzene sokulmaktadırlar. Hegel, savaşın zorunlulukla ve kaçınılmaz olarak gerçekleştiğini, parçalanma durumunda olan ulus bireylerini vatan ve ulus düşüncesi çerçevesinde bir araya getirdiğini, onları ülküsel bir hedefte birleştirerek kaynaştırdığını belirtmektedir. Aksi takdirde, sürekli barış ortamındaki halkların alabildiğine tembelleşeceğini, çünkü, hiçbir tehdit altında olmayan ulusların rehavet içinde kalacaklarından kendilerini gerçekleştiremeyeceklerini ve böylece tarihsel görevlerini yerine getiremeyen ulusların da başka uluslar tarafından ortadan kaldırılacaklarını ileri sürmektedir. Hegel, bireyler arası ilişkilerde ortaya koyduğu çatışmayı, uluslararası düzeyde de gerçeklik olarak ortaya atmaktadır. Bireylerin birbirlerine karşı sürdürdükleri, savaş yoluyla elde ettikleri özbilinç, uluslar arasındaki savaş aracılığıyla, aynı nitelikte olmak üzere, kendi ulusal özbilinçlerini kazanabilmek için gerçekleştirilmek zorundadır. Hegel, "devletler arasındaki anlaşmazlıklar, onların özel irâdeleri bir anlaşma zemini bulmadığı taktirde, ancak savaşla giderilebilir" demektedir. Çünkü, devletlerin üzerinde bulunan daha yüksek bir yargı mercii yoktur. Sorunlarını da ancak savaş yoluyla düzenleyebilecekleri için çatışma kaçınılmaz olmaktadır. O halde Hegelci bir düşünceye göre, şöyle bir vargıya ulaşabilir: Devletler varlıklarını sürdürdükleri sürece, savaşlardan kaçınabilmeleri de olanaksızdır.​
Ona göre, devlet, Tin'in kendini gerçekleştirmesinin zorunlu bir durağı (Tin'in kendini aşma sürecinin objektive Geist ya da nesnel Tin aşaması), zorunlu olarak gelinecek bir aşamadır. Savaş, Tin'in gerçekleşme araçlarından biridir ve örgütlü kurumlar (bugün devletler) aracılığıyla sürdürülebilmektedir. Her devlet belirli çıkarları temsil etmektedir, bu çıkar ilişkilerinin varlığına rağmen Hegel, bir arada yaşama ve barışı olanaklı görür. Avrupa Barış Ailesi düşüncesi bunu göstermektedir. Çatışma ve karşıtların birliği anlayışını diyalektik bir şekilde sistematize eden Hegel, Avrupa Barış Ailesi oluşturulabilmesi görüşünü, ulusların gelişmişlik seviyesine bağlı olarak düşünür. Kant da, sürekli barış için ulusların cumhuriyet ile yönetilmeleri gerektiğinden söz etmektedir. Hegel, uygar ulusların başına gelebilecek en büyük felaketin, savaşın sonuçları olduğunu, yapılmış ve yapılmakta olanlardan çok, gelecekte yapılacak savaşın, devletin gücünü ve kültürün bütün ürünlerini bu yolda harcayacağı için, savaşların toplumsal felaketler getireceğini Kant'la paylaşmaktadır. Kant'ın federatif idesini eleştiren Hegel, devletlerin de bireylikler olduklarını, birkaç devlet kendi aralarında bir ittifak kurmuş olsalar da, karşılarında bir düşman bulmaları gerektiğini vurgular. Savaş, bireyi toplum adına düşünmeye zorlayan, bireyciliğini aşabilmeye çabalaması için önemli bir etkendir de. Barışın sürekliliğinde tembelleşen insanların ve ulusların yeniden harekete geçmesini sağlayan öge olarak savaş, Hegel'de toplum yaşamının temelini oluşturmaktadır.​
Görülmektedir ki savaş, fertlerin kendine gelmesini sağlayan, bireyin bütünden kopmasını engelleyen, böylece bütünün parçalanarak diğer öğelerinden ayrışma ve çözülmesine engel olan önemli bir araçtır. Hegel, hükümetlere, zaman zaman savaşmanın gerekli ve zorunlu olduğunu bildirir. Tarihin ilerlemesinin, toplumların gelişmesinin, böylece, Tin'in kendini gerçekleştirmesinin araçları olan savaş, tutku, ihtiras gibi olguların, insan ve ulus olmadaki önemlerini ortaya koyar. Devletler arasındaki karşılıklı saygıyı ve hakları güven altına almanın, hukukun gerçekleşmesinin önemli bir aracı da savaş olmaktadır. Yine Hegel'e göre, devletlerin tıpkı kahramanlar gibi tarihsel görevleri vardır, tarihsel olarak görevini yerine getiren ulus ya da birey tarih sahnesinden çekilir. Ona göre, ulus veya birey, mutlak ide'nin tarih içinde kendini gerçekleştirmesinin bir aracından başka bir şey değildir. Tarihte görülen bu araçlar aklın hilesidir. İster kahraman, ister kişi, ister kurban olsun, tüm insanlık Tin'in gerçekleşmesine hizmet etmektedir. Dünya ruhu insan tutkularını kullanır. Özel, genelin yanında pek önemsizdir, her şey Tinin çevresinde dönmekte, tarih, diğer tüm olgular için doğrama tahtası olarak işlev görmektedir. Tarihin doğrama tahtası olması, genelin gerçekleşmesinin amaçları olan doğa ve toplumun kendileri için değil, mutlak ide için anlam taşımalarındandır. İnsan ve toplum yaşamı ve özel istemler, tarihte önemli bir görev yüklenmişlerdir: Tin'in gerçekleşmesine hizmet etmek, ona araç olmak. Tin tarih içinde kendini gerçekleştirirken, bütün varlıkları kullanmaktadır. Böylelikle özel istemler, tarih denen doğrama tahtasında kendi irâdelerini değil, Tin'in irâdesini gerçekleştirmeye çabalamaktadır.​
Hegel, "hukukun ortadan kalkıp, şiddetin ve olağanlığın hükmünü yürüttüğü durum olan savaşta bile, devletlerin birbirlerini birer devlet olarak karşılıklı kabul etmeleri, aralarında bir bağın varlığını sürdürdüğünü gösterir. Bu bağ içinde, devletler, birbirleri için, kendiliğinde ve kendisi-için, mevcut antiteler olarak değer taşırlar; öyle ki savaş sırasında bile, bizzat savaşın kendisi, geçici olması gereken bir şey olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla savaş, ius gentium a uygun bir karakter taşır, yani savaş durumunda bile barış imkânı varlığını korur" düşüncesini ileri sürmektedir. Savaş ortamında bile devletler, birbirini karşılıklı olarak kabul etmelerinden ve düşman olarak görmelerinden dolayı varlıklarını kabul etmiş olmaktadırlar. Böyle bir tanınma ve tanıma, olağanlık olarak belirlenen savaşların barışa olanak tanıdığını gösterir. Savaşın varlığında bile, barış söz konusu edilmektedir. Ancak, yine de Hegel'in barışı ebedî bir barış anlayışı olarak kavranamayacak denli savaşa bağlanmaktadır. Hegel'in Avrupa Barış Ailesi görüşü, kendi genel bakış açısına ne kadar karşıt görünüyorsa da, insanlığın geleceği açısından bugün çok büyük önem taşımaktadır.​
Günümüzde Barışın İmkânları
Çağımızda termo-nükleer silahların gelişmişlik seviyesi, insanlığı hatta tüm canlı doğayı tehdit etmekte, toplumlar üzerinde psikolojik baskı yapmaktadır. Kant'ın Federatif idesi, Hegel'in Avrupa Barış Ailesi düşüncesi, "Barış Felsefesi" için olduğu kadar güncel barış açısından da çok önemli görünmektedir. Bu düşünceler, güncel barış istemlerinin gerçekleştirilebilmesi, barışın kurulması, bütün ulusların eşit hak ve sorumluluklarda olduğu bir barış birliğinin yapılandırılması için hazırlık çalışmaları olarak değerlendirilebilirler. Savaş durumu, devletlerin özerkliğini de söz konusu edeceğinden, barış antlaşmalarının karşılıklı olarak tanınmasını gerektirmektedir. İnsanlar arasındaki bireylik kazanma ilişkisindeki çatışmalar, farklı/benzer amaçla da olsa devletler arasındaki savaş ya da çatışmaya benzetilebilir. Aralarındaki savaşlar yoluyla bireyliklerini diğer devletlere kabul ettirerek özbilinçlerini egemen kılmaya çabalayan devletler, çatışmanın çözülmesi için barış antlaşmalarıyla karşılıklı tanınma olanağı elde ederler. Savaşlar devletlerin özerklik ve bireylik kazanmasının aracı olarak görülmektedir. Barış anlaşmalarının taraflarca kabul edilmesi, anlaşma içeriğinin tarafları tam anlamıyla tatmin ettiği anlamına gelmez, aksine günümüze kadar yapılan barış anlaşmalarının hemen hemen tümünde güçlü olanın zayıfa zor yoluyla dikte ettirdiği koşullar bulunmaktadır.​
Toplumsal varlık olan insan, salt toplumsal varlık olması ve birlikte yaşama gereksinmesinden dolayı da ebedî barışı kurmaya çabalamaktadır. Toplumsal olmanın ve birlikte yaşamanın gizli özü (qualitas occulta), İnsanî bir gereksinme olan barıştır. Çünkü, barış, hem de ebedî bir barış ve bu barışın ebedîliğinin olanakları kurulmaksızın insanın toplumsallığının da, sözde ya da yanılsamalı toplumsallıktan öteye geçmeyeceği, insanın insansal olanı gerçekleştiremeyeceği görülmektir. Bugün toplumsal yaşamda var olan, Hobbes'un ifadesiyle herkesin herkese karşı savaşı (bellimi ommum contra omnes), herkesin herkesle barışına dönüştürülmesinin gerekliliği kendini hissettirmektedir. Barış istemi, çağımız toplumsal ilişkilerinin ve teknolojilerinin gelişmesinin sonucu olarak zorunluluğa dönüşmekte ve insan türünü tehdit eden nükleer silahların varlığı koşullarında tüm insanlar için vazgeçilmez gereksinmeye dönüşmektedir.​
Hem savaş hem de barış olgu ve kavramları içerisinde içerilen hem olumlu hem de olumsuz yanlar paradoksal şekilde geliştirilmektedir. İnsanın, daha yaşanabilir bir dünya yaratmak amacıyla insana yabancı bütün fenomenlere karşı savaşması, mücadele etmesi, gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakması türünden eylemlerin, bireyin kendini gerçekleştirme sürecinin bir parçası olacağı açıktır. Karşıtların birliği ve savaşımının (buna, karşıtların birliği ve çatışması veya mücadelesi demek daha doğru görünmektedir), değişme ve gelişmenin temeli olarak ele alınması, savaş ve barışın (ya da toplumsal anlamda şiddet ve uyumluluk) uyumluluğu ve uyumsuzluğunun, bugüne değin toplumsal yaşamın temel belirleyicisi olduğu anlamına gelmektedir. İnsanın tarihsel eylemi, toplumsallık, yani emek, ortaklaşalık, yeniden üretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi öznitelikleri üzerinde gelişmektedir. Bu savın daha açık anlamı şudur: İnsan, türdeşiyle birlikte yaşama, onunla dayanışma, yardımlaşma ve emeğin akılcı kullanımı üzerinde bugünkü gelişmişlik seviyesine gelmiştir. Bu savın içinde gizli olan bir sav vardır. O da şudur: İnsan, yukarıda betimlenmiş öznitelikleri nedeniyle, saldırgan değil uyumsal, savaşçı değil barışçı niteliklere sahiptir. Ama ne yazık ki, tarihsel sürecin olguları bu savı çürütmüşe benzemektedir. Savın çürümüş olduğu doğru mudur?​
İnsansal özniteliklerin, düşünce ya da davranışların olumlu ya da olumsuz olarak belirlenmesinde önemli bir yeri vardır. Eylemin insansal idelere yönelmesi, eylemin olumlu ya da olumsuz olarak nitelendirilmesinde temel ölçüttür. Eylemin olumlu olarak nitelendirilebilmesi için, eylemin düşünceyle, düşüncenin eylemle uyumluluğu, düşünce ve eylemin de gerçeklik ve insansallıkla bütünleşmesi gerekmektedir. Gerçeklik, ancak bu iki yanın birbirine uyumu ya da uygun düşmesi ile yakalanmaktadır. Eylem kurama uygun olmalı, kuram ise maddî dünyanın gerçeğini tüm çıplaklığıyla yansıtmalı ve ondan kaynaklanmalıdır. Bir düşüncenin doğruluk derecesini belirleyen içeriğidir. İçerik ise, konumuz açısından insansal ide'nin ne ölçüde içerildiğine işaret etmektedir. Yapılacak her değerlendirme, somut koşulların objektif olarak ele alınıp alınmadığına bağlı olarak pratik yaşamda geçerlilik veya geçersizlik niteliği kazanacaktır. Geçerli niteliğin olabilmesi ise, perspektif olarak davranış ve düşüncenin yöneliminde; genel çıkarları özel çıkarların önüne koymak, insansal ideye uygun davranmak, tam ve genel özgürlüğü istemek söz konusudur. İnsanın, tarihi boyunca kendini yeniden ve yeniden üreterek, barışın temellerinin güvencesi olabilecek bir kavrayışı, yani, "yeteneğine göre iş ve gereksinmesine göre ürün" almayı bayrağına çoktan yazdığı Marx tarafından bildirilmekte, yazmakla kalmayarak hak ve genel adalet mücadelesi yoluyla bu hedefine adım adım yaklaştığı -Hegel'e göre, mutlak idea'nın kendini gerçekleştirmesine, Marx'a göre, insanlığın özgürlüğün krallığına doğru ilerlediği savı hatırlanmalıdırvurgulanmaktadır. Bugün belki de ilk bakışta bir an için insanlık bu hedefinden evrensel ölçekli bir sapmaya uğramış gibi görünmektedir. Ancak geçici ve yanıltıcı bir görüntüden ibaret bu gelişme, insan ve insanlık için, küçük tarihsel bir gerileme sürecinden başka bir şey olarak görünmemektedir. Tarihin diyalektiği, insansal değerlerin, olgu ve kavramların, insanlığın ilk dönemlerinden bugüne değin gelişerek gerçekleşmeye doğru ilerlediğini göstermektedir (Hegel ve Marx bu savı olumlarken, Horkheimer ve genel olarak Frankfurt'çular olumsuzlamaktadırlar). Çoğu filozofa göre, insanlığın ilkel komünal yaşama biçiminin daha üst düzeyde ve yeniden üretilmesi, şekillendirilmesi için yüzyıllardır gerçekleştirilen mücadeleler, yarının barışçı ve insansal yaşantısının ipuçlarını vermektedir.​
Savaşın karşıtı olan barışın, kendi karşıtı savaş gibi tarihsel süreç içerisinde ortaya çıktığı görülmektedir. Barış kavramı savaşın olumsuzlanması gereksinmesinden ortaya çıkmıştır. Doğaldır ki, savaş kavramının somut olarak yaşanmadığı toplumsal durumda barışın anlam ve kavramı bilinmeyecektir. Afrika'nın ilkel kabilelerinin kar ve buz kavramının ne anlama geldiğini bilmemeleri gibi. Buna göre denebilir ki, diyalektik, her şeyin kendi çelişiği ya da karşıtı ile birlikte varolması anlamına gelmekle birlikte, çelişkili her durumun mutlak bir karşıtlık içereceği anlamına gelmemektedir. Karşıtların birliği, ortaya çıkmakta olan her yeni oluşumun temelidir. Bu yeni oluşum, hem tez, hem de karşı tezdeki nitelikleri içermeyebilir. Barış ya da savaş, karşıtından tamamen ilişkisiz de olamaz.​
"Barışın Felsefesi" adlı yapıtta anlatılan savaş ve barış karşıtlığı şu şekilde özetlenebilir: Barışın savaşsızlık durumu olarak tanımlanması, negatif (ne olmadığını belirten) bir tanımlama olduğundan, ne olduğunu pozitifanlamaya yetmiyor. Bu nedenle geçici savaşsızlık durumu olarak değil, süreklilik niteliği onun özbelirlenimi olmaktadır. Bunun en açık somut tarihsel örneği ilkel toplum olarak gösterilebilir. Her somut tarihsel görünüş biçimlerinde barış, kavranışı gereği savaşla birlikte düşünülür, ama bu tarihsel süreç vazgeçilmez karşıtlıklar şeklinde değerlendirmeyle sonuçlanırsa, sürekli barıştan söz etmemek gerekir. Her savaş durumunda olduğu gibi her barış durumunda da kendi somut tarihsel koşullarında, yani ekonomi ve siyasetiyle birlikte değerlendirmelidir. Savaş, ilkel ve komünist toplumsal biçimlenmelerde, sınıfların ve devletin örgütlenmiş, silahlanmış aracı olarak görülmemektedir. Son çözümlemede savaşın nedeni, üretim araçlarının özel mülk edinilmesine dayanmaktadır. Savaşın tarihsel zorunluluğu, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bulunduğu sınıflı toplumlarda başlamakta ve bitmektedir. Sınıflı toplumlarda da barış vardır, bununla beraber bu barış, geçici ve umutsuzlukla dolu, savaş-barışsavaş döngüsüyle sürmektedir. Bunun nedeni, sınıflı toplumların karakteri ve içeriğinin, hem ilkel ve hem de komünist toplumlardan tarihsel olarak farklı şekillenmesinden kaynaklanmaktadır. Savaş ve barışın karakterleri her toplumun özgün gelişmesine, tarihsel, toplumsal, ekonomik temellerinin biçimlenmesine göre değişmektedir. Uzlaşmaz çelişkiye sahip olan sınıflı toplumlarda savaş ve barış birlikte varolmaktadır. Bu anlamda savaş ve barış, her zaman aynı anlamda ve kategoride ele alınmamaktadır. Barışın varlığının belirlenmesi, salt savaşm yokluğu, savaşsızlık olarak belirlenmemektedir. Savaş ve barış, sınıflı toplumlarda aynı zamanda yan yana ve birlikte var olmakta, birbirlerini çözmektedirler, bu durum olağan ve zorunludur.​
Her toplumsal yapının sosyo-ekonomik ve tarihsel biçimlenmesi, toplumların, özgün karakterlerini oluşturur. Buna göre, savaş ve barış, incelenen toplumların tarihsel gelişmeleri ve insanlar arası etkileşime göre farklı içerik ve kategoride değerlendirilmelidir. Toplumsal çelişkilerin antagonizm kazanmadığı toplumlarda çağdaş şekliyle savaş ve barış görülmemektedir. Sınıflara ayrılmış toplumlarda savaş, uzlaşmaz çelişkilerin çözümlenmesinin zorunlu bir aracından başka bir şey olarak görünmemektedir. Sınıflı toplumlarda savaş ve geçici barışın kaçınılmaz varlığı ve birbirlerini çözmeye yönelmelerinin anlamı şudur: Savaş ve barış, yan yana ve birlikte olmalarının koşullarını yaratan alt yapının içinde, birbirlerinin varlık koşullarını ortadan kaldırmaya girişirler, sürece ve koşullara egemen olmaya çabalarlar. Bu çabanın arkasında duran ve ona niteliğini veren, onu yönlendiren etken ise, insanlar arasındaki etkileşimin niteliğidir. Savaş ve barışın neden ve koşullan mutlak ya da kutsal bir varlığa değil, bu olgu ve kavramları yaratan, yönlendiren insanlara bağlıdır; savaş ve barış nesnel gerçeklik alanında olur ve biter. Hangi yaklaşımla kalıcı bir biçimde savaş ve barış ilişkisi çözümlenebilir, insan ve toplum ilişkileri uyumsallık temelinde ilerletilebilir? Yanıt aranan soru budur. Tarihin her döneminde savaşın yıkıcılığı ve insanlığın ilerlemesine getirdiği zararlardan söz edilmiştir, fakat hiçbir zaman barışın gerekliliğine bugünkü kadar gereksinim duyulduğu görülmemiştir. Engels henüz 19. yüzyıl ortalarında Marksizmin programatik ilkelerinden birini şöyle formüle etmektedir: "Barışın garantilenmesi silahsızlanma ile olanaklıdır".
En azından savaşın yıkıcılığının geriletilebilmesi için bir araç olarak silahsızlanma, toplumsal ve felsefî bir önerme şeklinde önceden beri betimlenmektedir. Savaşın koşullarının ortadan kaldırılması için önemli bir evre olarak, geçici barış anlaşmaları ve silahsızlanma olanaklıdır ve bu olanak üzerinden savaşın tümüyle ortadan kaldınlabilmesi, ebedî barışın kurulması gerçekleştirilebilir. Bugün insanlığın en büyük sorunlarından biri de nükleer savaş olasılığı olarak belirtilmektedir. Nükleer savaş silahlan akılcı ve insanlığa yararlı bir şekilde güvenle denetlenemeyecekse üretimlerinin durdurulması, varolanların da yok edilmesi önerilmektedir. Yakın bir gelecekte bu tehdit önlenemediği takdirde şöyle bir olasılık göz ardı edilemeyecektir: Nükleer silahlan ellerinde bulunduran güçler dünyanın tartışılmaz tek efendileri olabileceklerdir ve insanlık, büyük ideali olan barış, özgürlük ve kardeşliği hiçbir zaman gerçekleştirememek üzere unutmak zorunda kalabilecektir. Çağımızda insanlara aralıksız olarak savaşın zorunluluğu hakkında akıl dışı önerilerde bulunulmaktadır ve ne yazık ki bu öneriler egemen düşünme biçimi olabilmektedir. Bu öneri güncel olduğu kadar tarihsel geçmişe sahiptir. "Romalılar çok önceden şu cümleyi formüle etmişlerdi: 'Barışı istiyorsan savaşa hazırlık yapmalısın.’" Devletlerin birbirlerini yok etmek için, birbirlerine karşı sözde savunma tedbiri almaları ve aynı zamanda bu savunma tedbirinin gelecekte bir saldırı gücüne dönüşecek şekilde örgütlenmesi, barış istemini ve barışm gerçekleşmesini sağlayabilecek bir öze sahip midir? İçinde bulunduğumuz koşullarda biçimsel olarak haklı gibi görünen "barış istiyorsan savaşa hazırlanmalısın" sözü, içeriksel olarak savaşa hazırlanma ve açıktan açığa savaş ilanından başka ne anlama gelebilir? Günümüzde devletlerin gerçek politik tutumları, bu akıl dışı öneriyi izlediklerini göstermektedir. Savaşın koşullarını ve olasılığını güçlendiren, savaşın varoluşunu güçlendiren düşünme biçimini etkisiz hale getirmek tüm toplumbilimlerinin ve özellikle felsefenin önde gelen görevi olarak görünmektedir. Devletler arasındaki savaşı, toplumsal çatışmalardan ayrı tutmak gerektiği de vurgulanmaktadır. Bu çatışmalara her ne kadar savaş adı verilse de, bu kavram içerik açısından farklıdır ve değişik bir kategoride ele alınmaktadır. Barış, ileride de görüleceği gibi insanın özniteliği (aynı zamanda Kant'ın doğaya uygunluk dediği biçim) olarak belirlenmektedir. Barışın temeli, insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanmaktadır. İnsan diğer türdeşleriyle birlikte olmak zorundadır ve bu zorunluluk, barışı olanaklı kılacak ilişkiyi temellendirmektedir. Böylece barış, toplumsal yaşamın sürdürülmesi için ön koşul olmaktadır. Tersi durumda, birlikte olmayan, dayanışmayan, elbirliği gerçekleştirmeyen insan topluluğu ve birliği, olsa olsa sözde birlik olmaktadır. Bu anlamda savaş, insanları uyumsuzluğa, çatışmaya götüren ilişkilerin yolu olarak belirmektedir. Ancak nükleer silahların yok edici gücünün organik varlığı tehdit etmesi, karşı nükleer savaşı değil ama bu yok edici güce karşı toplumsal mücadeleyi olanaklı, aynı zamanda gerekli kılmaktadır.​
Anlaşmalar yoluyla oluşturulmuş barış, aslında "Barış"ın içerik ve anlamından çok uzak bir ifade taşımaktadır. Oysa barışın özü, çok geniş ve anlamlıdır. Barış, hiçbir zorlama olmaksızın, insanların kendi yaşamlarının yansıması olarak kabul edilmiş, karşılıklı hoşgörü ve sevgiye dayanan, karşılıklı haklarm ve özgürlüklerin güven altında olması, korunması ve kullanılmasıdır. Barışta genel olarak hümanist bir içerik vardır. Ve bu içerik, barışın özünü ifade etmektedir. Barış, insanın doğasında varolan ve gelişebilecek en önemli nitelik olarak görünmektedir. Sosyal olan bir canlı, türünün diğer üyeleriyle yaşamak, elbirliği yapmak zorundadır. Bu anlamda barış, insanın toplumsal bir varlık olması gerçeğine, bireyin türdeşiyle sevgiyle dayanışması, yardımlaşması, paylaşması ve vermesine dayanmaktadır. Bu, insanın diğer bireylerle uyumlu ilişkiler geliştirdiği ölçüde kendini yenileyeceği, gerçekleştirebileceği anlamına gelmektedir. Öyleyse barış ne şekilde olanaklıdır sorusu, barış üzerine çok konuşmak yerine, barış nasıl hayata geçirilebilir sorusuna yanıt aramak, çözüm önerisi getirme cesaretini bulmak, problemlerin pratik çözümlerine yönelmeyi gerektirmektedir.​
İçinde bulunulan toplumsal ilişkilerin olumsuzlanmasma dayanan kavrayışlardan hareket eden kimi düşünürlere göre (Marx, Kropotkin, Marcuse), barış, içinde yaşanan bugünkü kapitalist toplumsal ilişkilerde, iktidar odakları tarafmdan yok edilmeye, kendi çıkarları açısından güdükleştirilmeye çalışılmaktadır. İktidar sahibi güçler, toplumları etkileri altında tutmakta ve güçlü yayın ve haberleşme araçlarıyla, yığınları yanlış bilgilendirme yoluyla kendi düşünce yozluklarını yaydıkları gibi, yine eğitim yoluyla da genç zihinlere etkide bulunarak onların insansal yanlarını felç etmekte, onları tutucu, yobaz, kendilerine yabancılaşmış bireyler haline getirmektedirler. Çok geniş ve zengin olanaklara sahip olan bu güçler daha da ileri giderek, karşıt görüşü temsil edenlerin toplumsal etkinliklerini kısıtlayabildikleri gibi, onları, değişik biçimlerde şiddet ya da baskı yoluyla veya akla gelmedik binbir çeşit hileyle nötralize etmeye çabalamaktadırlar. Toplumsal ilişkilerin yönlendiricileri, egemenliklerini sürdürmek için kitle kültürü ve kültür endüstrisini geliştirerek, bunların, toplumun tüm katmanlarında en geçerli, istenen ve yaygın egemen yönlendirme biçimleri olmasını başarıyla sağlamaktadırlar.​
Barışı savunmak, istemek, sadece düşünsel olmamalıdır. Çünkü, pratiğe hizmet etmeyen, gerçekleşmenin önünü açmayan düşünme, felsefenin uygulayımsallığı açısından önem taşımamaktadır. Dünyada her devlet ve nerdeyse her birey barış istemekte, ancak her ne hikmetse, dünyanın hemen hiçbir noktasında, bir türlü barış -sözde değil, ebedî barışkurulamamakta ve savaş tüm devletleri ve halkları etkisi altına alan güç olmaktadır. Yaşanan her olayda birey olarak olumluyu, ilerlemeyi ve barışı hedefleyerek eylemliliklerde bulunma ebedî bir barış için vurgulanmaktadır. Bulunulan her ortamda barışın pratik savunucusu, koruyucusu olmak, söylenenle yapılanın birbiriyle uygunluk içerisinde olmasıyla da ilgili görünmektedir. Ziya Paşa'nın ünlü sözünü: "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz", adeta düşünce ve eylem birliği için önemli bir vurguyu dile getirmektedir. Buna göre, düşünülenler ve yapılanlar arasında sıkı bir bağ olması gerektiği vurgulanmaktadır.​
Evrensel ve ebedî barış, tüm toplumların ve insanların birbirleriyle uyumlu ilişkisini ifade eden insanın öznitelikleri olarak tanımladığımız bilinçli çalışma, yardımlaşma, elbirliği ve toplumsallığın karşılıklı çıkarları güvenceleyerek ilerletilebilmesi olarak betimlenmektedir. Evrensel ve ebedî anlamıyla tüm insanların ahenkli birliğini, sevgiyi, karşılıklı hoşgörüyü ve güvenliği anlatan, insanlığın sonsal ereği olan barışın, insan türünün sürekliliği için gerekli olduğu düşünürler tarafından belirtilmektedir. Reform ya da silah bırakma bağlamında geçici de olsa "barış" bir insansal taleptir. Bu insansal talep, insanın ve insanlığın her döneminde görülebilmektedir. Dinsel inanışların çoğu dogmalarında barış insanlık için öngörülmekte, savaş ise kaçınılması gereken durum olarak belirlenmektedir. Barış sözcüğü için eski Ahit'te kullanılan İbranice sözcük Şalom, uyum, dostluk, barış anlamlarını içermektedir. Arapça selam sözcüğü de; barış, esenlik ve kardeşliği ifade etmektedir.​
Ebedî veya nihaî barışın, özgürlüğü hem bireysel, hem toplumsal anlamlarıyla ve öncelikle gerektirdiği görülmektedir. Bu ise, savaşın içinde barışı taşıdığı, ve tersi bir düşünüşle -uzlaşmaz karşıtlıklarla iç içe olan toplumsal ilişkilerde barışın içerisinde de savaşın öğeleri bulunması anlamına gelmektedir. Ancak barışın içinde savaşın öğelerinin bulunması durumu tersine çevrilerek, barışın çelişiği daha değişik ve gelişmiş barış ilişkilerine dönüştürülebilir görünmektedir. Barış ilişkilerinde ortaya çıkan çelişkiler, barışın korunup geliştirilmesi amacıyla, savaş yaratmayacak yaratıcı ve yarışmacı karşıtlıklara dönüştürülmelidir. Savaş olgusu ve kavramının insan özelliği olmaktan çıkarılması, tarih boyunca savaşın anlam ve içeriğini yaşayarak öğrenmiş insanın yıkıcılık, saldırganlık, şiddet ve olumsuz içerikli bencilliğinden uzaklaştırılarak toplumsallığının özniteliklerini öne çıkaran, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve uyumsallığının canlandırılmasını gerektirmektedir. Sandkühler, savaşa karşı savaşıma girmeyi reddetmek, bu savaşta yer almaktan daha az politika yapmak değildir düşüncesiyle, savaşa karşı edilgin olmanın ona katılmak ve onu desteklemek anlamına geldiğini vurgulamaktadır. O, "Savaş bugün, ölçüsü barış olan insan varoluşunun üzerine çöken ölçüsüz bir tehdittir", ve Barış, öznel bir değerlendirme konusu değildir. Barış, felsefe ve bilgiyi seçkinlerin harcı olmaktan çıkarıp, savaşa karşı eyleme etkin biçimde kitlelerin katılması ile olanaklıdır kavrayışına yer vermektedir. Ona göre felsefe, kuşkusuz gerçekliktir, iç yapısı kuramsaldır, evrensel bilgiyi toplayıp herkesin kullanımına sunmak gibi bir görevi vardır, günümüz felsefesinin ve felsefecilerinin en önemli görevlerinden birisi de, türümüze karşı tehdidin başında gelen savaşa karşı etkin bir praksis felsefesi ile korku ve çaresizliğe karşı bilginin enternasyonalini kurmaktır.
Desiderius Erasmus'un Dört Bir Yandan ve Tüm Uluslar Tarafından Kovulan Barışın Yakınması başlıklı eserinden barışın yakınmasına kulak verelim: "Eğer ben, gerçekte, gerek tanrılar, gerekse insanlar tarafından onca övgüye boğulan barışsam, gökyüzünde ya da yeryüzünde mevcut olan tüm iyiliklerin kaynağı, anası, besleyicisi, müjdecisi ve koruyucusuysam ...; eğer ben olmazsam, hiçbir şey gönenmezse, ... ve buna karşılık, eğer savaş, tartışmasız, orada ya da burada, tüm evreni etkileyecek tüm kötülükleri yayan bir okyanussa ..., eğer o felaket (savaş), yeşeren her şeyi aniden kurutuyor, gönenç anıtlarını yerle bir ediyor, sağlam yapıları sarsıyor, en iyi biçimde kurulmuş olan şeyleri yıkıyor ve tatlılığı acıya dönüştürüyorsa ... kim, onu kışkırtanların insan olduğuna en minicik beyin parçasına sahip bulunduğuna inanır?" Bu yakınmanın ne ölçüde yerli yerinde olduğu görülmektedir. Her zaman insan zihnini uyanık tutması gereken bu yakınmanın hiç de insanlara anlaşılır gelmediği bugünün savaşlarından belli değil midir?​
Sürekli bir barış, her zaman için (bilinç yanılsamasıyla bencilliğin kucağından kalkamayan azınlık dışında) tüm insanların temel talebi olarak görünmektedir. Doğa ile sürekli savaş içerisindeki insanoğlu kendi arasında da hemen hiç kalıcı sürekli bir sonsal barış gerçekleştirememektedir, ancak bu erekten de vazgeçmemektedir. Toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihinden ibarettir diyerek, politik bir gerçeği tüm açıklığıyla ifade eden Marx, kalıcı ve sürekli bir barışın sağlanamamasının temel nedenini, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki antagonist çelişkinin varlığında görmektedir. Bu çelişkinin kaynağını ise toplumsal zenginliklerin özel mülk edinme biçiminde aramaktadır. Özel mülk edinme sonucunda ortaya çıkan tüm eşitsizlik, adaletsizlik vbg. sorunlar sonsal bir barışın önündeki engeller olarak durmaktadırlar.​
Kimi düşüncelere göre, içerisinde yaşadığımız sistem ve ilişkiler üzerinde sonsal barışı tesis etmek olanaklıdır. Bunun yolu, yeryüzünde savaşların hiç olmamasını sağlamaktır. Bütün savaşlar kötüdür! Barışı sağlamanın yolu da barış dernekleri ve partiler aracılığıyla hiçbir savaş ayırt edilmeksizin (haklıhaksız) çatışmayı durdurmaya çalışmak, çözüm önerilerinde bulunmaktır. Toplumsal işleyişteki reformlar ve bir takım iyileştirmeler, geçici yararlar sağlamaktadır. Ama uzlaşmaz çelişkiler, karşıtlıklar yaşama ne ölçüde ayak uydurur hale dönüştürülmeye çalışılırsa çalışılsın, problemlerin köklerinin ortaya çıkardığı adaletsizliklerin yarattığı toplumsal tabakalar arasındaki antagonist ilişkiler nedeniyle kalıcı bir barışa yönelik sonuçlar alınamamaktadır.​
Sonsal barışı hedefleseler de toplumsal bir bütünlük içinde harcanmayan emekler, bütün enerjiler boşa gidip buharlaşacağından, kalıcı barışa hizmet etmediği gibi, ters tepeceğinden, sorunun kökenleri ile tanımlandığı sağlıklı ve tutarlı felsefî girişimler gerekmektedir. Birbirlerinden farklı yaklaşımlara sahip olmakla birlikte; Kant, Marx, Bakunin, Troçki, Lenin, Proudhon, Adorno, Marcuse ve Kropotkin gibi birçok düşünür, ebedî barışı, insanlığın önünde -nihaî anlamda varılmak istenen erek bağlamındatek seçenek görmektedir.​
Adomo, ne özne ve nesnenin birbirinden ayrı şeyler olduğunu fark edemeyen birlik anlayışının, ne de bunların bir araya gelmesinin olanaksız karşıt şeyler olduğu anlayışının, uyumluluk durumu içinde yer alamayacağını; tersine, bu uyumluluk anlayışının, birbirinden ayrı olan özneyle nesne arasındaki iletişime bağlı olduğu anlaşılmadıkça, objektif bir kavram olarak iletişimin bile kendisi olarak varolamayacağı düşüncesindedir. Epistemolojik olarak da özneyle nesne arasındaki bağlantı insanlar arasında, insanlarla, onlara göre diğerleri olanlar arasındaki bağlantı, barışın gerçekleştirilmesine bağlıdır. Barışın egemenliğinin olmadığı bir farklı olabilme durumu; farklı olabilme olanağı bulmuş olanların birbirine katılabilme durumu olarak görülmektedir. Buna göre barış, kolektif öznellik, bireysel öznellik ve nesnel dünyadan oluşmaktadır. Burada dile getirilmek istenen düşüncenin temellerinde duran sav, eleştiri kuramının temel kavrayışıdır da: Hiyerarşiyi ortadan kaldırmak. Bu bağlamda da öznenin nesneden ayrılışının temelinde, zihinsel emeğin bedensel emekten ayrılışı olduğunu ve bu ayrılığın da öznenin nesne üzerindeki tahakküme yol verdiğine işaret etmektedir Adorno.​
Barış ve boş zaman ilişkisi hiç de yabana atılır değildir. "Her yanda inanılan bir şey de mutlu olmak için insanın boş zamanı olması gerektiğidir. Boş zamanımız olabilsin diye bir iş tutarız, tıpkı barışa kavuşabilmek için savaşmak zorunda kaldığımız gibi." Barış ile boş zamanın birbirine benzetilmesinin temeli, barışta ve boş zamanda insanın kendi gizil güçlerini açığa çıkarmak için çabalamasıdır. Yani insan akılcı, mantıklı ve insanlığa faydalı etkinliği kendi yeteneklerini ortaya çıkarma olanaklarını bulduğu boş zamanda ya da barış sürecinde gerçekleştirmektedir.​
Alman Barış Toplumunun bir belgesinde (1897), savaşın (bu savaşlar, Alman eyaletleri arasındaki savaşlar olmalıdır) asil köklerinin eski Bayem'in yabancı düşmanlığından kaynaklanan önyargılarına ve tutkularına dayandığı ileri sürülmektedir, ancak yine aynı yerde, toplumların birbirlerine düşman yabancılar olmadığı, birbirlerini destekleyen ve geliştiren varlıklara sahip oldukları vurgulanmaktadır. İçinde bulunulan yer kürenin nükleer silah deposu güvensizliğine karşın barışın savunulabilmesinin olanaklarının tükenmediği, bir yandan liberter düşünce (insanın tam bir özgürleşmesinin adalet, eşitlik ve ortaklaşa üretim ve tüketime dayalı olduğunu savunan tüm kavrayışlar) yanlıları ve pasifistler tarafından ileri sürülmektedir.​
Pasifist; savaş karşıtı, şiddete ve intikama karşı olan, savaş ve şiddete, insana yönlendirilen her baskıya karşı olan kişi olarak tanımlanmaktadır. Pasifistler, her ne kadar savaşların egemen olduğu bir dünyada olsak da, Freud'a dayanarak, insanların "fizyolojik olarak uyuma yönlendikleri için pasifizme eğilimli olduklarını" ileri sürmektedirler. Barış hareketinin, nükleer her türlü bombayla insanlığın varoluşunu tehdidi karşısında belirleyici bir yanıt olduğunu, ölüm karşısında yaşamı dile getirdiği belirtilmektedir. Pasifistler, insanı, insanlığı ve canlı dünyayı korumak için, şiddete dayanmaksızın şiddet ve savaşın yok ediciliğinden uzak tutmaya çabalamakta olduklarını vurgularlar. Savaş karşıtları, çocukların, savaşı ve askerliği reddedecek şekilde yetiştirilmesi gerektiğini, savaş oyuncaklarının alınmamasını, çünkü bugün savaş oyuncağı ve bıçakla oynayanın, yarın toplumsal ilişkilerde ve cephede insan kalbi çıkarmaya çalışacağını vurgulayarak, askerlerle de flört edilmemesini, çünkü onların varlığının savaşı körüklediğini vurgularlar.​
Toplumun geniş kesimleri, toplumsal yaşamın dayatmalarına, saldırgan ve savaşlara yönlendiren denetimlere karşı kimi sivil toplum kuruluşları ve bireyler olarak, pasif direniş, sivil itaatsizlik ya da pasifizm diye adlandırdıkları yöntemlerle, toplumun silahlandırılmasına ve savaşa sokulması çabalarına karşı birbirinden farklı ve hukuksal da olabilen eylemlerle direnerek, insan ve insanlığa karşı gelişmeleri (nükleer silahlanma, savaş ve değişik türden şiddet yönelimleri) protesto eden düşünce ve eylemlere dayanarak, bütün zayıflıklarına karşın, insanı ve insanlığı savunmaya çabalamaktadırlar.​
H. ALBERTZ, Warn m leh Pazifist Wurde, München, Knaur Verlag, 1983; M. BOSCH, Nie Wieder, Köln, Pahl-Rugenstein, 1981; J. BRONOWSKI, İnsanın Yûkselişi(çev. Aykut Göker), Ankara, Verso Yay., 1987; H. G. GADAMER, Philosophisches Lesebuch^ Band 1. Frankfurt am main. Fischer Taschenbuch Verlag, 1989; G. W. F. HEGEL, Hukuk Felsefesinin Prensipleri (çev. C. Karakaya), İstanbul, 1991; G. W. F. HEGEL, Tarihte Akıl (çev. Ö. Sözer, İstanbul. Ara yay., 1991; G. W. F. HEGEL, Tin'in Görüngübilimi(çev. A. Yardımlı), Istanbul, Idea yay., 1986; H. HILD, Die Welt Braucht Frieden, Stutgart. Radius Verlag, 1983; I. KANT, Seçilmiş YazılarfçeV. N. Bozkurt), Istanbul: Remzi yay., 1984; I. KANT, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi, Yazko Felsefe Yazıları(çev. U. Nutku), İstanbul, Ağaoğlu yay., 1982; I. KANT, Werke İn Sechs Baenden (Hrsg. von Wilhelm Weischedel), Darmstadt, Wissensachftliche Buchgesellschaft, 1998; W. KRANZ, Antik Felsefe(çev. S. Y. Baydur), Istanbul: Sos. Yay., 1984; K. MARX F. ENGELS, Komünist Manifesto(çev. S. Aslan) Ankara, Bilim ve Sosyalizm yay., 1976; K. MARX, 1844 Ekonomi, Politik, Felsefe El Yazmaları(çev. K. Somer), Ankara, Sol yay; H. J. SANDKÜHLER, "Bir Barış Felsefesi Için”, Felsefe Dergisi, Ocak 1987/1 İstanbul, De yay., 1987; V. W. SCHELER, Neues Denken Ûber Krieg und Frieden. Deutsche Zeitschrift für Die Philosophie, 1987/1. s. 20. Berlin. Veb. Deutscher Verlag Der Wissenschaften; W. SCHWAMBORN, Handbuch für Kriegsdienstverweigerer, Köln: Pahl-Rugenstein, 1973; A. TOYNBEE, Militarizmin Kökeni eri(çev. M. Dündar), İstanbul, Ayrıntı Yay., 1989; N. UYGUR, Güneşle, İstanbul, Ara Yay., 1989.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ADORNO, BARIŞ ETİĞİ, BARIŞ POLİTİKASI, ETİK, HERAKLEİTOS, HEGEL, KANT, MARX, MARKSİZM, ÖZGÜRLÜK, TOTALİTARİZM.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst