1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
bilim-felsefesi.jpg
Bilim, çağımızın büyülü sözcüklerinden biridir. Bilimsel düşünce, bilimsel metot, bilimsel akıl yürütme veya bunun tersine bilim-dışı düşünce, bilime aykırı bir metot vb. deyimlerini dikkate değer bir sıklıkla duymaktayız. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü kim duymamıştır? Bilim nedir? Bilimsel düşünce nasıl bir düşüncedir? Bilimsel yaklaşım, bilimsel yöntem, bilimsel sonuç nedir? Bilimsel düşüncenin veya yöntemin yapısı, işleyişi nasıldır? Bilimsel sonuçların özelliği, bilimsel yasa nedir? Bilimi diğer insani etkinlik alanlarından ayıran özellikler nelerdir? Bilimin değeri nedir? Bu ve benzeri sorular bilim felsefesinin sorularıdır.​

Bu sorulara, kendi yaptığı işi, kullandığı yöntem ve usulleri, vardığı sonuçları en iyi bilen biri olarak bilim adamının kendisinin en iyi cevapları verme imkânına sahip olduğu düşünülebilir. Bu düşüncede şüphesiz büyük bir doğruluk payı mevcuttur. Ancak öte yandan bilim adamının, bilim adamı olarak bu tür soruları kendisine sormak zorunda olmadığı gibi onları cevaplamak zorunda olmadığı da bir gerçektir: Bilim adamı bu tür sorular üzerinde düşünmeye, onları cevaplamaya başladığı andan itibaren artık bilim adamı gibi değil, bir bilim felsefecisi gibi iş görmeye başlar.​

Çünkü bizzat bilim adamlarının kendi görüşlerine göre, bilimin, daha doğrusu her bilim adamının konusu ve amacı bellidir: Olaylar, evrende olup biten şeyler hakkında bilgi vermek. Her bilimin kullandığı yöntemler, vardığı sonuçların özellikleri de bellidir. Oysa yukarıdaki türden sorular, bilim adamının bilim adamı olarak uğraştığı sorular türünden olmadığı gibi bunları cevaplandırırken kullandığı yöntem de dar anlamda bilimsel yöntem değildir; bu yöntem, felsefecinin alışılagelen düşünce, refleksiyon hatta ‘spekülasyon’ yöntemidir. Nihayet burada kendisine erişilen sonuçlar da dar anlamda bilimsel sonuçlar değildirler; çünkü bize eşyanın yapısı ve evrendeki herhangi bir olay veya olgu hakkında bir şey söylemezler. Bu, bilimin üstüne düşünmedir. Bilim üstüne düşünme ise kesinlikle bilim değildir. Aksi takdirde ‘bilimin bilimi’ gibi tuhaf bir şeyden söz etmek gerekir. O halde bu tür sorular, başka bir soruşturma alanının konusunu oluştururlar ki bu bilim felsefesidir.​

Öte yandan bilimin değerlerle ilgili sorular sormadığını biliyoruz. Oysa yukarıda 'bilimin değeri' diye bir şeyden söz ettik. Böyle bir soruşturma çağımız için de hiç de önemsiz değildir; özellikle de bilimin ve onun uygulaması olan teknolojinin bir yandan insan hayatını, toplumların yapısını, hatta doğanın çehresini değiştirmekte olumlu anlamda oynadığı rolle, öbür yandan öldürücü silahların, atom bombalarının, çevre kirlenmesinin meydana getirdiği ve hepsi bir bakıma bilimin sonuçları olan muazzam olumsuz gelişmeler dikkate alınırsa. Şimdi bilimin anlamı ve değeri üzerine bu tür bir soruyu bilim adamı, bilim adamı olarak kendi kendisine soramaz. Ancak öte yandan son yarım yüzyılda başta bilim adamlarının kendileri olmak üzere birçok insan, bu soruyu en ciddi bir şekilde kendi kendisine sorma ihtiyacı duymuştur.​

Felsefe, Bilim Felsefesi midir?

Felsefe, evren hakkında bilgi vermek isteyen bir etkinlik biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Yine felsefe Yunan dünyasında ilk defa ortaya çıktığında, evren veya eşya hakkında bilgi vermek isteyen bir başka etkinlik veya bilgi biçimi ile yani mitolojik-dinsel dünya görüşü ile hesaplaşmak zorunda kalmıştır. Thales, Herakleitos, Anaksagoras, Pythagoras gibi ilk Yunan düşünürleri felsefeden, bizim bugün çağdaş bilimden anladığımız şeye benzer bir şeyi anlamaktaydılar, yani onlar felsefi düşünce sayesinde evrenin doğasının bilgisinin önlerinde açılacağı varsayımından hareket etmekteydiler. Onlar Tanrılar da dâhil olmak üzere, evrendeki varlıklar ve bu varlıkların doğaları hakkında din veya mitolojinin sağladığı bilgilerden daha doğru, daha güvenilir bilgilere erişebilecekleri iddiasındaydılar.​

Örneğin Thales, evrenin yapısı üzerine başarılı bir kuram ortaya atmıştır. O, bütün nesnelerin tek bir ana maddenin, yani suyun değişik biçimleri olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü o, şu şekilde akıl yürütmektedir: Su, ısındığında buhar haline geçmektedir. O halde hava gibi gaz halinde bulunan bütün varlıklar suyun incelmiş, seyrekleşmiş bir biçimi olarak kabul edilebilirler. Suyun doğal veya kendine en yakın olduğu hal, sıvı halidir; o halde akan her şey, sudan meydana gelmiş olmalıdır. Nihayet su yeter derecede soğutulduğunda katı bir şeye, buza dönüşmektedir. O halde bütün katı veya katılaşmış şeylerin de su olduğunu düşünmek akla uygundur.​

Thales’ten sonra gelen diğer ve kendilerine ‘Doğa Filozofları’ denen diğer ilk dönem Yunan filozofları da temelde aynı yöntemi, yani derin ve bilinçli düşünme yöntemini kullanarak daha çarpıcı kuramlar geliştirmişlerdir. Örneğin Demokritos aşağı yukarı 2500 yıl önce, elinde herhangi bir deneysel gözlem ve doğrulama imkânı olmaksızın bugünkü atom kavramının ilk şeklini ortaya atmıştır. Var olan bir şeyin sonsuza kadar bölünemeyeceği, çünkü sonsuza kadar bölünebilen ve bir sıfır değerine inecek olan varlık ‘parçacık’larından ne kadarını bir araya getirirsek getirelim, herhangi bir büyüklüğü meydana getiremeyeceğimizi düşünerek, bu bölünmenin bir yerde durması gerektiğini, kendilerinden daha ileri bir bölmenin mümkün olmadığı bu ‘bölünmeyen’ (atom) şeylerin ise varlıkların yapı taşlarını oluşturduğunu söylemiştir.​

Felsefe bütün İlk ve Orta çağ boyunca bizim bugün bilimden kastettiğimizden çok farklı bir şey olarak anlaşılmamıştır. Nitekim Aristoteles’e göre bizim bugün belli ve bağımsız, özel bilimler olarak tanımladığımız matematik, fizik, astronomi vb. yalnızca felsefenin, teorik felsefenin dallarıdırlar. Hatta bir bakıma ta XIX. yüzyıla varıncaya kadar felsefe ile bilim arasında ciddi bir ayrım yapılmamıştır: Newton’un fizik, mekanik ve astronomiye ilişkin, bilimsel görüşlerini içeren ünlü kitabının adı Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri’dir; yani Newton’un kendisinde bile henüz doğa felsefesi ile doğa bilimi arasında bir ayrım yoktur. Öte yandan XIX. yüzyıla gelinceye kadar üniversitelerde ‘fizik’ dersleri de ‘doğa felsefesi’ adı altında verilmekteydi.​

Ancak o tarihten bu yana bilimin kendisi bir sürü alt dallarına parçalanarak felsefeden ayrılmıştır. Her bilim, varlığın bir cephesini, yoğun bir araştırma konusu yapmak üzere kendisine ayırmıştır. Böylece fizik cansız nesnelerin, botanik bitkilerin, astronomi göksel olayların doğasını inceleyen ayrı bir bilimsel alt-dal olarak ortaya çıkmıştır. Yine XIX. yüzyılda bugün kendilerine insan veya kültür bilimleri veya toplum bilimleri dediğimiz tarih, ekonomi, psikoloji, sosyoloji gibi bilimlerin her biri kendisine özel bir varlık alanını alarak felsefeden kopmuştur. Böylece bir anlamda felsefenin, kendi doğuşunda din ve mitolojiye yaptığını bu kez bilimler felsefeye yapmışlar, yani kendilerini felsefe yerine ikame ederek felsefeye, deyim yerindeyse üzerinde çalışabileceği özel bir varlık alanı veya problemler grubu bırakmamışlardır. Felsefe bunun sonucunda bir süre için adeta konusu olmayan bir etkinlik haline gelmiştir.​

Öte yandan problem sadece bir konu problemi olarak da kalmamış, aynı zamanda bir yöntem problemi olmuştur. Bilimler felsefeden yalnızca konuları bakımından değil, bu konulan ele alış yöntemleri bakımından da ayrılmışlardır. Bütün bilimler, ileride göreceğimiz gibi, konuları birbirinden ne kadar farklı olsa da temelde ortak bir yöntem kullanırlar. Bu, bilimsel yöntemdir. Bu yöntem kısaca, evrendeki olguların dikkatli ve bilinçli bir biçimde gözlemlenmesi, onlarla ilgili geçici bir açıklama önerisi veya varsayım ortaya atılması, bu varsayımı doğrulamak üzere tekrar evrene dönülerek herhangi bir şekilde onun sınanması, deneye tabi tutulması (experimentation), böylece doğru olduğu gösterilen varsayımın, mümkün olduğu kadar bir yasa biçiminde ifade edilmesinden ibarettir. Buna karşılık felsefede böyle bir yöntemin söz konusu olmadığını ve olamayacağını biliyoruz. Felsefenin yöntemi her zaman bilinçli, tutarlı, sistemli bir düşünme, spekülasyon veya refleksiyon yöntemi olmaktan ileri gidememiştir.​

Bu durum sonucunda felsefe adeta işlevsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Geçen bölümde Kant’tan sonra ortaya çıkan özellikle pozitivizm, yeni-pozitivizm, pragmatizm gibi felsefe akımlarının, felsefeyi bilimin ölçütleri ile değerlendirmeye, hatta onu bilime indirgemeye çalışma çabaları dikkatimizi çekmiş olmalıdır. Bu bağlamda Comte’un insan zihninin içinden geçmiş olduğunu düşündüğü üç aşamadan, yani teolojik, metafizik ve pozitif düşünme aşamalarından İkincisini ‘felsefi’ düşünce aşaması olarak tasvir ettiği ve onun yerine ‘pozitif’, yani ‘bilimsel düşünme’ tarzını geçirmeye çalıştığını hatırlamamız yerinde olur.​

Aynı şekilde genel olarak analitik felsefecilerin, özel olarak Viyana çevresi filozoflarının, yani M. Schlick, R. Carnap, A. Ayer gibi bu akıma ait olan filozoflarla onların devamı sayılan H. Reichenbach gibi filozofların, felsefenin evren hakkında bize bilgi veren bir etkinlik olmadığını, onun biricik işlevinin, önermeleri analiz etme ve onların anlamlarını açıklığa kavuşturma, (clarification) olduğunu veya olması gerektiğini düşündüklerini biliyoruz. Bu yine bir başka biçimde felsefenin kendine özgü bir varlık alanı, bir doğrusu olmadığı tezinin bir ifadesi olarak alınabilir.​

Daha önce de işaret etmiş olduğumuz gibi bu filozoflar, ayrıca anlamlı ve değerli bir çaba olması için felsefenin yalnızca bilimlerin sağladığı önermeler üzerinde durması ve kendisine konu olarak yalnızca bilimi alması gerektiğini savunmuşlardır. Bir Carnap ve bir Reichenbach, kendi açılarından haklı olarak şöyle düşünmektedirler: Evren hakkında bize anlamlı, yani doğru veya yanlış olduğunun gösterilmesi mümkün olan önermeler sağlayan yalnızca bilimdir. O halde felsefenin evren hakkında, olgular hakkında bilimlerinkinden ayrı herhangi bir önemli ve anlamlı bilgi vermesi söz konusu olamaz. Bu durumda felsefenin önünde iki yol, iki şık kalmaktadır: Eski ‘spekülatif’ felsefeye devam etmek, yani doğru olup olmadıkları asla bilinemeyecek ‘metafizik’ önermeler ileri sürmek veya kendisini yalnızca bilimin önermelerine hasrederek onlar üzerine düşünmek, yani bilim felsefesi olmak. Neticede bu akıl yürütmenin sonucu şu olmuştur: Felsefe ya konusu bilimsel önermeler olan bir bilim felsefesi olabilir veya hiçbir şey olamaz.​

Felsefe yalnızca bilim felsefesi değildir. Ama nasıl ki mitoloji ve din, felsefenin varlığı ve rekabeti ile ortadan kalkmamış ve kendilerinde birtakım değişiklikler ve dönüşümler gerçekleştirerek varlıklarını sürdürmüşlerse, aynı şekilde felsefe de bilimlerin geçen yüzyıldan bu yana yapmış oldukları büyük saldırılara, meydan okumalara ve bunların sonucunda almış olduğu büyük darbelere rağmen ortadan kalkmamış ve birtakım aramalar, teşebbüsler ve dönüşümler içinde yüzyılımızda da eskisi kadar canlı bir biçimde ve kendi istediği yönde ve tarzda varlığını sürdürmeye muvaffak olmuştur.​

Yukarıda sözünü ettiğimiz ‘bilimci’ veya ‘bilim felsefecisi’ görüşlere karşı çıkan çeşitli felsefe akımları veya filozoflar önce, “bilim ya da hiç’ dayatmasının kendisine karşı çıkmışlardır. Başka deyişle bilimin ve onun uygulamalarının, yani teknolojinin büyük başarılarını kabul etmekle birlikte Kant’ın haklı olarak işaret etmiş olduğu gibi, insanın yalnızca ‘bilen’, bilme ihtiyacında olan bir varlık olmadığı noktasına dikkat çekmişlerdir. Dinin, ahlakın ve tabii felsefenin önermelerinin insan hayatı ve İnsani ihtiyaçlar bakımından hiç de ‘anlamsız’ önermeler, bu alanların kendilerinin hiç de önemsiz ve anlamsız alanlar olmadıklarını ısrarla hatırlatmışlardır. Dinin, ahlakın, sanatın değerlerinin, şu veya bu anlamda, varlığın küçümsenemeyecek bir parçasını oluşturduğunu ve bilimin bilim olarak yapısı gereği bu değerler alanını kendisine konu olarak alamayacağını belirtmişlerdir. Comte’un bilime dayanan bir ‘pozitif din’, bir ‘pozitif ahlak’ kurma girişiminin asla gerçekleşemeyecek, gerçekleştirilememiş, ayrıca da gerçekleştirilmesi gerekmeyen bir “hayal’ olduğunu vurgulamışlardır.​

Ancak burada şu ince noktaya dikkat etmek gerekir: Bugün aklı başında hiçbir değerler felsefecisi, insan davranışlarının herhangi bir şekilde bilimsel bir incelemenin konusunu oluşturamayacak bir yapıda veya özellikte olduğunu ileri sürmez. Hatta o, onların bilimsel bir incelemeye tabi tutulmasının din, sanat, ahlak gibi temel kültürel-insani etkinliklerin anlaşılmasında önemli bir payı ve yararı olduğunu da kabul eder. Ancak öte yandan o bu tür bilimsel bir incelemenin, bu değerleri değerler olarak kavramakta yeterli olamayacağını düşünür. Başka deyişle o bu değerlerin özgünlüğünü oluşturan şeyin, bilimsel bir incelemenin konusunu teşkil eden şeyden farklı bir şey olduğu üzerinde, haklı olarak, ısrar eder.​

Bu konuda daha geniş açıklamayı ileriye bırakarak burada şu kadarını söyleyelim ki gerçekten de bu tür değerlerin bilimsel incelemesi ile felsefi incelemesi arasında açık bir ayrım yapmak mümkündür, örnek olarak etiği, yani ahlak felsefesini ele alalım; bildiğimiz üzere onun sorduğu sorular şu tür sorulardır: ‘Acaba insan türünün bütün bireyleri için geçerli bir doğru eylem ölçütü var mıdır? Böyle bir ölçüt veya farklı davranış ölçütleri nasıl bir zemin üzerinde belirlenebilir? İnsan davranışlarında iyi veya kötü ne anlama gelir? Ödev nedir? Doğru davranış özel arzuların bastırılmasını mı, yoksa onların doyurulmaya çalışılmasını mı içerir?'.​

Şimdi burada zikredilen insan davranışı, doğal arzular vb. gibi şeyler şüphesiz biyoloji, sosyoloji, psikoloji gibi bilimlerin de konusudur. Ancak bu bilimlerin insan davranışları ile ilgilenme biçimleri aynı değildir: Onların sorunu, insanla, toplumla, insan davranışları ile ilgili olgu ve yasaları ortaya koymaktır. Görevleri insanların nasıl davrandıkları ve neden dolayı o davrandıkları biçimde davrandıklarını açıklamaktır. Oysa ahlak felsefesinin amacı, insan davranışlarını tasvir etmek değildir, değerlendirmektir. Onlar hakkında, ‘iyi’ veya ‘kötü' diye hüküm vermektir. O, yasa bulmaz veya keşfetmez, norm yani kural koyar. Ahlak felsefesi bu bakımdan bilimsel değil, normatif, yani kural koyucu bir disiplindir.​

Bu aynı akıl yürütmeyi din felsefesi ile dini bilimsel bir incelemenin konusu yapan dinler tarihi, din sosyolojisi, din psikolojisi, karşılaştırmalı din araştırmaları vb. gibi disiplinler arasında da yapmak gerekir. Şüphesiz yine bu akıl yürütmeye dayanarak, sözünü ettiğimiz türden farklı bu iki yaklaşımın sanat olayının anlaşılması ve değerlendirilmesi için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.​

Bundan başka yine ‘analitik felsefe’nin felsefeyi ‘analiz’e indirgeme çabalarına, felsefenin ‘sentetik’ işlevi hatırlatılarak karşı çıkılmıştır. Felsefenin insan zihninin veya ruhunun birlik ve bütünlük, düzen ve uyum arayan eğilimine cevap veren ‘sentetik sistemler’ de geliştirdiği, bunun yanında en azından bazı filozofların ve felsefelerin, içlerinde ortaya çıktıktarı kültürlerini veya medeniyetlerini en iyi bir biçimde anlatıp yorumladıkları görülmektedir. Bu bağlamda olmak üzere Hegel felsefenin, bir çağın ruhunun, kültürünün kendisi içinden en iyi görülüp anlaşılabileceği bir prizma olduğunu söylemiştir. Ona göre bir kültürün ruhu felsefede odaklaşır. Şimdi analitik filozofların bütün karşı iddialarına rağmen felsefenin varlığını sürdürmek üzere bu zeminde de birtakım gerekçeler ve motivasyonlar arayacağı ve bulacağı, böylece varlık nedenini sürdüreceği açıktır.​

İşte bu gerekçelerden hareketle, filozoflar arasında, bilimin değerini kabul etmek, başarılarına gözünü kapatmamak, bilimin kendisinin felsefi incelemesini de felsefe alanına değerli bir katkı olarak göz önüne almakla birlikte, yalnızca bilim felsefesi alanına İndirgenmesinin felsefe için ne zorunlu ne de değerli bir şey olmadığını düşünenler ortaya çıkmıştır. Yüzyılımızda analitikçi filozofların bütün iddia ve isteklerine rağmen felsefenin kendisini onların hapsetmek istedikleri alanla sınırlamaması ve birçok düşünürün ‘analitik felsefe’nin içine girilmesini yasaklamış olduğu alanlarda felsefi düşünme etkinliklerini sürdürmeleri, bu İkincilerin görüşlerinin insanın ve felsefenin ruhuna daha uygun olduğunu düşündürtmektedir.​

Bilim Nedir?

Bilimi iki açıdan ele almak mümkündür:​
a) Dünyayı anlamada ve doğru bilgiye erişmede bir yaklaşım tarzı, bir araştırma usulü, bir yöntem olarak,​
b) böyle bir yaklaşım tarzı, böyle bir araştırma usulü, böyle bir yöntem sonucunda ortaya çıkan bir sonuç, bir ürün, bir bilimsel bilgiler topluluğu olarak.​

Böyle bir ayrım yapmamız hem yararlıdır hem de zorunludur. Zorunludur; çünkü her bilimsel araştırma mutlaka bilimsel bir başarıyla, bilimsel bir sonuçla taçlanmak zorunda değildir. Nitekim yıllardan beri gerek kanser gerekse AIDS hastalığı üzerinde binlerce bilim adamı tarafından yapılan binlerce bilimsel araştırma ve çalışmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ama bu bilimsel araştırmaların en azından bir kısmının bir ürün olarak bilimsel bir başarıyla taçlanma imkânını bulamamış olduğunu da görüyoruz. Bu ayrımı yapmak yararlıdır, çünkü bilimi bilim yapan şeyin, bilimsel sonuçlara ulaşmaktan çok dünyaya bilimsel olarak yaklaşmaktan, onu bilimsel yöntemlerle araştırmaktan geçtiği yönünde değerli bir vurguyu ortaya koymaktadır.​

Bilim, bilimsel sonuç veya ürün olarak, Herhangi bir şekilde düzenlenmiş (organize edilmiş) doğru bilgiler bütünü' diye tanımlanabilir. Bir araştırma biçimi veya yöntem olarak ise o, birtakım zihinsel ve uygulamayla ilgili işlemler toplamıdır. Gözlem yapma, varsayım ileri sürme, deneyimde bulunma, kuram oluşturma vb. bu tür zihinsel veya uygulamayla ilgili işlemlerden bazılarıdır. Bu tür bir araştırma girişiminin temelinde dış dünya hakkında bazı gizli önvarsayımlarımız (presuppositions) olduğu gibi (örneğin bilen özneden ayrı bir dış dünya veya nesneler dünyası olduğu, bu dünyanın insan zihni tarafından bilinebilir olduğu vb.), bu dünyaya yaklaşım tarzı ile ilgili bazı ahlaksal tutumlarımız ve değerlerimiz de vardır (örneğin "bilmenin iyi olduğu", "bilginin insana mutluluk vereceği" vb. varsayımları).​

Bir Ürün veya Sonuç Olarak Bilimin Özellikleri

a) Bilimsel bilginin veya bilimin en önemli özelliği ilerleyici (progressive) olmasıdır. Bugün herhangi bir bilimin, örneğin tıp veya fiziğin, bundan elli yıl önce olduğundan çok daha ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna karşılık bugünün sanatının, örneğin geçen yüzyılın sanatından, bugünkü İslam'ın geçen yüzyılın İslam'ından, bugünün Fransa'sının ahlakının, Orta çağ Fransa'sının ahlakından ileri olduğunu söylemek tartışma götürür. Bilimsel ilerleme, bilim adamları arasındaki iş birliğinin sonucu olarak ortaya çıkar. Bir bilim adamı başka bir bilim adamının elde ettiği sonuçları eleştirip düzeltebileceği gibi, bu sonuçlara dayanarak onları daha da ilerletebilir. Bu anlamda bilimin ilerlemesi haklı olarak bir bayrak yarışına benzetilmiştir.​

b) Bilim veya bilimsel bilginin bir diğer özelliği, tarih boyunca birikmiş, artmış olmasıdır. Buna bilimin artmacı veya birikmeci (cumulative) özelliği denir. Bugün fizikte bir ortaokul öğrencisi, hiç şüphesiz Newton’un kendisinden daha çok şey bilmektedir. Bu, fizik biliminin alanına, Newton’un zamanından bu yana sürekli yeni bilgilerin akmış, eski bilgilere eklenmiş ve onların miktarını çoğaltmış olmasından ötürüdür. Buna karşılık diğer temel kültürel-insani etkinlik alanlarında dar anlamda bir bilgiden söz etmek mümkün olmadığı gibi onların bir artışından söz etmek de doğrusu pek makul görünmemektedir. Felsefe, din veya sanatta olsa olsa bir görüşün, bir akımın diğerinin yerine geçmesi veya bir arada bulunmasından söz edilebilir.​

c) Bilimsel bilgiler herkese açıktır, toplumsaldır (public). Bu bir fizikçinin bilimsel bir yöntemi kullanarak, bir alanda, örneğin gazların basıncı alanında varmış olduğu bir sonuca, aynı yöntemi kullanan herkesin aynı şekilde ulaşabileceği anlamında bir toplumsallıktır. Buna karşılık felsefi bir görüş, sanatsal bir ürün, dinsel bir yaratım, onları ortaya atan kişinin özel, bireysel varlığına bağlıdır. O kişi olmasaydı aynı görüş, eser veya yaratımın ortaya çıkabileceğini hiç kimse garanti edemez. Muhammed olmasaydı İslam, Leonardo da Vinci olmasaydı Mona Lisa, Kant olmasaydı Salt Aklın Eleştirisi olmazdı. Ama Galileo olmasaydı serbest düşme olayı olacağı veya olmaya devam edeceği için bu olayı inceleyecek ve aynı buluşu yapacak başka insanlar olacaktı. Nitekim de olmuştur; tarihte aynı buluşların birbirinden tamamen habersiz farklı insanlar tarafından yapıldığı görülmüştür.​

d) Buradan bilimsel bilginin diğer bir özelliğine, yani onun nesnelliğine (objectivity) geçmek mümkündür. Şüphesiz bilimsel bilgiyi üreten insandır. Ama bu bilginin özelliği, insandan bağımsız veya bütün insanlar için ortak olan nesnel bir alana ait olmasıdır. Bilimin nesnelliği, konusunun nesnelliğinin bir sonucudur. Nitekim bundan dolayı o yine nesnel olarak doğrulanabilir veya yanlışlanabilir. Bireyler bilimsel düşünceleri ortaya atarlar. Bilimsel topluluk ise onları nesnel ölçütlerle değerlendirir.​

e) Bilim, bilimsel bilginin yukarıda sözü edilen özelliklerinden ötürü dinamiktir. Yani sürekli değişme, gelişme, ilerleme içindedir. O hiçbir zaman oturmuş, bitmiş, statik değildir. En doğru kabul edilen bir bilimsel görüş veya bilimsel bir yasa bile bir gün, daha doğru bir görüş veya yasa tarafından düzeltilebilme, hatta düpedüz reddedilebilme imkânına sahiptir.​

f) Buradan bilimsel bilgilerin bir diğer özelliği, onların her zaman için geçici, eğreti olma özellikleri ortaya çıkmaktadır. Bilimsel kuramları sınama, ifadelerini düzeltme ve onları birbirleriyle ilişki içine sokma çabasının sonu yoktur. Hiçbir bilimsel bilgi, örneğin dini bir öğretinin iddia ettiği gibi mutlak değildir, böyle bir iddiada bulunmaz. O daima daha doğru bir gözlem veya daha ince bir akıl yürütme ile yerini bir başka bilgiye bırakabileceğini kabul eder.​

g) Bilimsel bilgiler birbirleriyle tutarlıdırlar ve yine birbirleriyle mantıksal bir ilişki içerisindedirler. Bilim, birbirleriyle çelişen iki önermenin aynı zamanda doğru olabileceğini kabul etmez. Ulaştığı sonuçların her tür çelişkiden uzak ve kendi aralarında tutarlı olmalarını ister.​

h) Nihayet belki son ve önemli bir özellik olarak, bilimsel bilgiye veya bilime dayanarak öndeyilerde (prediction) bulunmanın mümkün olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bilindiği gibi doğa bilimlerinde öndeyilerde bulunma şansı veya yüzdesi çok yüksektir. Astronomi, ileriki yıllarda Halley kuyruklu yıldızının tekrar ne zaman dünyanın yakınından geçeceğini ve dünyanın hangi bölgelerinden görülebileceğini kesine yakın bir öngörüyle söyleme imkânına sahiptir. Benzeri bir şekilde fizik de suya batırılan bir cismin, özgül ağırlığına göre suyun üzerinde mi yüzeceğini, yoksa onun içine mi batacağını, suya batırılmadan önce kesin bir şekilde bize söyleyebilir. Buna karşılık sosyal bilimlerde henüz belli bir toplumda gelecekte ne tür değişmeler olacağını önceden söyleyememekteyiz. Örneğin hiç kimse, hiçbir tarihçi, sosyolog ve siyaset bilimcisi ne Berlin Duvarı’nın yıkılacağını ne de İran’da Şah’ın yerine Humeyni’nin geçeceğini, bu olaylar olmadan çok kısa bir süre öncesine kadar söyleme kudretine sahip olmamıştır.​

Bunlar bilimin, bilimsel bilginin, bilimsel bir yapının en genel özellikleridir. Bunlara bilimlerin kendi türlerine veya alt türlerine göre daha başka bazı özellikler veya alt özellikler de eklenebilir. Örneğin dikkat edilirse burada ‘bilimsel bilgi mutlaka bir yasa biçiminde’, hatta daha da ileri giderek ‘matematiksel bir yasa biçiminde ifade edilir’ demedik. Bunun böyle olması gerektiğini söyleyenler vardır ve bunların sayısı oldukça fazladır.​

Bir bilimin ancak kendisinde içerdiği matematiksel dil veya matematiksel kesinlik ölçüsünde bilim olabileceği görüşü Galileo’dan, Descartes’ten bu yana bilinen bir görüştür. Ancak yasalara, matematik bir dille ifade edilen ilişkilere ulaşmak bilimin ideali ise de öte yandan bunun her bilim için mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Örneğin jeoloji, biyoloji gibi doğa bilimleri bile bugün bütün alt-uzmanlık alanlarıyla birlikte, bu tür bir standardı yerine getirmekten çok uzaktırlar. Tarih, psikoloji gibi sosyal bilimlerde ise yasa ve matematiksel kesinlik çok daha az elde edilebilir bir durumdadır. Demek ki matematiksel formülasyon ve yasa, bilim için, özellikle doğa bilimi için her zaman kendisinden vazgeçilemeyecek bir amaç, bir ideal olmakla birlikte her türlü bilimin olmazsa olmaz bir koşulu olarak kabul edilemez. Bunun tersi bilimin alanını gereksiz ve haksız olarak çok dar bir sahaya sıkıştırmak sonucunu doğurur.​

Bilim ve Bilimlerin Türleri

Bilimi, ‘herhangi bir biçimde düzenlenmiş doğru bilgiler bütünü’ olarak tanımladık. Bu düzenlenmiş deyimi ile kastedilen, bilimi meydana getiren doğru bilgilerin birbirleriyle sistemli bir biçimde birleştirilmiş olmasıdır. Herhangi bir şekilde deyiminden kastettiğimiz de bu düzenlemenin herhangi bir ilkeye göre yapılmasıdır, örneğin bu tarihsel, kronolojik bir sıralama ilkesi olabilir (tarih bilimi) veya nedensel bir ilişki kurma ilkesi olabilir (doğa bilimleri); ne tarihsel ne nedensel bir ilke olmayıp temele alınan bazı kabullerden (tanım, aksiyom, postüla vb.) onların mantıksal sonuçlarını çıkarma olabilir (matematik, mantık). Doğru bilgi kavramından kastedilen ise, yumuşak bir tanımla, konusunu uygun bir şekilde yansıtan bilgidir.​

Bununla birlikte gerek bilim adamı gerekse bilim felsefecileri arasında bilimin yapısı, doğası, bilimsel önermelerin niteliği ve hangi bilimlerin gerçekten bilim olduğu üzerinde bazı tartışmaların olduğunu da belirtmemiz gerekir. Birçok bilim adamı veya bilim felsefecisi, örneğin yukarıda koyduğumuz ölçütleri fazla genel ve gevşek buldukları gibi yine örneğin yukarıda son olarak saydığımız matematik ve mantık gibi disiplinleri birer bilim olarak kabul etmemektedirler. Öte yandan doğa bilimleri ve insan bilimleri ayrımıyla ilgili olarak da bazı tartışmaların olduğunu hatırlatmalıyız: Özellikle insan bilimlerinin yöntemlerini doğa bilimlerininkine yaklaştırmak isteyen düşünürlerle, onlara doğa bilimlerindekinden ayrı bir yöntem önerenler arasında ciddi görüş ayrılıkları vardır. Bu noktada birinci konu ile ilgili tartışmalara biraz değinelim.​

Birçok bilim felsefecisine, bu arada özellikle yeni-pozitivist çizgide olanlara göre bilimin konusu yalnızca olgulardır, özellikle de doğal olgulardır. Matematik ve mantık gibi disiplinler herhangi bir olguyu konu almadıkları, tersine yalnızca insan zihninin işleyişi biçimini araştırdıkları veya daha doğrusu izledikleri için birer bilim değildirler. Onlar yalnızca bilimin, bilimsel düşünmenin bir aracı, dilidirler. Başka deyişle mantıksal ya da matematiksel doğrulukla -çünkü onlara göre matematiksel doğruluk mantıksal doğruluktan farklı değildir; matematik mantığın bir alt dalıdır- bilimsel doğruluk başka başka şeylerdir. Daha önce verdiğimiz örneği hatırlarsak, bir akıl yürütme mantıksal bakımdan tamamen doğru olmakla birlikte, olgusal veya bilimsel bakımdan tamamen yanlış olabilir. Ayrıca bu düşünceyi öne sürenlere göre bilim bize bir şey hakkında yeni bir şey, yeni bir bilgi vermek zorundadır. Oysa mantıksal ya da matematiksel sistemlerde yeni bir şey, yeni bir bilgi yoktur. Onlar temele konan ve doğru olarak kabul edilen ilkelerden, bilgi içeriği bakımından onları aşmayan bazı sonuçlar çıkarmamıza yararlar ki bunlara hakiki anlamında bilgi demek doğru değildir.​

Formel Bilim ve Deneysel Bilim

Sonuç olarak kendilerine ister ‘bilim’ adını verelim istersek ‘dil’ diyelim, içlerinde ‘formel’, yani düşüncenin formu, biçimi ile ilgili bir araştırmanın, incelemenin hâkim olduğu mantık ve matematik gibi disiplinlerle, ‘içerik’le ilgili kaygıların hâkim olduğu fizik, kimya, biyoloji gibi disiplinler arasında yapısal bir farklılık olduğu açıktır. Bundan harekede genellikle, birincilere formel bilim, İkincilere ise deneysel bilim adı verilmektedir.​

Deneysel bilimlerin kendileri de yine bu konuda da bazı tartışmalar olmakla birlikte, genel olarak a) doğa bilimleri ve b) insan bilimleri veya sosyal bilimler veya kültür bilimleri olmak üzere iki ana kola ayrılmaktadır. Burada kullanılan ‘deneysel’ sözcüğü dar anlamda ‘denenebilir, deneyi yapılabilir’ anlamında olmayıp yalnızca ‘insan deneyinin, insan yaşantısının konusu olan şey’ anlamına gelmektedir Böylece tarih bilimi, konusu geçmişte olup biten tarihsel olaylar olduğu için hiç şüphesiz ‘denenebilir, deneyi yapılabilir’ şeyleri konu almaz; ancak onun ‘insan deneyinin, yaşantısının konusunu oluşturmuş ve oluşturmaya devam eden şeyleri’ konu aldığını söylemek mümkündür.​

Formel Bilimlerin Karakteri

Formel bilimlerin koşullu-tümdengelimsel (hypothetico-deductive) sistemler olduğuna genellikle itiraz edilmemektedir. Bu şu demektir: Formel bilimci, yani bir matematikçi veya mantıkçı, önermelerin olgularla uyuşup uyuşmadığı ile ilgilenmez. O sadece önermelerin birbirleriyle olan bağlantısı, yani mantıksal bağlantı üzerinde durur. Onun sorusu şudur: ‘A önermesi mantıksal olarak B ve C önermelerinden çıkar mı?’ veya ‘Acaba A önermesinden tamamen mantıksal, yani ‘formel’ olarak hangi önermeler çıkar?’, örneğin A önermesinin “bütün insanların ölümlü olduğu’ önermesi olduğunu varsayalım. Ondan bazı insanların, bu arada “bir insan’ olan Ahmet’in de zorunlu olarak ölümlü olduğu sonucunun çıkacağı aşikârdır veya “karenin dört kenarı birbirine eşit, kapalı bir geometrik şekil olduğu’ önermesini varsayalım. Bundan onun iç açılarının toplamının 360 derece olduğu, başka herhangi bir doğrulama, sınama veya denemeye gerek olmaksızın bu varsayımın kendi gücü gereği ortaya çıkacağı açıktır: Nihayet A, B’dir’ ve ‘B, C’dir’ diye bize iki önerme verilmiş olduğunu varsayalım. Bundan da yine zorunlu olarak A’nın C olduğu sonucunun çıkacağını biliyoruz.​

Dikkat edilirse yukarıdaki üç cümlede de hep kendisinden hareket ettiğimiz bir önerme veya önermeler olduğunu varsaymadan söz ettik. Eğer sözünü ettiğimiz önerme veya önermeleri varsayarsak onlardan diğer sonuçlar çıkacaktır. Eğer onları varsaymazsak onlardan öbür sonuçların çıkamayacağı apaçıktır. İşte matematik veya mantık gibi bilimler veya disiplinlerin bu özelliği onların ‘varsayımsal’ olmalarına veya böyle adlandırılmalarına yol açmaktadır.​

Öte yandan bu kendilerinden hareket ettiğimiz önermeler, birer öncül ödevi görerek kendilerinden diğer sözünü ettiğimiz sonuçların çıkarmasını gerektirmektedirler. Başka deyişle zihnimiz, burada bu öncülleri kabul ettiğimiz takdirde onlardan başka hangi önermelere veya hangi tasdiklere geçmemiz gerektiğini, kendisini doğru kullandığımız takdirde neyi zorunlu olarak bulmamız gerektiğini bize söylemektedir. Felsefe diliyle söylersek, burada yaptığımız bir akıl yürütmedir (reasoning); ama ‘öncüllerin sonucu zorunlu kıldığı bir akıl yürütme’dir. İşte öncüllerin sonucu zorunlu kıldığı her akıl yürütmeye tümdengelimsel (dedüktif) akıl yürütme veya daha basit olarak tümdengelim (dedüksiyon) denir.​

Yalnız burada bu kavram için kullandığımız tüm sözcüğü bizi yanıltmamalıdır. Bir tümdengelim, mutlaka bir tümden gelim değildir. Yukarıda verdiğimiz son örnekte görüldüğü gibi tümdengelimde mutlaka bir “bütün-parça’ ilişkisinin olması gerekmez. Şüphesiz bir bütün hakkında doğru olan şeyi o bütünün parçalan hakkında tasdik etmemizin söz konusu olduğu durumlar da bir tümdengelimdir. Eğer bütün insanların ölümlü olduğunu söylüyorsam, şüphesiz bundan, bir insan olan Aristoteles’in de ölümlü olduğu sonucu ortaya çıkar. Ama bütün A’ların B olduğunu, bütün B’lerin C olduğunu söylediğimde, bundan da bütün A’ların C oldukları sonucu çıkar, bu sonuç ise öncüllere göre bir parça değildir; öncüller kadar tümel olan bir şeydir.​

Ayrıca matematikte “bütün", “bazı" gibi kavramların ve “bütün - parça" gibi ilişkilerin olmadığı noktasını da gözden kaçırmamalıyız. Matematikçi “Bütün üçgenlerin iç açılarının toplamı 180 derecedir gibi önermeler üzerine kurulu değildir; “Üçgen, iç açıları toplamı 180 derece olan geometrik bir şekildir’ gibi belirsiz özneli önermelerle çalışır. O halde tümdengelimsel akıl yürütmenin en mükemmel örneği olan matematikte herhangi bir şekilde bütünden parçaya, sınıftan bireye bir geçiş söz konusu değildir: O, tam belirlenmiş kavramlar arasında tam olarak belirlenmiş ilişkiler toplamıdır. Bundan dolayı tümdengelimin, yukarıda söylediğimiz gibi, ‘öncüllerin sonucu zorunlu kıldığı akıl yürütme biçimi' olarak tanımlanması şüphesiz daha doğru bir ifadedir. Hatta aslına bakılırsa dedüksiyon, bu anlamda tek doğru veya geçerli akıl yürütme biçimidir. Çünkü öncüllerin sonucu zorunlu kılmadığı bir akıl yürütmeye, dar anlamda doğru, tutarlı bir akıl yürütme denemez.​

Burada birer öncül olarak kendilerinden hareket ettiğimiz varsayımların kendilerinin gerçekle ilişkisi, yani bilimsel anlamda doğrulukları gibi bir problem de ortaya çıkabilir. Nitekim koşullu-tümdengelimsel bir sistemin en mükemmel örneği olan Euklides geometrisi, bilindiği gibi, birtakım aksiyomlar, tanımlar (noktanın, doğrunun, düzlemin vb. tanımları), postülalar – ‘Bir doğruya dışındaki bir noktadan ancak tek bir paralel çizilebilir’- bir postüladır) üzerine dayanır. Şimdi ‘İki nokta arasındaki en kısa yol, doğrudur' şeklinde, istersek doğrunun tanımı, istersek doğruya ilişkin bir postüla olarak adlandırabileceğimiz bir önermeyi ele alalım. Bu önermenin bize aynı zamanda dış dünya hakkında bir bilgi verir gibi bir özelliği olduğu da inkâr edilemez. Başka deyişle biz bu tanım veya postülayı, aynı zamanda içinde bulunduğumuz uzaya ilişkin bir ifade olarak da almak eğilimindeyiz. Hatta bunu göstermek için bir arazide iki nokta arasındaki en kısa mesafenin bir doğru olduğunu ölçerek göstermeye bile kalkabiliriz. Ancak bu, bir yanlış anlamadan başka bir şey değildir. Çünkü matematik bir sistem, iki nokta arasındaki en kısa yolun bir doğru değil, eğri olduğu varsayımından da hareket edebilir. Nitekim de etmiş ve ortaya Euklides’inkinden tamamen farklı, fakat aynı ölçüde matematiksel olan sistemler çıkmıştır.​

Deneysel Bilimlerin Karakteri

Deneysel bilimler, özellikle doğa bilimleri de tümdengelimlerde bulunurlar. Bu özellikle, varmış oldukları ve çoğu kez matematiksel bir formülle ifade ettikleri bir sonuçtan, tamamen tümdengelimsel olarak başka sonuçlar çıkarmak istedikleri durumda kendini gösterir. Bununla birlikte doğa bilimlerinde formel bilimlerdekinden farklı bir başka akıl yürütme tarzı daha kullanılır. Başka deyişle doğa bilimi yalnızca tümdengelimsel çıkarımlarla iş görmez. O, önce kendisine ulaşacağı birtakım tümel önermeler ister.​

Örneğin cisimlerin serbest düşme olayını inceleyen Galileo’yu ele alalım. Değişik derecede eğik düzlemlerden nesneler kaydıran Galileo -bu eğim 90 derece olduğunda kayma, serbest düşmeye dönüşür-, her seferinde bu kaymanın veya düşmenin ne şekilde gerçekleştiğini ölçer. Farklı cisimlerle veya aynı cisimle değişik durumlarda yaptığı bu deneylere dayanarak cismin ½gt² formülüne uygun olarak düştüğü sonucuna varır. Buna göre cisim ivmenin yarısı ve zamanın karesiyle doğru orantılı olarak düşmektedir.​

Şimdi burada Galileo ne yapmaktadır, nasıl bir akıl yürütme ile bu sonuca varmaktadır? Bir sınıfın (burada cisim) içine giren çeşitli bireylerin (burada farklı cisim türlerinin veya farklı durumlarda aynı cismin) davranışlarını gözlemlemekte ve özel, belli sayıda gözlemleri veya deneyleri sonucunda elde ettiği sonucu genelleştirerek bütün cisimlerin veya cismin sözü edilen şekilde davrandığını söylemektedir. Peki ama bir sınıfın bazı üyelerinin davranışlarının gözlemlenmesi sayesinde elde edilen bir sonucun bu sınıfın bütün üyelerine genelleştirilmesi ve onlar için de geçerli olduğunun ilan edilmesi mantıksal bakımdan geçerli bir geçiş, geçerli bir çıkarım mıdır? Eğer bu sınıfın bütün diğer bireylerinin de gözlemlediğimiz bireylerle yapısal bakımdan aynı olduklarım biliyorsak, evet! Peki ama diğer bireylerin onlarla aynı yapıda olduğunu nereden veya nasıl bilebiliriz? Bunun için gözlemlediğimiz bireylerin davranışlarını gözlemlemiş olmamız gerekmez mi?​

Ama onları gözlemlemediğimizi, aslına bakılırsa gözlemlememizin mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü bütün cisimlerin bütün zamanlarda (geçmişte, hali hazırda ve gelecekte) bireysel, tikel düşmelerini gözlemlemek imkânsızdır. O halde doğa bilimcisi, temelde, pazardan elma alan bir ev kadını veya Boğaz’da balık avlayan bir İstanbullunun davranışından farklı olmayan bir davranış tarzıyla bilim yapmaktadır. Pazara çıkan bir ev kadını elma tezgâhının üzerindeki elmalardan birkaçını inceledikten sonra, diğer elmaların da bu incelediği elmalar gibi olması gerektiğine karar vererek satıcıyla pazarlığa girişir. Aynı şekilde bir İstanbullu da her yıl kasım ayında Boğaz’da palamut akını olduğunu şimdiye kadar yapmış olduğu sınırlı sayıdaki gözleminden bilmektedir. O halde bu yıl da Kasım ayında bir palamut akını olması gerektiğini düşünerek oltalarını hazırlayacak ve sandalına atlayacaktır.​

Peki ama onların bu akıl yürütmesi sıkı anlamda geçerli bir akıl yürütme midir? Bir defa ev kadınının akıl yürütmesinin kesinlikle geçerli olmadığını biliyoruz. Çünkü her seferinde eve geldiğinde kesede, beklediğine uymayan biçimsiz veya çürük bir elmayla karşılaşması ihtimalinin çok yüksek olduğunu biliyoruz. Aynı şeyin özellikle son on yıllarda İstanbullu balık avcısının başına da geldiğini biliyoruz. Peki aynı durumun Galileo’nun başına gelmesi neden mümkün olmasın? Tekrar doğayla ilgili olarak yapmış olduğumuz gözlemlerimizde şimdiye kadar benzeri bir şeye rastlamadığımız argümanına mı dönülecek veya doğanın bizi aldatmayacağı inancına mı sığınılacaktır? Ama her ikisinin de mantıksal veya akılsal bakımdan yeterli olmayacağı açıktır. Güneşin şimdiye kadar her gün doğmuş olması yarın da doğacağının bir garantisi midir?​

Mantıksal geçerlilik bakımından şüphesiz ki hayır! İşte deneysel bilimlerde kullanılan ve bir olay hakkında yaptığımız sınırlı sayıdaki gözlemlerden, onları aşan bir genelleme yapmaktan ibaret olan bu akıl yürütme biçimine tümevarımsal (endüktif) akıl yürütme veya tümevarım (endüksiyon) denir. Şimdi tümevarımda (bir sınıfın içine giren bütün üyeleri teker teker saydıktan sonra, o sınıfın tümüyle ilgili bir yargıda bulunan tamsayım anlamındaki tümevarım müstesna) bir atlama olduğu, sınırlı gözlemlerden onları aşan bir genelleme yapıldığı, böylece mantıksal bakımdan haklı çıkarılamayacak bir sıçrama gerçekleştirildiği tartışılamaz. Ancak incelenen herhangi bir varlık veya olgu sınıfı ile ilgili olarak bütün özel bireysel örneklerin araştırılmasına imkân olmadığı için bunu yapmaktan başka bir çare olmadığı da inkâr edilemez.​

O halde tümevarımsal akıl yürütme zorunlu olarak deneysel bilimlerin kullanıldığı temel bir akıl yürütme biçimi olmakla birlikte, mantıksal bakımdan geçerli bir akıl yürütme değildir. Mantıksal bakımdan geçerli tek akıl yürütme, ‘öncüllerin sonucu zorunlu kıldığı akıl yürütme’, yani tümdengelimsel akıl yürütmedir.​

İçlerinde Reichenbach’ın da bulunduğu bir kısım bilim felsefecisi, deneysel bilimlerin ana akıl yürütme tarzı olan tümevarımda mevcut bulunan bu problemi görüp, deneysel bilimlerin varmış olduğu sonuçları ‘istatistiksel sonuçlar’ olarak yorumlamak suretiyle, aşmak istemişlerdir: Gözlemlediğimiz varlıkların veya olayların sayısı zorunlu olarak sınırlı olduğuna göre doğa bilimlerinin sonuçlarının 1/1 nisbetinde kesin olduğunu söylememiz şüphesiz mümkün değildir: Onlar gözlemlediğimiz olay veya varlıkların sayısının çokluğu nisbetinde, yani istatistiksel olarak kesin sonuçlardır. Taşın düşme olayını on defa gözlemleyip her seferinde aynı yasaya göre düştüğünü gözlemlememizle, bir milyon kere gözlemleyip her seferinde aynı yasaya göre düştüğünü gözlemlememiz arasında bir fark vardır: İstatistiksel olarak veya olasılık hesabına göre ikinci durumda taşın sözü edilen yasaya göre düşme kesinliğinin daha fazla olduğunu, çünkü onda daha büyük bir olasılığın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.​

Buna karşılık içlerinde ünlü bilim felsefecisi Karl Raimund Popper’in bulunduğu başka bazı bilim felsefecileri buna itiraz etmişlerdir. Onlara göre bir tavla zarını arka arkaya birçok kere attığımızı farz edelim. Şimdi ilk atışımızda onun altı yüzünden herhangi birisinin, örneğin ikinin gelme olasılığı nedir? Altıda bir. İlk atışımızda ikinin gelmediğini, ikinci, üçüncü, dördüncü vb. atışlarımızda da ikinin gelmediğini varsayalım. Peki, ellinci atışımızda ikinin gelme olasılığı nedir? O zamana kadar ikinin hiç gelmemiş olmasından ötürü ellinci atışta ikinin gelme olasılığı, üçün veya beşin gelme olasılığından daha mı yüksektir? Hayır, o gene altıda birdir;​

O halde istatistiksel olarak örneğin altı bin defa zarı attığımızda ikinin gelme durumlarının toplamı bin civarında olabilir. Ama zarı her atağımızda ikinin gelme ihtimali altıda birden fazla değildir. Kısaca doğa bilimlerinin sonuçları istatistiksel olarak veya olasılık zemininde savunulamaz. Yapılan gözlem sayısı arttıkça varılan sonucun kesinliğinin artacağı söylenemez. Bir milyon gözlemimiz bize belli bir sonucu verebilir, ama bu sonucun bir milyon artı birinci gözlemle sakatlanması imkânı daima vardır.​

Bundan hareketle Popper bilimsel bilginin olasılık düzeyinde bile hiçbir zaman doğrulanamayacağı veya temellendirilemeyeceği sonucuna varır. Ona göre bilimsel bir bilgi veya sonucun özelliği, yanlışlanabilmeye müsait olmasıdır. Başka deyişle bilimsel bir önerme, yanlışlanabilir olmalıdır. Popper’a göre önemli olan, bir kuranım ne zaman doğrulanabileceği değil ne zaman ve hangi koşullarda yanlışlanmış, yani çürütülmüş sayılabileceğidir. Bir bilgiyi sürekli sınadıktan sonra, sınama sonucu hala çürütülememiş olan görüşler, hiç değilse şimdilik doğru sayılarak bilgi dağarcığına eklenirler.

O halde burada ‘doğrulamacı’ bilim kuramının tam tersi bir noktada bulunmaktayız. Doğrulamacı bilim kuramına göre bir kuramın doğruluğu, gözlem veya deney yoluyla doğrulanmasına dayanır, örneğin eğer ben Galileo’nun serbest düşme yasasının doğru olduğunu iddia ediyorsam, yapmam gereken şey bir cismi düşürmem ve onun Galileo’nun formülüne göre düştüğünü göstermemdir. Ancak Popper haklı olarak doğrulamanın fazla bir şey ifade etmediğini söylemektedir. Çünkü burada aslında benim gösterdiğim, elimde bulunan cismin ‘şu anda sözü edilen yasaya göre düştüğünü göstermekten başka ve daha fazla’ bir şey değildir. Bu özel düşme olayı ve ona ilişkin gözlemim, ne daha önceki özel düşme olaylarına ilişkin gözlemlerimi teyit eder, yani doğrular veya güçlendirir, ne de daha sonraki bir düşme olayı ile ilgili güvenli bir temel oluşturur. Kısaca Popper her varsayımı, aksi kanıtlanıncaya kadar doğru saymak, bir karşı-örnek çıkınca onu terk etmek üzere korumak niyetindedir.​

Deneysel bilimlerin ana akıl yürütme biçimi olan tümevarımın özelliği, geçerliliği, deneysel bilimlerin yapısı vb. hakkında bu kadar açıklamayı yeterli görüyoruz. Şimdi bir başka konuya geçelim. Bu deneysel bilimlerin genel olarak ne şekilde işlediği, başka deyişle yönteminin ana öğeleri veya adımları konusudur.​

Deneysel bilimlerin yönteminin başlıca adımları veya safhaları, gözlem yapılması, varsayım oluşturulması, bu varsayımın sınanması, böylece bir yasaya veya yasa şeklinde bir sonuca ulaşılması adımları veya safhaları olarak sıralanabilir.​

Gözlem

Gözlem, bilimsel araştırmanın konusunu teşkil eden olaylar grubu ile ilgili bir problemin ortaya konmasını, bir sorunun sorulmasını mümkün kılan veri toplama etkinliğidir. Gözlem, gelişi güzel bir toplama etkinliği değildir; bilinçli bir biçimde bir problemle, bir soruyla ilgili olarak veri toplamadır. Geçerli bir gözlem, bir amaca yönelik, sonucu bir sorunun cevaplandırılmasına, bir problemin çözülmesine veya bir varsayımın terk edilmesine yarayan gözlemdir. İnsan zihninin bilimi meydana getirmedeki etkin rolü daha gözlem safhasında kendisini göstermektedir. Bilim adamı kendisini edilgin bir biçimde gözlemlerin akışına bırakmaz; tersine önceden belli bir problemle, bir soru ile ilgili olarak bilinçli, seçici gözlemler yapar.​

Varsayım

Yeterli ölçüde, sayıda ve bilinçli olarak yapılan gözlemler sonucunda varlığı ortaya konulan problemin çözümü olarak geçici bir açıklama sunulması, bir öneride bulunulması, varsayımın oluşturulması veya kurulması safhasını teşkil eder. Varsayım (veya bir anlamda kuram), henüz doğruluğu test edilmemiş, sınanmamış iddiadır.​

Doğrulama (veya eski dilde tahkik etme)​

Çeşitli usullerle, yani yine gözlem yaparak veya mümkün olduğu durumda laboratuvar şartlarında deney yaparak veya başka yollarla, ortaya atılmış olan önerinin doğru olup olmadığım görme veya gösterme işlemidir.​

Deney ve Gözlem Arasındaki Farklar

Gözlemde, gözleyen doğanın akışına müdahale etmeksizin olup bitenleri izler. Deneyde ise deney yapan olguların kendi doğal akışları içinde ortaya çıkmasını beklemeksizin, yapay olarak onları üretir. Gök cisimlerinin uzaydaki hareketleri ancak gözlemlenebilir. Onun için de bu hareketlerin gözlendiği yere ‘gözlemevi’ (rasathane) denmektedir. Ama bir cismin suyun üstünde nasıl yüzdüğünü anlamak için istediğimiz her seferinde deney yapabiliriz veya laboratuvar şartlarında yağmur yağdırabiliriz.​

Bazı bilimlerde ne yukarıda kastettiğimiz anlamda deneyin ne de gözlemin söz konusu olmadığını görmemiz doğru olacaktır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi dünyanın evrende nasıl meydana geldiğini, hangi safhalardan geçtiğini ne deneyleyebiliriz ne de gök cisimlerinin hareketlerini gözlemlediğimiz anlamda gözleyebiliriz. Orada olsa olsa o zamandan kalma bazı verileri (fosilleri vb.) incelemek suretiyle dolaylı bir gözlemde bulunduğumuzdan söz edebiliriz. Evrenin tarihi ile ilgili bu durum, bütün diğer tarihsel disiplinler, insanın tarihini inceleyen bilim dalı veya dalları için de geçerlidir. Burada aklımızda tutmamız gereken şey, doğrulama safhası veya işleminin her bilim için zorunlu olmasına karşılık bunun nasıl gerçekleştirildiğinin bilimden bilime farklılıklar gösterdiğidir. Bundan dolayı bütün bilimler için tek bir doğrulama yöntemi veya usuller topluluğundan bahsetmenin mümkün olmadığını unutmamamız gerekir.​

Bilimsel Açıklama

Bir olayın veya olaylar grubunun nasıl meydana geldiğini tasvir etmenin mümkün olduğu durumlar yanında, onun niçin o meydana geldiği şekilde meydana geldiğini açıklamanın mümkün olduğu durumlar vardır. Galileo’nun serbest düşme yasası veya Boyle-Mariotte’un gazların genleşmesine dair yasaları birinci duruma birer örnektir.​

Buna karşılık Kepler’in gezegenlerin yörüngelerinin neden elips şeklinde olduğuna veya daha doğru bir ifadeyle onların uzayda neden elips şeklinde bir yörüngeyi izlediklerine ilişkin ünlü açıklaması ikinci duruma iyi bir örnek teşkil eder: Kepler, Mars hakkında araştırmalarına başladığında elinde daha önce yapılmış olan çok sayıda gözlem kayıtları vardı. Yani Kepler aslında Mars’ın gökyüzünde farklı zamanlarda farklı yerlerde olduğunu, Güneş ve diğer gezegenlere göre şu veya bu durumda olduğunu Güneş ve diğer gezegenlere göre şu veya bu durumda olduğunu biliyordu. Onun sorusu şuydu: Mars, neden dolayı birbiri ardından bu özel yerlerde ve bu özel durumlarda bulunmaktadır?​

Kepler farklı kuramları veya varsayımları denedikten sonra, sonunda Mars’ın yörüngesinin elips biçiminde olmasından dolayı o bulunduğu yerlerde bulunduğu görüşüne ulaşmıştır. Şimdi bu elips varsayımı veya kuramı, Mars’ın ve diğer gezegenlerin neden dolayı o bulundukları yerlerde ve durumlarda olduğunu açıklama gücüne sahipti. Öte yandan 'Peki, onlar neden dolayı elips biçiminde bir yörünge çizmektedirler?' şeklinde daha ileri bir sorunun da sorulabileceği açıktı. Bu soruya da Newton, hareket yasaları ile, özellikle cisimlerin uzayda birbirlerini aralarındaki uzaklığın karesi ile ters, kütleleri ile doğru orantılı olarak çektiklerine ilişkin yasası ile bilimsel bir açıklama getirecektir.​

Yasa

Yasa, gözlemlenen olaylara ilişkin olarak önerilen varsayımın sınama sonucu doğru olduğu göründüğünde kendisine ulaşılan şeydir. Bilimsel yasanın bazı özellikleri vardır: İlkin o bir genelleme, genel modeldir, yani tek bir olgu veya nesne değil, bir olgular veya nesneler grubuna, sınıfına ilişkindir. İkinci olarak o, doğal olarak formel bilimlerin sonuçlarının aksine ‘olgusal içerik' taşır. Üçüncü olarak o, yapılan doğrulama işlemleri sonucunda ‘doğru' olduğu gösterilen varsayımdır. Sonra ona dayanılarak öndeyilerde bulunulabilir vb.​

Yasaların, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, matematiksel bir dille ifade edilebilir olması arzu edilir bir durumdur ve bu, bilimin idealidir. Ama o, bilimin olmazsa olmaz bir şartı değildir, örneğin 'Bütün metaller yeterince ısıtıldığında genleşir' önermesi, görüldüğü gibi, bir doğa yasasına işaret etmektedir ve bilimsel bir yasadır, ama matematiksel olarak formüle edilmemiştir veya ‘Sanayide genişlemenin ardından işsizlikte azalma olur’ türünden bir cümleyi alalım. Bu ekonomi bilimine ait yasa özelliğine sahip bir cümledir. Ama onun hiç de matematiksel bir ifade biçiminde ortaya konulabilecek bir nitelikte olmadığı açıktır.​

Bilimsel Yasa - Doğa Yasası

Doğa yasası ile bilimsel yasa arasında temelde gerçeklik ile doğruluk arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki vardır: Doğa yasası doğaya, yani bilinen varlığa aittir, bilimsel yasa ise bilen varlık, yani özne tarafından üretilmektedir. Ancak bu yasa, yani bilimsel yasa doğa yasasını ifade ettiği düşünülerek ortaya atılmaktadır. Doğada nesneler veya olgular gibi yasaların olup olmadığı veya başka deyişle yasaların reel ve nesnel olarak doğada mı bulunduğu, yoksa bizim doğadaki varlıklar arasındaki ilişki türlerine verdiğimiz isimler mi oldukları konusu, üzerinde tartışma yapılması mümkün felsefi bir sorundur.​

Bilimsel Yasa - Toplum Yasası

Bilimsel yasa ile toplum yasası arasında kesin bir ayrılık olduğu açıktır. Toplum yasası, toplum tarafından konulan ve kendisine uymamız istenen bir kural, bir normdur. Buna karşılık doğa yasası, olguların davranış tarzı, bilimsel yasa ise bu davranış tarzının tasviridir. Bilimsel bir yasanın, olgulara uygun olup olmaması, yani onları doğru bir biçimde yansıtıp yansıtmaması anlamında ‘doğruluk’ veya ‘yanlışlığından’ söz etmenin mümkün olmasına karşılık, toplum yasasının olsa olsa ‘değerleri’ doğru bir biçimde ifade edip etmemesi anlamında ‘doğruluk’ veya ‘yanlışlığından’ söz etmek mümkündür. Görüldüğü gibi her üçünde de yasa kelimesi kullanılmakla birlikte doğada, toplumda ve bilimde tamamen farklı anlamlarda yasalardan söz edilmektedir.​

Kuram (Teori)

Burada kuramdan kastettiğimiz bilimsel kuramdır. Aslında bilimsel kuram da farklı anlamlarda kullanılmaktadır, örneğin bunlardan biri 'bilimsel varsayım' anlanımda kuramdır. Bizim burada kuramdan kastettiğimiz ise bir bilimsel yasadan daha geniş olan ve zaman bakımından herhangi bir bilim dalında elde edilen bilimsel sonuçlardan sonra gelen bilimsel kuramdır. Bu tür bir kuramda şüphesiz bir olgu veya olgular sınıfına ait yasalar göz önüne alınır ve bu yasalara dayanılır. Fakat bu yasalar, daha zihinsel ve daha sistemli bir büyük varsayımla aşılırlar -Buradan onun, belli ölçüde kendisi ile karıştırılan ‘bilimsel bir varsayım’ olma özelliği çıkmaktadır-. Bir kuram kısmen veya içerdiği çeşitli parçalar bakımından doğrulanmış olsa da tümü bakımından kesinleşmemiş olan bir sistemdir.​

Bir örnek vermek gerekirse Galileo’nun serbest düşme yasası, sarkaç ve denizlerdeki gel-git olaylarının açıklanması ile ilgili yasaları yanında, Kepler’in gezegenlerin Güneş etrafındaki hareketlerine ilişkin üç yasası vardı. Şimdi bunlar gözlem düzeyinde birbiriyle ilgisiz görünen olay gruplarına ilişkindi ve yine birbirinden bağımsız güvenilir gözlem ve deney sonuçlarına dayanılarak bulunmuşlardı. Ama Newton’un sistemi, bütün bu birbirinden farklı görünen olay gruplarını, genel olarak hareketin yasalarına ve evrensel çekim yasasına ilişkin kuramı ile birbirine bağlamış ve onlara ilişkin genel bir açıklama modeli olarak ortaya çıkmıştır.​

Daha yakın zamanlarda bu tür bir evrensel açıklama modeli, hiç şüphesiz Einstein’ın görelilik kuramıdır. Benzeri anlamda olmak üzere biyolojide Darwinci evrim kuramından -dikkat edelim ‘yasasından’ demiyoruz- veya psikolojide Freudcu psikanaliz kuramından söz etmek mümkündür. O halde kısaca belki şöyle dememiz doğrudur: Bilimsel bir kuram bir bilimsel yasadan daha geniş ve daha varsayımsal, felsefi bir sistemden ise daha az geniş ve daha az varsayımsaldır. Yine dikkat edilirse bilimsel bir kuramın aşağı yukarı aynı türden veya aynı sınıftan olguları bir üst sistemde birleştirmesine karşılık felsefi bir sistem, farklı türden veya varlığın farklı alanlarından olguları (örneğin fizik, canlı varlıklar, toplumsal olaylar gibi birbirinden çok farklı alanlara ait olguları) birbiriyle birleştirmeye çalışır.​

Bilimin Değeri

Son olarak bilimin değeri üzerine birkaç şey söylemek istiyoruz. Burada belki şöyle bir üçlü ayrım yapmak faydalı olacaktır: a) Bilimin pratik değeri; b) bilimin entelektüel değeri; c) bilimin ahlaksal değeri.​

Bilimin pratik değeri derken onun gerek bireysel gerek toplumsal olarak gündelik hayatımızda bize sağladığı faydaları (veya verdiği zararları) kastediyoruz. Burada bilimi esas olarak teknoloji boyutunda değerlendirmekteyiz. Bilimin hayatımızı kolaylaştırmada, bize rahatlık ve konfor sağlamada, acılarımızı azaltmada, ömrümüzün süresini uzatmada vb. inanılmaz faydalar sağladığı açıktır. O, Bacon’ın ve diğer Yeniçağ filozoflarının kendisinden bekledikleri rüyayı gerçekleştirmiştir. Bu rüya, ‘evrene hâkim olmak için bilmek' rüyasıdır (savoir pour pouvoir). Bilim sayesinde bugün doğaya büyük ölçüde hâkim olduğumuz söylenebilir. Bilim sayesinde havada uçmakta, denizlerin dibinde dolaşmakta, uçurumlar üzerinde köprüler inşa etmekteyiz. Yine bilim sayesinde gökdelenler dikmekte, dünyanın öbür yarısında meydana gelen bir olayı anında televizyonda seyredebilmekte, deniz yosunlarından yiyecek üretmekteyiz.​

Buna karşılık yine bilim sayesinde bütün dünyayı yüzlerce defa imha etmeye yeterli nükleer silahlar imal etmekte, her gün atmosfere binlerce ton karbondioksit veya benzeri gazları püskürten fabrikalar inşa etmekte, ozon tabakasını inceltmekteyiz. İnsan soyunun tümüyle ortadan kalkmasına yol açabilecek birtakım gelişmeleri doğurmuş olan bilimin son tahlilde insana ‘faydalı’, dolayısıyla değerli bir şey olup olmadığı sorulabilir. Bundan bilimin değil de bizim sorumlu olduğumuz şeklinde yapılabilecek bir itiraz konuya ilişkin önemli bir değişiklik meydana getirme imkânına sahip değildir.​

Bilimin entelektüel değeri derken, daha önce de temas ettiğimiz gibi bilimin bundan farklı olan ve galiba asıl değerini oluşturan şey, insanın bilme isteğini, merakını tatmin etmesidir. Aristoteles’in daha önce de hatırlattığımız sözünü tekrar söylersek “İnsan doğası gereği bilmek isteyen bir canlıdır”. Büyük dinler bunu ‘yasak elma' efsanesi ile dile getirmişlerdir. Yaratılış efsanesinde sözü edilen, bilgelik ağacına, Tanrı’nın aksi yöndeki emrine rağmen Âdem’in yaklaşması, herhalde onun -ve onun şahsında tüm insanlığın, insanın- bilme merakına, öğrenme merakına hamledilmelidir. Bu bilginin insana, kendisini cennetten kovdurma yönünde tarihi bir zarar verdiği aşikârdır. Öte yandan onun bu bilme merakı sayesinde özgürleştiği ve gerçek anlamda ‘insan’ olduğu da söylenebilir.​

Bilimin ahlaksal değeri derken, daha özel olarak onun insana verdiği veya vermesi mümkün olan birtakım karakter özelliklerini kastediyoruz, örneğin bilim insana kendisinden çıkmayı, öznel olmamayı, nesnel ve eleştirici olmayı, grup çalışmasının değerini öğretir veya öğretebilir. Yine bilim insana görüşlerini, bu görüşleri ileri sürmeyi mümkün kılan gerekçelerle sunmayı, ulu orta genellemeler yapmamayı, ne kadar oturmuş olursa olsunlar içinde yaşamış olduğu toplumdan almış olduğu bilgi, görüş ve kanıların mutlak bir değer taşıyamayacaklarını, onların sürekli yeni değerler, bilgiler ve karşılaştırmalarla test edilmeleri gerektiğini öğretir veya öğretebilir. Bu anlamda bilimin en büyük değerinin ‘ahlaksal’ yanında yattığı bile söylenebilir. Çünkü dünyanın küçüldüğü, bütün insanların farklı ırk, milliyet, cinsiyet, din, ideolojileriyle birbirleriyle yakın ilişkiler içine girmek zorunda kaldıkları bir çağda birlikte barış ve hoşgörü içinde yaşamanın sağlanması için gerekli olan temel ahlaksal nitelikler herhalde bu sözünü ettiğimiz niteliklerdir.​

Kaynakça: Ahmet Arslan / Felsefeye Giriş

 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst