1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Anlambilim dilbilimin temel alanlarından biri, ve dilde anlam olgusunun ele alındığı alandır. Anlambilim terimi ilk olarak XIX. yüzyılın ilk yarısında H. Reisig (semasioligie) ve yine aynı yüzyılın ikinci yarısında da M. Breal (semantique) tarafından kullanılmış olsa da, anlam sorunlarına duyulan ilginin Eski Hint ve Eski Yunan'a kadar götürülebileceği, özellikle Platon (M. Ö. 429-347) ve Aristoteles'in (İ. Ö. 384-322) bu konuda eserler verdiği görülmektedir. Örneğin Platon, ünlü diyalogu Kratylos'ta nesnelerle bunların adları arasında doğuştan ya da doğal bir ilişki olup olmadığı sorununu ele almakta ve sözcükleri oluşturan seslerle bu sözcüklerin gösterdiği nesneler arasında doğal bir ilişki olduğu sonucuna varmaktadır. Aynı sorun XX. yüzyıl başlarında çağdaş dilbilim ve göstergebilimin kurucusu olarak görülen Ferdinand de Saussure tarafından genel bir gösterge kuramı içinde yeniden ele alınarak, dilde nedensizlik ilkesi ile çözümlenmiştir. Kısaca belirtmek gerekirse, bu ilkeye göre bir sözcüğün dildeki ses izlenimiyle (gösteren) bunun işaret ettiği nesne ya da kavram (gösterilen) arasında doğrudan (ya da nedenli) hiçbir ilişki bulunmamakta, dolayısıyla bu ilke uyarınca dildeki sözcükler uzlaşımsal nitelikte görülmektedir.​
Düşünürlerin anlam konusuna karşı Eski Hint ve Eski Yunan'da başlayan ilgisi günümüze kadar sürmüş, Locke, Bacon, Leibniz ve Herder gibi pek çok düşünür ve mantıkçı konuyu temel çalışma alanı olarak benimsemiştir. XX. yüzyıldan başlayarak ise anlam konusu artan bir ilgiyle daha çok dilbilim içinde ele alınmaya başlanmış, dilsel anlam konusu pek çok ayrı açıdan incelenirken çağdaş dilbilim kuramları çerçevesinde çok büyük bir kuramsal derinlik kazanarak çalışılmaya başlanmıştır. Genel olarak belirtmek gerekirse, düşünürlerle dilbilimcilerin anlam sorunlarına yaklaşımlarındaki temel farklılık, düşünürlerin daha çok anlam kavramının kendi doğasına eğilmelerine karşılık, dilbilimcilerin anlamın dilin sözcük, söz öbekleri, tümce ve söylem gibi farklı düzlemlerindeki işleyişi ile ilgili sorunlarla ilgilenmeleridir. Bu doğrultuda, genel olarak, anlam sorunlarına düşünürlerin yaklaşımı dil felsefesi, dilbilimcilerin yaklaşımıysa anlambilim ya da dilsel anlambilim adlarıyla birbirinden ayrılır. Ancak farklı bakış açıları yöneltilse de, anlama ilişkin sorunların bu bakış açılarıyla özdeş, dizgeli bir farklılık sergilediğini düşünmek yanlış olacaktır. Tersine, anlam sorunları pek çok farklı açıdan iç içe geçmiş bir görünüm sergilemekte, bu nedenle ele almışları da bakış açılarındaki benzer bir birlikteliği gerektirmektedir. Çağdaş anlambilim çalışmalarında bu açıkça görülmekte, anlama ilişkin mantıksal çözümlemeler günümüzdeki anlambilim çalışmalarının neredeyse temelini oluşturmaktadır.​
Anlama İlişkin Üç Ayrı Kavrayış
Başta da belirtildiği gibi, anlam ile ilgili en eski kavrayış, anlamın sözcüklerin bir parçası olduğu ve bir sözcüğün anlamının onun dile getirdiği şey ile aynı olduğu biçimindedir. Bu anlayış, Eski Yunan'dan beri yaşamaktadır. Buna göre, sözcükler 'şey'leri 'adlandırır' ya da onlara 'gönderim'du bulunur. Örneğin Ankara, İstanbul, Paris, Orhan gibi özel adlar ve masa, ağaç, kalem gibi cins adları, adlandırdıkları şeylere gönderimde bulunan, onları işaret eden sözcüklerdir. Dolayısıyla, bu sözcüklerin anlamı gönderimde bulundukları şey (gönderge) ile belirginleşmekte, sözcükler göndergeleriyle ilişki kurularak anlamlandırılmaktadır. Ancak, bu kavrayış ile ilgili kimi sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlardan ilki, dildeki her sözcüğün gerçek bir nesneye gönderimde bulunmadığı gerçeğidir. Örneğin "Yaşlı adam kırmızı bisikletini eve kadar sürdü" tümcesinde 'yaşlı adam', 'kırmızı bisiklet' ve 'ev' sözcüklerinin gönderimleri belirlidir, ancak 'kadar' ilgeci ve 'sür-' eylemlerinin herhangi bir nesneye (ya da 'şey'e) gönderimde bulunduğunu söylemek, kabul edilmelidir ki, oldukça güçtür. Dilde adlar dışındaki pek çok birim için aynı güçlük söz konusudur. Ayrıca, gerçekte var olmayan, varlıkları ancak düşünsel boyutta bulunan birimlerden kolayca söz edilebilmesi de, anlamı gönderim kavramı ile açıklayan bu yaklaşım için sorunludur. Örneğin, bir mitoloji karakteri olan Pegasus'tan söz edildiğinde, bu sözcüğün dış gerçeklikte bulunmayan bir varlığa nasıl gönderimde bulunduğu, bu yaklaşım ile açıklanamaz. Bunlara ek olarak, ne özel ne de cins adı sayılamayacak 'çaba', 'hatır', 'anlayış' gibi adların da bir varlığa gönderimde bulunduğu söylenemez. İkinci sorun, bu yaklaşım ile tümcelerin açıklanamamasıdır. Gönderimsel yaklaşıma göre bir tümce, ancak bir adlar listesi olarak görülebilir. Ancak, böyle bir listeden oluşan 'Yaşlı adam kırmızı bisiklet ev' bütünlüğü, anlamlı bir tümce oluşturmamaktadır. Gönderimsel yaklaşımla ilgili son sorun, eşgöudergeli sözcükler'in (corefering terms) çoğu zaman eşanlamlı olmadıkları gerçeğidir. Örneğin, aynı evde yaşayan iki kişi için kapıcı ve Mehmet Efendi sözcükleri aynı göndergeye sahip olsa da, bu ikisinin eşanlamlı olmadığı bir gerçektir. Öyle olsaydı, Hasan adında yeni bir kapıcının geldiği bir durumda, ona da Mehmet Efendi denebilmesi gerekirdi, ki bu açıkça olanaksızdır. Kısaca sözü edilen bu sorunun, gönderim kuramı adı ile çağdaş dönemde aralarında Frege, Russell, Strawson ve Donnellan gibi ünlü adların da bulunduğu pek çok düşünür ve anlambilimcinin ilgi alanında bulunduğu görülmektedir. Örneğin, mantıkçı anlambilim geleneği açısından çağdaş anlambilimin öncüsü olarak kabul edilen Frege, bir sözcüğün anlam'ıyla gönderim'ı arasında fark olduğunu ileri sürmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, Frege'ye göre bir dilsel anlatımın anlamı, onu anlamak için gereken içerik iken, gönderimi, bu dilsel anlatım ile gösterilen dış dünyadaki olgudur.​
Anlama ilişkin ikinci kavrayış, sözcüklerle 'şey'lerin birbirine gönderim yoluyla doğrudan bağlandığı düşüncesini reddederek, bu ikisi arasındaki ilişkinin ancak insan zihninin kullanılmasıyla sağlanabileceğini, yani bu ilişkinin ancak kavramlar yoluyla kurulabileceğini ileri sürer. Buna göre, her sözcük için kendisiyle ilişkili bir kavram bulunmaktadır. Bu kavrayışın en önemli temsilcilerinden olan Ogden ve Richards, sözcüklerle göndergeleri arasındaki ilişkiyi aşağıdaki gibi göstermiştir:​
2019-10-22_01-43-23.png
Şemadan da anlaşıldığı gibi, kavram ile sözcük ve gönderge arasında doğrudan bir ilişki bulunurken, sözcük ve gönderge arasındaki ilişki, ancak kavram yoluyla kurulabilmektedir. Ancak, bu yaklaşım da 'kavram' teriminin kesin bir tanımının verilememesi nedeniyle eleştirilmiştir. Kavramın tanımlanışındaki zorluk, özellikle 'iyilik', 'adalet', 'çekingen' gibi soyut kavramlar için daha da belirgindir. Ayrıca, aynı sözcüğün farklı dil kullanıcılarında farklı kavramlar çağrıştırabileceği gerçeği de, terimin tanımlanışını zorlaştıran bir başka etkendir.​
Üçüncü kavrayış, anlam bağlamında davranışçı yaklaşımı içermektedir. Bloomfield, anlamın ancak konuşmanın üretildiği durum bağlamından çıkarılabileceğini ileri sürerek, durum bağlamında bulunan bir uyaran'ın kişiyi konuşmaya yönlendirdiğini ve böylece oluşan bu dilsel uyaran'ın da dinleyicide bir tepki’ye neden olduğunu belirtmektedir. Bloomfield, konuşmaya neden olan uyaran, üretilen sözce ve bunun sonucunda verilen tepki dikkate alınmadan, sözce anlamının ortaya çıkarılamayacağını savunur. Fakat, bu yaklaşım da, sözce üretiminin her zaman gözlemlenebilir fiziksel uyaranlardan etkilenmediği ve ayrıca dilsel uyaranlara tepki vermenin zorunlu olmaması gibi nedenlerle, eleştirilmiştir.​
Betimlemeli ve Kuramsal Açıdan Temel Anlambilim Konuları
Sözvarlığına ilişkin birimlerin anlamsal incelemesinde genellikle sözcüklerden söz edilmesine karşın, 'sözcük' terimi, dilde kapsamlı bir anlam incelemesi yapmak için yeterli değildir, örneğin uyudu, uyuyor, uyumuş ya da masa, masaya, masayı birimlerinden her biri bir sözcük olmasına karşın, bunlarla anlatılmak istenen, aynı şeydir. Bu durumda, sözcük ve anlam arasında birebir ilişki olmadığını söylemek gerekir. Buna bağlı olarak, her iki sözcük grubunda da ayrı ayrı dile getirilen uyumak ve masa biçiminde iki ayrı temel birimin bulunduğu, grupları oluşturan sözcüklerin de bu temel birimlerin birer değişkesi olduğu söylenmelidir. Dolayısıyla, eğer her bir değişke ayrı bir 'sözcük' ise, bunların ortak olarak ilişkili olduğu temel birim sözcük olarak adlandırılamaz. Sözcük teriminin yetersizliğine ilişkin bir diğer sorun da deyimsel yapılarla ilgilidir, örneğin, küplere binmek deyimi iki sözcükten oluşmasına karşılık tek bir anlama gelmektedir: Kızmak. Dahası, bu temel anlam biriminin anlamlandırılmasmda, kendisini oluşturan sözcüklerin bireysel anlamlarının hiçbir rolü yoktur. Açıkça görüldüğü gibi, dilsel birimlerin anlamlarının incelenmesinde 'sözcük' terimi, sıralanan nedenlerle, karışıklığa neden olmaktadır. Bu nedenle, dilsel anlam çalışmalarında yeni bir terminolojiden yararlanılarak, bunun yerine sözlükbirim ya da sözlüksel birim terimleri kullanılır. Gerçekte bir sözlükte yer alan madde başlan da sözcükler değil, sözlükbirimlerdir. Bu yeni terminoloji, aynı zamanda, aslında bir ses, biçim ve anlam birleşimi olan sözcüğün anlam özelliğinin ses ve biçim özelliklerinden ayrılmasını, dolayısıyla anlamsal inceleme için gereksiz (ya da ikincil önemde olan) özelliklerinden soyutlanabilmesini de sağlamakta, böylece daha sistematik bir inceleme için uygun bir kuramsal taban sunmaktadır.​
Yapısalcılık anlayışının çağdaş dilbilimde her tür dilsel düzlemin incelenmesinde etkili olması, sözvarhğına ilişkin çalışmalarda da yansıma bulmuştur. Yapısalcı anlayışa göre dil, dilsel birimlerin yalnızca bir arada bulunmasından değil, bunların sistematik ilişkilerinden doğan bir sisfem'dir. Bu anlayış, sözvarlığmı oluşturan sözlükbirimler arasında da sistematik bir ilişki bulur. Diğer bir deyişle, sözvarlığı, içerdiği sözlükbirimlerin karşılıklı ilişkisini gerektiren sistematik bir yapıya sahiptir. Bu sistem uyarınca, birbiriyle anlamca ilişkili olan sözlükbirimler bir araya gelerek bir anlam alanı oluşturur ve sözvarhğmın bütünü de, bu biçimde belirlenen pek çok anlam alanının bir toplamı olarak ortaya çıkar, örneğin, flüt, nota, ritm, konçerto sözlükbirimleri arasında bulunan açık anlamsal bağ, bunların aynı anlam alanına ait olduklarını göstermektedir. Anlam alanı kavramı, yalnızca anlamsal bütünlükler kurmak üzere sözlükbirimlerin nasıl bir araya geldiğini değil, aym zamanda bir sözlükbirimin bireysel anlamının nasıl kesinleştirildiğini de açıklamaya yardımcı olur. Buna göre, bir anlam alanı içindeki her sözlükbirimin anlamı, yapısalcı anlayışa da uygun olarak, diğerleri ile kurduğu ilişkiden etkilenmektedir, örneğin hoşlanmak, sevmek ve aşık olmak sözlükbirimlerinden her birinin anlamı, sistemde bulunduğu yerden ve dolayısıyla diğerleri ile girdiği ilişkiden etkilenmektedir. Bu sisteme, örneğin, delicesine aşık olmak eklendiğinde, sistem içindeki ilişkiler değişecek, örneğin aşık olmak sözlükbirimi ilgili duygunun en üst derecesini gösterirken, bu konumunu yitirecektir.​
Anlam alanı ile ilgili bu belirlemeler sözvarlığına ve sözlükbirimler arasındaki kimi ilişkilere açıklık getirse de, bunlar arasındaki diğer pek çok ilişki hakkında bir şey söylememektedir. Sözlükbirimler arasındaki bu ilişkiler anlamsal ilişkiler olarak adlandırılır ve eşanlamlılık, altanlamlılık, üstanlamlılık, karşıtanlamlılık gibi değişik anlamsal ilişki türlerini içerir. Bunlardan eşanlamlılık, ak/beyaz, yollamak/göndermek çiftlerinde olduğu gibi, sözlükbirimlerin anlamca 'aynılık'ına dayanmaktadır. Bununla birlikte, genel olarak, dilde bütünüyle eşanlamlı sayılabilecek pek az sözcüğün bulunduğu ya da böyle hiçbir sözcüğün bulunmadığı kabul edilmektedir. Eşanlamlı görünen sözcükler arasında genellikle biçemsel, bölgesel, duygusal ya da başka tür farklılıklar bulunmakta ve/veya bunlar kullanıldıkları bağlamlar açısından ayırımlaşmaktadır. Bu konuda sık başvurulan örneklerden biri, ölçünlü Türkçede beyaz peynir anlatımına karşılık ak peynir anlatımının olmamasıdır. Altanlamlıhk, 'X bir tür Y'dir' biçiminde belirtilebilecek bir 'içerme' ilişkisi sergiler. Örneğin, 'gül bir çiçektir'; 'serçe bir kuştur'. Bu örneklerde çiçek ve kuş sözlükbirimleri, sırasıyla gül ve serçe sözlükbirimlerinin üstanlamlıları, gül ve serçe de birincilerin altanlamlılarıdır. Aynı üstanlamlı sözlükbirime sahip olan sözlükbirimler de, birbirleriyle eş-altanlamlılık ilişkisi içindedir. Sözü edilen örneklerde gül ve serçe için sırasıyla papatya, karanfil ve karga, leylek sözlükbirimleri eş-altanlamlı birimler olarak verilebilir. Karşıtanlamlıhk ise daha karmaşık bir görünüm sergiler. Bu anlamsal ilişkinin türlerinden biri, derecelendirilebilir karşıtanlamlılık'tır: (çok) büyük / (oldukça) küçük, uzun / kısa gibi derece anlatan ifadelerle oluşturulan dilsel birimler, bu türe örnektir. Bu karşıtanlamlılık türünün tersine, kadın /erkek, evli / bekar gibi bütünleyici karşıtanlamlılar derecelendirilemez. Bir kimse kadınsa, erkek değildir; bekarsa, evli değildir. Bu grupta bulunan birimler, gerçek karşıtanlamlılar olarak da adlandırılmakladır. Bunlara ek olarak, üyelerinden birinin her zaman diğerini önvarsaydığı ilişkisel karşıt ani anıl ılık, vermek / almak, öğretmen / öğrenci gibi karşıtlık çiftlerinde bulunmaktadır. Buna göre, 'eğer X Y'yi Z'ye veriyorsa, Z Y'yi X'ten alıyor demektir'. Benzer biçimde, 'eğer X Y'nin öğretmeniyse, Y X'in öğrencisidir'.​

Diğer yandan, sözlükbirimlerle ilgili anlamsal çözümleme derinleştirildiğinde, her bir sözlükbirimin özerk anlamsal özellik'lerden oluştuğu görülür. Örneğin adam sözlükbirimi, ERİL ve YETİŞKİN, kadın ise DİŞİ ve YETİŞKİN özelliklerine sahiptir. Bu anlamsal özellikler bir yandan bir sözlükbirimin özerk anlamının belirlenmesi doğrultusunda işlerken, diğer yandan da sözlükbirimler arasındaki anlamsal benzerlik ve farklılıkları, dolayısıyla sözvarlığı içindeki anlamsal bağlantıları açıklar. Örneğin, adam ve kadın için yukarıda belirlenen anlamsal özelliklere ulaştıktan sonra, artık bunların her ikisinin de daha genel bir YETİŞKİN ulamı içinde bulunduğu, ancak bu ulam içinde yer alan ERİL ve DİŞİ all-ulamlarında farklılaştıkları rahatça belirlenebilir. Böylece, tüm sözvarlığının, her biri sözlükbirimlerin gerek özerk, gerekse ulamsal niteliklerini belirleyen belirli sayıda anlamsal özellikten oluştuğu görüşü kabul edilmektedir. Bu görüş, özellikle, üretici dilbilgisi kuramıyla çağdaş dilbilim çalışmalarına kesin bir yön veren N. Chomsky'nin. evrensel dilbilgisi anlayışını temel alan ve 1960 sonrasında geliştirilen yorumlayıcı anlambilim ve üretici anlambilim çalışmalarında ele alınmıştır. Üretici dilbilgisi yaklaşımı, dil kullanıcısının sezgisel tümce üretme yeteneğini açıklamak amacıyla, insan zihninde var olduğu düşünülen dilbilgisi modelinin temel olarak sözdizimsel, sesbilimsel ve anlambilimsel bileşenlerden oluştuğunu varsaymaktadır. J. J. Katz ve J. A. Fodor tarafından 1960 sonrasında geliştirilen yorumlayıcı anlambîlime göre, anlamsal bileşenin bu model içindeki işlevi, tümce yapılarını üreten sözdizimsel bileşen çıktılarını anlamsal olarak yorumlamaktır. Bu yorumlama işlemi sayesinde, örneğin, Chomsky'de geçen ünlü "Yeşil düşünceler kızgın bir biçimde uyuyor" tümcesinin üretimi, sözdizimsel kabuledilebilirliğine karşın, engellenmektedir. Burada anlamsal bileşen, yeşil ve düşünce sözlükbirimlerinin, ilkinin [+RENK] ikincisinin de [-RENK] özellikli olması nedeniyle, bir arada kullanılmayacak nitelikte olduğunu, ayrıca düşünce adının [CANLI] özelliği nedeniyle [+CANLI] uyu-eylemi ile birlikte bulunamayacağını yorumlayarak, sözdizimsel bileşenin böyle bir tümceyi üretmesini engellemektedir. Görüldüğü gibi, sözlükbirimlerin anlamsal özellikleri tümce üretim sürecini doğrudan ilgilendirmektedir. Buna karşılık, Lakoff, Me Cawley ve Chafe gibi dilbilimcilerin öncülük ettiği üretici anlambilim, anlamsal yapıların tümce üretiminde 'temel' nitelikte olduğunu, bu nedenle anlamsal bileşenin yorumlayıcı değil üretici özellik taşıdığını, bir başka deyişle tümce üretiminin evrensel nitelikli olan anlamsal yapılardan başladığını ileri sürer. Anlamsal bileşenin yorumlayıcı / üretici niteliğine ilişkin bu tartışmanın varlığına karşın, sözvarlığının içerdiği tüm birimlerin yukarıda kısaca açıklanmaya çalışılan anlamsal özelliklere sahip olduğu düşüncesi, Chomsky okulunda daha sonra geliştirilen, bu doğrultudaki son dilbilgisi kuramı olan Minimalist Kuram’ı da kapsayacak biçimde, diğer dilbilgisi kuramlarında da sürdürülmüştür.​
Üretici dilbilgisinde genel olarak dilbilgisinin tüm bileşenlerinin özerk olduğu kabul edilmekle birlikte, bu bileşenlerin birbirleriyle çeşitli etkileşimlerde bulundukları da düşünülmektedir. Örneğin, anlamsal bileşenin sözdizimsel bileşenle girdiği etkileşim yoluyla, bir eylemin alacağı üyelerin anlamsal nitelikleri belirlenir. Örneğin vereylemi, dilbilgisel açıdan, bir özne, bir nesne ve bir de dolaylı nesne gerektirmekte, bunlardan herhangi birinin eksik olması durumunda tümce 'bozuk' olarak yorumlanmaktadır. Bununla birlikte, bu üyelerden her biri ayrı bir anlamsal rol yüklenmektedir. Örneğin Ali kitabı Murat'a verdi tümcesinde özne, eylemin bildirdiği işi gerçekleştirdiği için eyleyen, nesne bu işe konu olduğu için konu, dolaylı nesne de bu işin sonucundan yararlandığı için yarar tanıcı biçimindeki anlamsal rolleri yüklenmektedir. Anlamın sözdizimsel bileşendeki bu yansıması, genellikle dilbilgisel anlam terimiyle anlatılmaktadır. Buna ek olarak, bu iki bileşen arasındaki etkileşim yoluyla, örneğin, belirsiz adların tümce içinde hangi konumlarda bulunabileceği de belirlenmekte, bu doğrultuda daha pek çok konuyu içeren ayrıntılı çalışmalar yapılmaktadır.​
Anlamsal bileşen ile sesbilimsel bileşen arasındaki etkileşim ile de, kimi zaman büriınsel anlam olarak adlandırılan ve gerçekte anlamı dilin daha genel bir düzlemi olan kullanımsal düzlem ile ilişkilendiren kimi olgular gözlemlenir. Örneğin, tümce birimlerinden birinin sesbilimsel olarak işaretlenmek amacıyla vurgulandığı (ve örneklerde büyük harflerle gösterilen) Ali kitabı Mil kat’A verdi ve Ali KİTABİ Murat'a verdi tümceleri, içerdikleri kullanımsal anlam açısından farklıdır. Bu tümcelerin farklı büünsel yapıları, her iki tümcede de konuşucu ve dinleyici arasındaki ortak ve ortak olmayan bilgilerin farklı olduğunu sezdirmektedir. İlk tümcede Ali'nin kitabı birine verdiği, ikinci tümcede ise Ali'nin Murat'a bir şey verdiği ortak bilgiyi oluştururken, sırasıyla, kitabın verildiği kişi, yani Murat, ve Murat'a verilen şey, yani kitap, bu tümcelerdeki ortak olmayan bilgiler olarak belirginleşmektedir. Kullanımsal düzlemin sözdizimsel, sesbilimsel ve anlamsal bileşenlerle girdiği bu etkileşim, dilbilimde bu bileşenlerle ilgili özerk alanlarda ayrı ayrı incelendiği gibi, bilgi yapısı adı verilen başka bir alanın da konusunu oluşturmaktadır.​
Kullanımsal anlam, yukarıda aktarılan yönünden daha geniş bir çalışma alanı olarak, kullanımbilim çalışmalarının da temel araştırma nesnelerinden biridir. Kullanımbilimin inceleme alanı içinde anlam-bağlam etkileşimi önemli bir yer tutmaktadır. Bu ilişki doğrultusunda, örneğin, Masana bir kitap bıraktım tümcesi, farklı bağlamlarda farklı tümcesel anlamlar alacak biçimde yorumlanabilmektedir. Bu tümce, bağlamın özelliklerine göre bir emir (Onu oku!} ya da bir haber tümcesi (Haberin olsun} olarak anlaşılabilir.​
Çağdaş anlambilim içindeki belki de en önemli yaklaşım, felsefe ve mantikbilimde geliştirilmiş kuramsal yöntem ve yaklaşımları temel alan ve temel olarak önerme yapısını, bir başka deyişle önermesel anlam'ı inceleyen biçimsel anlambilim’dir. Bu alanda yapılan çalışmaların amacı, mantıkbilimin sunduğu kesin, matematiksel araçları kullanarak tümcenin önerme yapısını ve bu yapıyla ilişki kuran sözlükbirimlerden metinsel birimlere kadar tüm dilsel birimleri ve özelliklerini çözümlemektir. Bu alanda yapılan çalışmalarda, tümceler kendilerini anlamsal olarak temellendiren önermeler bağlamında ele alınarak, doğruluk koşulları, yani gerçek dünyada doğru olup olmadıkları, açısından değerlendirilir. Biçimsel anlambilim, kullanımsal anlam bağlamında, aynı yöntem ve yaklaşımları benimseyen biçimsel kullanımbilim alanını da doğurmuştur.​
Aksan, Anlambilimi ve Türk Anlambilimi, Ankara, 1971.​
Bach, Informal Lectures on Formal Semantics, Suny Yayınları, Albany, 1989.​
A. Denkel, Yönletim: dil felsefesinde bir konu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 19Sİ.​
. Heim A, Kratzer, Semantics i» Generative
Grammar, Blackwell, Oxford, 1997.​
R. Jackendoff, Semantic Structures, MİT University Press, Cambridge, 1995.​
S. Lappin(der), The Handbook of Contemporary Semantic Theory, Blackwell, Oxford, 1996.​
R. Larson G. Segal, Knowledge of Meaning: An Introduction to Semantic Theory, MİT University Press, Cambridge, 1995.​
G. Leech, Semantics: the study of meaning, Penguin Boks, 1983.​
G. W. Lycan, Philosophy of Language: a contemporary introduction, Routledge, 1999.​
Lyons, Semantics, 2 vols, Cambridge University Press, Cambridge, 1977.​
Platon, "Kratylos (Dil Üstüne)", Diyaloglar 1 (çev. T. Aktürel) içinde, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989, s: 195-261.​
de Saussure, Cours de Linguist iqtie Generale (yay. Ch. Bally ve A. Sechehaye), Paris, 1931,​
E. Uzun, Ana Çizgileriyle Evrensel Dilbilgisi ve Türkçe, Multilingual, İstanbul, 2000.​
Ayrıca bkz., ANLAM, ANLAM KURAMLARI, CHOMSKY, DİL BİLGİSİ, DİL FELSEFESİ, DÜZANLAM, SESBİLİM, SÖZ DİZİMİ, SÖZLÜK DAĞARI, ÜRETİCİ DİLBİLGİSİ, YORUMLAYICI ANLAMBİLİM.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst