1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Analitik Psikoloji ilk kez kurucusu Cari Gustav Jung'un çalışmalarında tanımlanmış olan bir psikoloji okuludur. Freudçu psikolojiden doğan analitik psikoloji, gerçekte onu geliştirmeye yönelik bir çabadır. Jung, 1900 yılında yazdığı ve 1902’de basılan doktora tezinde her ne kadar Pierre Janet ve F. W. H. Myers'in kitaplarından da eşit miktarda faydalanmış olsa bile, bu tez asil Jung'un Freud'un en eski metinlerinden Rüyaların Yoruntu'na olan yakınlığını yansıtır. Jung sadece tıp ve psikiyatri değil, felsefede de kendini yetiştirmiştir. Psikoanalizin yeni versiyonuna giden kendi yolunu bulmadan çok önce Freud'a "eğer psikoanaliz diye bir şey varsa, psikosentez de olmalıdır" diye yazan Jung'un bu sentez arayışı hayatı boyunca sürmüş ve bu arayış, onu ilk önce Freud ile yakın ilişkiye geçmeye, sonra da bu ilişkiyi bozmaya götürmüştür.​
Jung yalnızca Freud'un yazılarından ötürü değil, (Schopenhauer, von Hartmann, Carus gibi) Alman felsefeci ve fizikçileri ile olan tanışıklığından ötürü iyi bildiği bir kavram olan bilinçdışı fenomenine kariyerinin başından itibaren hep ilgi duymuştur. Aslında, o henüz Basel Üniversitesi'nde bir öğrenciyken, 1895-1900 yıllarında büyücülük fenomeni ve rüyaların psikolojik anlamı ile, özellikle de kişisel deneyimlerin sonucu olan rüyalar ile ilgilenmiştir. Bu da onu doğallıkla psikiyatride uzmanlaşmaya götürmüş olup, doktora tezinde büyücülük denilen fenomeninin psikolojisi ve patolojisini incelemesi, onun söz konusu merakının ilk ürünü meydana getirir, 1900 yılında Zürih Üniversitesi'ndeki Burghölzli Psikiyatri Kliniği'nin yöneticisi Eugen Bleuler'in asistanı olmuştur. 1905'te öğretim görevlisi ve şef psikiyatrist konumuna getirildiği bu klinikte bir deneysel psikopatoloji laboratuarı kurmuştur. Orada, Freud'un bulgularını —başta bastırma ve ket vurma olmak üzere— ilk kez bilimsel çalışmalarla onaylayan sözcük çağrışımı deneyleri geliştirmiştir (bu çalışmalar sonradan Sözcük Çağrışımı Çalışmaları adıyla yayınlanmıştır, 1904-1909). Bu deneyde hastaya bazı kelimeler okunur ve hasta her kelimeye aklına gelen ilk kelime ile cevap verir. Jung, sıklıkla yanıtın aşırı derecede geciktiğini, ya da uyarıcı kelimenin yanlış yorumlandığını ya da uyarıcı kelimeyle açıkça görülen bir ilişkisi olmayan kelimelerin hastanın aklına geldiğini veya bazı durumlarda hastadan hiçbir cevap gelmediğini ortaya çıkardı. Yanıtlarda böyle tuhaflıklar olduğunda, aslında uyarıcı kelime bazı duygusal anılara, bilinçdışında olan duygusal "karmaşa"ya dokunmuş görünür. Bu sözcük çağrışımı testi halen standart bir teşhis işlemidir ve yalan detektörü diye adlandırılan testin geliştirilmesinde kullanılmıştır.​
Bu dönemde, Jung bu kompleksleri cinsellik açısından yorumlamakta hiçbir sorun yaşamıyor görünse de, Freud'un ruhsal yaşamda cinselliğin rolü ile ilgili görüşlerini kabul etmekten sakınır. Nitekim, 1906 yılında, Freud ile ilk kişisel görüşmesinde cinselliğin ruhsal yaşamdaki önceliğine geçici de olsa ikna olmuştur. 1909 yılında Freud ile birlikte Massachusetts, Worcester'deki Clark Üniversitesi'nde ders vermeye davet edilen Jung, dönüşünden kısa bir süre sonra Dr. Bleuler ile arasındaki gerginlikten ötürü, Burghölzli'deki görevinden ayrılmıştır. Dr. Bleuler başlangıçta bu yeni bilimle Uluslararası Psikoanaliz Derneği'ne üye olacak kadar ilgi duymuş, fakat sonra giderek Freudçu görüşle uyuşmazlığı arttığından üyelikten geri çekilmiştir.​
Jung, Freud'un çevresindeki Yahudi olmayan az sayıda kişiden biriydi ve Freud, Viyanalı destekleyicilerini sık sık kızdırmak pahasına Jung'a iltimas gösterdi. Freud, anlaşılması zor olmayan bir biçimde şunu hissetmiştir ki, eğer psikoanaliz tümüyle bir Yahudi girişimi olarak anlaşılırsa, Almanca konuşulan ülkelerde her zaman var olan Yahudi karşıtlığı yüzünden, psikoanalizin bu ülkelerde yayılması ciddi bir biçimde engellenebilir. Büyük ölçüde bu nedenle, Freud 1910 yılında Jung'u Uluslararası Psikoanaliz Derneği'nin başkanı yaptı.​
Sonraki birkaç yıl boyunca Jung, Freudçu yaklaşıma bağlılık ile bilinçdışının daha geniş doğasını kurmaya yönelik ilgisi arasında sürekli bocaladı. "Psikoanaliz Kuramı" adlı eserinde, kendisinden beklenebileceği gibi, psikoanalitik kuramda pek çok değişiklik önerdi; ve iki sene daha süren kesinlikten uzak bağlılık ve rahatsızlık verici şüphe durumları arasında gidip geldikten sonra, nihayet 1914 yılında derneğin başkanlığını bıraktı. "Bilinçdışının Psikolojisi"(1913) adlı eseri bu adımı kaçınılmaz hale getirmişti. Libidonun dönüşümü, onun tanımlamasına göre Freud'un anlattığı psikoseksüel gelişimden çok farklıydı.​
Freud'dan sapmalar
Jung, Freudçu "libido" terimini kullanır, fakat Freud libidoyu yetişkin cinsel itkilerini oluşturan bir grup içgüdü (oral, anal, genital) olarak algılarken, Jung'a göre libido, bilinç ve bilinçaltı arasındaki gerilimin bir ürünüdür. Jung'a göre enerji durmaksızın bu iki güç arasmda gidip gelir ve kendisini her etkinlikte gösterir, cinsel etkinlik de buna dahildir. Libido, parça parça içgüdülerden oluşmaz, bir bütündür, nötrdür ve hep aynıdır. Freud'a göre enerjinin özü cinselliktir, çünkü amacı bütün hazların prototipi olan cinsel hazdır. Oysa, Jung'a göre haz, her türlü etkinliğin sonucu olabilir. Emmek ve yemek haz vericidir, fakat bu haz mutlaka cinsel haz ile bağlantılı olmak zorunda değildir. Freudçu teorinin siperi olan Oedipus kompleksi, Jung'un düşüncesinde bir çocuğu annesine yönelten beslenme ve korunma arzusunun adı olur. Jung için, ensestin yasak olması durumu, bastırılmış evrensel bir itkinin işareti olmaktan çok ötededir; sadece çocukluktan bu yana gelen günlük arkadaşça ilişkinin güçlü cinsel cazibe oluşturmayacağı gerçeğinin ifadesidir. "Bebeksi bastırma" sadece çocuğun biyolojik olgunlaşmamışlığının işareti olabilir; onun bilinçaltından gelen içgüdüsel güçlerin işareti olması gerekmez. Aslında, o en eski yazılarında bile nevrozun sebebinin bu tip bastırmalarda bulunamayacağını belirtmiştir. Nevroz, insanların yaşamla burada ve şimdi yüzleşmekteki yetersizliklerinin sonucu olabilir ve de kişi uyuşukluktan çıktığında yaşam gücünü (libidosunu) şu anın güçlükleriyle baş etmede kullanmak yerine geçmişe döner. Bilinçdışı konusunda Jung, onun tamamlayıcı işlevine vurgu yapar. Freud'a göre "birincil süreç" arzuların tatmin edilmesini fanteziyle sağlar; Jung'a göre ise fantezi dikkatleri önemli iç gerçekliklere çekmek amacını taşır.​
Jung'ın Kendi Sisteminin Gelişimi​
Jung'un, Freud'dan giderek uzaklaştıkça bilinçaltı sembolizmine olan ilgisi artmıştır. Zamanının büyük bölümünü simya metinlerini çalışmaya ayıran Jung, nitekim onlardaki imaj ve sembollerin hastalarının analizinde yinelenenlerle paralelliklerini keşfetti. Batıkların Doğu'da evrensel olan sembolleri sezgiyle anlama yetisini kaybettiklerine ve de bunun kendi olgunlaşma arayışları için ciddi bir sakınca olduğuna inanmaya başladı. Erken Hıristiyanlık ve Ortaçağ sembolizmini yorumlamalarında kullandığı çeşitli çalışmalarından sonra Richard Wilhelm ile birlikte eski bir Çin metni olan Altın Çiçeğin Gizi'nin (1929) çevirisini yayınladı ve bu eserde kendi geliştirdiği sistemi temel alarak Çin sembollerini yorumladı. Sonra, Macar filolog ve mitolojist Kari Kerenyi ile işbirliği içine girdi (Bilim ve Mitoloji üzerine Makaleler, 1941) ve Heinrich Zimmer'in Der Weg zum Selbst adlı eserinin editörlüğünü yaptı (1944). 1948'de kendi tedavi yöntemlerini ve yorumları konusunda öğrenci eğitmek üzere Zürih'teki Jung Enstitüsünü kurdu.​
Kişilik Yapısı: Jung, insan kişiliğini genelde düşünülenden daha geniş bir kapsamda algılar gibi görünmektedir.​
Bilinç ve bilinçaltı: İnsan, yaşamı boyunca elde ettiği zihinsel içerikten bir kısmını unutur, bir kısmını etkin bir biçimde bastırır ve bütün bunlar kişisel bilinçaltına gider. Bu kişisel bilinçdışı, nesnel ruh da denilen ortak bilinçdışının devamı niteliğindedir. Ortak bilinçli; bilinç ve bilinçdışı yaşantının üzerine inşa edilmiş olduğu mirası temsil eder. Daha geniş bir kavram olan kişilik, bütüncül benlik, hem bilinci hem bilinçdışını (bireysel ve ortak) içerir; bilinç başlıca etkinlik alanı olup, bilinçdışı bu etkinliği doğuran zemindir. Bu normalde tek yönlü bir trafik değildir. Bilinç, sürekli olarak bilinçaltı tarafından beslenir ve yenilenir; ve de bilince yönelen enerji akışında bir artış olması, mutlaka bilinçdışında da tamamlayıcı bir akış olduğunun işaretidir.​
Dışa Dönüklük İçe Dönüklük: Kişilik, kişinin dünyaya yönelen bir harekeli ve geçici olarak geri çekilmesi ile oluşan bir dizi ilerleme ve gerileme ile gelişir. Bu, çocukluktan başlayarak ergenliğin kargaşasından geçip olgunluğa ve yaşlılığa doğru gider, asla durmaz. Nevrozda ve psikozda dahi bu enerji hareketi vardır, onun bunlarda yalnızca yönü değişir.​
Jung, etkinliği iki ana yöne ayırır. Buna göre, etkinlik, dıştaki nesnelere, bütün biçimleriyle dünyaya yönelebilir; buna dışadönüklilk denir. Ya da iç dünyaya yönelebilir, düşüncenin ve hayal gücünün dünyasına; buna ise içedönüklük adı verilmektedir. Bunlar etkinlik ve ilginin normal yönleri olup, farklı türden insanlar tarafından tercih edilir. Dışadönük kişi nesnelerin dış özellikleri ile ilgilenir; görüntüler, şekiller, sesler ve kokular gibi. Bu dışadönük kişi bilim adamı ise, kuramlardan çok somut gerçeklerle ilgilenir; sanatçı ise ifade etmek istediği anlamdan ziyade kullandığı biçimler, sesler ve renkler ile meşgul olur. Öte yandan, içedönük kişi, karşılaştığı şeylerden ne yapılabileceği ile ilgilenir. O kendi etkinliklerinin ürünleriyle, kendi içsel direktiflerinin dünyaya verdiği biçimlerle ilgilidir. İçedönük bilimci somut gerçeklerle değil, fakat kuramlarla ilgilidir. İçedönük sanatçı kendi inançlarına şekil vermeyi tutkuyla arzular; onun gözünde renklerin ve şekillerin kendi başlarına hatırları yoktur, renkleri ve şekilleri düşüncelerini ifade etmenin araçları olarak kullanır.​
Normalde insanlar çocukluk yıllarını bir dışadönüklük dönemi olarak yaşarlar, ergenlik dönemini içedönük geçirirler. Olgunluk dönemlerinde bu iki tepki tarzından biri yerleşir ama ideal olan, diğer tarzın da şartlar gerektirdiği zaman, kullanmak üzere hazır bulunmasıdır.​
Dört işlev: Bilinçli etkinliğin bir tarzını tercih ettikten sonra herkes bir de işlev tercihi yapar. Jung dört ana işlevi birbirinden ayırır: Düşünce, duygu, duyu ve sezgi. Düşünce bir şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu değerlendirmede; duygu ise o şeyin kabul edilir ya da kabul edilemez olduğunu değerlendirmede kullanılır. Bu zıt işlev çiftleri bizim gerçeklik üstündeki doğru/yanlış, iyi/kötü kavramlarımızı belirler ve Jung bunları rasyonel işlevler olarak tanımlar. Öte yandan duyu ve sezgi basitçe bize bir şeyleri öğretmek içindir. "Bu kırmızıdır" ya da "1 artı 1, 2 eder" ifadeleri bizim dışarıda varolan bir şevi algıladığımızı gösterir. Jung sezgiyi "aşikar olana dayanan bir algı" olarak tanımlar ve bu da onun duyu ve sezginin gerçekliği algılamamızda yardımcı olduğu şeklindeki görüşünü yansıtır. Onun görüşüne göre dışsal gerçeklik, üzerine empoze edilen mantık olmaksızın algılanır; Jung bu yüzden, söz konusu işlev çiftini akıldışı öğeler olarak görür.​
Çocuk, işlevlerini kullandıkça bir tanesini diğerlerinden daha yetkin bulur. Bu, onun "öncelikli işlevi" olur. İkinci yetkin işlevi ise, onun "yardımcı işlev"idir. Jung'un sisteminde bütün enerji (dolayısıyla da bütün etkinlikler) iki zıtlık arasındaki —biri bilinç diğeri bilinçdışı— gerilimin ürünü olarak ortaya çıkar. Bu da iki çift işlevi içine alır. Düşünce duygunun zıttıdır; düşünce öncelikli işlev olduğunda aşağı (bilinçdışı) işlev duygu olacaktır, ve bunun tersi de geçerlidir. Düşünce öncelikli işlevken, ya duyu ya da sezgi dünyayla karşılaşmada bilinçli olarak kullanılan yardımcı işlev olur. Geriye kalan işlev yarı bilinçli yarı bilinçsiz olacaktır. İdeal olan, artan olgunlukla birlikte aşağı işlevin de elde edilebilir olması, sonuç olarak insanın dört işlevi de hemen hemen eşit kolaylıkta kullanabilir olmasıdır —ama bu ihtimal dışı bir olaydır. Örneğin, öncelikli işlevi düşünce olan içedönük bir kişi bir şeyi çabuk kavrayabilmen, onun potansiyellerini sezgi yoluyla anlayabilmeli, çeşitli özelliklerini hissedebilmeli ve doğru olarak değerlendirebilmelidir.​
Bir kişi sadece öncelikli işlevini kullanıp diğer hareket tarzlarını reddettiğinde bastırılan aşağı işlevler o kişinin hareketlerini dolaylı yoldan ve çoğunlukla feci bir şekilde etkiler. Bu nedenle, düşünce işlevini ön plânda tutan bir içedönük adam kendini, aralarında hiçbir ortak noktanın olmadığı, hiçbir çekiciliği olmayan bir kıza aşık olmuş bulabilir: Bastırılmış duygu işlevi ilkel kalmıştır ve şimdi uzun süren ihmal edilmişliğin öcünü çıkartmaktadır.​
Ego: Kişiliğin, bireyi kendisinin hissettiği şekilde sunan ve dış gerçekliğe uyduran bölümü bilinçli ego olarak adlandırılır. Her insan hayata bir ailenin, bir milletin, insan soyunun üyesi olarak başlar, geçmişinden gelen deneyim ve davranış biçimlerini miras alır. Kişi, bilinç düzeyinde ego olarak yaşar fakat aynı zamanda ortak ruhun somut bir ifadesidir ve bilinç ile bilinçdışı arasındaki gerilimin yarattığı enerji ile yaşamı sürer.​
Persona: Olgunlaşma öncesi yıllarda herkes bilinci fazlasıyla önemser. Sadece bilinç düzeyinde kaderinin efendisi olduğundan, üstün işlevi yoluyla halledemeyeceği her şeyi görmezden gelme ve hatta inkâr etme eğilimindedir. Hayatını yüzeysel yaşar: Bir işe girer, evlenir, aile kurar, vergi öder ve kendi dünyasında kendini oluşturur. Persona denilen şeyi —dünyaya gösterdiği yüzü— edinir. Persona gerçek, hatta zorunlu bir özelliktir, öyle ki, kişi o olmadan asla sürtüşmesiz bir uyum sağlayamaz. Persona tüm benlik değildir. Kişi kendini bilinçli olarak persona ile özdeşleştirdiğinde —kişiliğinin bilinçdışı yönünü inkâr ettiğinde— bilinçdışı, bilinçli yaşama müdahale ederek öcünü alacaktır —ya kişinin rüyalarındaki huzuru bozarak ya da nevroz, hatta psikoz biçiminde. Enerji bilinç ve bilinçdışı arasında aktığından, bilinç persona ile özdeşleşmek suretiyle fazla kullanılırsa bilinçdışına geri tepme olacaktır.​
Bireyleşme: Zihinsel sağlık ve olgunluk uğruna kişi bilinçli egosunun ötesine geçmeli, persona ile düşüncesizce özdeşleşmeyi bırakmalı ve gerçek benliğine —kişiliğinin her iki kutbunu da oluşturan, bilinç ve bilinçdışını kendisine eriştiren "kişiliğin orta noktasına"— ulaşmaya çalışmalıdır. Böyle bir bireyleşme doğal, hatta içgüdüsel bir süreçtir. Fakat bilinçli yapılırsa birey içgörü kazanır ve bilincini genişletir. Eğer bu süreçte bilinçli bir rol oynamazsa bireyleşme yine de gerçekleşir; fakat kendisi bu sürecin kurbanı konumunda olur.​
Bireyleşme süreci, kişisel bilinçdışmın analiz edildiği terapide gözlenebilir. Fakat Jung'a göre birey bilinçdışı eğilimlerinin farkına varır varmaz kişiselin ötesinde ortak bilinçdışına açıkça işaret eden imgeleri meydana çıkacaktır. Kişisel bilinçdışmın analizinde, Jung da Freud gibi rüyaları ve fantezileri kullanmıştır. Fakat Jung, Freud'dan farklı olarak, rüyaları libidoyla ilgili arzuların fantezileştirilmiş tatminine indirgeyemeyeceğini görmüştür. Aslında çoğunlukla, cinsel rüyalar cinsel arzudan daha derin anlamlara işaret eder.​
Arketipler: Sonunda Jung, daha zor terimlerinden birini oluşturmaya yönelir: Arketip. O çağlar boyu insanlar için anlam taşımış imgelerin tekrar ve tekrar hastalarının rüyasına girdiğini ortaya çıkarır. Rüyayı gören birey bu imgelerin önemini anlayamayabilir, bu nedenle de onları ne kişisel deneyimle ne de okuyarak öğrenemeyebilir. Mitlerde ve masallarda aynı arketipler bulunur ve bunlar rüyalardakilerle aynı anlamları taşırlar. Örneğin balık, su ve özellikle mandala, Dörtleme'de bir birlik sembolü gibi. Daha çok bilinen arketip imgeler ise; kahramanların imgeleri, denizci, büyücü ve kraldır. Bu imajlar arketipin kendisi değildir; arketipin deneyimlenmiş ifadeleridir. Arketipin kendisi "ruhsal işlevin miras kalmış bir tarzıdır" ve kalıtımsal davranış modeli ile aynı anlama gelir. Fakat Jung bunun, arketipin yalnızca biyolojik yönü olduğunu da söyler. Arketip bir birey tarafından deneyimlendiğinde önem kazanır. Semboller ile ifade edilmiş olsa da olmasa da arketip bireye "sahip olur." Burada arketipin imgelerle ifade edilen bilinçdışı bir güç olduğu ve ortak bilinçdışının bireyi etkilediği bir yol olduğunu açıkça görülür.​
Jung'a göre gerçekliğin anlaşılması duyu algılamasıyla ve mantık anlayışıyla sınırlandırılamaz. Dünyanın sembolik, hayal gücüne dayalı kavranışı bilginin bir başka doğal, kendiliğinden yoludur. Aslında çocuklar, bu hayal gücüyle algılanan dünyada, mantık ile algılanan dünyaya oranla kendilerini çok daha rahat hissederler. Jung'a göre ruh, dünya ile içsel anlamı kavrayan sembolik arketipik imge yoluyla tanışır; tıpkı biyolojik organizmanın gözü görmek için kullanması, ve gözün ışığı yakalaması gibi. "Ve tıpkı gözün, yaşayan maddenin özgün ve bağımsız yaratıcı etkinliğine tanıklık etmesi gibi, ilkel imge, zihnin biricik ve şartlanmasız yaratıcı gücünü yansıtır."​
Bunlar dünyayı algılamanın —biri bize fiziksel gerçekliği, diğeri ruhsal gerçekliği veren— birbirine denk iki yolu olduğundan, yansıtmak, yani bilinçdışı eğilimlerimizi dış dünyaya atfetmek mümkün hale gelir. Sonuç olarak insanlar gerçeklik ile yansıtmayı ayırt etmeyi öğrenmelidir. Kendisinin deneyimlemiş olduğu arketip imgelerini birleştirerek ve asimile ederek, arketip dünyanın bilincine varmalıdır.​
Gölge: Bu birleştirme ve asimile etme sürecinin ilk adımı —eğer kişi bilinçdışının enerjisini kullanmak istiyorsa— personanın ötesine geçmek ve kişisel bilinçaltındaki gölge ile yüzleşmektir. Gölge bilinçli yaşamın inkâr ettiği ruhsal özellikleri temsil eder. Gölge yani hakkında bilgilenmediği sürece insan bilinçli niyetleri ve bilinçsiz eğilimleri arasında, persona ve gölge arasında, acı çeker. Böyle bir çekişmenin varlığını karmaşa —duygu yüklü bir fikir grubu— gösterir. Ve karmaşa, yukarıda gördüğümüz gibi, bir sözcük çağrışımı deneyi ile keşfedilebilir.​
Jung'a göre her karmaşa bilinçdışı ve arketipik olan bir "çekirdek element" ve çekirdeğin çevresindeki bir grup çağrışımdan oluşur. Örneğin; eğer baba arketipik imajını çekirdek olarak kabul edecek olursak, bir evladın yıllarca yaşadığı babasıyla ilgili deneyimlerin bu çekirdeği son derece duygusal hatıralar karmaşası ile örtmüş olduğunu ve söz konusu hatıraların babaya yönelik düşman ve küskün dürtüler ile gerçek sevgi ve şükranın yarattığı zıtlıktan oluştuğunu söyleyebiliriz.​
Böyle bir karmaşa bilinçdışında kalabilir; bu durumda engellenmeden büyüyecektir. Bazen ise bu karmaşa entelektüel düzeyde bilinir: Evlat, bir "baba karmaşası"na sahip olduğunu bilebilir. Fakat karmaşa ancak olumsuz duygularının bazılarının kendi yansıtması olduğunu fark ettiğinde çözülebilir. Baba, evladın hissettiği küskünlük ve düşmanlığı gerçekten hak etmemiştir. Bu gölgenin yansıtması bilinçdışıdır; yansıtma olduğunun fark edilmesiyle bilince doğru çekildiğinde karmaşa çözülmüştür ve baba ile gerçekçi bir ilişki kurulabilir.​
Öğrenilmiş tutumlar içersinde gölge, kişinin personasının olumsuz yanını temsil eder ve gölgenin yansıtmasının sonuçları çok fazla bir zorlukla karşılaşılmaksızın terapi ile çözülebilir. Birey kendini eleştirmesini biliyor ve biraz içgörüye sahip ise terapiye de gerek duyulmaksızm çözülmesi mümkündür, Fakat gölgenin çekirdeğindeki arketipi fark etmek ve kabul etmek imkânsıza yakındır. Jung, "kendi doğasının görece şeytanî yanını salt şeytanını fark etmek pekala olasıdır, fakat gözlerinin içine bakmak çok ender ve yıkıcı bir deneyimdir" demiştir.​
Anima, animus: Gölgenin yansıtması çözümlendikten sonra analizde sıra, ortak bilinçdışının anima (erkeklerde) ya da animus (kadınlarda) şekillerinde kişileştirilmesine gelmiştir. Jung'a göre anima ve animusun üç unsuru vardır: "Kadınlardaki dişisellik ve erkeklerdeki erkeksilik, erkeğin kadınla, kadının erkekle olan deneyimi ve son olarak dişil ve eril arketipik imge." Her ne kadar bir kadının ya da bir erkeğin kişisel deneyimlerinin katkısı da analizde bütünleştirilebilse de, anima ve animusun arketipik çekirdeği hep bağımsız olarak kalır. Bu nedenle genelde Tanrılar olarak yansıtılırlar (Hermes, Afrodit, Persefone). Bu arketiplerle Batı kültürterinde İsa ve kilise sembolleri biçiminde yeniden karşılaşılır.​
Jung'a göre bir kişi bu güçlerin ne kadar az farkındaysa bu güçler o kadar kuvvetli hale gelir ve etkileri daha olumsuzlaşır. Bir erkeğin animası akıldışı ruh halini arttırırken bir kadının animusu akıldışı fikirler üretir, eril mantık dişilik ile yer değiştirir. Kendi dişiliğini inkâr eden; dolayısıyla da kadını değersizleştiren bir adam animasının avı haline gelir, onun yıkıcı özelliklerinden zarar görür, akıldışı istek ve isteksizliklerinin oyuncağı olur. Fakat animasının farkına varırsa, onun olumlu özelliklerini keşfedecek ve ölümsüz dişisellikten ilham alacaktır. Eğer bir kadın dişiliğini çok fazla öne çıkarırsa erkekle oyuncak gibi oynar, cazibesini istediklerini elde etmekte kullanır, animusu olumsuz yanını ortaya çıkartır: Saldırgan bir tartışmacıya dönüşür. Qung, geçmiş nesillerin pek çok büyük adamı gibi, mantığın ve rasyonelliğin tamamen erkeksi olduğunu, duygusallığın ve kendini adamışlığın ise kadınsı olduğunu varsayar.)​
Ona göre baba dış dünyanın tehlikelerine karşı koruyucu olarak görev yapar ve böylece oğlunun personasi için bir model oluşturur. Anne ise evladının bilinçaltından gelen tehlikelerden onu korur ve böylece onun aninin imgesi için bir model oluşturur, İlkel dinlerde, Hıristiyan ritüellerinde (özellikle de Roma Katolik kilisesinde) de olduğu gibi, ergenlikten olgunluğa geçiş için etkili anima sembolleri kullanılır (Bakire Meryem, ana kilise). Fakat modern insan bu sembollerin anlamını yitirmiştir ve ım/umsının anlamının farkına varıp olgunlaşabilme çabası verir.​
Büyücü ve büyük anne: Anima ile karşılaşıldığında ve bunun farkına varıldığında yeni bir tehlike vardır: Yeni elde edilen anima enerjisi sahte bir güçlülük hissine yol açabilir. Animası ile yüzleşen adam bir kahraman, bir peygamber gibi kendini İlâhî olarak seçilmiş hissetmeye başlayabilir. Fakat çok fazlaymış gibi görünen gücü, aslında bilinçaltından gelen saldırının işaretidir ve bu güç aziz, süpermen, büyücü gibi bilince çıkarılması gereken bir kahraman arketipi ile temsil edilir. Kadınlar için arketip büyük annedir, jung'a göre kişi kendini bilinçaltından ayırıp enerjisini yapay olarak yükseltmeden kullanabildiğinde büyücü ya da büyük anne ile özdeşleşme mutlaka sona erer.​
Tanrı imgesi: Bireyleşme sürecinde karşılaşılan arketiplerin en sonuncusu ve en güçlüsü İlâhî olandır. Jung'a göre "Tanrı fikri akıldışı bir doğanın psikolojik işlevi için kesinlikle gereklidir ve bunun Tanrı'nın varlığı sorusu ile hiçbir ilişkisi yoktur." İnançlı da olsak inançsız da olsak, Tanrı ruhsal bir gerçeklik olarak ele alınmalıdır, Tanrı imgesi en güçlü arketipin temsilidir. Eğer bu bir Tanrı imgesi değilse, onun yerini tutan onun kadar güçlü fakat büyük bir olasılıkla zararlı bir başka şeydir. Çünkü "Tanrılar ölemezler ve ölmemelidirler." İnsanlar bu arketip sembollere ibadet ettikleri ya da onları inkâr ettikleri sürece, onları oldukları gibi, yani bilinçaltı güçlerin sembolleri olarak kabul edememişler demektir. Jung'a göre, Tanrı imgesi rüyalarda ya da fantezilerde ortaya çıktığı zaman benliğin daha geniş olan kısmı uyanışa hazır demektir, bireyleşme süreci son aşamasına ulaşmıştır. Bu nedenle Tanrı imajını eylem halindeki bütüncül benliğin sembolü; bilinci ve kişisel bilinçaltını içeren ve ortak ruha ulaşan benliğin sembolü olarak düşünür.​
Dik: Jung'un bakış açısından en ilkelinden en gelişmişine insanlığın bütün dinleri derin bir anlam ve önem taşır. Sembolik biçimde kurtuluşa giden yolu gösterir ve böylece inanan kişinin bireyleşme sürecinde bilinçli bir yol izlemesini mümkün kılar. İlkel halklar arasında Tanrı imgesi halen tümüyle bilinçaltının yansıtmasıdır. Bu yansıtmalar Tanrılar ve şeytanlar olarak ilkel insanı bilinçaltının yollarına sapmaktan korur. İlkel insan sadece persona olduğundan, bilinçaltının başarısız bir av girişiminin ardından evine dönüp yaşadığı öfkenin etkisiyle oğlunu boğarak öldürüp bir dakika sonra da arkasından yasa bürünmesinden bahsetmiştir. Kendi öfkesini, şeytan ruhlar tarafından ele geçirilmiş olduğunu açıklamak suretiyle, duygularını kontrol etmesini mümkün kılar.​
Batıda Hıristiyanlık da benzer bir işlev görmüştür. O dogma ve ritüeller yoluyla kilise insanın olgunluğa doğru ilerleyişi için bir plân sağlar. Vaftiz ile çocuk kiliseye alınır, böylelikle kilise çocuğu ana-babasma tümüyle bağımlı olmaktan kurtarır ve ona İlahî bir baba vererek bilinmeyenlerden onu korur. Kiliseye üye olarak kabul edilme töreni ile kişi sadece yetişkinler dünyasına resmî bir başlangıç yapmış olmakla kalmaz, onun tinsel bir aileye üyeliği de onaylanmış olur (anne ve baba olarak kilise ve papaz). Jung'a göre, kilise olumlu bir etken olsa da bireyi kolektif bir dünya ile sınırlandırır ve kişi kendine güvenini kazandığı anda terk edilmesi gerekir. Doktrin ve sembolizmin birliği, bireyselliği yaygınlaştıran reform hareketi ile giderek yok oldu; anlam, modern Protestanlığın elinde tarihsel İsa figürü ve tanımı açık olmayan, sorunlu Tanrı fikri dışında hiçbir şey kalmaymcaya kadar, kutsal sembollerden arındırıldı.​
Modern insanın bu köksüzlüğü onu zaman zaman anlam arayışı için henüz kullanıla kullanıla sulandırılmamış olan Doğu dinlerine yöneltmiştir. Bu dinlerin, yeni semboller ile daha önceden ya hiç bilinmeyen ya da bir zamanlar biliniyor olsa bile çok önceden unutulmuş olan bir deneyimi geri getirebileceği ümit edilmiştir. Jung'a göre bu çaba başarısızlıkla sonuçlanacaktır; dinlerin deneyimlerin içine sıkı bir biçimde kök salmış olması şart olduğu için, onlar bir yerden öbürüne aktarılamazlar. Jung, modern insan için tek bir çare görür: Tanrı'nın, kökleri ortak bilinçdışına inen bir arketip olduğunun farkına varmak ve kutsal bir deneyim taşıdığını, (Rudolf Otto'nun deyişiyle) insanı huşu içinde bırakan ve gündelik amaçları üstüne yükselmiş eylemleri esinlendiren bir şey olduğunu anlamak.​
Jung ve Hıristiyanlık: Sık sık dini psikolojiye indirgemesiyle suçlanan Jung, böyle naif bir psikoloji yapmakla suçlanamayacağı şeklinde itirazlarda bulunmuştur.​
Bizim Batılı Yahudi-Hırsitiyan geleneğimiz madde ve ruh ikiliğini varsayar. Tanrı her şeyin yaratıcısıdır, tüm yarattıklarının yaşamını sağlar ve böylece tüm yaratılanların içinde olur, fakat o aynı zamanda saf ruh olarak yarattıklarının ölçülemeyecek derecede ötesindedir. İnsan, yarı maddî yarı tinsel bir varlık olup, Tanrı'yı az çok bilebilir, sezebilir, ona ibadet ve hizmet edebilir, fakat öte yandan ona arkasını dönüp kendi arzuladığı kaderi seçebilir.​
Jung da, buna benzer bir biçimde madde ve ruh ya da zihin ikiliği görür. Aslında "nesnel ruh" fizikî dünyadan daha gerçektir. Hayvanların bile insanlarla aynı arketipleri paylaştığını düşündüğü için, arketipik düzenleyici güçler tüm canlıların etkinliklerini düzenler görünmektedir. Nesnel ruh her şeye yayılmış gibidir. Eğer yaşayan, organizmalar nesnel ruha bu kadar yerleşmişse, o zaman nesnel ruh bir şekilde maddî evreni ortaya çıkartan zamansız ve mekansız bir şeydir. Jung, atomun doğasıyla arketipin doğası arasında tartışmaya açık bir benzetme kuran Jung'un evreninde nesnel ruh kesin gerçekliktir. Bu yüzden Jung, Tanrı'nın psikolojik gerçeklikle eş koşulmasını eleştiren teologların itirazlarını anlayamamıştır —zaten her şey psikolojik gerçekliğin bir parçası değil midir? Jung'a göre kişileştirilmiş arketipik güçler tek gerçek güç olup Tanrı imgesi bunların en güçlü ifadesini meydana getirir. O halde niçin herkes onu psikolojizm ile suçlasın?​
Jung'un görüşü Hıristiyan dünya görüşü değildir; aslında Onun görüşleri bilincin kaynağının insanüstü bilinçdışı ruh olduğunu ve bunun kesin ve sonsuz olduğunu belirtirken, ona "içimizdeki kutsallık" diyen Carus ve von Hartmann'ın görüşlerine çok daha yakındır. Onun bireyleştirme süreci her şeyin kutsal bilinçaltı tarafından ıslah edilmesi olup, insanın tek seçeneği buna uyum göstermek ya da bununla birlikte sürüklenmektir.​
Şeytan meselesi: Şeytan meselesi üzerine Jung ile bazı teoloji müritleri arasında geçen sıcak tartışmaların kaynağı onun Hıristiyan geleneğinden farklılaşan bu dünya görüşüdür.​
Jung için şeytan somut, gerçek bir arketipik güçtür. Ona göre Lucifer, Satan, gölge ruhsal gerçekleri ifade eden arketipik imgelerdir. Jung'un sisteminde bunlar iyinin —Tanrı'nın— onunla eş güç ve gerçekliğe sahip bir karşıtıdır. Öte yandan, bir Hıristiyan'a göre her şey Tanrı tarafından yaratılmıştır, dolayısıyla her şey iyidir. Bazı yaratıklara özgür irâde verilmiş, onlar Tanrı'dan kopartılmış ve kendi irâdeleri Tanrı'nınkine karşı düşmüştür. Şeytana dönüşmüşlerdir. Fakat özleri Tanrı tarafından yaratılmış olduğu için iyidir. Sadece irâdeleri kötü olup, şeytanca işler yaparlar. Şeytanların günahı Tanrı’nın iyi yaratığını ona karşı çevirir. Şeytanlar isyankârlar olup, kötü Tanrı değillerdir. Sonuç olarak, bir Hıristiyan iyinin nihaî zaferine inanabilir; ama mutlak iyi ve mutlak kötüden oluşan Jung'un evreninde bunlardan birinin yükselmesi diğerinin de yükselmesini gerektirir.​
Üçlemeye karşı Dörtleme: Jung'un arketipik güçlerin tek gerçeklik olduğu görüşü Hıristiyanların üçlemesinin dördüncü bir üye olmaksızın eksik kalacağı şeklinde sıklıkla ifade ettiği yargısından sorumlu gibidir. Bu bazen bir baba figürü olan Tanrı'yı tamamlayan dişi bir figür, bazen de iyi bir figür olan Tanrı'yı tamamlayan kötü bir figürdür. İddiasına göre, Meryem Ana dogması Dörtlemeyi tamamlamak için ihtiyaç duyulan dördüncüdür.​
Bu yorumlamayla Jung, Hıristiyanlık inançlarına kendi düşünce biçimini empoze etme yolu bulmuştur. O'na göre Dörtleme, hastalarının analizinde bulmuş olduğu bireyleşmenin sembolü olup, o burada hem gölge hem de anıma ile —yani Tanrı ve şeytan ile—yüz yüze gelmiş dört dörtlük bir insanın ortaya çıkışını görür ve bunları bilinçdışının kişileştirilmiş ifadesi ve tek gerçekliği olarak algılar; onun böylelikle, bunların Hıristiyan dogmasının altında yatan gerçeklikler olduğuna inanması kolaylaşır. O, ayini "bireyleşme süreci"nin ritüeli olarak tanımlar ve bu süreç kendi kendisinin sadece bir parçası olan yaşayan insanın ruhunu İsa ile sembolik olarak ifade edilen bütünlüğe dönüştürür.​
Olası itirazlar: Ortak ruha bir kere kesin gerçeklik statüsü verilince, Jung artık psikolojizm ile suçlanamaz. Fakat belki de Jung'un kendi sisteminin mantığı Tanrı imgesinin bütüncül benlik ile özdeşleştirilmesinin bir yansıtma olduğunun farkına varılmasını gerektirir. Diğer arketipik imgelerin yalnızca bilinçdışı güçleri sembolize etmekle kalmayıp gerçek kadın ve erkekteki kişisel gerçekliği anlama yolları olması gibi, Tanrı imgesi de insanüstü ve ruhüstü gerçekliği algılamanın bir yolu olabilir. Jung'un sisteminde eğer arketipik enerji egoya tahsis edilirse, bunu tehlikeli bir böbürlenme izler. Eğer Tanrı imajı bütüncül benliğe tahsis edilirse, benzer hatta daha da tehlikeli bir böbürlenme olamaz mı? Gölgenin, animanın ve büyücünün bilinçdışı yansıtmasının tanıması ve geri çekilmesinden sonra bütüncül benliğin bilinçdışı yansıtmasının geri çekilmesi yoluyla Tanrı karmaşasının çözümlenmesi atılabilecek son mantıklı adım olmayacak mıdır? Jung'un felsefesi bireyselleşmeye doğru bu son adımı atmasına izin vermez ve böylece kişi tümüyle özerk benliğiyle bir tür yarıTanrı halinde bırakılır.​
Gelişen Tanrı: Bu yükselme belki de Jung'un son kitaplarından biri olan “Muti'ye Yanıt"'ta (1952) oldukça belirgindir. Bu eserde Yahova adlı karakterin Muti'ye karşı olan tavrını inceler. Yahova zıtlıkların bileşkesidir: O her şeyi bilen ve her şeye gücü yetendir, fakat aynı zamanda övülmeye, tapınılmaya ve kurbana ihtiyaç duyar. Salt adalettir, fakat aynı zamanda salt adaletsizliktir, zaten onun Muti'ye yaklaşımı da bunu gösterir. Karşıtlıkların böylesine bir toplamı içgörü yoksunluğunu, öz-yansıtma eksikliğini ve tümüyle bilinçdışılığı gösterir. Bağımlı ve savunmasız olan insan "bir şekilde daha keskin olan bir bilinç" ile bu açığı kapamalıdır. Böylelikle yaratılan, ahlâk ve erdem açısından Yaratıcı'yı geçer, ama o Tanrı'nın kendisini yeniden oluşturmak ve bilinçli olmak için insana dönüşmelidir.​
Jung'un düşüncesi, insanın Tanrı'dan daha üstün olması nosyonuyla bir çemberi tamamlar: Bilinçli ego bütüncül benliğin küçük bir parçası olup enerjisi bilinç ve bilinçdışının gerilimine bağlıdır. Tanrı, bütüncül benliği sembolize eden bilinçdışı bir arketiptir; bu bütüncül benliğin gerçekleşmesi, her bir arketipik yansıtma ile yüzleşilip geçilen bir bireyleşme süreci yoluyla olmalıdır; fakat bütüncül benliği sembolize eden arketipik güç (Tanrı), bilinçli egodan daha alt düzeydedir. Açık olarak görülüyor ki, bu "en güçlü" arketip önce bir insan şeklinde İsa'ya, sonra da çokluğun içindeki Kutsal Ruh'a dönüşmek yoluyla, insan biçiminde sürekli yeniden oluşturulmak ihtiyacındadır. Jung, "[tam bir Tanrı-insana] böyle bir dönüşümün sıradan bir ölümlünün dayanamayarak kendisini içinde bulacağı böbürlenmenin yani sıra, ikisi (Tanrı ve Tanrı-insan) arasında dayanılmaz bir çatışmaya yol açacağını" kabul eder. Peki ya çözüm? "... aydınlanmış insan bile ne ise o olarak kalır ve kendisinin içinde varolan, formunun bilinebilir sınırları olmayan, onu her yönden kuşatan, dünyanın uçurumları kadar derin ve anlaşılmaz, ve gökyüzü kadar sonsuz olanın önünde, o hiçbir zaman kendi sınırlı egosundan fazlası değildir." Diğer bir deyişle, insan bilinçdışı Tanrı'ya dönüşümü gerçekleştirir ve ondan üstün hale gelir, ama halâ Tanrı değildir. Bu, bütüncül benliğin Tanrı imajıyla özdeşleşmesinin bir yansıtma olduğunun, belki de gecikmeli olarak, fark edilmesi değil midir?​
Eşzamanlılık: Son çalışmalarında nedensellik ilkesinin eşzamanlılık ilkesiyle tamamlanması gerekliliğini ortaya atan Jung'da bu kavram, görünürde şans eseri ortaya çıkan olayların aslında ortak içsel anlamların bir sonucu olabileceği fikrini ifade eder. Onun kendi başından geçen örnek bir olayda, kendini balık sembolizmini keşfetmeye adadığı bir gün öğle yemeği olarak balık yemiş, balık resimleri gösteren ve balık hakkında bir rüya anlatan bir yazıt bulmuştur. Bu ilkeyi, nesnel ruhun fizikî evrene nüfuz ettiği ve kendi ürettiği ve beslediği bireyler yoluyla kendi amaçlarını sürdüren Jung'un sisteminin terimleriyle açıklamak kolaydır.​
Jung'un Tedavi Yöntemi
Jung, Freud'un kuramından olduğu kadar tekniğinden de uzaklaşmış bir teorisyen ve pratisyendir. O da tıpkı Freud gibi rüyaları hastanın sorunlarının köklerini keşfetmek için kullanmıştır. Fakat Freud'dan farklı olarak, tek tek rüyalar yerine, rüya dizilerini incelemiştir. Ve de rüyaların anlamına ulaşmak için serbest çağrışım yerine, daha genişletilmiş bir teknik kullanmıştır. Bu temel bir farklılık meydana getirir. Freud hastanın çağrışımlarını, bastırılmış hafızalarını ortaya çıkartmak için kullanıyordu, oysa Jung rüya öyküsünün anlamına ulaşmak için rüyadaki figürlerin anlamlarını araştırmıştır. Yöntemini açıklamak için bir kadın hastasının rüyasından alıntı yapan Jung şöyle der: "Geniş bir nehri geçmek üzereydi, köprü yoktu. Geçebileceği bir sığ yer buldu. Tam geçecekken büyük bir yengeç suda saklandığı yerden çıkıp onu ayağından yakaladı ve gitmesine izin vermedi." Nehir; Karşı tarafa ulaşmada aşılması güç bir zorluk olup, kadının en nihayetinde öbür tarafa ulaşması gerekir. Sığ Yer: Olası bir geçiti ifade eder; tedavi kadını sağlığa kavuşturmak üzeredir. Yengeç (Almanca krebs sözcüğü aynı zamanda kanser anlamına geliyor): Tedavi edilemez bir hastalık; bir şey onu durduruyor (bir kadın arkadaşla kavga). Nesnel bir düzeyde yorumlandığında rüya diyor ki, arkadaşı onun iyileşmesine bir engeldir. Fakat Jung rüyayı sübjektif düzeyde de yorumlar, rüya içeriklerini içsel eğilimlerin sembolleri olarak kullanır. Sübjektif düzeyde "rüya hastaya kendi içinde engeli aşmasında engel olan bir şey olduğunu gösterir. Örneğin, bir tutum ya da durumu değiştirme gibi."​
Arkadaşıyla olan ilişkisi duygusal ve talepkârdır, heteroseksüel karışıklığa karşı bir savunma olarak kullanılmıştır. Nesnel otarak bu ilişki "kanser"dir; sübjektif olarak ise onun gelişimini engelleyen böyle bir savunmaya olan bilinçdışı bir ihtiyaçtır. Rüya bir ilaç da önermektedir. Kadın kendini geliştirecekse bu kanserden kendini kurtarmalıdır.​
Jung'un inanışına göre, terapist hastayı sadece bizzat kendisinin ulaşabildiği kişileştirme sürecine kadar getirebilir. Terapist bilinçaltının keşfedilmesi sürecinde yardımcı bir araştırmacıdır. Hastaya yardım ederken doktor kendi kişiliği hakkında içgörü kazanır ve hastanınki ile birlikte kendininkini de değiştirir.​
Değerlendirme
Jung'un kitaplarını okumak, okuyucunun çok az ilk elden bilgiye sahip olduğu mitolojiye, simyaya, Hıristiyan ve Doğu sembolizmine göndermelerle yüklü oldukları için, zordur. Bu nedenle Jung'un bu kaynaklardan yaptığı çıkarımların geçerliliğini değerlendirmek neredeyse imkânsızdır.​
Üstelik, Jung'un sistemi pek çok yıl boyunca gelişmiştir ve bu sistem onun hiçbir kitabında tümüyle eksiksiz olarak açıklanmamıştır. Sonuç olarak, onun kuramının kapsamı hakkında doğru bir fikir edinebilmek için önce yazılarının görece iyi bölümlerini okumak gerekir.​
Jung'un empirik sonuçları, çok kati mekanik insan görüşünün yerini insancıl bir yaklaşımın aldığı ve günümüzde de meyvelerini topladığımız kişilik araştırması ve psikoterapinin genişlemesini temsil eder. Jung'un insan kişiliği kavramı Freud'un ve takipçilerinkinden kıyas edilemez derecede zengindir. O, Freud gibi, hafızayı (serbest çağrışım) keşfederek başlamıştı ancak fantezi ve hayal gücünün "bilinçdışma giden soylu yol" olduğunu kısa sürede fark etti. Jung'un bulguları insanların şehvetleri olduğu kadar arzuları da olduğunu ve insanların hayal gücünün libidinal istekleri farklı bir kılığa büründürmekle sınırlı olmadığını gösterir.​
Jung'un klinik keşifleri, hastalarının rüya ve fantezilerinin o anki durumların ötesindeki bir şeye, kendini gerçekleştirme veya mükemmelliğe duyulan İnsanî bir arzuya gönderme yaptığını açıkça gösterir gibidir. Öte yandan, Jung'un kanıtlan arketipik imgeleri rüyalarda ve fantezilerde yansıtan ortak bilinçdışının çıkarımlarına ihtiyaç bırakmaz. Kesin konuşmak gerekirse, bütün işlevlerimiz bilinçdışıdır. Ne fantezi imgeleri ne de mantıksal çıkarımları nasıl ürettiğimizi bilmeyiz. Modern insanın rüyalarında ya da peri masallarında veya efsanelerde yer alan, aynı anlamı ifade eden fantezi imgeleri açıklamak için; sadece, benzer insan yapısının benzer imgelerde şekillenmiş insan deneyimlerine aracı olacağını kabul etmeye ihtiyacımız vardır.​
Hayalgücü normalde eylemleri plânlamak için kullanılır. Böyle bir kullanımdan kurtarıldığında rüya ve fantezilerde hayal gücü halen bir insanın yaşam durumlarını ve bu kişinin eylemlerde ifadesini bulan tutumlarını ve bunların olası sonuçlarını resmetme işlevini görür. O böylelikle iyice düşünülmüş plânlama ve eyleme eklenir. Hayalgücünün bu işlevinin ötesine geçmek ve de insanüstü "nesnel ruh" ile doğrudan bir bağ kurmak Jung'un bilimsel eğitimi ya da klinik deneyimleri açısından değil, kişisel felsefesi açısından bir zorunluluk gibidir.​
J. Goldbrunner, Individuation: A Study of the Depth Psychology of Carl Gustav Jung, New York, Pantheon, 1956.​
J. Jacobi, Complex, Archetype, Symbol iti the Psychology of C. G. Jung. New York, Pantheon, 1959.​
C. G. Jung, Collected Works (ed. by H. Read el al.) New York, Pantheon, 17 vols., 1902-1959.​
Ayrıca bkz., ARKETİP, FREUD, KİŞİLİK, PSİKANALİZ, PSİKOLOJİ, PSİKOLOJİ FELSEFESİ.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst