1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Alman Felsefesi modern Batı felsefesinin üç temel geleneğinin, hiç kuşku yok ki, en önemlisi ve en verimli olmuş olanıdır. Bu, en azından analitik felsefe geleneğine yoğun bir bağlılığı olmayan pek çok felsefecinin "felsefe şölenini hazırlayan Almanlar, servisi yapanlar Fransızlar, oturup afiyetle yiyenler de İngiliz ve Amerikalılardır" demesine yol açacak kadar böyledir.​
Genel Özellikler
Olanca çeşitlilik ve zenginliğine rağmen, Alman felsefesinin kimi ayırt edici ve genel özelliklerinden söz edilebilir: (1) Avrupa ulusları arasında Latinceyi terkedip, kendi ulusal dilleriyle felsefe yapmaya en geç başlayanlar Almanlar olmuştur. Felsefe derslerihi Almanca veren ilk filozof Christian Thomasius, hemen tamamen Almanca yazan ilk düşünür de Christian Wolff olmuştur ki, bu da yaklaşık olarak onsekizinci yüzyıla tekabül eder. İşte bir bölümüyle bu olgunun bir sonucu olarak, Almanca düşünen ve yazan filozofların önemli bir bölümü, Almancanın farklı yönlerine ve felsefi kaynaklarına dikkat çekerek, onun bir felsefe dili haline gelebilmesi için büyük bir gayret sarfetmiştir. Her ne kadar temelde Fransızca ve Latince yazmış olsa da, Leibniz Almanca sözcüklerin somut duyumsal kapasiteleriyle metafor olanaklarını vurgularken, Hegel gündelik dildeki soyut ve dolayısıyla felsefi sözcüklere dikkat çekmiş, soyut bir felsefe dilinin gelişimine olağanüstü büyük bir katkı yapmıştır. Almancanın felsefi meziyetlerini vurgulayıp, katkı yapılması onsekiz ve on dokuzuncu yüzyılla sınırlanmış değildir. Söz gelimi yirminci yüzyılda Heidegger de, bir yandan Almancanın Yunanlıların dili ve düşünceleriyle olan yakınlığına dikkat çekerken, diğer yandan felsefe terimlerinin etimolojik kullanımına büyük bir özen göstererek, Almancanın güçlü bir felsefe dili olarak gelişimine önemli katkılar yapmıştır, Kısacası, Almancanın ideal felsefe dili olduğu inancı, sadece filozofların bu dili geliştirmek için yoğun bir biçimde çalışmalarını değil, fakat aynı zamanda üsluplarını da derinden etkilemiştir.​
Almanya'da teoloji, on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar biraz da Alman Reformasyonunun etkisi ve Katolisizmin bir sonucu olarak, felsefeyle her zaman karşılıklı etkileşim içinde bulunan akademik bir disiplin olmuştur. Söz gelimi, hermeneutiğin kurucu babalarından biri olan Friedrich Scheleirmacher, Luther sonrasının en büyük Protestan teologlarından biriydi. Hegel ve Schelling birer Protestan teologu, Heidegger ise bir cezvit olarak yetişmişti. Yine, Kant'ın piyetizmi, Scheler'in Augustinusçu Katolisizmi, filozofların dindarlıkları ve dini konu[ara yönelik ilgilerinin düşüncelerine etkisini gözler önüne seren örnekler olarak gösterilebilir. Öte yandan, miras alınmış dini inançlarını başlangıçta reddedip, onlara sonradan farklı bir Tanrı anlayışıyla yeniden dönen düşünürlere örnek olarak Fichte, Schelling ve Schlegel verilebilir. Alman felsefesiyle teoloji arasındaki bu ilişki tek yanlı bir ilişki olmayıp, Alman teologları da aynı şekilde felsefeden ve filozoflardan yoğun bir biçimde etkilenmişlerdir. Söz gelimi teologlardan Barth Kierkegaard'dan, Bultmann Heidegger'den, Tillich de Schelling'den etkilenmiştir. İşte buradan hareketle filozofların dini kaygı ve teolojik ardalanlarmın şeylerin doğalarının açımlanmasında deneyimin ötesine geçme ve felsefeyi gerçek bilim olarak görüp, doğa bilimlerini, bütünüyle gözardı etmek yerine, sadece hak ettikleri değeri vermek eğilimine yol açtığı söylenebilir.​
Felsefeyle teoloji arasındaki bu ilişki ve seyrek de olsa, kimi örneklerdeki ittifak bir yönüyle de, özellikle de teologlar antik metinleri okuyup yorumlama gereksinimi duydukları için, Alman felsefesinin tarihsel karakterine önemli bir etki yapmıştır. Buna göre, tarih felsefesinin Vico tarafından kurulmasına ve Voltaire tarafından vaftiz edilmesine rağmen, gerçek anayurduna Almanya'da kavuştuğu söylenebilir. Özellikle Herder ve Hegel, insanların farklı dönemlerde farklı şekillerde düşündüklerini açıklıkla görerek, bütün çağlar boyunca varolan eşbiçimli bir rasyonel düşünüşün varoluşunu varsaymak yerine, insanların bugünkü rasyonel düşünüş evresine hangi evrelerden geçerek ulaştıklarını soruşturmuşlardır.​
Alman felsefesinin tarihsel karakteriyle irtibatlandınlması gereken bir diğer yönü de, Alman filozoflarının düşüncenin tarihsel karakterine yaptıkları vurgunun, on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda antik metinlerin çevirisine, editasyon ve yorumlanmasına yol açmış olmasıdır. Nietzsche bir filozof olduğu kadar bir klasik filologdu. Hegel, Schelling, Marx ve Heidegger de antik felsefe metinlerine yoğun bir ilgi gösterdi. Dilthey bu geleneği yirminci yüzyıla da taşıdı.​
Alman felsefesini karakterize eden sonuncu genel özellik ise felsefi yöntem konusudur. Buna göre, benliğin doğası konusuyla, tıpkı Locke sonrası İngiliz felsefesi gibi, yakından İlgilenen Kant ve Kant sonrası Alman felsefesi, bununla birlikte, ondan yaklaşım bakımından farklılık gösterir. Hume ve Milî örneklerinde olduğu gibi, Ingiliz düşüncesi iki varlık alanını birbirinden ayırır ve dış dünyadaki nesnelerin doğa bilimleri, içsel objelerin ise psikoloji tarafından ele alındığını öne sürer, İçsel nesneler, yani zihinsel durum ve olaylar, bununla birlikte dışsal nesneler araştırılırken kullanılan ayni yöntemle ele alınmak durumundadır; onlar kısacası çağrışım yasalarıyla analiz edilir, sınıflanır ve açıklanırlar. Berkeley'de görülen idealizm işte söz konusu psikolojik yaklaşımın bir sonucu olup, dış dünyadaki nesnelerin içsel olayların kompleks kalıplarına indirgenebileceği iddiasından meydana gelir. Kant ve onun Fichte gibi ardılları, bu yaklaşımı, öznenin hem dış ve hem de içsel olayların ayırdında olabilmesi olgusunu açıklayamadığı, deneyimin fiilen aldığı şeklin neyin sonucu olduğu sorusunu yanıtlayamadığı gerekçesiyle terkedip, bunun yerine transandental yöntemi benimsemişlerdir. Onlara göre, her iki alanı da deneyimleyen ben, ne fizikî ne de psişik olup, transandentaldir. İşte bu transandental yöntemin Alman düşüncesinin kimi yönleriyle yakın bir ilişkisi olmuştur. Her şeyden önce, transandental filozoflar idealizmin nesnellikle tamamen bağdaşabildiğini düşünürler. Hume ve Mili gibi» İngiliz filozoflarının değerlerle mantık ve aritmetiğin doğrularının psikolojik durumlarımıza (veya dilimize) bağımlı olduğunu düşündükleri yerde, Alman idealistleri değerlerle mantıksal ve matematiksel doğruları çoğunluk, transandental olarak belirlenseler bile, bütünüyle nesnel değerler ve doğrular olarak görürler. İkinci olarak, transandental ben, ne psikolojik ne de fizikî nesne olduğuna ve hatta bazı yorumlarda, farklı halklar arasındaki ayırımdan bile önce geldiğine göre, Mutlak'a eşitlenme veya Tanrı'ya dönüşme eğilimi gösterir; Husserl'de değilse bile, Fichte ve Schelling'de olmuş olan budur. Oysa Hume ve Mili, psikolojik benliği tanrısallaştırma eğilimi söz konusu olamayacağına göre, ateizme meylederler. Üçüncü olarak, psikolojik ya da öznel idealizmin tarihe düşman olduğunu söylemek gerekir. Eğer salt kendi zihin hallerim ve onları yöneten yasalar üzerinde yoğunlaşırsam, ötekilerin muhtemelen farklı yasalar tarafından yönetilen, farklı türden zihin hallerine sahip olduklarını veya olmuş olabileceklerini varsaymak için hiçbir nedenim olmaz. Hatta tarihsel geçmişin nasıl olup da mevcut zihin hallerinden hareketle oluşturulmuş mantıksal bir yapımdan daha fazla bir şey olabileceğini görmek neredeyse olanaksız hale gelir. Oysa transandental idealizm, bunun tam tersine tarihselciliği teşvik eder. Geçmişte keşfetmiş olduklarım tıpkı mantık ve matematiğin yasaları gibi, mevcut zihin hallerinden tamamen bağımsız olabilir. Transandental yaklaşım, nihayet İngilizlerden çok daha temel sorular soran Almanların felsefesinin, zorluğu kadar, bariz derinliğini de açıklar.​
Tarihi
İlk Başlangıçlar: Ortaçağ sonları ile Rönesans döneminde yaşayan Alman mistiklerinin, düşüncelerini halkın anlayacağı bir dille, Almanca ile yazmaları bir yana tutulursa, Almancanın felsefe dili olarak kullanılması için, daha önce de belirtildiği gibi, on yedinci ve on sekizinci yüzyılları, Thomasius ile Christian Wolffu beklemek gerekecekti. Bununla birlikte, Almanların felsefeye başlamasını dokuzuncu yüzyıla dek geri götürmek olanaklıdır. Charlemagne'nİn himayesinde Alkuin’in kurduğu, politik misyonu olan okullar, hümanist bir karaktere sahipti. Alktün'in öğrencisi ve Fulda okulunun ilk yöneticisi Hrabanus Maurtts (776/784-856), okul eğitimini düzenledi ve ders kitapları hazırladı. Böylece Alman ülkesi ilk felsefi tartışmalara tanık oldu. Konu, Augustinus'un kader öğretişiydi.​
Skolastik en yüksek noktasına vardığında, Alman ülkelerinde kendine özgü bir mistisizm dalı oluştu. Bunun, bilimin sonraki gelişimi için Yeniçağa dek doğrudan ya da dolaylı önemi olmuştur. Alman mistisizmi, çoğunluk, özellikle Dominikan tarikatı vaizlerince geliştirildi. Büyük Albert ve Thomas'la biçimlenen okul dizgesi, topluluk için düzenleyici nitelikteydi. Öğretinin ana konusunu, ruhun Tanrı'yla özsel birliği görüşü oluşturuyordu. Akımın en önemli temsilcisi ve tamamlayıcısı Johannes Eckhart [Meister E.] (1260 dolayları-1327)'tır. Eckhart, hemen hemen tüm noktalarda önceki öğretilere, özellikle Dionysios Areopagita'ya, Augustinus'a, Thomas'a, Liber de causis'e [sözümona Aristoteles'in bir eseri] ve Proklus'a dayanarak oluşturduğu kendi düşüncesi yoluyla gelecek çağlar için hazırlık yapmıştır. Eckhart, ne Aristoteles’in ne de Kilise öğretisinin düşmanıydı. Ama o, varlık ve bilmenin geleneksel özdeşliği düşüncesine farklı bir yorum getirmekle, her ikisinden de uzaklaşıyordu. Ona göre, "Tanrı bilmez, çünkü en yüksek ölçüde vardır; Tanrı vardır, çünkü bilir." O, Kutsal Kitap'ın "Başlangıçta söz vardı" sözünü, "Başlangıçta varolan vardı ve varolan Tanrı idi" biçiminde yorumlar. Eğer Tanrı "söz" ise o, özellikle zihinde olmalıdır. "Varlık" ve "varolan", tanrısal yaratmanın nesnesi olabilen ilk belirlenimlerdir; "söz" sonra gelir. Bilmenin öznesi Baba-Tanrı, nesnesi Oğul-Tanrı'dır, her ikisinin karşılıklı sevgisi Kutsal Ruh'tur. Dünya, idelerin, ilk örneklerin bir dünyası olarak Tanrı'da vardır. Yaratmadan önce Tanrı, hiçlikteki hiçliktir; yaratılmış doğada Tanrı, ilkin kendisinin bilincine varır. Her şey Tanrı'yla ve Tanrı'da oluşur ve her şey yeniden Tanrı'da birliğe dönüşür. Sonlu nesnelerin çeşitliliği ve belirliliği, ilkin onların zamansal yaratımıyla hiçten meydana geldi; zaman ve mekân ve onlara bağlı olan çokluk, kendinde hiçliktir. İnsansal akil yoluyla tüm nesneler, Tanrı'ya geri götürülmelidir.​
Bir panteist mistik olarak Eckhart için Tanrı'ya varacak yol, duygulardan geçer, düşünmeden değil. Kalbin bir hamlesi, insanı düşüncenin engelleri üstünden aşırtıp, bireysel bilinçle Tanrı'nın bilincinin birleştiği varlığın özüne götürür. Tanrı ile insanın özdeşliğine dayanan bu bilgi anlayışında insan, bir "Küçük Tanrı'"dır. Hıristiyan dininin doğruları, ne Skolastiğin bilimselleştirdiği dogmalarda ne de Kilisenin âyinlerindedir; tersine inanan gönüllerin derinliklerindedir. Kurtuluşu Kilisede değil, insanın kendi içinde görmesiyle Eckhart, bir yandan kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra gelecek olan Reformasyonun gerektirdiği düşünsel hazırlığı Alman ruhunda yapmış, bir yandan da yüksek düşünceler için çok yerinde Almanca sözler bulmuş olmasıyla Almanca felsefe terimlerinin babası olmuştur.​
Doğa Felsefesi: Yeni-Platoncu doğa filozofu ve matematikçi Witelo ise on üçüncü yüzyılda Eckhart'ın tersine, doğa bilimlerine olan ilgisiyle seçkinleşmişti. Yani, onun eğilimi, teoloji yönünde değil, fakat matematik ve doğa bilimi, özellikle fizik ve optik yönündedir. On ciltten oluşan başyapıtı Persyectiva'da, temel geometrik önermelere, ışığın yayılımına, gözün ve doğrudan görmenin yapısına, görülebilir olanın özelliklerine ve doğrudan görmedeki yanılmalara, ışık yansıması ve çeşitli yansıma tarzlarına, bir ortamdan diğer ortama geçişteki ışık kırılmasının görünüşlerine ilişkin düşünce ve görüşler bulunur, Eser, doğabilim tarihinde önemli bir rol oynamış olmakla birlikte özgün olmayıp, Alhazen (Ebû Ali el-Hasen ibn-Heysem)'in ve Euklid, Perge'li Apollonius, Ptolemeaus, Eugenios gibi Yunan bilimcileri ve diğer yazarların eserlerinden bir derlemedir.​
Doğa felsefesi Alman ruhunda doğa felsefesi ile teosofi birlikte yol almıştır. Bunun tipik bir örneği kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'dur. O, ne yalnızca bir mistik ne de bir doğa araştırıcısıdır; daha çoğu, Rönesans'ı önceleyen bir ilk hümanist ve bir doğa filozofudur. Cusanus, bir yandan Skolastik ile mistisizmin dünyası içinde yer alır, diğer yandan Yeniçağın doğa anlayışına hizmet eden, matematiksel ve doğa bilimsel araştırmaya katılır. Onun yaşamındaki büyük ödev, çözülme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Batı Hıristiyanlığında birliği yeniden kurmaktı ve bu da zamana aykırı değildi. Bu amaçla o, Basel konsilinde kilisenin birliği için mücadele etti, ama aynı zamanda eşgüdümlü güçler olarak kilise ile »devletin uzlaşması amacıyla her ikisi için de bir reform çabası içinde oldu. Teolog olarak, dinsel pratiklerin farklılığını aşan, Yahudileri ve Arapları da sonsuz Tanrı'nın birlikli bir dininde kuşatan, hoşgörülü bir akil dini temelinde genel bir inanç birliği için çalıştı. Filozof olarak inanç ile bilginin birliği için yorulmak bilmez bir çaba gösteren Cusanus, düşünme yolunu matematiğin ve doğa araştırmasının ilerlemesinde bulmaktaydı. Bizzat matematiksel ve doğabilimsel araştırmalar yaptı. Sonsuzluk geometrisine ilişkin düşünceler ortaya koyup, atomculuğun sorunlarını çözmeyi deneyen, cisimlerin özelliklerinin bilgisi için güvenilir bir ölçüt bulmaya yönelik bir yöntem olarak onların deneysel ağırlıklarının belirlenmesiyle ilgili bir program tasarlayan Cusanus, doğa bilimsel çalışmalarıyla Galilei'ci kavrayışın bir ön basamağını oluşturmuştur.​
Alman doğa felsefesinin gelişiminde başlangıç noktası, her şeye rağmen Paracelsus'tur. 1493-1541 yılları arasında yaşamış olan Paracelsus'a göre tıp en yüksek bilimdir; çünkü insanın sağlığı için çaba gösterir, bilgisiyle tüm dünyayı, gökyüzünü ve yeryüzünü kuşatır. Hakikî hekim, Tanrı'nın ülkesini açan anahtarlara sahiptir. Bilim olarak tıp, ilkin deneye ve deneyin kullanımına dayanır, kitaplara değil. "Doğa hekimdir, sen değil. Doğa bir araya getirir, sen değil. Bak ki, onun eczalarının nerede olduğunu, güçlerinin nerede yazılı bulunduğunu öğrenesin!" Ama yalnızca pratik yetmez, kuram olmaksızın "deney" olur, ama "bilim" olmaz. Kuram, "bilim"e, görülebilir olmayandaki görülebiliri kavrayan doğanın genel görünümüne hizmet eder. Tüm varlıklar, dünyasal, görülebilir bir bedenle, göksel, astral, görebilir olmayan bir ruhtan oluşur. İnsanda daha fazlası, ahlaksal davranışın kaynağı, tanrısal ruh vardır. Paracel su s'ltı doğabilimsel düşüncelerle fantastik öğeler birlikte bulunur. Bu nedenle, çoğu kez doğa bilimlerinin reformcusu olarak kabul görmekle birlikte, onun felsefe tarihindeki konumu daima tartışılır olmuştur.​
Doğa felsefesinin Paracelsus'İn büründüğü fantastik örtünün kalkması, salt mekanik bir evren görüşünün kendini açması, her şeyden önce, zamanın astronomisinin büyük ileri adımlarıyla olmuştur. Bu adımların salt mekanik bir evren tablosunu ve doğa kavrayışını ortaya çıkarması, Nikolaus Kopernikus (1473-1543) ile gerçekleşir. Milliyeti PolonyalIlarla Almanlar arasında daima tartışma konusu olmuş olan Kopernikus, daha, Ortaçağın yermerkezli görüşü yerine güneşi merkeze koyan, astronomide devrim yaratan ilk eserinde, yıldızların dairesel hareket yolunu izlediğini de saptar. Onun felsefi-bilimsel önemi zamanla anlaşılmıştır. Zaten 1507'de yazılmaya başlanan eseri, ancak ölüm yılı olan 1543'te yayımlanabilmişti. Yeni evren sisteminin tüm derinliğinde ve genişliğinde kavranması ve matematiksel bir yetkinliğe varması için on yedinci yüzyılı, Galilei'i ve onun yanında ilk çizgide Kepler'i beklemek gerekecekti.​
Johannes Kepler (1571-1630), astronomide kendi adıyla anılan, gezegenlerin güneş etrafında dönme hareketlerine ilişkin hesaba dayalı üç yasa ortaya koymuştu. Güçlü yeniPlatoncu etkiler taşıyan, estetik belirlenimli genel bir dünya görüşü, onun yaşam eseridir. Orta noktada güneşin bulunduğu bu evren sonsuzdur, bizzat Tanrı'nın özünü ortaya koyar. Ancak ne Kopernikus'un yer merkezli evren tablosunu ortadan kaldırması ne Kepler'in hesaba dayalı kozmik bir yasalılığı saptaması, Alman felsefi düşüncesine genel dünya tasviri bakımından, Herder, Kant ve Goethe'ye kadar hiçbir yarar sağlamadı.​
Hümanizm ve Reformasyon: Özellikle üniversite dışında Alman kültür hayatı, bir yandan hümanizm, diğer yandan reformasyon yoluyla derinden bir sarsıntı ve yeniden biçimlenmeyi yaşamıştır. Alman Hümanizmi, daha çoğu Italyan Platonizminin etkisi altında skolastisizme karşı bir tepki idi. Fakat İtalyan hümanizminin ilk esin kaynağı Yunan olmasına karşın, aynı şey Alman Hümanizmi için Hıristiyanlığın özgün kaynakları, yani İnciller oldu. Hümanizm, Alplerin kuzeyine geçmekle, aynı zamanda kendi karakterini de değiştirdi; Hıristiyanlığın kaynaklarına yöntemsel geri dönüşle, genel insansal bir anlamda Antikçağın felsefi mirasıyla derinlik kazanan dinsel yapının özümsenmesiyle ve nihayet Ortaçağ Kilise ve kültür dizgesini yeniden biçimlemeyi istemekle. Alman zemininde ahlaksal bir boyut kazandı. Bunun baş kutsayıcısı, Dilthey'm "16. yüzyılın Voltaire'i" dediği Erasmus'tu.​
Desiderius Erasmus gerçekten de Avrupa'nın etkisi en yüksek olan hümanisti olmuştur. Tasvirin, şiirin, düzyazının, diyalogun, öğretici yazının, makalenin tüm biçimlerini deneyen Erasmus Latince yazmada usta, Yunanca bilgisinde en önde gelen kişi olarak, klâsik eğitimin en önemli geliştiricisiydi. Aristoteles yayımcılığına katkıda bulundu. Hieronymus, Hilarius, Ambrosius, Augustinus yayımlarıyla Patristik biliminin (Patrologie) kurucusu oldu; keza Incil'in metin incelemesinde çığır açıcı etkisi oldu. De ratione stıtdü (1512) adli yapıtında Alman Hümanizminin ve Lise eğitiminin programını yapan, hitabet sanatının edinilmesi ve eğitimi için bir dizi yardımcı araçlar geliştiren Erasmus'un yaşamı, her ikisi kendi son anlamı bakımından birbiriyle uyuşan saf Hıristiyanlığın ve Antiklerin yaşam felsefesinin yeniden bir biçimlenmesinde inşa edilecek olan eğitimin genel-insansal bir kültürünün temellendirilmesine adanmıştır. Bu bakış açısında o, satirik eseri Deliliğe Övgü'de (1509) zamanın başlıca zayıflıklarının bir eleştirisini, tüm kendi öncüllerini gölgede bırakan tarzda gerçekleştirir.​
Martin Luther (1483-1546)'in Reformasyonunun (1517) getirdiği karışıklığa uzak duran Erasmus, bu harekete de dostça yaklaşmaz. Kendisini daima uyum içinde gördüğü Kiliseyle çatışmaya girmez. O, İtalyan Hümanizminin yaydığı evrensel, dinsel tanrıcılıktan uzaklaşan taraflar arasında aracılık etme çabasında ve tarihten gelen yaşamsal büyük çelişkilerin düpedüz kuramsal tartışma sorunları olarak bilimsel anlaşma yolunda uzlaştırılabileceği inanandaydı. Incil'in saf biçiminde bulduğuna inandığı yalın tanrısal öğreti, ona göre en soylu Yunan ve Romalıların felsefesiyle aynıdır. İnsan ve onun akli, ruh dünyasında egemence hüküm sürer, orada kendi dinginliğini, mutluluğunu, soyluluğunu bulur, Erasmus'un bu yaşam görüşü ve yaşama verdiği değer, onun dinselliğinin temelini oluşturur. Bu nedenle, temel görüş olarak, her şeyin tanrısal kayra etkisinde olduğu biçimindeki Luther'in öğretisini, insanın özbelirlenimi için tehdit edici bulur, Diatribe de libero arbitrio (1524) adli yapıtında buna karşı çıkar. Erasmus's göre, istenç özgürlüğü zorunlu koşuldur. Ancak o zaman Hıristiyan ahlâk öğretisi geçerlilik ve etkinlik kazanır. Her şeye gücü yeten (kadir-i mutlak) Tanrı karşısında istenç özgürlüğünün ne anlama geleceği sorununu, insan istenci ile Tanrı istencinin birlikte etkide bulunan güçler olarak düşünülecek şeyler olduğu kabulüyle çözmeyi dener.​
Hümanistler, Katolikliğe karşı pek şiddetli eleştirilerde bulunmazlar. Çünkü onlar, dünyasal, özerk bir kültürü amaçlıyorlardı. Katolik Roma Kilisesi öğretisi, antik Roma kültüründen devraldığı pagan öğeleri sayesinde, Yunan ve Roma felsefesi, yaşam görüşü ile bir bireşime varmaya izin veriyordu. Oysa Luther, yaptığı Kilise devrimiyle, Reformasyonla, hümanistlerin genel-insansal bir eğitim dini çabasının önünü kesiyordu. Luther, başlangıçta kurum olarak kiliseye karşı çıkmasına rağmen sonradan kendisinin örgütlediği dinsel yaşam, dünyasal bir kültürün yayılmasına daha az olanak vermekteydi. Bu yüzden Protestanlık, hümanistlerin eleştiri hedefi olmada birincil konumdaydı. Luther'den hareket eden dinsel yenilenme, her salt dünyasal oluşuma olduğu gibi felsefeye de ilkin karşı durdu. Fakat daha Luther'in kendisi, kendi inanç öğretisini geliştirme ve savunmada skolastik düşünce yollarına el atarken dinsel hareket, başlangıçtaki felsefenin reddini alıkoyamadı. Öte yandan Alman ülkesinde pek yaşanmayan Rönesans, gerçi kilisenin tek ve ayrıcalıklı okul olmak niteliğini ortadan kaldırmıştı, ama dinsel ve ahlaksal en yüksek yetke olarak onun karşısında eğildi. Buna karşın Reformasyon, vicdanı kilisenin vesayetinden kurtardı.​
Her ikisi de kökensel olarak Hümanizmden hareket eden Philipp Melanchthon (14971565) ile Ulrich Zwingli (1484-1531)'den ilki Aristotelesçiliğin Stoacı bir tarzına, ikincisi ise Rönesans Platonculuğuna bağlı kalarak felsefe ile Protestan inancının, akil ile vahyin, Hümanizm ile Reformasyonun, Antikçağ ile Hıristiyanlığın bir bireşimini üstlendi. Ancak onlar, çelişkisiz bir birliğe erişemedi.​
Protestanlığın ilk büyük filozofu olan Melnuchthon, Erasmus anlamında antik eğitim görmüş, gençliğinde Hümanizmin öncüleriyle dostluk kurmuştu. Gönülden daima bir hümanist olmasına karşın, Luther'in büyüleyici kişiliğinin etkisinde kaldı; Loci theologici (1521) adli yapıtının ilk basımı ile Luther düşüncesinin saf bir yorumcusu olarak göründü. Buna rağmen, yaklaşık 1523/24'ten bu yana klâsiklere duyduğu eski sevgi ve insan aklına güven, onda yeniden uç verdi. Dinsel hareket çerçevesinde Hümanizmi, eklektik bir Aristotelesçiliğe indirgemek pahasına da olsa korudu. Melanchthon'un felsefesi üç bölüme ayrılır: Diyalektik, fizik ve etik. Birkaç değişik basımı yapılan Dialektik, 1541'de Erotematfı dialectices olarak en olgun biçimini kazanır. Yapıt, bilim öğretisi ve teoloji ile sıkı bir bağıntıyı içerir. Fizik; gökyüzü, yıldızlar, öngörü, zorunluluk, rastlantı, sonsuzluk, dünyaların çokluğu, nesnelerin genel özellikleri, hareket ve dinginlik, mekân ve zaman, evrenin içkin erekliliği, Tanrı'nın varlığı gibi konuları içerir. Etik'e geçiş niteliğindeki Commentarius de mtima'da ruhsal yaşam, Aristotelesçi bakışla ele alınır. Ancak Aristotelesçi tekçilik üzerinden ikiciliğe varılır. Ruh, bedenden ayrılabilir, tözsel bir varlık olarak görülür. Melanchthon'a göre, zihin boş bir levha değildir; sayı ve düzen gibi temel kavramlar, geometrik, fiziksel ve ahlâksal ilkeler onda doğuştan vardır. Etik'te, Tanrı ve Tanrı istencine hizmet eden erdem, en yüksek erek olarak ortaya konur. Yararcılık ve Epikürcü hazcılık reddedilir, ancak ahlâksa 1 istencin hizmetine sokulmakla büsbütün bir yana atılmaz. Stoa ahlâk öğretisi kati bulunur. Doğuştan olan ahlâk yasası aynı zamanda doğal hukukun da temeli olarak görülür. Uyumlulaştırılmış, Skolastikleştirilmiş bir Aristotelesçilik örtüsü altında Melanchthon felsefesi, gerçekte doğal teoloji ile vahiy dininin bir açıklamasına ilişkin eklentileri içerir.​
Melanchthon'un yanında, Alman kültür çevresinde Reformasyon ile felsefe arasında ikinci büyük bireşimi ortaya koyan Zwingli ise, dinsel-felsefi ana yapıtı De providentia'da, kendisinde tüm iyiyi içeren Tanrı'yı en yüksek iyinin belirlenimi olarak görür. Aynı zamanda en yüksek güç ve en yüksek hakikat olan Tanrı, başka türlü olamaz. Doğa yasaları da Tanrı'nın etkinliğinden başka bir şey değildir. Tanrı sonsuzdur, dünya ve onun bölümleri sonludur, ancak onlar Tanrılıkta içkindir. Tanrı'nın kendini açması (vahiy) evrenseldir. Tanrı'nın kişisel görünümü olarak İsa'da, putperestlerdeki ve Yahudilerdeki önaçınım içerilmiştir. Zwingli, yalnızca insan tekinin günah işlemesini değil, aynı zamanda Adem'in Cennetten kovuluşunu da Tanrısal etkiye geri götürerek, belirlenimciliğin tüm sonuçlarını ortaya koyar. İlâhî kayra, günahı da, günahlı doğayı da tanrısal istencin içine alır. Bu güçlüklerin çözümü olarak Zwingli, Tanrı'nın günaha yalnızca izin vermekle kalmayıp aynı zamanda onun nedeni de olmakla haksızlık yapmadığını söyler; çünkü onun istenci, hiçbir yasaya bağlı değildir, tersine "haklı ve haksız olan şey, ilkin onun sayesinde vazedilmiş olur biçimindeki" Stoacı düşünceye dayandırır. Her gerçek yaşam düzeni, insansal yetkin olmayışa uyar. Bu, tanrısal adaletle insansal adalet arasındaki ayırımı gösterir. Tanrısal adalet, her şeyden önce, sinirsiz yakın sevgisi'ni buyurur. İyi bir yaşamın tüm buyrukları; mülk, miras, ant içme ve savaş yasağı yakın sevgisi'nden çıkar.​
Hukuk Felsefesi: Protestan-reformcu hukuk felsefesinin en yüksek noktasını hukukçu, politikacı, hümanist ve tanrıbilimci Hugo Grotius (1583-1645) oluşturur. Grotius, Mure liberum... (1609) adli yapıtında, HollandalIların Doğu-Hindistan'a ticaret özgürlüğünü savunma adına deniz hukukunun ana çizgilerini felsefi tarzda geliştiren Grotius başyapıtı De jure belli et pads (1625)'de iki sorunu sanatsal bir tarzda işleyerek ortaya koyar. Biri savaş hukuku, diğeri kamusal ve sivil hukuka ilişkin sonuçlar ile birlikte genel bir doğa hukukunun temellendirirdi sorunudur. Yapıt, genellikle bir hukukun olup olmadığı ön-sorusunun tartışılmasıyla başlar. Grotius'a göre, canlıların hareketleri yalnızca kendi yararlarına yönelik değil, aynı zamanda topluluk kaygısı da taşır. Bu da doğadan kaynaklanır. Akıllı varlık olarak insanın eylemi ise doğru olana yönelir. Bu, Tanrı olmasaydı bile, hukukun kaynağı için yeterli olurdu. Tanrı'nın istencine uyan akil ise, bize hukukun ikinci kaynağını verir. Kitapta ayrıca, adil bir savaşın olup olmadığı sorusu olumlu yanıta göre tartışılır; bir savaşı ortaya çıkaran nedenler, savaşta neye izin verilmesi gerektiği gibi konular ele alınır.​
Teozofİ: Alman teozofisinin en yüksek noktasını facob Böhme (1575-1624) oluşturur. Ona göre, mutlak dinginlikten, ebedî birlikten ve bir hiçlikten Tanrı'nın istenciyle bu evren doğmuştur. Baştan başa bir istenç olan Tanrı'nın bu kendini doğurma süreci sonsuzdur. Ondan ilkin tinsel dünya, sonra da maddî dünya ortaya çıkmıştır. Tanrı, insanda kendini açarak, kendini bularak kendine döner. Her şeyde kötü ve iyinin birlikte olduğunu öne süren Böhme'ye göre, zehir ve kötülük olmasaydı, ne hayat ne hareketlilik olurdu. Her şey bir evet ve hayırdır. Hayır evetin ya da hakikatin karşıtıdır ve böylece hakikatin kendisi bir karşıtlıktır.​
Luther'in Reformasyonu, tanrıbilimsel çatışmalarıyla Ortaçağı en azından iki yüzyıl uzatmıştır. Alman hümanistlerinin hiçbiri de bu dinsel havanın dışına çıkamamıştır. Bu teolojik, metafizik eğilim ve Böhme ile doruğa varan mistisizm, daha sonraki Alman felsefesinde, Leibniz'de, özellikle de Alman İdealizmi ve Romantizminde açık ya da örtük olarak kendisini daima hissettirecektir.​
Alman Düşüncesinin Olgunluk Dönemi: Teolojik bir metafiziği bilimsel düşünceyle birleştiren, Gottfried Wilhelm Leibniz (16461716) Alman felsefesinin olgunluk döneminin ilk önemli temsilcisidir. Kendinden sonraki Alman felsefesi, birçok yönüyle ona bağlandığı için, o ilk büyük Alman filozofu olarak bilinir. Bir "bireşim ve uyum filozofu" olarak nitelenen Leibniz, bu felsefi tutumunu, zamanında Almanya'da baş gösteren dinsel ve politik çatışmaları uzlaştırmayı denemekle pratikte de göstermiştir.​
Leibniz, spekülatif bir filozof olmasına karşın, felsefesi tek tek bilimlerle de sıkı bağıntıdadır. Matematiğin gerçeği tanımada en elverişli bilgi olduğu kanısında olan filozof, bunu "upuygun bilgi" olarak sayı bilgisinde görür. Bütün bilgilerimizi matematik bir seçiklik derecesinde bilseydik, bilgimiz gerçeğe upuygun olurdu. Bilgi ideali olan bu nıatlıesis universalis'e, yani evrensel bilgiye varmak için, kavramlarıyla tıpkı sayılar gibi matematik işlemler yapılabilen bir "genel işaretler dili"ne (“character istica universalis") sahip olmamız gerekir. Bu düşüncesiyle, sembolik mantığın öncüsü olan Leibniz, on yedinci yüzyılın diğer spekülatif düşünürleri gibi felsefeyi bilgi bütününü içinde bulunduran kapsayıcı bilim olarak anlar. Bu felsefe, dünyayı bir dizge olarak kavrayan bir metafizikte tepe noktasına varır. Bu dizge, temelini evrensel bir akla uygunlukta bulduğu için, akil bilgisini de kapsar.​
Tüm on yedinci yüzyıl felsefesini belirlemiş olan, kuşkusuz Leibniz'e de önemli etkiler bırakmış olan Descartes'ın ortaya koyduğu mekanist evren tablosunu Newton, bulduğu çekim yasası ile hesap edilebilir, mekanik-matematiksel bir doğa açıklaması biçimine sokmuştu. Schelling, Newton'un cisimsel dünya için oluşturduğu dizgenin yanında önceden kurulmuş uyum ilkesiyle Leibniz'in tinsel dünyanın dizgesini ortaya koyduğunu söyler. Sonsuz sayıda tözlerin her biri, her bir monad, kendi içinde kapalıdır. "Monadların pencereleri yoktur." Ancak her biri aynı şeyi, tüm dünyayı tasavvur etmekle aralarında bağıntı kurulmuş olur. Bu bağıntı, en altta maddî monadın, en üstte Tanrı'nın bulunduğu bir hiyerarşiyi ortaya koyar. Bilinçli olmadıklarından aşağı monadların evreni tasavvur etmeleri, onun edilgin birer aynası olduklarını gösterir. En yüksek monad olan Tanrı ise her şeyi apaçıklıkla, bilinçle bilir.​
Leibniz felsefesiyle sıkı bağıntıda olan rasyonalist filozof Christian Wolff (1679-1754) ise, metafizik sorunları dogmatik kesinlikle sonuçlandıran çepeçevre bir "okul felsefesi" kurmuştur. Çok güçlü Leibniz etkisi yüzünden onun felsefesine "Leibniz-Wolff felsefesi" de denir. Eserlerini Latince yanında ilk kez anadilinde kaleme alan Alman filozofu olan Wolff, Alman Aydınlanmasının da hazırlayıcısıdır.​
Ahlâk öğretisinin felsefi temellendirimi sorunundan yola çıkan Wolff sorunun çözümünü, temellendirilmiş ansiklopedik bilgiye dayandırır. Ancak bu bilgi ansiklopedisi eklektiktir. Almanca felsefi terimlerin oluşmasına önemli katkılarda bulunan Wolff, "ontoloji"nin de ad babasıdır. Ontolojiyi varlık kavramının mantığı olarak anlayan Wolff'a göre, mantığın bir ilkesi ve en yüksek ilke olan çelişmezlik ilkesi, yalnız bir düşünme yasası değil, aynı zamanda bütün nesnelerin de yasasıdır. Daha sonra Alman İdealizminin de benimsediği bu düşüncesi, Wolff'u Kant'ın "rasyonalist dogmatizmin en zorlu temsilcisi" diye adlandırmasına neden olmuştur.​
Alman Aydınlanması: Genellikle 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi, özgün düşünceler ortaya koymamış, elde bulunanları olabildiğince geniş çevrelere yaymaya çalışmıştır. Hazır düşünceler ile yetinme, en çok Alman Aydınlanmasında görülür. Bilimin bir aydınlatma işi olduğunu Almanya'da ilk olarak öne süren, felsefenin Almanca yapılıp okunması için uğraş veren Christian Thomasius (1655-1728); dinsel aydınlanma bağlamında mucize ve vahyi reddeden Samuel Reimnrius (1694-1768); dinsel ve felsefi aydınlanma düşüncelerini yayan, felsefenin ödevinin sağduyunun doğru olarak bildiği şeyi akil yoluyla açık ve kesin kılmak olduğunu savunan Moses Mendelssohn (1729-1786), Alman Aydınlanmasının düşünürleri arasında sayılabilir. En parlak temsilcisi ise, Fransa'da Voltaire'le olduğu gibi bir edebiyatçıdır: Gotlıold Ephraim Lessing (1729-1781). Lessing, deizmin akil dini ile vahiy dini Hıristiyanlık arasındaki çelişkiyi kaldırmayı, her ikisinde bulunan eksikliği göstermek yoluyla onları uzlaştırmayı denemiştir. Gerçi bu denemeden teistler memnun olmuş değildi. Spinoza, Leibniz ve Shaftesbury'den hareket eden Lessing, insan ruhunu zincirleyen tüm dogmalara karşı koymak gerektiğini öne sürüyordu. Dinsel konuları eleştirel araştırma özgürlüğünü, insanlığın kutsal hakkı olarak gördü. İnsanlığın ahlâksal ilerlemesine inanan, dinsel hoşgörüyü savunan Lessing Yahudi düşmanlığına da cesaretle karşı çıkmıştır.​
Etkileri, kendisinden sonraki felsefeyi belirlemeleri bakımından İlkçağın iki büyük filozofu Platon ve Aristoteles'le ve modern felsefenin kurucusu Descartes'la ancak karşılaştırılabilecek olan Immanuel Kant (1724-1804), yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir doğabilimcidir. Birçok yıllar ders verdiği fizikî coğrafya konusunda, evrenin oluşumunu tümüyle mekanik ilkeler ile açıkladığı Genel doğa tarihi ve gök kuramı adıyla yayımladığı eserini ortaya koyar. Daha sonra geliştirilmiş olan bu kuram, "Knnt-Laplnce Kuramı" diye bilinir. Öğrenim yılları sırasında Alman üniversitelerinde bir okul felsefesi olarak etkin olan Wolff'un dogmatik öğretisinden kurtuluşunu, İngiliz filozofu Hume'a borçludur. Hume'un dogmatik uykudan uyandırdığı Kant, kesin bir bilgi anlamında tüm metafiziğin olanaksızlığını gösterdiği Kritisizmi (eleştirel felsefe) temellendirir.​
Salt Aklın Eleştirisi ile Kant, bilgi kuramında yaptığı devrimi Kopernikus'un astronomide yaptığı devrime benzetir: Orada merkeze güneşin konulması, burada öznenin merkeze alınması. Deneyimcilik özneyi dışardan gelen duyu verilerinin salt bir alıcısı olarak edilgin kılmıştı. Oysa bilgiyi meydana getiren öznedir. Öyleyse bilginin ne olduğunu ve sınırlarını göstermek, onu meydana getiren öznenin, salt aklın, anlama yetisinin eleştirisi ile olanaklıdır. "Bilgimiz deneyim ile başlar, ama bundan dolayı bütün bilgilerimiz deneyimden çıkmaz." Çünkü bir şeyleri deneyimleyebilmemiz için, bizde deneyimden önce (n priori) bir takım ana kavramların olması gerekir. Anlama yetisinin salt biçimleri olan bu kavramların ikisini, yani zaman ile mekânı Kant "görü", diğer on ikisini de "kategori" olarak adlandırır ve kategorilerin bir çizelgesini verir. Salt a priori yargı, kendisine hiçbir duyu verisinin, yani deneyimin karışmadığı bilgidir. Bu bilgi, kesin, zorunlu genel geçerdir; ama bilgimizi genişletmez, yalnızca kavramın kendisinden çıkarılır. Buna karşın sentetik yargı, duyu verilerinden elde edilir, bilgimizi genişletir, ama zorunlu doğru değildir, geçerliliği deneyime bağlıdır. Bu ikisinin birliği, yani sentetik a priori yargılar ise hem bilgimizi genişletir, hem de zorunlu doğru ve genel geçer ayrgılar olarak ortaya çıkar. Örneğin, "Cisim yer kaplar." "Yer kaplama", "cisim" kavramının kendisinden çıkmaz. Bir bilimin bilim adını hak etmesi için onda ilkeler olarak sentetik a priori yargıların olması gerekir. Bilgimizin, görünüşlerin bilgisi olduğunu söyleyen Kant'a göre, biz, şeyin kendisini, >ıou»ıenou'u bilemeyiz. Nouuıeuou, Kant için olumsuz belirlenimli sınır kavramıdır; görünüş dünyasının sınırıdır. Bu yüzden onun bilgisi olmaz; olsaydı, zaten o, sınır kavramı olmazdı.​
İnsan, görünüşler dünyasında, bu dünyanın yasası nedenselliğe bağlı bir varlık olarak, herhangi bir canlı gibidir; doğar, büyür, ölür. Bu dünyada özgürlükten söz edilemez. Ama insan başka bir dünyanın daha yurttaşıdır. Noıtmenon'un sesi olarak insanın içinde duyduğu ahlâk buyruğu, onu "ahlâk dünyası"na, "gayeler ülkesi"ne yükseltir ve o, ancak o zaman özgür olur. Kant, İkinci Eleştiri'de ve Ahlâk Metafiziğinin Temelleri adli yapıtında özgürlük felsefesi de demek olan ahlâk felsefesini ortaya koyar. Eylemlerimizin kendisinden hareket ettiği ahlâk buyruğu koşulsuz (kategorik) olmalıdır; nitekim, o "Yapmalısın!" biçiminde dile gelir. Koşullu buyruk, koşula bağlı olmakla, belli bir neden veya sonuç için yapılmakla, o sonuca hizmete yönelik olduğu için ve ahlaksal değildir. Ahlâksal eylem ödevden dolayı olmalıdır. Eylem, ödeve uygun görünüp temelinde iyiyi isteme yoksa, yani ödevden dolayı değilse, ahlaksal değildir. "İyiyi isteme", tüm eylemlerimizin temelinde olandır. İstemenin iyiliği, onun yaptığı şeyle ölçülemez. "Sadece isteme kendi başına iyidir" diyen Kant ahlâk buyruğunu içi boş, salt bir biçim olarak verir: "Öyle hareket et ki, hareketinin motifinin bütün insanlar için geçerli olmasını isteyebil!" Buyruğun içini doldursaydı, o zaman bize ne yapmamız gerektiğini söyleyecekti ve biz özgür olamayacak, dolayısıyla ahlâksa! eylemde bulunamayacaktık. İnsan, yasasını ancak kendi koyar, kendi uyarsa özerk olur, özgür olur. İnsan hiçbir şey için araç olamaz, Tanrı için bile. İnsan, ahlâksal eyleminde hem kendisini hem diğer insanların her birini gaye olarak alır.​
İlk iki Eleştiri'den çıkan sonuca göre, insan biri nedensellik yasasının geçerli olduğu görünüşler dünyasının, diğeri "gayeler ülkesi"nin olmak üzere iki ayrı dünyanın yurttaşıdır. Gerçi Kant, bu iki dünya arasındaki birlik hakkında kesin bir şey söylenemeyeceğine inanır, ama bu birliği Üçüncü Eleştiri’de insanın varlık bütününde ortaya koyar. Bu da İkinci Eleştir i'de ortaya konan etiğe dayanan erekselliğin bir başka tarzının doğada ve sanatta bulunmasıyla gerçekleştirilir. Bu ereksellik, insanın da içine girdiği doğadaki ve sanatlardaki güzellik ve yücelikle ilgili olan estetik ile canlılar dünyasını birleştirir. Doğada gördüğümüz güzellik ve yücelik (ereklilik), bizim içimizdeki ahengi harekete getiren biçimsel bir karakter taşır. Böylece sanat yapıtlarında bulduğumuz "ereksiz bir ereklilik"le onları hoşa giden bir şey olarak algılarız. Estetik yargının ereksiz bir erekliliğe sahip olması, onu nesnelerin biçimi demek olan oyuna götürür. Yalnızca kendi kendisi için hoşa giden uğraş olan özgür sanat, kendisinden başka hiçbir erek taşımaz. Sanat eseri, doğanın taklit edilmesinden ibaret değildir, duyulara verilenleri aşar. Sanat eseri ideal bir karakter taşır, duyu dünyasında ona denk gelebilecek bir şey bulunmaz. Böylece Kant, kendisinden sonra onu izleyecek birçok filozof için idealist bir estetiğin yolunu açmış olur.​
Kant, tarihsel varlık alanında da bir tür ereksellik görür: "İnsanların işlerinin anlamsız görünen gidişinde, sanki gizli bir plân saklıdır." İnsan doğadan suçsuz değildir, onda hem iyiye hem kötüye doğru eğilim vardır. Ancak insan varlığının anlamı, iyinin gerçekleşmesinde ortaya çıkar. İnsan dünyasındaki çeşitli zıtlıklar, bu zıtlıklardan doğan savaşlar da barışa karşı duyulan isteği güçlendirir. Sürekli barış, insan akli ve ahlâkının ona gösterdiği ve ondan beklediği idedir.​
Alman İdealizmi: Alman felsefesi için gerçek bir dönüm noktası oluşturan Kant, ilk olarak, Hıristiyanlığı insanlık dini, insanı doğanın son noktası ve onun tarihini insanlığa doğru sürekli açılan gelişim olarak göstermeyi kendisine ödev edinen johann Gottfried Herder (1744-1803) üzerinde etkili olmuştur. Eleştiri öncesi döneminde Kant'ın öğrencisi olan, onun astronomi, fiziksel coğrafya, doğanın genel yasaları üstüne olan derslerini beğeniyle dinleyen, ancak Kant'ın apriorizmine, empirik içerikle a priori biçim ayırımına karşı dilin gelişim sürecini öne süren Herder'e göre akil, ilkin konuşmakla oluşmuştur. Kant'ta birer priori biçim olan zaman ile mekân, ona göre deney kavramlarıdır; bilginin biçimi ile içeriği de kaynağında birbirinden ayrılmış değildir. Yine, Kant'ın doğa ile özgürlük arasına koyduğu keskin ikileme, doğadaki basamaklı gelişim ile zihnin özsel birliği düşüncesiyle karşı çıkar. Doğada olduğu gibi tarihte de belli doğal koşullara göre oluşmuş sabit yasalar vardır. Tarihin ilerleme yasası, doğanın ilerleme yasasına dayanır. Bu da cansız doğa güçlerinin etkilerinde gizli olarak bulunan ve canlı doğada git gide basamaklı biçimde açılan yasadır. Bu açılım, insan dünyasında ilkin kuzey kutbunda başlar, bu nedenle Eskimolor, insanla hayvan arasında bulunur. Güneye, Asya sırtlarına inildikçe insan soyu biraz daha güzelleşir, ancak asil insan biçimine varmak için Yunanistan'a gelmek gerekir. Bu basamaklı yapı Avrupa halklarında, özellikle de Cermen halklarında tamamlanır. Herder'in doğalcı şovenist tarih anlayışında yeryüzü halkları, tepe noktasında Hıristiyan-Avrupalıların bulunduğu bir sıradüzeni oluşturur.​
Kant'ın açtığı idealist estetik yolunda, güzelliğin görünüş dünyasında ortaya çıkan özgürlük olduğunu ileri sürecek kadar ileriye giden şair filozof Friedrich Schiller (17591805) olmuştur. Ona göre, insanda biri duyusal dürtü, diğeri biçim dürtüsü olan, birbirine karşıt iki dürtü vardır. Ama bunlar insanda birlikte etkide bulunur. Bu birliktelikten de yeni bir dürtü olan oyun dürtüsü çıkar. Oyun dürtüsünün, insanın birbirine karşıt olan duyusal ve rasyonel yönlerini birleştirdiğine öne süren Schiller, bu kadarla da kalmaz, oyunu cansız doğadan başlatıp, basamak basamak yukarı çıkarır: bitki ve hayvan dünyasına ve insana. Böylece oyun evrensel bir ilke olur. Sanki doğa adım adım zincirlerini gevşetmiş, sonunda insanda tümüyle kırmıştır. "İnsan oynadığı yerde ancak tam insandır."​
Kant, metafiziğin olanağını reddetmesine karşın, ondan hareket eden Alman İdealizminin filozofları Fichte, Schelling, Hegel'in dizgelerinde, metafizik kurguya geri dönülür. Onların çok ümit vaat eden gösterişli eserleri, hayranlık duyan geniş bir çevre bulmuştur. Bunlardan Johann Gottlieb Fichte (1762-1814)'nin yöntemi, Alman İdealizminin gelişiminde, her şeyden önce Hegel'de örnek oluşturacak diyalektik yöntemdir: Sav, karşısav ve bu ikisi arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı bireşim. Yöntem bir yana, Fichte'nin felsefesi, Kant felsefesiyle sıkı bağıntıdadır. Kant'ın ahlâk felsefesinin Fichte üzerindeki etkisi, onu kendi dışındaki şeylerle uğraşmak yerine daha çok kendi kendisiyle uğraşmaya götürür. Kant'ın kategorilerinin yalnızca görünüş dünyası için geçerli olması, Fichte'ye istenç bağımsızlığı olanağını gösterir. Onun etiği, Kant'ınki gibi mutlulukçu olmayan bir etiktir, dahası kahramanca-coşumcu yönü bakımından Kant'ı geride bırakır.​
Ana yapıtı Bilim öğretisi (1797)'inde hareket noktası "mutlak Ben", gerçek bilincin heninden tamamen başka bir şeydir, ama bilinç varlığı ile bilincin özdeşliğinden başka bir şey değildir. "Mutlak Ben", tüm ortak aklın, tüm düşüncenin temelindeki benlik'tir. Fichte'ye göre, olanaklı iki felsefi hareket noktası vardır: Dogmatizm ve İdealizm. Birincisine göre, yaşantılar, zorunluluk duygusunun eşlik ettiği tasarımlar olarak kendi başına aşkın bir şeyin ürünleridir. İkincisi için böyle bir şey yoktur. Söz konusu tasarımlar, özgürlük duygusunun eşlik ettiği, aşağı yukarı hayalgücü tasarımları gibi zihnin ürünleridir. Fichte'nin bu yapıtında dile getirdiği "İnsanın nasıl bir felsefe seçtiği, nasıl bir insan olduğuna bağlıdır" sözü, belirlenimci dogmatizm ile Kantçı eleştirel özgürlük öğretisi arasındaki seçime ilişkindir. Bir vahiy olanağının reddedilebilir olmadığı, fakat aynı şekilde gerçekliği hakkında kanıtın olanaklı olmadığı sonucuna vardığı Tınız vahyin bir eleştiri denemesi (1792) adli yapıtı da, yine Kant'f/ düşünce ve stilde kaleme alınmıştır. Kapalı ticaret devleti'nde (1800), devletin kesin vesayetinde bir tür sosyalizmi savunan Fichte 1804-5 yıllarında, Berlin'de verdiği derslerden oluşan Şimdiki çağın temel çizgileri'inde tarih felsefesini ortaya koyar. Tarihi, birincisi hiçbir deney bilgisi olmaksızın dünya plânının kendisinden çıkarılmasına izin veren "a priori tarih", ikincisi alışılmış anlamda tarih olan "a posteriori tarih" diye ikiye ayıran Fichte, Alman ulusuna söylevler’de (1807), olağanüstü güçlü bir Alman milliyetçiliğinin savunuculuğunu yapar.​
Kant'ın bilgi ile inanç arasında kesin bir ayırım yapmasına, aşkın olanın yolunu bilgiye kapamış olmasına karşın, Alman İdealizminin diğer filozofları gibi Schelling de bu yolda dolu dizgin ilerlemiştir. Daha önce gerek Schiller'in estetik idealizminde, gerek Fichte'nin ahlâksal idealizminde eksik olan bir şey vardı: doğa. Bu eksiklik Schelling ile tamamlanır. Schelling'in eserlerinde felsefe tarihinin belli başlı bütün filozoflarının, putperestlikten Hıristiyanlığa tüm inanç dizgelerinin izleri bulunur. Önemli etkiler aldığı filozoflardan biri de Leibniz'dir. Newton'un maddî dünya dizgesi ile Leibniz'in tinsel dünya dizgesinin, bu iki dünyanın, real olanla ideal olanın, sonlu olanla sonsuz olanın birliğinin gösterilmesi, Schelling'in felsefeden beklediği şeydi. Onun tarzının ilginç bir özelliği de şudur: Schelling, ele aldığı filozofların hiçbirini, başvurduğu düşünce ve inançların hiçbirini olumsuz yönüyle ele almaz.​
Friedrich Wilhelm Schelling (1775-1854)'in felsefesi, kapalı, birlikli bir dizge karakterini göstermez. Gerçi o, felsefi gelişiminin ilk evresinde, doğa felsefesi temelinde bir dizge kurma çabasında olmuştur; ama sonradan dizgenin "uzağa bakan, yakınındakini göremeyen" bir şey olduğunu ayırımlayarak, bundan vazgeçmiştir. İlk yazılarında Ben'den yola çıkmakla Fichte'nin bir izleyicisi olmasına karşın, daha sonra ondan tamamen ayrılır; hatta ona karşı cephe alır. Fichte'nin Ben'inin karşısına, Ben-Olmayan kavramını koyar. Bu bir çelişkidir. Fakat bu çelişkiyi Schelling, insan bilgisinin olanağı olarak görür. Bu olanak, varlık ile düşünme ilkece bir olduğu için, aynı zamanda varoluşun da olanağıdır. Kuramsal ve pratik felsefenin tüm ödevi, bu ikisinin birliğine varmaktır.​
Fichte'den aldığı, "zihinsel görü" ("intellektuale Anschauung") ve Spinoza'dan aldığı "yaratıcı doğa" ("natura naturans") kavramlarıyla Schelling, doğayı kendi kendini durmaksızın açan, yaratan, üreten organik bir bütün-varlık olarak kavrar. Bu, aynı zamanda Tanrı'nın bir açınımı (vahiy) olarak görülür. Schelling'in doğa felsefesi, doğaya bakan, nazarî (spekülatif) fiziktir. Bunun karşısına doğadaki hareketleri mekanik-matematik olarak betimlemekle yetinen deneysel fizik bulunur. Ama bu, "ölü doğa" ile ilgilenir. Oysa nazarî fizik, oluş halinde olan, yaratıcı doğa ile onun dinamik görünüşleriyle uğraşır. İlki doğanın yüzeyine, ikincisi içsel hareket ettirici mekanizmaya yönelir. Onlar, yöntem bakımından da birbirlerinden ayrılırlar. Deneysel fizik betimleyici olmasına karşın, nazarî fizik, kurucu-yapılandırıcıdır. Nazarî fizikçi, yani doğa filozofu, doğanın anlamını sorar. Doğanın bütünün oluşum sürecinde nasıl bir yeri olduğunu araştıran Schelling, deneysel fiziğe bilim gözüyle bakmaz; onun bilim dediği yalnızca nazarî fiziktir.​
Schelling, doğa felsefesini kuramsal felsefe olarak nitelendirir. Onun karşısına, başlıca olarak Transandental idealizm dizgesi (1800) adli yapıtında ele aldığı pratik felsefeyi koyar. Doğa felsefesi nesnel olanı, pratik ya da transandental felsefe öznel olanı ortaya koyar. Transandental felsefe, çeşitli dönemleri olan öz-bilincin tarihidir. Burada tarih felsefesi başlar. Tarih, tanrısal plânın gerçekleşmesi ya da Tanrı'nın kendini dünyada açması, gerçekleştirmesi süreci olarak anlaşılır. Kuramsal felsefe ile pratik felsefe, özdeşlik dizgesinde bireşime varır. Bu dizgeyi Benim felsefe dizgemin tasviri (1801) adli yapıtta ortaya koyan Schelling, burada biçim olarak varlığın yapılanışını mantıksal-matematiksel bir düzene göre ele alır. Dizgenin tepe noktasında, sanat yer alır, çünkü Schelling'e göre filozofun son ereği sanat felsefesidir. Sanat dünyası, real ve ideal olarak ikiye ayrılır. Real yanda müzik ve plastik sanatlar, ideal yanda söz sanatları bulunur. Sanat dünyasının realden ideale doğru giden bir yapılandırılması, tüm evren (universtım) örneğine göre ortaya konur. Evreni yaratan Tanrı, sanat dünyasını yaratan sanatçıdır. Her ikisini bilen filozoftur. Böylece Schelling'in dizgeci dönemi sona erer.​
Alman idealistlerinin etkisi en büyük olan filozofu, hiç kuşku yok ki Georg Wilhelm Friedrich Flegel (1770-1831)'dir. Gençlik çağında onun üzerinde başlıca üç etmenin rolü olmuştur: Antikler, Kant ve Fransız Devrimi. Dehası yavaş gelişen Hegel ilkin kendisinden birkaç yaş küçük olmasına karşın Schelling'in öğrencisi ve tilmizi olur. Son büyük sistem filozofudur. Hegel'den sonra felsefede tüm insan kültürünü bir dizgede çepeçevre kuşatma denemesine girişilmez. Hegel'in dizgesi, kendi tarihsel gelişimi içindeki tüm tinsel gerçekliği kapsar: Ahlâk, hukuk, devlet, sanat, din ve felsefe. Doğabilimsel sağın araştırmaların önemli gelişmeler kaydettiği bir dönemde, hiç de uygun düşmemekle birlikte doğa da bu sistem içine girer. Yöntemi diyalektiktir.​
Hegel felsefesinin üç karakteristik çizgisi, panlojizm, mutlak idealizm ve diyalektiktir. Bu panlojizmde varlığın ilkesiyle düşünmenin ilkesi bir ve aynı şeydir; kavramda, soyut düşünmede gerçekliğin kendisi kavranır: "Gerçek olan ussaldır, ussal olan gerçektir." Bu idealizm, ayrı bağlamlarda kullanılmasından, buna uygun olarak aralarında belli ayırımlar olması dışında yaklaşık ayni anlamlara gelen düşünme, evrensel akil, ide, tin, Tanrı diye adlar alan tözsel bir şeyden hareket eder. Salt mantıksal kavramsal açılım yoluyla her kavram (sav) kendi kendisinden bir başkasını çıkarır, onunla karşıtlık içinde bulunur (karşı sav); sonra bir bireşimde çelişki ortadan kalkar, yeni bir kavram oyunu başlar. Tözsel olan şey, tüm varlığı bu diyalektik süreçte yönetir ve son ereğine varır.​
Dizgede tüm varlık biri doğa, diğeri kültür veya tarih dünyası olmak üzere iki ana bölümde ortaya konur. Buna göre felsefe, üç bölüme ayrılır. Birincisi, aynı zamanda varlıkbilim veya metafizik olan, kendinde ve kendisi için ide'nin bilimi mantık, ikincisi kendi başka-varlığındaki ide'nin bilimi olarak doğa felsefesi, üçüncüsü kendi başka varlığından kendisine geri dönen ide'nin bilimi olarak tin felsefesidir. Tin felsefesi, birincisi antropolojiyi, bilinci ve psikolojiyi içeren öznel tin, ikincisi hukuku, ahlâkı ve töreliliği içine alan nesnel tin, sonuncusu mutlak tin olmak üzere üç bölümde ele alınır. Törelilik; aile, kentsoylu toplum ve tarih felsefesini de kapsayan devlet alt başlıklarında incelenir. Mutlak tin ise sanat, vahiy dini ve felsefe olmak üzere üçe ayrılır.​
Hegel için tarih felsefesi, en genelinde "felsefi dünya-tarihi''dir. "Felsefi dünyatarihinin amacı, tarihte ide'nin bilgisi"dir. Tinin kendini açıp gösterdiği yerin dünya tarihi olduğunu öne süren Hegel'e göre, evrensel akim veya tinin kendini dünya tarihinde açması, tarihsel kronolojiye uygun olarak dört evreden geçer. Birinci evreyi insanlığın çocukluk çağı olan "Doğu Dünyası" oluşturur. "Güneş, ışık, doğudan doğar," ama bu sabah ışığı soluktur, parıldamaz, ısıtmaz. Ikincisi delikanlılık dönemi "Yunan", üçüncüsü erkeklik çağı "Roma", sonuncusu olgunluk çağı batıdır, onun en güzidesi olan "Cermen Dünyası"dır. "Batıda fiziksel güneş batar, ama onun yerine yüksek bir parıltı saçan öz bilincin iç güneşi doğar." Aklın tarihte kendini açma süreci, bilgiye ve özgürlüğe doğru gittikçe ilerleyen, gelişen kesintisiz bir çizgisellik gösterir. Bu çizgi, tinin kendini özgürleştirmesi ve kendi tam bilgisine ve bilincine ulaştığı Cermen dünyasında son bulur. Bu, dünya tarihinin sonudur. Hegel, aynı şekilde sanatın da sonundan söz eder. "Sanat eski çağların ve halkların onda aradığı ve yalnızca onda bulduğu zihinsel ihtiyacın bir tatminini artık vermez. Sanat bizim için geçmiş bir şeydir." Mutlak olan, algılanabilir tarzda sanatta, tasarlanabilir tarzda vahiy dini olan Hıristiyanlıkta ortaya çıkar ve nihayet felsefede kavranır.​
Wilhelm von Humboldt (1767-1835), dizgeci büyük Alman idealistleri arasında olmamasına karşın, evrensel tarzda dünya kavrayışıyla onlara yakınlığı olan bir filozoftur. Yaşamıyla da yapıtlarıyla da klâsik insanlık idealinin bir temsilcisi olan Humboldt'a göre, bu idealin üç bileşeni vardır: Evrensellik, bireysellik ve yaşamın bir sanat yapılına doğru biçim alması demek olan bütünlük. Tarihin ereğinin, İnsanlık idealinin genel gerçekleşimi olduğunu söyleyen Humbolt'a göre, tarih araştırması, salt zihinsel bir konu değildir; tarihçi kendini ilgilendiği kişilerin ve dönemlerin içine yerleştirmelidir. Devletin etkinliğinin sınırlarını bir belirleme denemesi üstüne düşünceler (1851) adli yapıtında Humboldt, bireyin içsel kendi gelişiminde ve ulusun özgür yaratımında devletin koruyucu olması gerektiğini savunur. Başlıca felsefi etkisi, kurucusu olduğu dil felsefesi alanında olan Humbolt'a göre, diller halkların ruhlarının yapısının yansısıdır. Dillerin ayrılığı da burada görülmelidir. Prusya Devleti öğretim dizgesini ve üniversitelerin yapısını oluşturmada öncü olmakla büyük tarihsel öneme sahiptir.​
Alman Romantizmi: Fichte, Schelling ve Hegel'in bir çağdaşı da Schleirmacher'dir. Özellikle Kant, Spinoza ve Platon'dan etkilenen, Kant felsefesindeki realist ve idealist öğeleri dengeli bir tarzda ele almış olduğu için, öğretisi ideal realizm olarak nitelenebilecek olan Ernst Daniel Schleirmacher (17681834)'nin realizmi, kendi tekilliğinde sonlu olanın düşünülmesiyle sınırlı değil, tersine sonlu olana, onun bütünle ve ebedî olanla birliğine bakan bir realizmdir. Din, kendini bu ebedî olanla bir hissetmektir. Kendimizi mutlak belirli hissetmemiz ve tüm varlığı içimizde ve dışımızda son bir nedene, tanrısallığa geri götürmemiz yoluyla din, dolaysız bir bağlanma duygusuna dayanır. Tanrı idesinde ideal ve gerçek olanın mutlak birliği, tüm çelişkileri dışarıda bırakmakla düşünülür olur; ama dünya kavramında ideal ve gerçek olanın göreli birliği çelişki biçimindedir. Buna göre Tanrı, ne dünya ile özdeş, ne dünyadan ayrı olarak düşünülecek olandır. Biz bir Tanrı varlığı hakkında, dünya dışında hiçbir şey bilmeyiz. Tanrı, dünya olmaksızın asla var olamazdı; o halde, dünyadan önce bir Tanrı varlığı hakkında da konuşulamaz. Nesnelerin Tanrı'ya bağlı olması demek, onların doğa bağıntısıyla koşullu olduklarından fazlasını söylemektir. Buna göre, Tanrı'nın dolaysız bir kavranışı, yani mucize olanaklı değildir. İnsan da doğa bağıntısı içindedir, bundan dolayı ahlâk yasası ile doğa yasası arasında esaslı hiçbir ayırım yoktur. Ama her bireyin kendine özgü anlamı kendi payına düşer; öyle ki her birey, kendine özgü ilk örneğini gerçekleştirmeye çağrılıdır. Kişiliközgürlüğü, bir kez inşa edilmiş bireyselliğin gelişiminden ibarettir. Schleiermacher, ahlâkı iyi huyluluk öğretisi, erdem öğretisi ve ödev öğretisi olarak ele alır. Akil ve doğaca belirlenmesi bakımından her bir varlık iyi bir şeydir. Mekanik olan, kimyasal olan, bitkisel olan, canlılık ve insanlaşma, akil ve doğa birliğinin basamaklarıdır. En yüksek iyi, doğa ile aklın tüm birliklerinin bütünüdür. En genel ödev yasası şöyle der: "Her an, tüm ahlâksal güçle ve tüm ahlâksal ödevle çaba göstererek eyle!"​
Felsefe ile canlı karşılıklı ilişkiler içinde bulunan Alman Romantik Okulu, ilkin Fichte'de, onun yaratıcı hayalgücü kavramına yaslanarak filozofunu bulmuş, sonra şiir ile felsefeyi doğa felsefesinde birleştiren, tüm dünyayı sanat biçimi altında gören Schelling'le asil büyük filozofunu edinmişti. Schleiermacher, romantik zeminde dinin özünü duyguda bulmuş, etikte bireyselliğin hukukunu vurgulamıştı. Romantizm, Goethe (1749-1832)'de şiirin en yüksek noktaya ulaştığını gördü; felsefenin şiirden çıkıp, yeniden şiire döndüğünü söyleyen Hölderlin (17701843)'i filozof şair olarak niteledi. Romantizmin temsilcileri arasında Fichte'den etkilenerek, onun mutlak Ben'inin yerine dahi bireyi koyan ve böylece bir dehfe kültüne doğru ilerleyen, ama daha sonra daha çok teosofik bir mistisizme yaklaşan ve vahiy inançlı olan Friedrich Schlegel (1772-1829) ile doğal gerçekliğin bir rüya ve rüyanın dünya olduğunu söyleyen, "romantizmin peygamberi" Novalis (1772-1801) bulunur. Asil adı Friedrich von Hardenberg olan Novalis, sanatçıyı büyüsel bir idealist sayar; ona göre, şiir mutlak gerçek sayılır ve her şey ne kadar gerçekse o kadar şiirseldir. Fr. Schlegel, kardeşi August Wilhelm'le 1798'den 1800'e değin, Romantik Okul'un başlıca organı olan Athenaum'u çıkarmıştır.​
İrrasyonalizm: Kant felsefesiyle yakın bağıntıda olan, Kant sonrası spekülasyonu reddeden, ama Romantizme ölçülü bir yaklaşımda bulunan Arthur Schopenhauer (17881860) Kant'la birlikte, mekân, zaman görülerine ve kategorilere (bunlar arasında temel olan nedensellik kategorilerine) düpedüz öznel bir karakter yükler ve öznenin yalın tasarımları olan görünüşlere sınırlı bir geçerlilik verir. Fakat bizim tasarımlarımızdan bağımsız gerçekliği, kendi başına şeyi, Kant bilinemez sayarken, Schopenhauer onu istenç olarak ele alır. Bu noktadan sonra da idealistlerde, özellikle hasmı Hegel'de karşı çıktığı spekülasyonda dolu dizgin ilerler.​
Kendisi tek olan istenç, görünüşler dünyasında kendini çokluk olarak ortaya koyar. İstencin dört boyutu var. İlkin o, kendi başına istenç olarak hiçbir zaman kendini göstermez. İkinci boyut istencin kendini doğa olarak, yani fiziksel, fizyolojik, organik varlıklar olarak göstermesidir. Üçüncü boyut insandaki istençtir. Bedenimiz istencin gerçekleştiği görünüştür. İstencin bu boyutunu, ona nesnel olarak baktığımızda "bedenimiz" olarak görürüz. "Hayır" denilecek olan da budur. Kendimizdeki istenç evrenin istenciyle özdeştir. Evrensel istenç kötüdür, acılarımızın kaynağıdır. Acı yaşamın aslıdır. Mutluluk diye bir şey olmayıp; yerine getirilmiş istenç acıya, yerine getirilmemiş istenç de bıkkınlığa yol açar. İntihar gereksizdir. İstencin dördüncü ve sonuncu boyutu burada kendini gösterir: İstençten kurtuluş. Kurtuluşun, biri kendimizi, içimizdeki istenci bilmekle, diğeri ide'leri yaşamakla olan iki yolu var. Bu ikincisinde doğrudan doğruya istencin kendisiyle ilişkiye geçeriz, arada hiçbir aracı ide kalmaz. Bu da sanatla, müzikle dehanın yaptığı şeydir. Karamsar felsefesinde sanatı bir kurtuluş yolu olarak gören Schopenhauer için müziğin çok özel bir konumu var. Müzik, diğer sanatlara göre ontolojik bakımdan daha öncelikli bir yere sahiptir. Tüm varlık, istencin ide'ler aracılığıyla basamaklı bir nesneleşimidir. Müzik de varlığın bu basamaklı yapısında yol alır, ama ide'ler aracılığı olmaksızın doğrudan doğruya istençten çıkarak. Müzik ide'leri aştığı, ide'lerin çoklukta görünüşünden başka bir şey olmayan dünyamızı öncelediği için, dünya hiç olmasaydı bile müzik var olurdu.​
Alman İdealizminin ve spekülatif felsefesinin hemen arkasından, genellikle felsefenin reddine dek varan çok yönlü karşı çıkışlar gelmiştir. Fichte ve Schelling'e karşı çıkışta, ilkin jolıam Friedrich Herbart (1776-1841) görünür. Elea, Platon ve Leibniz öğretilerine olduğu gibi Kant felsefesinin realist yönüne dayanarak kendisinin "realizm" diye nitelediği bir felsefe sistemi ortaya koyan ve felsefeyi kavram çalışması olarak tanımlayan Herbart'a göre, mantık kavramlara açıklık getirmek, metafizik ise onları iyileştirmek çabasındadır. Etiği içine alan geniş anlamda estetik, değer belirlemeleri yoluyla kavramları tamamlamaya çalışır. Herbart'ın mantığı, Kant'ınkiyle ilkece uzlaşır. Metafiziğinin dayandığı varsayım şudur: Deneyim yoluyla verilen formel kavramlarda, özellikle, daha çok niteliklerle verilen nesne kavramında, değişme kavramında ve ben kavramında, onların bir çerçevesinin yapılması gerektiği için çelişkiler bulunur. Düşünmenin başlıca ödevi, bu çelişkileri ortadan kaldırmaktır. Varlık ya da mutlak konum, çelişkiler içinde düşünülemez. Herbart'ın estetik ve onun en önemli bölümü olan etik anlayışı, kuramsal felsefesine dayanır. Özellikle istenç bağıntısına ilişkin olan etik yargılarla belli bağıntılar içinde olan estetik yargılar, hoşlanma ve hoşlanmamadan meydana gelir. Ahlaksal istemenin değeri, elde edilmeye çalışılan iyilik amaçlarında değil, tersine istencin biçiminde aranmalıdır.​
İdealizm Eleştirisi ve Matematik: İdealist-spekülatif dizgelerin en keskin reddiyle ve Kant'a da karşı duruşuyla Bernard Bolzano (1781-1848), Leibniz'e dayanan bir dizge geliştirmiştir. Hegel'in yöntemini "sağlıksız" ve "saçma" bulan, Alman İdealizminde hiçbir şeyin açık düşünülmediğini söyleyen Bolzano, Kant'ın analitik ve sentetik yargılar ayırımını reddeder. Ona göre sentetik yargılar, görüler yoluyla değil, tersine kısmen doğrudan doğruya birlikte oluştukları kavramlar yoluyla meydana gelir, kısmen de belli diğer yargılardan çıkarım yoluyla. Analitik yargılar ise ancak sentetik yargıların onları öncelemesiyle sonunda ortaya çıkarlar. Bolzano, Kant'ın metafiziğin olanaksızlığı savına da karşı çıkar. Ona göre zaten bu sav, kendi başına şeyler üstüne bir yargıdır. O, salt kavramlardan çıkan metafiziği olanaklı görür ve metafizikte güvenilir hiçbir önerme olmadığı savını abartı sayar. Bir Tanrı'nın var olmasını, onun değişmez, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, kutsal olmasını, dünyadaki tüm tözlerin durmaksızın değişim içinde olmasını, zamanla geçip gitmeyen hiçbir yalın tözün olmadığını, tasarımların ancak yalın tözlerde var olabilmesini, güvenilir metafizik önermelere örnek olarak verir. Bölümleri eş değerde olmayan Bolzano'nun dizgesinin başarılı yönlerini matematik ve mantık oluşturur. Düşünmede psikolojik süreç ile onun mantıksal içeriği arasında ayırım yapmak suretiyle, mantıksal olanın psişik olandan ayırımını tam bir tutarlılıkla gerçekleştirirken, yargı bağlamında Brentano'nun öğretilerinin öncüsü olan Bolzano'nun mantıkçı olarak önemi, ilk olarak kendisinden pek çok esin almış olan Husserl tarafından kabul görmüştür. Başlıca eserleri Bilim öğretisi (1837) ile ölümünden sonra 1851'de yayımlanan matematiksel ana yapıtı Sonsuzun paradoksları'dır.
Hegelcilik: Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Alman felsefesi, tüm karşıtları bir yana Hegel'in çok sayıda yandaşının sahneye çıkışına tanık olur. Nitekim, ölümünden hemen sonra Hegel Okulu çeşitli parçalara ayrılmıştı. Ayırımlar din felsefesi ve politik anlayıştan kaynaklanıyordu. Hegel yandaşları, Sağ ve Sol Hegelciler diye başlıca iki öbekte toplanır. Taassuba ve doğaüstücülüğe yönelirken, kilise öğretisine boyun eğen ve politik tavırları tutucu olan birincilerin başlıca temsilcileri Gabler, Hinrichs, Göschel, ve ilk döneminde Bruno Bauer'dir. Buna karşın, politik tutumlarıyla köktenci olan Sol yanda bulunan Genç-Hegelciler, kilise öğretisinin felsefedeki etkisini reddedip, panteist Tanrı kavramına varmışlardır. Başlıca Sol-Hegelciler, Richter, Ruge, sonraki döneminde Bruno Bauer, Feuerbach, Strauss ve Marx'tir.
Hegel Okulu'ndan ortaya çıkan köktenciliğin başlıca temsilcileri, Hıristiyan dinselliğini açıkça kökünden söküp çıkaran David Friedrich Strauss (1808-1874), tanrıtanımazcılığı ilan eden Ludwig Feuerbach (1804-1872), materyalist tarih felsefesinin ve Marksist ekonomik dizgenin kurucusu Karl Marx (18181883), bireyi tüm yetkelerden kurtarıp, bireyci bir anarşizme varan Max Stirner (18061856)'dir.​
Bunlardan Feuerbach, Hegel'den yola çıkar, ilk yazılarında ona sıkıca bağlıdır. Ölüm ve ölümsüzlük üzerine düşünceler adli eserinde Hegel etkisi açıkça kendini gösteren Feuerbach'ın Hegel'den kopması, 1839'da Hegel felsefesinin bir eleştirisi ile gerçekleşir. Onun tüm yapıtları, kendisinin de belirttiği gibi son çözümlemede din felsefesi sorununa ilişkindir. Başyapıtı, tüm yazıları içinde en fazla etkili olan Hıristiyanlığın özü (1841) adli eseri hakkında, "bu kitaptan bir tasarım edinmek için", der Engels, "onun özgürleştirici etkisini bizzat yaşamalı. Coşku geneldi, biz hepimiz o sırada Feuerbach'çı idik." Dinin özü (1851) adli yapıtı, Hıristiyanlığın özü'nün bıraktığı bir boşluğu doldurur; yapıtta doğal din kuramı geliştirilir. Dini aşmayı denediği yolda Feuerbach, dinin kaynağının insanın bencil eğilimleri olduğu keşfinde bulunur. Bu psikolojik din öğretisini antropoloji olarak niteleyen Feuerbach'a göre bir zaman gelecek, ve yeni bir çağ açılıp, Tanrı'ya bağlanan şimdiye kadarki ahlâkın yerini insan sevgisi alacaktır. Bundan dolayı Aydınlanma, ahlaksal bir zorunluluktur, kutsal bir ödevdir. Ahlâkı mutluluk güdüsünde temellendiren Feuerbach için "materyalizm, ahlâkın biricik sağlam temelidir." Epistemolojik açıdan ise pek açık olmayan bir tarz duyumcu gerçekçiliği benimser. Ona göre zaman ve mekân gerçek anlama sahiptir. Ben ve beden ayrılabilir değildir. Materyalizmi ve doğalcılığı şu ünlü sözünde doruğa varır: "İnsan, ne yiyorsa odur."​
Marksizm: Kökensel olarak Hegel'den hareket etmesine rağmen, Marx'in idealizme karşıtlığı olağanüstü keskinliktedir. Ancak Hegel'in onun üzerindeki etkisi, her türlü kuşkunun dışındadır. Marx'in geliştirdiği kuramların en büyük bölümü, ekonomi bilimlerine ilişkindir; felsefi önemi, tüm dizgenin temelinde bulunan, "materyalist tarih kavrayışı" diye adlandırılan, tarihsel yaşama genel ana bakıştır. Bu bakış, tarihsel süreci ilk çizgide tinsel ideler yoluyla belirleyen idealist kavrayışın tam tersi konumdadır. Marx'a göre toplumun başlıca itici güçleri ekonomiktir. Tüm tarihsel süreç, ekonomik bir savaş olup, "tüm tarih sınıf çatışmalarının bir tarihi olmuştur." Engels'in bir düşüncesine göre, bu ilerleyişin tarih bilimi için önemi, Darwin'ci kuramın doğabilim için olduğu gibidir. Marx'a göre, şimdiki toplum düzeni kapitalisttir. Bundan sınıf savaşı yoluyla bir başka düzen, mülkiyetin, özellikle çalışma araçlarının ortaklaşımının düzeni çıkacak, sınıf ayırımları bitecektir. Süreç, ister devrimle, ister barışçı evrimle olsun, bu yolda olacaktır. Özgün Marksist görüşün evrimci olduğu biçiminde yorumlar yapılmıştır.​
Yaşamın maddî öğelerinin değer artırımının yalnız toplum durumunu değil, aynı zamanda tüm tinsel-kültürel yaşamı da belirlediği düşüncesi, Marx'in öğretisinin esasını oluşturur. Engels'e göre de materyalist tarih kavrayışı, tüm tarihsel olayları ve tasarımları, tüm politikayı, felsefeyi, dini, ilgili tarihsel dönemin maddî ekonomik yaşam ilişkileriyle açıklar. Hukuksal ve politik bir üstyapı, üretim ilişkilerinin bütünün oluşturduğu gerçek temel üstüne yükselir ve bu üstyapı, belli toplumsal bilinç biçimlerine karşılık olur. Maddî yaşamın üretim tarzı, toplumsal, politik ve zihinsel yaşam sürecine genelde mucip olur. İnsanların varlığını belirleyen şey, onların bilinci değil, tersine onların toplumsal varlığı, bilincini belirleyen şeydir.​
Devlet, kendi başına yüksek bir oluşum değil, tersine yalnızca egemen sınıf tarafından üretilen bir organizasyondur. "Modern devlet, esasında kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin, ideal kapitalistin devletidir" (Engels). "Modern devlet yetkesi, tüm kentsoylu sınıfın ortak işlerini yöneten sadece bir komitedir" (Manifesto). Yalnızca devlet değil, aynı zamanda ahlâk ve din ile felsefe bile baştan başa ekonomik ilişkilerin ve sınıf savaşının zorunlu sonucudur, onların doğrudan doğruya "ideolojisidir.​
Alman Materyalizmi: On dokuzuncu yüzyılda deneysel doğa bilimlerindeki büyük gelişmeler karşısında Schelling ve Hegel'in spekülatif doğa felsefeleri tutunamadı. Bu İdealizme Marksizm'den gelen genel tepkinin yanında ikinci ve kuramsal bakımdan belki de daha sarsıcı olan bir tepki daha geldi. Herbart ile Herbart Okulu düşünürlerinin ve Bolzano'nun spekülatif felsefeye karşı çıkışlarını felsefede deneysel doğabilim yansımaları izledi. Gustav Theodor Fecit tier (18011887)'in deneysel psikolojiyi ve estetiği temellendirmesinde, Ernst Haeckel (1834-1919)' in evrimci monizminde görülen bu yansımalar, pozitivizm ve empiriokritisizmde uç noktaya varır. Zihinlere egemen olan artık felsefe değil, pozitif, mekanik doğabilimdi. Doğabilimsel-kesin araştırmanın felsefenin yerini almış göründüğü bu zeminde, fizyoloji ve psikolojiden hareket eden Wilhelm Wundt (1832-1920) ise tekçi-idealist bir dünya görüşünün kapsamlı bireşimini temellendirmeyi denemiştir.​
Söz konusu materyalist düşünürlerden Fechner'e göre, tüm yeryüzü, su, toprak, hava, canlılarla birlikte tıpkı bedenimiz gibi biricik bir dizge oluşturur. Atomlar, bitkiler, gök cisimleri, tüm evren ruhludur. Ama o, bu görüşü materyalizm olarak adlandırır. Çünkü madde olmaksızın bilince de olanak yoktur. Beden ve ruh, bir ve ayni varlığın iki görünümüdür. İnsan ruhu bir töz değil, tersine ifadesi ve dış yönü organizma ve merkezî sinir sistemi olan psişik olgunun birlikli bağıntısıdır. Beden ile ruhun bağlı olduğu yasalar öğretisini "psikofizik" diye adlandıran Fechner bununla matematiksel bir psikoloji gerçekleştirmeyi erek edinir. Onun psikolojik estetiği de psikofizik anlayışına dayanır. Tecimer, en üst kavramlardan hareket eden "yukarının estetiği" karşısına, deney ve tümevarımda temellendirdiği "aşağının estetiğini" koyar. Salt deneysel-psikolojik bir tavırla estetikte öznelciliği ve biçimselciliği aşmak ister, biçim ve içerik estetiği gibi farklı tavırların temellendirilmesini psikolojik deney yoluyla test etmeyi kendine ödev bilir. Ama bu deneysel çözümlemenin değer içeriğini de verdiğini savunmaz.​
Panteist Spinoza'cı düşüncelerin etkisinde Darwincilik'ten çıkıp gelişen monizmin baş temsilcisi olan Jena Üniversitesi zooloji profesörü Haeckel, materyalizme oldukça yakın durur. Ona göre, gerçek felsefe doğa bilim olup gerçek doğa bilim de felsefedir. Dış dünya, insanın duyu organları üzerinde etkili olan nesnedir. Bu nesne bilgisi, beyin yuvarlağının iç duyu merkezlerinde öznel tasarımlara dönüşür. Düşünme merkezleri ya da beyin yuvarlağının çağrışım alanları, bu tasarımları daha yüksek düşünce oluşumlarına bağlayan asil zihinsel organlardır. A priori bilgi var değildir; bize böyle görünen şey, daha önceki kuşakların deney bilgisine dayanır, bünyesel kalıt yoluyla bize gelir. Epistemoloji, tüm bilim gibi evrim ilkesinde temellendirilmelidir. "Evrim", onunla çevremizi saran tüm bilmeceleri çözebileceğimiz ya da en azından çözüm yolunda olacağımız büyülü sözcüktür. "Son nedenlerin" bir bilgisine asla varamayız. Bir son şey gibi, madde ve onun hareket görünümleri hakkında bir "ilk başlangıcı" da düşünemeyiz. Doğanın dışında bir Tanrı yoktur. Doğanın kendisi, tüm yaşam ve ruh "mucizesini" üretmeye yetilidir. Tüm doğal-insansal görünüşlerin birliği inancına dayalı bir doğabilim anlayışına sahip olan Haeckel, hayvan ile bitkinin birbirleriyle ve içinde yaşadıkları çevreleriyle ilişkilerinin bilimi demek olan "ekolojf'nin de kurucusudur.​
Alman felsefesinde, söz konusu deneysel sağın bilimsel tutumun yanında, yüzyılın ikinci yarısında Eduard von Hartmann (18421906)'nın "bilinçsiz olarun felsefesi", ve son çeyreğinde de, Hermann Cohen (18421918)'in Paul Natorp (1854-1924) ile birlikte temellendirdiği Yenikantçı Marburg Okulu'yla, yeniden idealizme geri dönülür.​
Bunlardan von Hartmann'ın dizgesi, Hegel ile Schopenhauer'in bir sentezidir. Bu sentez, "bilinçsiz olan" kavramının kabulü altında, Schelling felsefesinden, Leibniz bireyselciliğinden ve modern doğabilimsel realizmden hareketle bir "somut tekçilik" oluşturur. Bu bilinçsiz olan, mutlak anlamda, "kendi başına şey"dir. Mutlak bilinçsiz olan, bir yandan, yalnızca doğanın bir bölümü olan fizyolojik bilinçsiz olanı, diğer yandan, yalnızca, psişik fenomenlerin veya bilinç görüngülerinin bir bölümünü kapsayan göreli bilinçsiz olanı üretir. Maddî doğanm ve bilinçli tinsel yaşamın kaynağı olarak mutlak bilinçsiz olan, dahası, ikisinin arkasında, tüm "özdeşlik felsefesinin talep ettiği ve araştırdığı ortak bir üçüncüdür, görünüşlerin çokluğunu içinde bulunduran dünyanın tözsel birliği olarak da ontolojik ve somut tekçiliğin varsayımıdır. Pratik felsefenin ilkesi, bilinçsiz olanın ereklerini kendi bilincinin ereği yapmaktan ibarettir.​
Yeni-Kantçılık: Felsefi bakımdan Kant'a bağlanan Marburg Okulu, yöntemsel eleştiricilikte onu aşar. Görü, Kani için düşünmeyle ayni konumda bulunan bilgi kaynaklarından biri iken Okul için, anlama yetisinin bir işlevi olup çıkar. Bilgi ile nesne, bilinç ile "kendi başına" varolan dünya ikiliğine karşı çıkılır, "kendi başına şey" reddedilir, din ahlâksallıkta çözülür.​
Cohen'e göre düşünme içeriği anlamında düşünme ile düşünme nesnesi varlık özdeştir. "Düşünme, yalnızca varlık olarak geçerli olabilen şeyi üretebilir." Düşünme dışında, ötesinde olan her şey, tüm aşkın olan, düşünme olmayandır; kendi başına şey hayaldir. Gereklilik öğretisi olarak etik, deneyimden bağımsızdır, çünkü yalnıza varolan, deneyim yoluyla meydana çıkarılabilir, var olması gereken değil. İstenç, ancak ödev kavramını gerçekleştirdiği zaman ahlaksaldır. Devlet, kendi başına erek değildir, tersine ancak bireylerin ahlaksallaşmasına yönelik bir örgüttür. Ahlâk yasasının biçimlenmesi, sürekli ilerleyen insansal bilginin ödevidir.​
Okulun bir diğer önemli düşünürü Natorp'a göre ise, birey ile toplumun ereği aynıdır: Ahlaksal olanın gerçekleşmesi. Onun yaratıcı olduğu sosyal pedagojisi, tüm halk topluluğunun bir pedagojisi olmayı amaçlar. "İdealde tüm ekonomik çalışma ve tüm toplumsal düzenleme, insanın oluşumunun son ereği için yalnızca araç olacaktır." Herkesi içine alan toplumsal eğitim aracı yoluyla toplumsal yaşamın bu ideale yaklaşması gerekir.​
Marburg Okulu'nun genç kuşağının en önemli üyesi olan Ernst Cassirer (1874-1945), ise ilk ana yapıtı Töz ve işlev kavramı'nda (1910) modern matematiğin, fiziğin ve kimyanın epistemolojisini ortaya koyar. Sonraki temel yapıtı Simgesel Formlar Felsefesi'nde (1923/24) ise, özellikle dilin ve mitsel düşüncenin mantığını inceleyen Cassirer'e göre, mitsel ve dinsel düşünceden bilimsel düşünceye her kültür başarısında, onların ortaya konduğu dilin simgeselleştiriciliğinden ötürü öznellik kaçınılmazdır. Kültür Bilimlerinin Mantığı Üstüne (1942) adli yapıtında doğabilim ile kültür bilimi arasındaki temel ayırımı algılama yapısına geri götüren Cassirer, "insan ancak yaratıcısı olduğu şeyi anlar" der. Doğa, Tanrı'nın eseridir, demek ki o, tam olarak ancak tanrısal anlama içindir. Kültür dünyası da yaratıcısı insansal anlayışın nesnesidir.​
Okul'un diğer üyeleri içinde Karl Vorlünder ile ilk döneminde Nicolai Hartmann'ın adları sayılabilir. Yenikantçılık, Marburg Okulu düşünürleriyle sınırlı değildir. FichteSchelling-Hegel spekülasyonuna tepki olarak "Kant'a dönelim!" çağrısıyla Otto Liebmann, aynı zamanda pozitivist tutumuyla Alois Riehl ve diğerleri de ayni düşün çevreninde yer alır.​
Alman Pozitivizmi: Her yönüyle büyük bir zenginlik sergileyen Alman felsefesinde, bir yandan idealizme dönülürken, ayni anda pozitif bilimin felsefedeki etkisi her şeye rağmen sürmekteydi. Alman pozitivizmi, ilkin başlıca olarak Hermann Helmholtz (18211894) ve Friedrich Albert Lange (1828-1875) ile temsil edilir. Duyu psikolojisinin kurucusu olan Helmholtz'a göre, duyumlarımız, dış nedenlerin iç duyu organlarında meydana getirdiği etkiler olarak nesnelerin simgeleridir. Doğa yasalarının bizim spekülasyonlarımızdan başka bir şey olmadığını öne süren Helmholtz'a göre, gerçekte yasa genel kavram olup doğa olaylarının bir dizisini biz, bu kavram altında bir araya getiririz. Kant felsefesinde hiçbir ussal yön, hiçbir bilimsellik bulamayan ve dolayısıyla, onu reddeden Helmholtz'a karşın Lange, Kant Kritisizmi temelinde metafizik olarak gördüğü materyalizmi reddeder. Ona göre gerçeklik, zorunlu, duyu tazyikiyle verilen görünüşlerin toplamı olup, dünya, bizim tasarımımızdır.​
Pozitivizm, Ernst Mach (1838-1916), Richard Avenarius (1843-1896) ve Wilhelm Schappe (1836-1913) ile her türlü metafiziğin eleştirisini en son noktasına getirmiştir. Bu üç düşünür de doğa bilimlerinde ve psikolojide yapıldığı gibi felsefeden de metafizik artıkları dışarı atmak gerektiği kanısındaydı. Bu metafizik artıkların başlıcaları, her türlü töz kavramları ve kendi başına nesne varsayımlarıdır. Bunların ortadan kaldırılması, ancak düşünme ekonomisi ilkesine uyularak görünüşlerin, olayların bağıntılarının başarılı betimlemelerinin verilmesiyle gerçekleşebilir.​
Pozitivizm, Auguste Comte'la ilkin bir tarz tarih felsefesi biçiminde ortaya çıkmıştı. Oysa pozitivist öğretinin içeriğini oluşturan bilgi, sağın deneysel bilgidir. Tarihsel varlık alanında bu tür bir bilgiden söz edilemez. Mach, öğretisi, deneysel birer bilim olan fizik ve psikolojiyi kendisine temel almakla bu çelişkiyi ortadan kaldırır; böylece pozitivizm, kendine özgü zemini, doğmuş olduğu Fransa'da değil, Almanya'da bulmuş olur. Mach'ın "öğe öğretisi"ne göre, tek bir gerçeklik vardır, öz olan da odur. Varolanın uzamzaman içindeki kavranışı, özünü de oluştur. İlksel olarak bana verilen öğelerin (duyumlar), beni de oluşturduğunu söyleyen Mach'a göre, bilgi, duyum olarak bize verilen olayları ve onlar arasındaki bağıntıları araştırmak ve betimlemekten ibarettir.​
Empiriokritisizm'in kurucusu olan Avenarius, tüm "düşünsel gereçler" den, varsayımlardan, içinde çevremizin yapıcı öğelerinden başka hiçbir şeyi varsayım olarak bulundurmayan, kendisi artık yeniden deneyim olamayan bir "salt deneyim"den söz eden Avenarius, böyle bir deneyim kavrayışıyla dinsel, geleneksel, metafizik artıklardan temizlenmiş bir "ruh" kavramını psikolojinin konusu olarak ortaya atar. "Empiriokritik durum" dediği doğal dünya kavramının yapıcı öğesini ikiye ayırır: Bunlardan birincisi "bana", yani "ben" olarak gösterilen şeye ait olan her şeyi kapsar. İkincisi, felsefede "Benolmayan" olarak nitelenen şeye ait olan her şeyi, "çevre" olarak yalın biçimde gösterilebilen şeyi kapsar. Böylece iç dünya ve dış dünya arasındaki çelişki ortadan kalkar, ben (iç dünya) ile ben-olmayan (dış dünya) ayni tarzda ele alınırken, birlikli bir gerçeklik anlayışına varılır.​
Tüm deneyimin ben'in bilinç içeriği olarak verildiğini, bilginin biricik nesnesinin bu bilinç içeriği olduğunu savlayan, pozitivist bir bilinç tekçiliğinin temsilcisi olan Schuppe, Avenarius'un öğretisiyle sıkı bağ kurar. Ona göre, dünya uzamda ve zamanda bizim karşımızda nasıl kendi başına duruyorsa, bilinçte, bilincin içeriği olarak da öylecene kendi başınadır. Çünkü kendisiyle dünyayı algıladığımız biricik şey olan duyum, sinirlerde ve beyindeki olaydır. Schuppe, "duyum" sözcüğüyle, tıpkı Mach gibi verilmiş olanın en yalın öğesini anlar.​
Pozitivizm ile Yeni-Kantçılık arasında bir bağ olduğunu gösteren Hans Vaihinger (18521933) ise, daha ziyade bir Kant araştırıcısı olarak öne çıkar; başyapıtı Sanki öylenin felsefesi (1911) ile "bilimsel araştırmamızın, estetik hoşlanmamızın ve pratik inancımızın temeli olarak bilinçli yapıntıların zorunluluğunu" öne süren Vaihinger, "Kantstudien" (1896) ve "Kant Cemiyeti" (1904)'nin de kurucusudur.​
Kant'a bağlanan Marburg Okulu ile yaklaşık aynı zamanda kurulan Baden Okulu, Fichte'ye bağlanır. Başlıca filozofları Wiudelband ve Rickert'tir. Wilhelm Windelbmid (1848-1915), Dilthey'm yanında on dokuzuncu yüzyıl sonunun en önemli ve en kapsayıcı Alman felsefe tarihçisi olarak yetişmiştir. Felsefe tarihini bir problematik olarak ilk ortaya koyan kişi olan Windelband'a göre de felsefenin ödevi bilginin kuramıdır. Felsefe, bilginin psikolojik meydana gelişini değil, doğruluk değerini sorar. Yaşamda her şeyin, doğru ve yanlış yargılar, iyi ve kötü eylemler, sanatsal hoşlanma ve sanat olmayanın, iç içe geçmiş olarak bulunduğunu öne süren Windelband'a göre, felsefenin ödevi, bu kaostan zorunluluk ve genellik karakterinde olan değerleri bulup ortaya çıkarmaktır. Zorunlu ve genel, yani "doğru" yargılar ve değer vermeler, doğrudan doğruya bilinçten apaçıklıkla çıkar; dolayısıyla, felsefenin biricik işi, empirik bilincin hareketlerinden, bu "normal-bilinci" çıkarmaktır. O halde felsefe, "normal-bilincin" bilimidir ve böylelikle de aynı zamanda bir "kültür felsefesidir. "Normal-bilinç", nesnel geçerli, ama yine de öznel bilinçte gerçekleşmesi gereken normların bir sistemidir. Bu normal bilincin varoluşa çevirisi, kişisel inancın nesnesi olup, o düşünmenin kanıtlanabilir olmayan bir postülasıdır.​
"Tarih ve Doğabilim" adli konuşmasında, daha sonra Rickert'in geliştireceği, bir tarih kuramının ana çizgilerini ortaya koyan Windelband, bilimleri nomotetik (yasa koyucu) ve idiografik (bir defalık olanı betimleyici) diye ikiye ayırır. Birinciler yasalara yönelir; buna karşın ikinciler, tek tek olayları inceler. Bu iki bilim tarzı, doğa ve tin bilimleri diye birbirine karşıt konumda bulunurlar. İdiografik bilimlerin anlamı, tüm değer duygularımızın köklerini bir defalık ve benzersiz olanda bulmasına dayanır.​
Aynı okulun bir diğer üyesi olan Heinrich Rickert (1863-1936) ise, bir tür transandental idealizmi temsil eder. Onun için felsefenin çalışma alanı değer sorunları olup, nesnel geçerlilik savıyla ortaya çıkabilen değerler, kültür yaşamında gerçekleşmiş olarak bulunur. Bundan dolayı, değerler felsefesinin temeli kültür' bilimidir; ama o, ne tarihselciliğe ne göreceliğe götürülmelidir. Felsefe, tarihsel değerlerden koşulsuz geçerli değerlere varmak için tarih üstü olana ve aşkın olana çaba göstermelidir.​
Rickert, doğa ve tin bilimleri arasındaki alışılagelen nesne ayırımını reddeder. Ona göre ayırım yöntemdedir. Doğabilim genel olana, yasaya yönelir; tekil durum onu yalnızca genel yasayı bulma aracı olarak ilgilendirir. Buna karşın tarih, örneğin Nnpolyon, Rönesans Çağı gibi doğrudan doğruya tekil olanla ilgilidir. İki alan arasındaki içeriksel bir ayırım, yalnızca, tarihçinin kendine araştırma nesnesi yaptığı, nesnelerin ve olayların bir dizisini bütün gerçeklikten çıkarıp ortaya koymak, onları bizim için özel bir anlam ve öneme sahip kılmaktan ibarettir.​
Baden Okulu çevresinden olmamakla birlikte, yine Fichte'den hareket eden Rudolf Eucken (1846-1926)'in temel savı tinsel yaşamın kendi başınalığı olan yeni bir idealizmi ortaya atar. Ona göre doğa, tinin ön basamağıdır; gerçekliğin yeni bir basamağı olarak tinsel yaşam kendini tarihte açımlar. Kendi içinde yaşam süreci olan tin, kendi yaratımıyla yeni (ideal) bir gerçekliği meydana getirir ve ilkin bulunulan durumu böylece dönüştürür, nesnelerin yeni, üst bir düzenini ortaya koyar. Tinselliğe yönelen hareket, doğrudan doğruya insanın eseri değildir, tersine o, bütünün bir hareketidir; bu harekette dünya bütünü kendi derinliğini bulur ve ilkin böylece ilişkilerin bir ülkesinden halis bir gerçeklik olur. Dünya-bütününün bu derinliği, bir "evrensel kişisel-varlık"tır.​
Tin Bilimleri ve Hermeneutik: Tarihsel bilimlerden hareket eden Wilhelm Dilthey (1833-1911), Hegel'den beri tinsel bilimlerin en büyük tarihçisi olarak karşımıza çıkar. Geçmiş dönemlerin içselliğine ve insana diğer tarihçilerden daha derin nüfuz eden Dilthey, aynı zamanda, tin bilimlerinin bilgi kuramının yaratıcısı olmuş, onların kendi başınalığını nesne ve yöntem bakımından doğabilim karşısında sınırlayarak göstermiştir. Dilthey, dünya görüşü alanında şüpheciliği sona erdirirken, dünya görüşlerini üç tipe ayırır: doğalcılık (özellikle pozitivizm), nesnel idealizm (heptanrıdacılıkıpananteizm) ve özgürlük idealizmi (teizm). Bu üç bakış açısını da tek yanlı ve yetersiz bulan Dilthev'e göre, felsefenin ödevi, onların meydana gelişindeki dizgeleri kavramak ve kendi kavrayışında onları aşmaktır. Metafiziğin ve genel geçer dünya görüşünün her tarzı olanaksızdır.​
Onun felsefesi, tarihsel olduğu kadar sistematik alanda da olmakla iki yönlü önemdedir. Tarihsel alanda, zamanının en önemli felsefe tarihi yazarı olan Dilthey'ın tarihsel araştırmaları öncelikle Romantizmle ilgilidir, orta noktasını kişi olarak Schleiermacher oluşturur. Dilthey'ın sistematik başarıları da onun evrensel tarihsel ilgisiyle sıkı bir bağıntı içinde bulunur, Klâsik tarihçiler, kendi yöntemlerini içgüdüsel kesinlikle oluşturmakla tin ve doğa bilimlerini eş değerde görürlerdi. Öte yandan Comte pozitivizmi, doğa bilimlerde on dokuzuncu yüzyılda görülen büyük gelişmelerin etkisinde, toplumbilimini "sosyal fizik" olarak nitelemiş ve fiziksel yöntemin toplum için de geçerli olacağını savlamıştı. Böylece kültür bilimleri, kendi bağımsızlıklarını yitirmiş, doğa bilimlerinin yedeğine sokulmuştu. Dilthey'ın kültür bilimleri alanındaki büyük başarısı, burada görülür. O, iktisattan edebiyat bilimine tüm kültür bilimlerini "tin bilimleri" başlığı altında toplayıp onlara doğa bilimlerinin karşısında kendine özgü yöntemini vererek, söz konusu bilimlerin. kendibaşınalığım sağladı. Dil they, doğa bilimlerinin hipotez bilimleri olduğunu söyler. Bir doğa olayını temsil eden bir hipotez alınır, laboratuarda deneyi yapılarak doğrulanır. Böylece olay açıklanır. Hipotezin doğruluğunun sabitleşmesiyle elde edilen genellik yasa olarak ortaya konur. Onlar bu nedenle açıklayıcı ve Windelband ile Rickert'in belirttikleri gibi yasa koyucu (nomotetik) bilimlerdir. Doğa olayları eşbiçimlidir, bir olay her yerde ayni biçimde olur. Buna karşın tin bilimlerinin nesnesi bir defalık olaylardır; onlar için bir hipotez alınıp hipotezin deneyinin yapılması olanaklı değildir. Dolayısıyla, burada yasa da söz konusu olmayıp, onlar için anlama ve yorumlama esastır. Doğa bilimleri açıklar, tin bilimleri ise anlar ve yorumlar.​
Dilthey, tin bilimlerine yöntem olarak verdiği bu anlamacı tutumuyla modern hermeneutiğin en önemli ilk temsilcisi olmuştur. O, yorumlamayı, ilkin ve öncelikle edebî metin için önerirken, "hermeneutik yöntemin son ereği, yazarı onun kendi kendini anladığından daha iyi anlamaktır," der. Metnin anlaşılması ve yorumlamasında, başlıca olarak, "hermeneutik döngü" dediği "bütünden parçaya, parçadan bütüne" tekniğini önerir. Yazılı anıtsal kültür yapıtlarını yorumlama sanatı olarak önerilen yöntemi tin bilimleri için de geçerli kılınır. Metin olsun olmasın, insan yapısı her nesnede, tinsel yaşam cisimleşmiş olarak içerilmiştir. Nesnenin içindeki bu tinsel yaşam, "sonradan yaşama" yoluyla şimdileştirilir, böylece nesne yeniden yaşanmış ve anlaşılmış, yorumlanmış olur.​
Nietzsche: On dokuzuncu yüzyılın ateş dolu, dizgesiz, büyük kültür filozofu Nietzsche'nin etkileri, yaygın ve derin bir biçimde günümüz düşün dünyasında halâ sürmektedir. Hiçbir filozof, içinde yaşadığı kültürü onun kadar kökünden sarsıcı tarzda eleştirmemiştir. O, eleştirilerini kültürün yaratıcısı filozoflara, sanatçılara, değerlerin taşıyıcısı kurumlara yöneltmiştir. Üzerinde Schopenhauer ve Darvinciliğin önemli etkileri bulunan Nietzsche'nin kültür felsefesi, klâsik Alman kültür idealizminin zamanının Darvinci biyolojik doğalcılığıyla bir bireşimidir. Üzerindeki Schopenhauer etkisi onun istenç felsefesinde, Darvinci etki, istencin insanı üstinsana vardırmasında ve biricik ölçüt olan yaşamda kalışı sağlayan "güç istemi" kavramında görülür. Ona göre, üstinsana varış biyolojik bir evrimle topluluk olarak değil, ancak insanın tekinin kendi kendini alt etmesiyle gerçekleşecektir. Böylece toplum aşağı görülür, bireyin baş tacı edildiği bir seçkinciliğe varılır.​
Batı kültürüne karşı yıkıcı eleştirel tutumu daha ilk döneminde başlar. Felsefeye klâsik filolojinin özellikle Yunan dili ve edebiyatı alanıyla başlayan Nietzsche, bu kültürün felsefede Sokrates'le, edebiyatta onun dostu Euripides'te sona erdiğini söyler. Her ikisi için de neden aynıdır: Aklın tek başına egemenliği, duygunun, mitosun terk edilişi. "Trajik Çağ" dediği ve övdüğü, SokratesEuripides öncesi Yunan'da Nietzsche, biri akli, diğeri duygusal, taşkınca olanı simgeleyen "Apollonca olan" ile "Dionysosça olan" iki öğe bulur. Trajedi, bu iki öğenin çatışmasından ve birinden birinin üstün gelmeyişinden doğar. Sokrates, iyiyi, doğruyu, güzeli, yani her şeyi akla göre kılmakla insan yaşamının şah damarlarını kesmiş, salt bir entelektüalizme varmıştı. Euripides de gerçekçilik adına mitosu öldü sanmış, tüm Dionysosça tutkuları törpülemişti. Aslında Dionysos terk edildiği için, ancak karşıtıyla birlikte var olan Apollon da göçüp gitmiş, trajik çağ bitmişti. Bu ilk dönemindeki Nietzsche'ye göre, yüzyıllar boyu ortada görünmeyen felsefe ile sana t, özellikle müzik ve edebiyat Alman ruhunda yeniden doğacaktır. "Güçlü aydınlık yürüyüşünde Bach'tan Beethoven'e ve Wagner'e değin Alman müziği, Kant ve Schopenhauer yoluyla Alman felsefesi ayni kaynaktan çağlaya çağlaya akar." Edebiyatta da ayni ruhu taşıyan "Schiller ve Goethe gibi kahramanlar, Yunanın büyülü dağına giden yolu açar."​
Wagner ve Schopenhauer'den uzaklaşmasından sonra, eleştiri oklarını bu kez genelde Hıristiyan Batı, özelde Alman kültürü ne yönelten Nietzsche, "ölülerin yaşayanları gömdüğü" bu kültürün insanının, tarih yükü altında ezildiğini söyler. "Tarihe yaşamdan fazla saygı duyuluyor." Oysa tarihten ancak yaşamımıza hizmet eden şey alınmalı, gerisi bırakılmalıdır. Zayıftan yana olan "miskin dini Hıristiyanlık" yaşamı güdükleştirmiş, dermansız bırakmıştır. Onun "ölümü anımsa" ("memento nıori") çağrısı yerine "yaşamı anımsa" ("ıncıneuto ı’ivere") konulmalıdır. Hıristiyanlığın üstinsana giden yolu kapatan "yakınını sev" buyruğunun yerini "uzak sevgisi" almalıdır. Bunun için de bu kültür alaşağı edilmelidir; onun tüm değerleri tersine çevrilmelidir. Bu çöküş çağının, kendisini altında gizlediği "özveri", "sadakat", "arılık", "acıma" gibi Hıristiyan değerlerini taşıyan, müziği yalnızca bir etkileme aracı olarak kullanan teatral Wagner müziği hastalıklıdır. Schopenhauer'ın dünyadan el çekme ahlâkını terk eden Nietzsche'de istem, metafizik olduğu kadar ahlaksal üstünlüğe de sahiptir. Ona göre, "Akademik yaşlılarla gençler arasında zararsız bir gevezelik" olan felsefede "töz", "özne", "bilgi", "hakikat" vb. adına ne varsa hepsi uydurmadır. Ama Nietzsche buradan bir nihilizme varmaz. Çünkü biricik bir ölçüt vardır: "gücü isteme". Güçlü olan, yaşamda kalan, haklıdır, doğrudur, iyidir. O, bu düşüncesiyle genel anlamda yararcılığın bir öncüsü olur.​
Fenomenoloji: Özellikle on dokuzuncu yüzyılda, birçok yeni okul ve felsefe anlayışının doğuşuna yataklık eden Almanya'da bu sıralarda ortaya çıkan bir başka akim da fenomenolojidir. Bu akımın kaynağında ise, ilkin Katolik teolog olup, sonradan kiliseden ayrılarak, Würzburg ve Viyana Üniversitelerinde felsefe profesörlüğü görevinde bulunan Franz Brentano (1838-1917) bulunmaktadır. Psikolojik kavramların kesin bir belirlenimi, mantık reformu ve tanrıcılığın yeni bir temellendirilmesi için çaba gösteren Brentano, tasarımlardaki psikolojik fenomenleri, sevgi ile nefreti, kabul ya da red edimleri diye alarak onların bir bölümlemesini yapar. Ona göre, psikolojik fenomenlerde bir şeyin tasarımlanmış olması, sevilmiş olması veya kabul edilmiş olması, onların özüne ilişkindir; bunun kendisi psikolojik değildir.​
Brentano'dan etkilenen Alexius Meinoug (1853-1920) ise, varoluşu veya var olmayışı söz konusu edilmeksizin, nesneyi ele alan bir "nesne kuramı" geliştirmiştir. Ona göre, ister gerçek, ister olanaklı ya da olanaksız olsun, zihinsel olarak kavranabilen veya sanılabilen her şey nesnedir. Bu nesne kuramı, hayalgücü yaşantılarına ilişkin olsa da içinde nesnelerin kavranıldığı yaşantıların bir öğretisidir.​
Tohumlarını Brentano ve Meinong'un attığı söz konusu fenomenoloji felsefesi'sini tam olarak geliştiren ise yirminci yüzyılda derin ve yaygın etkiler bırakan birkaç filozoftan biri olan Edmund Husserl (1859-1938) olmuştur. Nitekim, Brentano'dan yola çıkan Husserl, ilkin aritmetik felsefesine yönelmiş ve mantığın temellerini psikolojide bulan tüm görüşlere karşı çıkmıştır. Ona göre mantık, psikolojiden tümüyle bağımsız, zaman üstü bir doğrulukla ilgilenen salt a priori bir bilimdir. İlkin mantığa giriş olarak, daha sonra temel felsefe bilimi olarak, "salt betimleyici, aşkın bilinç alanını öz-görüde araştıran" fenomenolojiyi temellendiren Husserl fenomenolojiyle felsefeyi, onun şimdiye dek erişmediği kesin bilim düzeyine çıkardığını savunmuştur.​
Husserl'e göre, nesneleri, olguları inceleyen deneysel bilimlerin temellendirilmesi gerekir; aksi halde, bilimde "kriz" olur. Bunun için de, onların nesnelerinin köklerinin bulunduğu salt bilinçte yapılacak öz araştırmasıyla bu özler, mahiyetler keşfedilmeli ve betimlenmelidir. Bu amaçla, ilkin nesnelere yönelen doğal tavrın terk edilmesi, tüm nesnelerin, kendi bedenimiz de dahil bütün bir empirik dünyanın ayraç içine alınması gerektiğini söyleyen Husserl'e göre, bu redüksiyon yöntemiyle fenomenoloji, ayracın dışında kalan salt bilinç alanına yönelir, onu aydınlatır. Salt bilinç içindeki fenomenin "eidos"u, mahiyeti salt bir "intention" ile kavranır ve bu mahiyet çözümlenir, yasaları bulunur ve yasalar tanımlanır, aydınlanır. Bununla birlikte, bu fenomenoloji, salt bilincin içinde kalma ve bir tekbencilik tehlikesiyle de karşı karşıya kalır. Husserl'in en önemli başarısı, "izm!er"den değil, fenomenlerden hareket etmek, "şeylere dönmek" gerektiğini bildiren düşüncesidir. Ne var ki, "izm"lerden, metafizikten kaçınmak ve bilgiyi ilerletmek için bir yol arayan Husserl, bir başka metafiziğe, bir salt bilinç metafiziğine saplanmaktan kurtulamamıştır. Husserl sonrası fenomenoloji, işte bu tehlikeden kurtulmayı deneyecektir.​
Ayni gelenek içine konumlayabileceğimiz Max Scheier (1874-1928) ise, Husserl fenomenolojisini, ahlaksal değerleri kendi başına açık ve değişmez "özlükler" olarak ortaya koymak ve Kant'ın biçimsel etiği karşısına içeriksel bir değer öğretisi getirmek suretiyle, etiği, kültür ve din felsefesinin alanına taşımıştır. Nasıl Husserl psikolojizmi mantıktan kapı dışarı etmişse, Scheier de etikte göreliliği aşar. Değerlerin, basamaklı yapıda bir ülke oluşturduğunu, en alt basamakta hoşlanma ve hoşlanmama değerinin, ikinci basamakta yaşam değerlerinin, üçüncüsünde bilgiye, güzele ve hukuk düzenine ilişkin tinsel değerlerin, en üstte de kutsal, dinsel değerler bulunduğunu söyleyen Scheier, felsefeyi bilimin bir uşağı yapan salt epistemolojiyi reddeder. En önemli başarıları, "anlayıcı psikoloji" ve "bilgi sosyolojisi" alanında olan Scheler'e göre felsefe özü bakımından kesin apaçıktır.​
Yeni-Ontoloji: İlk döneminde Marburg Okulu'ndan olan Nicolai Hartmann (18821950), sonraki döneminde bir "naiv gerçekçiliği" temellendirmek suretiyle, yeni ontolojinin kurucusu olmuştur. Husserl'in "Şeylere dönelim!" çağrısına onun kastettiği anlamın tersi yönde uyan Hartmann'a göre, "şey", "fenomen", somut varolandır, "önde duran şey"dir, Onun arkasında başka bir şey aranmaz; dolayısıyla "öz-görünüş" ayırımı reddedilir.​
Hartmann'ın temellendirdiği "ontoloji", dünyanın bir birlik oluşturduğunu ve bir dizge halinde bulunduğunu varsayar. Evrenin birliği, bir tabakalar düzenini ortaya koyar. Bu tabakalı düzen, aşağıdan yukarıya cansız doğa, bitki, hayvan ve insan şeklinde sıralanır. Alt tabaka üst tabakayı taşır; ama her tabakanın kendine özgü bir yetkinliği vardır, birinin diğerinden daha üstün olduğu tarzında onlara bir değer yüklenmez. Her tabakanın kendine özgü kategorileri bulunduğu gibi, bütün tabakalar arasında ortak olan temel kategoriler de vardır. Böylece varlık bütünlüğü sağlanmakla geleneksel felsefenin doğa ile tin zıtlığı ve epistemolojideki özne ile nesne arasındaki uçurum ortadan kalkar.​
Varoluşçuluk: "Felsefe, araştırarak yolda olmaktır" sözü belleklerde kalan Kari jaspers (1883-1969) ise, Almanya'da varoluşçuluğun ilk büyük temsilcisi olarak ortaya çıkar. Felsefenin özü gereği bir metafizik olduğunu, felsefenin varlık sorununu üstlense de, varlığın verilmiş olmadığını öne süren Jaspers, bu bakış açısından, objeyi oluşturanın özne olduğunu söyleyen Kant'la doğrudan bağıntıya girer. Ona göre özne olmadan nesne yoktur, nesnel olan her şey "genel olarak bilinç" tarafından belirlenir. Öte yandan Jaspers, Kant'ın mekafizik olarak nitelediği "ideler öğretisini" benimseyip geliştirir. "Dünya", "ruh", "Tanrı" ideleri, Jaspers'te "kuşatan şey" olur. Önce dünya denilen kuşatan, sonra kendimin kuşatanı ve son olarak da tümel kuşatan, aşkınhk söz konusudur. Buna göre varlıktan üçlü bir anlamda söz edilebilir: Görünüş olarak varolan, kendisi için varolan, son olarak da kendinde varlık. Aşkınlık nesnel olarak verilmez. O, ancak her türlü varoluşla kopuş içinde bizim için, bir gerçek olur. Felsefe aşkınlığa yönelir. Bu da üç tarzda gerçekleştirilir: Dünyaya yöneliş ile, varoluşun aydınlatılması ile ve metafizik ile. Jaspers'in felsefesi, varoluşçuluktan izler taşır.​
Husserl ve Wittgenstein ile birlikte yirminci yüzyılın etkileri en çok olan üç büyük filozofundan biri olan Martin Heidegger (18891976), varoluşçu felsefenin en önemli temsilcisidir. Fenomenolojiyi insanın somut varoluşuna ilişkin özsel araştırma olarak gören Heidegger, kendisinin bir varlıkbilimci olduğunu söyler. Onun ontolojiden anladığı, bununla birlikte antropolojik felsefedir. Felsefesi, insan varoluşunun köktenci bir çözümlemesi diye nitelenebilecek olan Heidegger'e göre, sadece insan varolmaktadır. Gerçekten varolabilen insanın bunu başarabilmesi için varlığın belirsiz çevresinden ayrılması gerekir. Bu çevre gündelik yaşamın alanıdır. İnsanın öteki insanlar ile, öteki insanlar için ve öteki insanlara karşı sürdürdüğü günlük yaşam uğraşında, sürekli olarak ötekiler karşısında farklı olma kaygısı yatar. Ama insanın günlük yaşam olanakları, ötekilerin koyduğu ölçülerce belirlenir. Bu ötekiler, belirli ötekiler değildir. Her öteki, bütün ötekilerin yerine geçebilir. Onların kimliği, kimse olmamaktır ya da herkestir. Kendi varoluşumuzu ele geçirmemiz, bu herkesten kopmamız, varolmanın tümünün bir degillemesi olan hiçlikle bizi karşı karşıya getiren, "iç sıkıntısı", "korku" gibi bazı deneyimlerden geçmemize bağlıdır. İnsan herkes olanda güvendedir, "evde olan varlık"tır. Söz konusu deneyimler, "içine fırlatılmış" olduğumuz bu dünyada yardımsız ve dayanaksız bırakılmış olarak bulunmakla, "dünya içinde varlık" olmakla yaşanır. Bu sınırlı dünyada eylemler yapıyoruz. Tanrı var olmadığına göre eylemlerimiz Tanrı'ya doğru değil, dünyaya, öteki insanlara ve geleceğe yöneliktir. Bu yönelme, aynı zamanda en sonunda kendi geleceğimize doğru bir aşmadır. Bu aşma ile hep kendi kendimizin ilerisindeyiz, hep tasarıyız, tasarıda kendi kendimizi, kendi varoluşumuzu tasarlıyoruz. Bunun için de hep kaygı içindeyiz, kaygının kendisiyiz. Kendini tasarımlamada insan, kendi üzerine kendini sorguya çekiyor. Böylece o, varoluşunu tehlikeye atıyor. İnsan kendi varoluşunu böyle bir tehlikenin içine atmaksızın, onu kazanamaz. Varoluşun önceden oluşturulmuş, insana verilmiş özü yoktur. İnsan kaderini kendisi üstlenir.​
Viyana Çevresi: Yirminci yüzyıl başlarında Cambridge'te, başlıca olarak Bertrand RitsseU'la eski İngiliz deneyimciliğinin yeniden canlandırılmasıyla başlayan metafizik karşıtı tutum, Alman felsefesinde, en ünlü temsilcisinin Ludwig Wittgenstein olduğu analitik felsefede ve iki dünya savaşı arasında etkinlik gösteren, yeni-pozitivist okul Viyana Çevresinde sürmüştür. Bütün bir okulun hareket noktasını oluşturan Wittgenstein'in felsefesi, aralarında örtük ve açık bazı bağıntılar bulunmasına karşın, iki ayrı döneme ayrılmaktadır. O, birinci dönemin temel yapıtı Tractatus ile mantıksal atomculuğu ortaya koyar. İkinci dönemi, dil-çözümsel okulu kendisine bağlar. Bu dönemi simgeleyen yapıtı Felsefe Araştırmaları (1945-49)'dır.​
Tractatus'ta olguların toplamı olarak dünyanın mantıksal bir resmi çizilir. Ama bu dünya, değer yargısı taşıyan her şeyden arındırılır. Bu, buna uygun ideal bir dil kullanılarak yapılır. Mantığın, dilsel çözümleme aracı olarak iş gördüğünü söyleyen Wittgenstein'a göre, felsefe, bir öğreti değildir, dolayısıyla bilgi vermez. Felsefenin işi açıklamak, aydınlık kılmaktır. Dünyayı oluşturan olgular ya da ayni anlamda olmak üzere şeydurumlarıdır. Şey durumunun yalın öğesi şey, obje, dünyanın atomudur. Dil de her biri bir olgu resmi olan cümlelerin topluluğudur. Cümlenin yalın öğesi adlardır. Cümlenin anlamı, onun resmettiği şeydir; adm anlamı (gösterimi), onun gösterdiği şeydir. Böylece dil ile dünya arasında tam bir uygunluk kurulur. Olgu resmi olmayan bir cümle anlamsızdır, metafiziktir; o, söylenemeyeni söyleme çabasıdır. Oysa Tractatus'un son cümlesi "konuşulamayan verde susmalıdır" der.​
"Resim kuramı" diye adlandırılan ilk dönemin bu anlam anlayışını, Wittgenstein sonraki dönemde terk ederken, dil-dünya uygunluğunu metafizik olarak niteler. Şimdi, "bir sözün anlamı, onun dildeki kullanımıdır" diyen Wittgenstein'a göre kullanım, uzlaşıma dayanır. Dil de artık ideal-mantıksal değil, olağan, günlük dildir. Olağan dil, "dil-oyunları"ndan oluşur. Ama bu diloyunları, belirli, sabit değildir, tersine, ürer, çoğalır, eksilir, kimi zamanla yok olur. Bir dil oyunu, bir sıra dilsel deyimden oluşur ve çoğunlukla bunlara eylemler eşlik eder; örneğin, bir duvarcı ustası ile çırağı arasında işbaşında geçen konuşmalar, çocukların "yağ satarım, bal satarım" gibi oyunları, iskambil oyunları gibi. Dil oyunları arasında akrabalıklar vardır. Birindeki bir özellik bir diğerine değişerek sirayet eder; ikisi de elle oynanan voleybolla hentbolün, birindeki ağın yerini diğerinde kalenin alması gibi. Birinci dönemdeki mantığın yerini bu dönemde "dilbilgisi" alır. Dilbilgisinin dille ilişkisi oyun kurallarının oyunla olan ilişkisi gibidir. Dilbilgisi kuralları, öncelikle anlamı belirler. Dilsel çözümleme, dilbilgisi kullanılarak kavramların soyağacının çıkarılması ile yapılır. Dilbilgisi kurallarına uymayan bir cümle anlamsızdır, metafiziktir. Bu tür cümleler bizim üstümüzde büyüsel bir etki bırakır. Filozof burada işbaşındadır. "Felsefe, büyücülüğe karşı bir savaştır."​
Alman kültür dünyasında, 20. yüzyılda olguculuğun merkezi Viyana'dır. İlkin yüzyıl dönümünde E. .Mach'ın felsefi-bilimsel ve sosyal-politik etkinliklerinin önemli bölümü bu kentte gerçekleşir. Mach'tan önemli etkiler alan, doğrudan doğruya Alman empiriyokritisizminden kaynaklanan Yeni-pozitivist Okul'un, yani Viyana Çevresi'nin merkezi de ayni kenttir. Okul'u etkileyen diğer bir filozof olan Wittgenstein da sık sık Viyana'ya geliyordu. Ancak Okul, burada kısa bir süre etkinlik gösterebildi, Naziler yüzünden dünyanın çeşitli yerlerine dağılan üyeleri bir diyaspora oluşturdu. Kurucusu Moritz Schlick, öne çıkan başlıca üyeleri Fr. Waismann, O. Neurath, R. Carnap, H. Reichenbach'tır. K. R. Popper de Okul'a yakın duran kişiler arasındadır.​
Bazı ortak temel kavramları olan Yenipozitivistler, sorunları ayni yöntemlerle ele alırlar. Keskin bilimsel tutum, mantığa sarılma, onlarda bir tutku biçiminde ortaya çıkar. Bilimsel yolla elde edilebilir olmayan her şeyi dışarıda bırakırlar. Ancak o zaman öznel değişkenlikten kurtulmak ve genel geçerlik savında bulunmak olanaklı olur. Felsefe, bilimsel dilin çözümlenmesinden başka bir şey değildir ve yöntemi kesin biçimde bilimseldir. Wittgensteiri'm özellikle ilk dönem düşüncelerinden etkiler alan Okul, mantık ilkelerinin a priori, ama aynı zamanda totolojik olduğunu, hiçbir şeyi imlemediklerini savunur. Bilgi doğrulanabilir olmalıdır. Doğrulama da hemen her zaman özneler-arası olmalıdır. İçebakış psikolojisinin, klâsik felsefenin cümleleri, doğrulanamadıklarından anlam bakımından boşturlar. Önerme, aynı zamanda dilin sözdizimsel kurallarına göre kurulmuş olmalıdır. Yeni-pozitivistler, bu ilkelerden yola çıkarak felsefenin sözdesorunlarının incelenmesine koyulurlar. Carnap, dilin birçok işlevini birbirinden ayırt eder: Dil, bir şeyi gösterebilir ya da yalnızca dileklerle duygulan deyimleyebilir. Klâsik felsefe, dilin bu çifte işlevini birbirine karıştırmıştır. Onun bu karıştırmadan doğan, Tanrı'nın varlığı ve benzeri sorunları sözde sorunlardır, metafiziktir.​
Sosyolojik Düşünce: Almanya'da sosyolojik düşünce, baştan beri F. Tönnies, G. Simmel, M. Weber gibi önemli temsilciler bulmuştur. Bunlar ve diğerleri, felsefi düşünceyle hep yakın bağıntı içinde olmuşlardır. Bu felsefe-sosyoloji birlikteliği, 1921'de kurulan, etkinliğini 60'11 yılların sonlarına dek sürdüren Frankfurt Okulti'nun hemen bütün düşünürlerinde kendisini çok açık biçimde göstermiştir. Okul'un başlıca düşünürleri, M. Horkheimer, H. Marcuse ve Th. W. Adorno'dur. Marksizmin temel önermelerinden oldukça uzaklaşmış olmasına karşın Marksist eğilimli olan Okul'un diğer ortak özellikleri arasında, Nazizme ve Yahudi düşmanlığına karşı olması, olguculuk karşısında yer alması, toplumsal araştırmayı eleştirel tarzda öne çıkarması, iktidarın meşrulaştırılması olarak "araçsal akil" ve Aydınlanma eleştirisi sayılabilir. Özellikle Marcuse ve Adorno'da kendini gösteren estetik bir ütopya düşüncesi de diğer bir özellik olarak belirtilebilir.​
S. Blackburn, Oxford Dictionary of Philosophy, Oxford, 1996.​
I. M. Bochenski, Çağdaş Avrupa Felsefesi (çev. S. R. Kırkoğlu), İstanbul, 1983.​
P. Edwards (ed.), The Encyclopedia of Philosophy, vol. 3, New York, 1967.​
Friedrich Ueberwegs Grundriss der Geschichte der Philosophic, Erster Teil (1920), Zweiter Teil (1915), Dritter Teil (1924), Vierter Teil (1923).​
M. Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul, 1967.​
M.J.Inwood, "German Philosophy", The Oxford Companion to Philosophy (ed. by T. Honderich), Oxford: Oxford University Press, 1995 pp. 308-312.​
H. Heimsoeth, Immanuel Kant'ın Felsefesi(çev. T. Mengüşoğlu), İstanbul, 1967.​
H. Schmidt, Philosophisches Worierbtich, 1931.​
Ayrıca bkz., Analitik Felsefe, Anlama, Avenarius, Aydınlanma, Bauer, Berlin Çevresi, Boefıme, Bolzano, Brentano, Carnap, Cassirer, Çağdaş Felsefe, Empiriyokritisizm, Engels, Erasmus, Fenomenoloji, Feuerbach, Fichte, Frankfurt Okulu, Galile, Goethe, Hartmann, Hegel, Hegelcilik, Heidegger, Herder, Herbart, Holderlin, Hümanizm, Humbolt, Husserl, İrrasyonalizm, Jaspers, Kant, Kepler, Kopernikus, Leibniz, Lessing, Liebmann, Luther, Mach, Marx, Marksizm, Meinong, Meister Eckhart, Melanchton, Mendelsohn, Natorp, Neurath, Nietzsche, Novalis, Paracelsus, Pozitivizm, Reichenbach, Rickert, Riehl, Romantizm, Scheleirmacher, Schlegel, Sc1-Ieler, Schelling, Schlick, Schiller, Schopenhauer, Stirner, Strauss, Thomasius, Tin Bilimleri, Varoluşçuluk, Viyana Çevresi, Vörlander, Waismann, Windelband, Wittgenstein, Wolff, Wundt, Yeni-Kantçılık, Yeniontoloji, Yeni-Pozitivizm.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst