Ayer çağının, özellikle de Anglo-Sakson dünyanın felsefi bilincine çok ciddi ve yoğun bir biçimde katkı yapmış, en azından bu bilincin yaygınlaşması için çok çalışmış olan bir düşünürdür. O sadece Bacon ve Hobbes'la başlayan İngiliz empirist geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri değildir, fakat aynı zamanda analitik felsefe geleneğinin en önemli düşünürlerindendir. Zira Ayer her şeyden önce şiddetli metafizik karşıtlığıyla, felsefenin klâsik konularını ve düşünme alışkanlıklarını terk ederek, bilimle ittifak yapması gerektiğini savunmuş; felsefenin görevinin kendisini bir şekilde önermelerinin anlamsızlığından kurtarmak, dili aydınlatmak, kavram ve önermeleri açıklığa kavuşturmak ve anlamın kendilerine bağlı olduğu dilsel uzlaşımlann içerimlerini gözler önüne sermek olduğunu iddia etmiştir.​
Ayer, empirisist olmakla birlikte, onun empirisizmi mantıkla birleşmiş bir deneyimciliktir. Hayatı boyunca Viyana Çevresinin görüşleriyle İngiliz anlam analizi arasında bir bağ kurmaya çalışmış olan Ayer aynı zamanda, misyoner filozof diyebileceğimiz yeni bir filozof tipinin en seçkin örneği olmak durumundadır. O yaklaşık elli yıllık düşünür kariyeri boyunca bilim temelli felsefenin olabilecek en açık bir biçimde ifade edilmesi, yaygınlaşması ve popülerleşmesi için âdeta deliler gibi çalışmış; bu uğurda dersler, seminerler ve çok sayıda eser vermiştir. Kendi görüşleri söz konusu olduğunda, özellikle Berkeley ve Hume'un empirizminden, Viyana Çevresi filozoflarından Rudolph Carnap'tan, İngiliz ustaları George Edwards Moore ve Bertrand Russell'dan ve nihayet, ikinci dönem Wittgenstein’ından etkilenen, dolayısıyla savunduğu öğretileri önemli ölçüde başkalarından derlenen Ayer, her şey bir yana başkaları üzerinde de etkili olmuştur. Onun görüşlerinin doğrudan takipçisi olmayan öğrencileri arasından önemli isimler çıkmıştır.​
Hayatı ve Eserleri
Ayer 29 Ekim 1910 yılında Londra'da doğmuştur. Her yönüyle mutlu bir çocukluk geçirdiği anlatılır. O sıkı bir temel eğitimin ardından Christ Church’e giderek, burada felsefe okumuştur. Onun hayatındaki en önemli olay, felsefe tahsilinin hemen ardından, yüksek lisans çalışmalarına daha yeni başladığı sıralarda, başta Russell olmak üzere, kimi ustalarının tavsiyesiyle, ne olup bittiğini anlamak, Viyana Çevresi'nde tartışılan görüşleri öğrenmek üzere, kendi ifadesine göre "sınırlı Almancasıyla" Viyana'ya gitmesidir. Henüz yirmi bir yaşındayken Viyana'ya gelen Ayer, burada çevrenin Moritz Schlick'in evinde organize edilen meşhur Cumartesi toplantılarına katılmıştır. Viyana Çevresi, hepsi de bir bilim dalından gelen ve felsefede geleneksel düşünce tarzlarına olan muhalefetleriyle seçkinleşen Moritz Schlick, Rudolph Carnap ve Kurt Gödel gibi filozoflar tarafından kurulmuştu. Alman düşünürü Ludwig Wittgenstein'dan yoğun bir biçimde etkilenen, bu arada empirisizm ve bilimin başarısının kendileri için harekete geçirici bir güç olduğu Çevre düşünürleri, filozofların sadece deneyimin bir karara bağlayabileceği, yalnızca bilimin çözebileceği konularda spekülasyondan uzak durmaları gerektiğini savunuyorlardı. Okulun mantıkçı pozitivizm olarak bilinen görüşüne göre, bir cümle ya da önerme, mantıksal bir doğru veya bilimsel olarak doğrulanabilir bir önerme değilse eğer, anlamsız olmak durumundadır.​
Ayer, İngiltere'ye dönüşünde, işte bu mantıkçı pozitivizmi tüm dünyaya olabilecek en etkili bir biçimde tanıtır. Hocalık kariyerine de aynı dönemde başlayan filozof, Christ Church'da 1933-1940 yılları arasında öğretim görevlisi olarak çalışır. 1946-1959 yılları arasında Londra'daki University College'da genel felsefe profesörü olarak çalışan Ayer, 1959-1978 yılları arasında ise Oxford'da mantık profesörü olarak görev yapmıştır, özellikle Londra'dayken, seçkin ve mutedil kişiliğiyle gerek üniversite kadrosu ve gerekse öğrencileri üzerinde iz bırakmıştır. Felsefeyi dini bir seremoniden ziyade, rekabet temeli üzerinde yükselen bir yarış olarak algılayan Ayer’ın bölümü, savaş sonrası dönemde Cambridge VVittgensteincılığıyla Ryle ve Austin'in Oxford Felsefesi arasındaki zorluklarla dolu koalisyona en etkili muhalefeti yöneltmiş bölüm olarak tanınır. O emekli olduktan sonra da yazıp çizmeyi sürdürmüş ve nihayet, yetmiş dokuz yaşındayken, 27 Temmuz 1989 yılında Londra'da hayata gözlerini yummuştur.​
Onun ilk ve en önemli eseri, Viyana'dan dönüşünden kısa bir süre sonra, 1936 yılında kaleme aldığı Language, Truth and Logic [Dil, Doğruluk ve Mantık]'tir. Mantıkçı pozitivizmin, kendisinin mantıksal empirisizm adını verdiği daha ılımlı bir versiyonunu savunduğu bu eserde Ayer başkaca şeyler yanında, öncelikle bilginin kaynağında duyumsal gerçekliğe ilişkin deneyimlerimiz bulunduğunu, bilginin empirik bir karakterde olduğunu öne sürer. Bundan sonra da kitabın en temel öğretisine, bilişsel olarak anlamlı cümle ya da önermelerin sadece iki türünün bulunduğu görüşüne geçer; bunlardan birincisi, ilke olarak empirik bir tarzda doğrulanabilir veya gözlem yoluyla sınanabilir cümlelerden, ikincisi ise analitik, yani sadece linguistik kuralların veya anlam ilkelerinin bir sonucu olarak doğru olan önermelerden oluşur. Ayer'a göre, bilimsel önermelerle gündelik hayatın olgularına ilişkin cümleler birinci kategoriye, mantık ve matematiğin önermeleri ikinci kategoriye girer. Başka bir deyişle, doğruluğu hiçbir zaman kesin olmayıp, yalnızca muhtemel olan empirik bir önermenin anlamının onun doğrulanma yöntemiyle özdeş olduğunu öne süren Ayer'a göre, matematik ve mantığın analitik önermelerinin geçerlilikleri yalnızca onlarda geçen sembollerin anlamlarına bağlıdır. Anlamlı önerme türleri salt empirik olarak doğrulanabilir önermelerle matematik ve mantığın analitik önermelerinden oluştuğuna göre, Ayer buradan geleneksel felsefe konularının veya metafizik, teoloji ve normatif etiğin önermelerinin anlamlı önermeler olmadığı sonucuna varır. Dil, Doğruluk ve Mantık’ın en temel tezi, işte bu sonuçla birlikte, felsefenin analitik bir etkinlik olduğu tezidir.​
Onun bundan sonra gelen ikinci önemli kitabı, 1940 yılında yayınlanmış olan The Foundations of Empirical Knowledge [Empirik Bilginin Temellerindir. Burada maddî nesnelerle ilgili olarak fenomenalist bir yorum geliştiren Ayer, ele aldığı problemleri algı sorunsalı, dilin ve duyu deneyiminin içrekliği ve kamusallığı problemi ve nihayet, başka zihinler problemi olarak üç başlık altında toplar. Kitabın en özgün ve bir o kadar da ilginç yani, Ayer’ın duyu-verisi terminolojisini, duyu deneyiminin olgularıyla ilgili bir keşfi ifade eden somut bir tezden ziyade, algının problemlerini olabilecek en uygun bir biçimde ele almayı mümkün kılacak bir dil olarak değerlendirmesidir. Başka bir deyişle, algı kuramlarını, algıyla ilgili olguları tartışmadaki uygunluklarıyla sınanmak durumunda olan alternatif diller veya öneriler olarak yorumlayan Ayer'a göre, maddî nesnelerle ilgili cümleler duyu-verileri hakkında olan cümlelere çevrilebilir.​
Hak ettiği ilgi ve eleştirel değerlendirmeyi görmeyen Thinking and Meaning [Düşünme ve Anlatım] adlı 1947 tarihli eser, onun üçüncü temel eseridir. O, burada Ockhamlı’nın usturasını niyetle ve zihinler, düşünme, nesneler, sözcükler ve anlam arasındaki ilişkiyle ilgili problemlere büyük bir cesaretle uygular ve düşünen benliği, onun hayata geçirdiği edimlerle bu edimlere yüklenen anlamları düşüncenin anlamlı cümlelerdeki ifadesiyle çözümler. 1954 yılında yayınlanan Philosophical Essays [Felsefece Denemeler]'de ise, felsefi mantıktan başlayıp ahlâk felsefesine kadar uzanan oldukça geniş bir alanda bildik tezlerini daha ayrıntılı bir tarzda ele alır. Bireyleri tartışırken, Russell'ın betimler kuramını bütün içer imleriyle benimseyip, bir şeyin niteliklerinin bir toplamından daha fazla hiçbir şey olmadığı tezini öne sürer.​
Ayer birçoklarına göre Dil, Doğruluk ve Mantık'tun sonra en önemli ve değerli kitabı olan 1954 tarihli The Problem of Knowledge [Bilgi Problemij'da, kariyerinin başından itibaren kendisini hep meşgul edegelmiş üç konuyu, sırasıyla algı, geçmişin bilgisi ve başka zihinlerin bilgisi konularını bir kez daha, fakat bu kez kuşkuculukla ilişkili bir tarzda ele alır. Burada felsefi yöntem ve bilginin doğasına ilişkin kısa bir tartışmanın ardından, o epistemolojiyi alışılmış bilgi iddialarımızı felsefi kuşkuculuk karşısında haklılandırma veya temellendirme yönünde bir çaba olarak tanımlar. Ona göre kuşku, belirli türden şeylerin varoluşu ve karakteriyle ilgili yegâne mümkün veri ve delillerimizle bu şeylere ilişkin bilgi iddialanmız arasında mantıksal bir boşluk var gibi göründüğü zaman, ortaya çıkar. Söz gelimi, fizikî dünyanın bilgisine sadece duyu verilerimiz yoluyla, başkalarının zihinlerine ilişkin bilgiye onların davranışları aracılığıyla ve nihayet, geçmişin bilgisine anılarımız yoluyla erişebiliriz. Birincilere ilişkin bilgi iddialanmızla ikinciler arasındaki boşluğu kapamanın, Ayer önce alışılmış üç yolunu ele alır. Bunlardan birincisi olan naif realizm, kendilerine ilişkin bilginin problematik olduğu şeylerin her şey bir yana, bize dolayımsız olarak verildiklerini, öyle ki bizim fizikî nesneleri, başka zihinleri ya da geçmişi, onların salt temsilleri olan duyuverilerinin, davranışların veya anıların aracılığı olmadan bir şekilde dolayımsız olarak algıladığımızı öne sürer. Oysa indirgemecilik, problematik şeylerin varoluşunu mevcut veriler, yani duyu-verileri, davranış veya bellek imgeleri ve tarihsel kayıtlar arasında birtakım geçerli kalıpların varoluşuna indirger. Bilimsel yaklaşım ise, mevcut verilerden sonuca doğru giden akılyürütmenin bilimsel açıdan saygın ve hatta meşru bir tümevarımsal çıkanm olduğunu savunur. Ayer'e göre, buradaki güçlük eldeki verilerden problematik şeylerin bilgisine, yani X'lerden Y'lere tümevanmsal bir tarzda geçişin, başka hiçbir geçiş yolu olmadığı takdirde, bir meşruiyetinin olmaması güçlüğüdür. O işte bütün bunların yerine, bizim inançlarımızı eldeki verilere, mevcut delillere nasıl dayandırdığımızı sorgulayan ve bu inançların yeterince iyi temellendirilmediğini bildiren yaklaşımın imkânsız bir şeyi talep etmek kadar akıldışı olduğunu gösteren bir tür betimsel analiz yöntemi kullanır.​
Doğrulanabilirlik İlkesi
Ayer hem bütün yaşamı boyunca savunduğu mantıkçı empirisizmin, hem de bilim temelli pozitivist felsefe anlayışının ve dolayısıyla, geleneksel felsefe telakkisine ya da metafiziğe yönelik karşı çıkışının bir gereği olarak, Viyana Çevresi'nden aldığı "Doğrulanabilirlik İlkesi"ni kullanır. Gerçekten de, empirisist bir epistemolojide, bir önermenin anlamı ile deneyim arasındaki sıkı ilişki, empirik bilgi ile bu bilginin gözlem temeli arasında doğal bir bağ bulunduğunu telkin eder. Ayer, işte bu düşünceyi olabilecek en uç noktaya taşımış ve açıkça bir önermenin doğruluğunu onun olumlanmasıyla, buna mukabil yanlışlığını da olumsuzlanmasıyla özdeşleştirmiştir. Bu ise, onun "doğruluk problemi"ni empirik önermelerin nasıl doğrulanacağı problemine indirgediği anlamına gelir. Nitekim, o doğrulanabilirlik ilkesini bir önermenin olgusal olarak anlamlı olup olmadığını, bir anlamı bulunup bulunmadığını saptamanın yegâne yolu olarak şöyle öne sürer: "Bir cümlenin bir kişi için, ancak ve ancak o kişi, cümlenin ifade ettiği önermenin nasıl doğrulanacağını —yani, hangi gözlemlerin, belirli koşullar altında onu doğru olduğu için kabul etmeye veya yanlış olduğu gerekçesiyle yadsımaya götüreceğini— bildiği takdirde, anlamlı olduğunu söylüyoruz."​
Ayer bundan sonra doğrulamanın iki ayrı versiyonu, yani "güçlü" doğrulanabilirlik ile "zayıf" doğrulanabilirlik arasında bir ayırım yapar: "Bir önermenin, ancak ve ancak onun doğruluğu deneyimde kesin sonuçlu olarak gösterildiği takdirde, terimin güçlü anlamı içinde, doğrulanabilir olduğu söylenir. Bununla birlikte, o, deneyimin onu muhtemel kılması durumunda, zayıf bir anlamda doğrulanabilir bir önermedir." Hiçbir empirik doğrulama yüzde yüz kesin sonuçlu olmadığına, veya hiçbir önermenin doğruluğu empirik olarak kesin bir tarzda gösterilemeyeceğine göre, ya da aynı anlama gelecek şekilde, güçlü doğrulama bir empirik önermenin anlamlı olabilmesini imkânsız kılacağı için, Ayer Viyana Çevresi'nin güçlü doğrulanabilirliğinden vazgeçerek "zayıf" doğrulanabilirliği benimser ve "duyu dünyasının gerçekdışı olduğu" türünden iddiaları, veya "gerçekliğin tek bir tözden mi yoksa birçok tözden mi meydana geldiği" benzeri sorulan, onları karara bağlayacak bir deneyim olmadığı için, felsefenin gündeminden veya konularından çıkartır. Anlamlı önerme türleri, Ayer'ın berimsediği ünlü Hume Çatalı'na göre yalnızca, doğrulanabilen empirik önermeler ve doğrulukları dilsel uzlaşım kurallarına bağlı olan totoloji veya analitik önermelerden meydana geldiğine göre, felsefenin klâsik ya da geleneksel alanlarını oluşturan metafizik ve teolojinin olgusal bakımdan anlamsız olduğu kabul edilmelidir. Buna göre, "Tanrı iyidir", "Gerçeklik birdir" benzeri teolojik ve metafizik önermeler, açıktır ki empirik olmayan önermelerdir. Onları doğrulayacak veya yanlışlayacak gözlemlerden söz edemeyiz. Dahası onlar, gerçeklik hakkında bir iddiada bulundukları için analitik önermeler de değillerdir. Teoloji ve metafiziğin önermeleri her iki kategoriye de girmedikleri, üzerinde konuşulmaması gereken konularda bir şeyler söyledikleri için, anlamsız olan önermelerdir.​
Ayer'a göre, teoloji ve metafiziğin, gerçek değil fakat, sözde anlama sahip olan önermeleri dilin kullanımıyla ilgili karışıklığın, veya onun yanlış kullanılmasının bir sonucu olmak durumundadır. Bu karışıklık ise sözcüklerden dikkatsizce, sanki onlar fiilen varolan nesnelermiş gibi söz etmekten kaynaklanır: "Genel olarak, gerçekte var-olmayan kendiliklerin varsayılması, biraz önce sözünü ettiğimiz, bir cümlenin gramatikal öznesi olabilen her sözcük ya da deyime tekabül eden gerçek varlıkların var olması gerektiği bâtıl inancının bir sonucudur."​
Buna göre, insanlar sözcükler hakkında konuşup, nesneler hakkında konuştuklarını düşündükleri ya da iddia ettiklerinde, teoloji, metafizik ve etik alanında kendilerine çokça rastlanan gerçek bir anlamdan yoksun sözde önermeler kurmuş olurlar. Onların dili kullanma tarzındaki sıkıntıve kendilerini dille sınırlamayışları ise, fiilen, bir sözcüğü kullanabildikleri için, o sözcüğe karşılık gelen bir nesnenin kesinlikle varolması gerektiği yanlış inancına yol açar. Örneğin "Tanrı”, ya da Heidegger'in "Hiç"i böyle bir sözcüktür: "Empirik dünyada bu türden varlıklara bir yer olmadığı için, onları yerleştirmek üzere özel bir empirik olmayan dünyaya başvurulur. Sadece, metafiziğini, "Hiç"in özellikle gizemli bir şeyi gösterecek şekilde kullanılan bir isim olduğu kabulüne dayandıran bir Heidegger'in deyişleri değil, anlamsızlıktan bu kadar açık olmasa da, aynı ölçüde tam olan önermelerin ve tümellerin gerçekliği ile ilgili problemlerin gücü ve etkisi de bu yanlışa bağlanmalıdır."​
Ayer metafiziğin terk edilmesiyle birlikte, filozofun dünyanın ilk ilkeler yoluyla bilinebileceği sanısından da en sonunda kurtulmuş olacağını söyler. Felsefe yeni dünyalar kuramayacağına göre, teoloji ve metafizikten bütünüyle bağımsız bir etkinlik olmak durumundadır. Bu etkinliğin adı da, analiz ve aydınlatmadır. Felsefe dilin kullanımını ve cümlelerin özelliklerini analiz eden bir işlevle kendisini sınırlamalıdır. Nitekim, Ayer şöyle der: "O [filozof] spekülatif hakikatler formüle etmeye, ya da ilk ilkeler aramaya veya empirik inançlarımızın geçerliliği ile ilgili a priori yargılar oluşturmaya kalkışmamalıdır. O, gerçekte kendisini aydınlatma ve ... analiz çalışmalarıyla sınırlamalıdır. "​
Etikte Analiz
Ayer bu tespitinin doğal bir sonucu olarak, bundan sonra etik alanını ve ahlâkî yargıları, ahlâkî bir yargı bildiren önermeleri analiz etmeye geçer. Etik düşünce tarihinde bilime dayanan bir örnek etik sistemleri bulmayı istediğini, takat sözde kavramların ve metafizik unsurların karıştığı etik sistemlerinde bunu bulmanın imkânsız olduğunu ifade eden filozof analizinde, etik konusunda yazmış olan filozofların eserlerinin dört ayrı önerme türü ihtiva ettiğini tespit eder: "Ahlâk filozoflarının eserlerinde ele alınmış olduğu şekliyle, alışılmış etik sistemi homojen bir bütün olmaktan hayli uzak bulunmaktadır. ... Onun fiilî içeriğinin kendisi oldukça farklı türden unsurlardan meydana gelir. Bu içeriği gerçekte dört ana sınıfa bölebiliriz. Her şeyden önce ahlâkî terimlerin anlamlarını ortaya koyan tanımlar veya belirli tanımların meşruluğu ya da imkânıyla ilgili yargılar vardır. İkinci olarak, ahlâkî deneyimle ilgili fenomenleri ve onların nedenlerini betimleyen önermeler gelir. Üçüncüleyin, ahlâkî erdeme yönelik teşvikler [erdemle ilgili vaizler] vardır. Ve son olarak da, fiilî ahlâkî yargılar gelir."​
Ahlâk filozoflarının dört önerme türü arasında yapılması gereken bu ayırımı çoğu zaman unuttuklarını veya atladıklarını söyleyen Ayer, daha sonra bu dört ayrı önerme türünden yalnızca birincisinin etik ya da ahlâk felsefesinin gerçek konusunu meydana getirdiğini söyler: "Aslında dört sımftmızdan yalnızca birincisinin, yani ahlâkî terimlerin anlamlarıyla ilişkili önermeleri ihtiva eden sınıfın ahlâk felsefesini meydana getirdiğinin söylenebileceğini görmek kolaydır." Ayer'ın metaetik ve dilci bakış açısından, etik de kendisini ahlâkî terimlerin anlamlarını ifade​
eden ,önermelerle sınırlamak durumundadır. Etik,, ona göre, ahlâkî terimlerin anlamlarını açığa; çıkarıp, aydınlığa kavuşturmalıdır. Çünkü, ahlâkî deneyimle ilgili önermeler, etiğin değil, fakat psikoloji ya da sosyolojinin kapsamı içine girer. Üçüncü ve dördüncü sınıfa gelince: "Ahlâkî erdeme yönelik teşviklerr[ahlâkî erdemle ilgili öğütler] hiçbir şekilde önermeler olmayıp, okuyucuyu belli bir türden eyleme tahrik etme amacı güden ünlemler ya da buyruklardir. Bundan dolayı, onlar bir felsefe ya da bilimdalınagirmezler. Ahlâkî yargıların ifadeleri söz konusu olduğunda, onlann nasıl sınıflanması gerektiğine henüz karar vermiş değiliz. Bununla birlikte, onlar kesinlikle ne tanımlar, ne tanımlar üzerine yorumlar, ne de öğütler olduklarına göre, onların ahlâk felsefesinin kapsamı, içine girmediklerini herhâlde söyleyebiliriz. Tam tamına etik üzerine felsefi: bir deneme, şu hâlde, ahlâkî hiçbir bildirimde bulunmamalıdır. Ama, o, bu: türden, tüm bildirimlerin: [ahlâkî, bir yargı bildiren önermelerin] ahlâkî: terimlerin bir analizini vermek, suretiyle; hangi kategoriye girdiğini göstermelidir. Bizim de şimdi yapacağımız şey budür."​
Bütün bir ahlâkî terimler alanını, mümkün olduğu takdirde ya da ölçüde ahlâkî olmayan terimlere indirgemeye çalışan^ normatif etik kapsamı içine giren ahlâkî terimlerin sözde kavramlar, önermelerin de, gerçek önermelere bir şekilde benzeyen, analiz edilemez ve doğrulanamaz önermeler olduklarını öne süren Ayer, söz konusu üçüncü ve dördüncü türden önermelerin sadece duygusal bir anlama sahip olduklarını söylemektedir. Başka bir deyişle, ahlâkî erdemle ilgili teşvik ve öğütlerde, ahlâkî bir yargı bildiren önermelerde geçen ahlâkî sembol ya da terim, ona göre, bu öğüt ya da önermelerin olgusal içeriklerine hiçbir şey katmaz. O bunu şöyle ifade etmektedir: "Buna göre, birine 'Bu parayı çalmakla yanlış yaptın" dersem, [ona] sadece 'Sen bu parayı çaldın' dediğim zaman söylemiş olduğumdan daha fazla hiçbir şey söylüyor olmam. Bu eylemin yanlış olduğunu söylerken, onunla ilgili olarak başka bir cümle kuruyor değilimdir. Yalnızca ona ilişkin ahlâkî hoşnutsuzluğumu ifade ediyorum. Sanki 'Sen bu parayı çaldm'ı özel bir dehşet tonuyla söylemiş veya birtakım özel ünlem işaretleriyle birlikte yazmış gibiyim. Söyleyiş tonum veya ünlem işaretleri cümlemin lafzî anlamına hiçbir şey eklemez. Sadece onun [cümlenin] ifadesine konuşmacı tarafında belirli duyguların eşlik ettiğini göstermeye yarar."​
Ayer'a göre, ahlâkî bir yargı bildiren önermeler veya ahlâkî telkinler ahlâkî hakikatleri ifade etmez, onlarda geçen ahlâkî terimler nesnel niteliklere tekabül etmez; bu telkin ya da önermeler, ahlâkî terimleri kullanan, yargıyı ortaya koyan kişilerin duygularını ifade etmeye, dışa vurmaya yarar. Onlar duygulan dışa vurmakla kalmazlar, fakat başkalannda da benzer duygulan uyandırma, onları istenen doğrultuda eylemeye sevk etme işlevi görürler. Bu durum, ahlâkî yargı veya etik önermeler olgusal bileşenlerine ayrıldığı zaman, açıklıkla ortaya çıkar. Buna göre, etik önermeler veya ahlâkî bir yargı bildiren cümleler bütünüyle olgusal bir mahiyet sergileyen bileşenlerine aynldıkları takdirde, önerme ya da cümlenin güya ahlâkî olan boyutunun belli bir ses tonuyla ya da ünlem işareti kullanımıyla ortaya çıktığı kolaylıkla görülebilir.​
Ayer, bununla da kalmayıp, farklı ahlâkî terimlerin farklı duygu derecelerini ifade edip, değişen yoğunlukları olan birtakım duygular uyandırdıklarını öne sürer. Örneğin, "doğruyu söylemek iyidir" önermesi, onun gözünde, sıradan bir telkin veya bir tavsiyeden daha fazla hiçbir şey değildir, ve burada ortaya konan yargının gücü sınırlıdır. Fakat "doğruyu söylemek iyidir" önermesinden, "doğruyu söyle!" ve "doğruyu söylemek gerekir" ya da "doğruyu söylemek senin ödevindir"e geçildiğinde, ahlâkî yargının gücü kesinlikle artar: "Gerçekten de, onlardan [ahlâkî terimlerden] bazıları içinde geçtikleri cümlelere buyruk etkisi verecek şekilde kullanılır. Buna göre, "Doğruyu söylemek senin ödevindir" cümlesi hem doğru sözlülükle ilgili belli bir ahlâkî duygu türünün ifadesi olarak ve hem de "Doğruyu söyle!" buyruğunun dışavurumu olarak görülebilir. "Doğruyu söylemen gerekir" cümlesi de "Doğruyu söyle!" buyruğunu ihtiva eder, fakat burada buyruğun tonu daha az etkileyicidir. "Doğruyu söylemek iyidir" cümlesi ise bir telkinden biraz daha fazla bir şeydir. Dolayısıyla, ahlâkî kullanımı içinde "iyi" sözcüğünün anlamı, "ödev" sözcüğünün veya "gerekir" sözcüğünün anlamından farklılaşır. Gerçekten de, çeşitli ahlâkî sözcüklerin anlamını hem normalde dışa vurduklarına inanılan farklı duygularla ve hem de onların tahrik edecekleri düşünülen farkh tepkilerle tanımlayabiliriz."​
Ayer’ın etik görüşünde, öyleyse, ahlâkî bir yargı ortaya koyan önermeler olgularla ilgili bildirimler ya da olgusal ifadeler olmadıkları için, ne yanlış ne de doğru olabilirler. Onlar yalnızca duyguların dışavurumları, belli birtakım tavırların ikna edici ifadeleri: veya buyruklar olabilirler. Başka bir deyişle, ahlâkî yargılar, olgusal veya betimsel: olmayıp, sadece duygusal ifadelerdir. Aynı şekilde, ahlâkî terimlerin de mutlak ve evrensel bir anlamı olmadığı gibi, nesnel karşılıkları da yoktur. Onların anlamlan kişiden kişiye değişmekte olup, söz konusu anlamlar sadece terimlerin dışa vurdukları duygular ve yol açtıkları tepkilerle ortaya konabilir.. Ahlâkî yargılarımızı geçerli kılacak hiçbir ölçüt bulunmadığı, ahlâkî yargılar ünlemlere ve buyruklara indirgendikleri, ve dolayısıyla, onların artık doğruluk ve yanlışlıklarından söz edilemeyeceği için, Ayer’ın etik alanında tam bir öznelciliğe, mutlak bir şüpheciliğe ve hatta nihilizme vardığı söylenebilir. Bu etik anlayışında, bir değerler ya da normlar sistemi var olmadığına, ahlâkî kavramlar sözde kavramlar olduklarına ve dolayısıyla, ahlâkî hakikatlerden veya ahlâkî bilgiden söz etmek mümkün olmadığına göre, ahlâkî ilkeler ve ahlâklılığın mahiyeti hakkında akil yürütülemez. Burası sadece duygularla ilgili bir alandır; dolayısıyla, normatif etiğin psikoloji ve sosyolojinin bir dalı olarak yeniden inşa edilmesi, etiğin kendisinin ahlâkî terimlerin gerçek anlamını açıklığa kavuşturan bir tür dilsel analizle sınırlanması gerekmektedir: "Ahlâk felsefesinin yalnızca ahlâkî kavramların sözde, ve dolayısıyla analiz edilemez kavramlar olduklarını söylemekten oluştuğunu görüyoruz. Bundan sonra gelen, farklı ahlâkî terimlerin kendilerini ifade etmek için kullanıldıkları farklı duyguları ve onların alışılmış bir tarzda yol açtıkları farklı tepkileri betimleme görevi psikologun görevidir. Ahlâk bilimiyle 'doğru' bir ahlâklılık sisteminin geliştirilmesi isteniyorsa, ahlâk bilimi [etik] diye bir şey olamaz. Çünkü ahlâkî yargıların yalnızca duygunun ifadeleri olmalarından dolayı, bir ahlâk sisteminin geçerliliğini belirlemenin hiçbir yolunun olamayacağını, ve dolayısıyla, böyle bir sistemin doğru olup olmadığını: sormanın hiçbir anlamı bulunmadığını gördük. Bil: bağlamda meşru olarak araşhnlabilecek olan her şey, belli bir kişi ya da insan grubunun ahlâkî alışkanlıklarının. ne olduğu ve’ onların başkalarına değil: de; tam tamına bu alışkanlıklara sahip olmalarına; neyin neden, olduğudur. Ve bu araştırma da, bir bütün olarak varolan sosyal bilimlerin: kapsamına girer."​
Onun gözünde bir bilgi dalı olarak etik, psikoloji ve sosyolojinin bir dalından daha fazla hiçbir şey değildir.​
A. J. Ayer, Language, Truth andı Logic, 2nd edition, Middlesex, 1946.​
A. J. Ayer, Philosophical Essays, New York, 1954 ’​
M. Friedman, Reconsidering. Logical Positivism, Cambridge University Press, 1999;​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ANLAM KURAMLARI; BİLİM FELSEFESİ, DOĞALCILIK, DOĞRULANABİLİRLİK İLKESİ, ETİK, ETİĞİN TARİHİ, HUME ÇATALI, METAETİK, POZİTİVİZM, POST-POZİTİVİZM, VİYANA ÇEVRESİ.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Bilim İnsanları ve Yenilikçiler 0
Piramit Liderler 0
Benzer Konular
Alfred Adler
Büyük Alfred

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst