1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Ahlâkî temellendirme en genel anlamıyla, (ahlâkîdini) öğüt, töre, ahlâk ve etik üzerine derin bir düşünce ve buradan da ahlâkî kavram ve yargıları gerekçelendirmeye, meşrulaştırmaya yönelik eleştirel-refleksif bir yöntemdir. Temellendirme veya haklılandırma sürecinde ilk ve en önemli adımı, ahlâkî-dini öğüt üzerine esaslı düşünce, veya düşünüm oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ahlâkî temellendirme, ahlâk ve töre üzerine ahlâkî öğütün katılmasıyla gerçekleşen felsefi bir düşünce tarzıdır.​
Ahlâk veya töre iyi ve kötünün ne olduğunu ortaya koyarken, ahlâk felsefesi veya etik bir davranışın iyi veya kötü olduğu yargısına nasıl varıldığını, insan eylemlerinde etkin olan istek ve arzuları ve nihayet onların arkasında duran niyet ve amaçları sorgular. Böylece genel olarak etik, ahlâk ve töre üzerine yapılan sistematik düşünce tarzıdır. Ahlâkî öğüt sözünü ettiği şey üzerinden mutlak iyiye erişmeye çalışır ve saf gereklilik olarak kalır. Ancak bu haliyle o daha ziyade dildir, söylemdir, yani iyinin bizzat kendisi değildir ve daima gerçek ve gerçek olmayan iyinin bir karışımı durumundadır. Bu yüzden de Kant'ın deyimiyle, bir "geçişi" veya temellendirmeyi zorunlu kılar.​
O halde, temellendirme kavramından tam olarak neyi anlamamız gerekir? Bir önerme veya eylem normu, eğer geçerliliği rasyonel bir argümantasyonun bütünlüğü içerisinde ortaya konulursa, temellendirilmiş olur. Dolayısıyla temellendirme esasta bir argümantasyon stratejisidir. Nihaî olarak mantıksal çıkarıma hizmet eden önermelerin temellendirilmesine kanıt denir; eylem normları veya amaçlarının ortaya konulmasına yönelik temellendirmeye ise haklılandırma veya gerekçelendirme denir. Temellendirmede mantıksal çıkarım kurallarının yanında, argümantasyonun genel kuralları da kullanılır. Olumlu durumlarda sürekli olarak temellendirme kavramını kanıtlama kavramına indirgeme eğilimi vardır. Bu anlayışa göre yalnızca tümdengelimsel ya da dedüktif kanıtlar bağlayıcı bir özelliğe sahiptirler (bilimcilik). Bununla birlikte, tümdengelimci görüşler zamanla artan bir şekilde kuşkuyla karşılanmışlardır. Bu yüzden konstrüktivizm, karşıt bir görüş olarak, bilimsel eylemin bizzat temellendirilmeye muhtaç normlara tâbi olduğunu savundu. Nihaî olarak indirgemeci kanıtlamaya yönelen temellendirme yöntemi, Albert'e göre, bir trilemmaya, yani ya sonsuza değin süren bir "gerileme"ye, ya bir "kısır döngü"ye, ya da "en üst önermelerin (aksiyom) irâdı olarak belirlenimine" yol açar. Konstrüktivizm bu eleştiriye karşı, en yüksek önermelerin de bilim öncesi praksisten hareketle genel bir uyuşma ile adım adım ortaya konulabileceğini savunur. Ancak bunun için indirgemeci olmayan temellendirme yöntemine başvurulması gerekmektedir.​
Temellendirmeye varan bir diyalogda belli taleplerin ortaya konulması gerekir. Raslantısal olarak varılan her bir sonuç baştan temellendirme olarak geçerli sayılamaz. Nihaî-temellendirme, yani konu açısından makûl bir itiraza muhatap olmayan temellendirmeler, günümüzde çok yoğun olarak tartışılmaktadır. Belli bir tartışma dahilinde oluşturulan temellendirmenin sahip olması gereken asgarî koşullar şunlardır: Onun hiçbir açığı bulunmamalı, o en küçük ayrıntısına kadar düşünülmüş olmalı ve kısır döngüden uzak durmalı; kısaca, kurucu ya konstrüktiv olmalıdır. Onun denenebilirliği ve doğruluğu ancak bu şekilde garanti edilebilir.​
Ahlâkın (ahlâkî tavır, düşünce ve yargıların) temellendirilmesi ve gerekçelendirilmesi (haklılandırılması) yalnızca ahlâk felsefecilerinin uğraşı değildir; o günlük yaşantı içerisinde hemen hemen herkesin karşılaştığı bir sorundur. Acaba istisnaî durumlarda yalan söylenebilir mi? Koşullar ne olursa olsun, insan öldürmeyi ahlâken savunmak mümkün müdür? Bu ve benzeri sorular basit bir şekilde "evet" veya "hayır" ile doyurucu bir şekilde cevaplandırılamazlar. Bunun için tutarlı, sağlam temellendirilmiş ve gerekçelendirilmiş bir tarzda ortaya konulmuş cevaplara ihtiyaç duyulur. Bu bağlamda temellendirme, niçin insanların belli bir ahlâk sistemine, aynen bir dinin buyruklarına olduğu gibi, istisnasız bir şekilde dayandıklarını, onu doğru bulduklarını ve takip ettiklerini gösterebilmek demektir.​
Ahlâkî temellendirme öncelikle varolan ahlâka karşı bir güvensizlik teziyle ortaya çıkar. Onun geleneksel geçerliliğini, dayanak noktalarını sorgulamaya başlar. "'Benim ilkelerim mutlak bir doğruluğu dile getirmiyor, ister uyun onlara ister uymayın' diyen bir ahlâk sistemi yeryüzünde görülmüş değil." Yani, her ahlâk yürürlükte olduğu sürece en doğru (mutlak) ahlâk sistemini kendisinin temsil ettiğini savunur. Bir bakıma her ahlâk en erdemli hayat tarzını, en yüksek ahlâk idealini ortaya koymak zorundadır, aksi takdirde diğer ahlâk sistemleri karşısında savunabilirlik yeteneğini ve geçerliliğini kaybeder.​
Ahlâkî eylem ve yargılarımızı temellendirirken farklı yöntem ve stratejiler takip ederiz. Bunların başlıcaları şunlardır:​
Gerçek veya somut bir olguya dayandırma: Tekil normatif bir yargı veya bir değer yargısının desteklenmesi için belli bir olgunun kullanılması şeklinde en sık başvurulan bir temellendirme biçimidir. Örneğin, tanımadığı bir kadına neden yardım ettiği sorusuna kişi, "kadın hamileydi ve çok yorgun görünüyordu" diyerek cevap verebilir. Verilen cevap gerçekleştirilen eylemin kurallara uygunluğunu açıklamakla birlikte, bu açıklama esasta eylemi somut bir olguya dayandırarak, çoğunluk tarafından sorgulanmadan kabul edilen genel bir normu veya genel bir değeryargtsını dile getirmeye yöneliktir, Her toplumda "yaşlılara, düşkünlere, hamile kadınlara, sakat veya özürlü insanlara, kısaca yardıma muhtaçlara gerektiği zaman yardım etmek gerektiğini" bildiren bir anlayış vardır. Eğer bu genel yardım etme kuralları üzerinde kesin bir sosyal uzlaşma varsa, o zaman ahlâkî bakımdan bu tür bir eylemde bulunmak bir yükümlülük, yani "ödev" olur. Bu durumda eylem artık ahlâkîliği bakımından sorgulanmaz, belki yalnızca sonuçları veya başarısı açısından değerlendirmeye tâbi tutulur.​
Eylemimizi somut bir olaya dayandırarak meşrulaştırma, bazen sınır durumlarda karşımıza çıkar. Suda boğulmakta olan bir çocuğu, kendi yaşamı pahasına kurtarmaya çalışan bir insanın durumu buna iyi bir örnek oluşturur. Ancak, ötenazi olaylarında olduğu gibi, ölümcül bir hastanın, daha fazla acı çekmesi arzu edilmediği için yaşamına son vermesine yardımcı olduğunu söyleyen bir insan da benzer bir temellendirmede bulunuyor demektir. O zaman bu tür temellendirmelerin ahlâka uygun olup olmadığını tek tek olayların özelliklerine bakarak bir sonuca kavuşturmak zorunda kalırız. Eylemin dayandığı kuralın sağlam bir ahlâkî normdan mı, yoksa bencil duygulardan mı beslendiğini iyi belirlemek gerekir. "Uç durumlarda istisna kuralların geçerli olmasına bir diyeceğimiz olamaz. Ama bu kuralların da gidebilecekleri sınırı insan onuru oluşturur ve tek, özel durumlarda bu tür kurallar işe yaramayabilir. Örneğin yaşam, başka birinin yaşama hakkının elinden alınmasıyla sürdürülemez."​
Şimdi, bu tür bir temellendirmede her ne kadar ahlâkî yargı belli olgulara dayandırılarak meşru kılınmaya çalışılıyorsa da, aslında dolaylı olarak herkes tarafından benimsenen genel geçer norm ve değerlere dayanıldığı hemen fark edilebilir. Dolayısıyla, olgulara dayalı olarak normların türetilemeyeceği veya somut olaylardan hareketle olması gerekenin belirlenemeyeceği şeklindeki itirazlar, çoğu kez yüzeysel kalır.​
Duygu ve çıkarlara dayandırma: Ahlâkî değerlendirmeler çoğu zaman duygu yüklü olmalarına karşın, bir eylemin ahlâkîliğini tümüyle duygulara dayanarak açıklayanlayız. Bir eylemin ahlâkî bir eylem olarak nitelendirilmesi için hem duygunun, hem de duygu olarak yansıyan değer yargısının, kurallara uygunluğu açısından eleştirel bir tarzda sorgulanması gerekir. Keza karşımızdakinin duygularına seslenmek, bizi ahlâkî davranma zorunluluğundan kurtaramayacağı gibi, eylemlerimizin ahlâkî olduğunu da kanıtlamaz; olsa olsa ahlâkî gerekçelendirmemize psikolojik bir destek sağlar. Ahlâkî normlar kişisel değil, genel olmak zorundadır. Karşımızdakinin kişilik özelliklerini, neleri arzulayıp nelerden hoşlanmadığını hesaba katmadan, birtakım eylem ilkelerini hemencecik kabul etmesini, bizim duygularımızı olduğu gibi paylaşmasını beklemeye hakkımız elbette yoktur. Duygu ve duyarlılıklar belli bir eylem biçiminin gerekçeleri olarak gösterildiğinde, eylem belli bir yere kadar açıklanır ve anlaşılır kılınır, ancak bu durum onun ahlâkî açıdan haklılığını ortaya koymuş olmaz. Çünkü hiçbir duygu veya istek ahlâkî bir norm gibi genel ve bağlayıcı olamaz. Ne zaman yapılan bir eylemi, —çok hoşuma gittiğinden, ondan nefret ettiğimden, veya çok korktuğumdan gibi— duygusal nedenlere dayandırarak yargımızın kurallara uygunluğunu göstermeye kalkarsak, her seferinde güçlüklerle karşı karşıya kalırız, öyleyse, belli duygular bir eylem için iyi gerekçeler oluşturacaksa, mutlaka bu gerekçelerin ardında yatan gerçek değer yargılarını ortaya koymamız ve sorgulamamız gerekir.​
Bazen eylemlerimiz doğrudan bir koşula bağlı olarak, daha doğrusu eylemin doğuracağı yarar göz önünde bulundurularak temellendirilir. Böyle bir eylem doğal olarak yararcılığı esas açıklama ve gerekçelendirme şekli olarak kabul eder, Bu durumda eylem onunla ilişkili kişi veya kişilerin en yüksek yaran veya en az zararını göz önünde bulundurur. Ancak bir eylemin muhtemel sonuçlarından hareketle temellendirilip temellendirilemeyeceğini anlamak için, yalnızca eylemin sonuçlarının umulan yarar açısından değerlendirilmesi yeterli değildir. Erişilmek istenilen yararın ve ona erişmek için kullanılan araçların da ahlâkî açıdan esaslı bir süzgeçten geçirilme zorunluluğu vardır. Dolayısıyla, bir eylemin sonucunun doğurduğu yarar onun ahlâkîliğinin ölçütü olamayacağı gibi, eylemin doğuracağı muhtemel zarar da, onun ahlâkî olmadığının göstergesi olamaz.​
Ahlâk kurallarına veya otoritelere dayandırma: Bir eylemi temellendirmenin önemli bir biçimi de, o eylemi toplumun benimsemiş olduğu ve çoğunlukla yazılı olmayan ahlâk kuralları veya yasalara dayandırmadır. Bu tarz bir açıklama ve gerekçelendirme sürecinde, arkamızda her zaman herkesçe kabul gören ve kimsenin kuşku duymadığı eylem Örnekleri veya otoriteler bulunur: Dine, töreve, erdeme, insan onuruna uygunluk temel haklılandırma nedenidir. Ancak farklı örf, inanç ve grupların mevcut olduğu bir ortamda, bu tür temellendirmelerin sorun çıkaracağı aşikârdır. Bu nedenle, "hiçbir ahlâkî yasa, bir eylemin ahlâkî açıdan haklılığını göstermek için ahlâk normlarından biriyle ilintilendirilerek, salt bu ilintiyle meşruiyet ve dokunulmazlık kazanamaz." Buna karşın normun, ahlâk ilkesiyle uyumluluğu konusunda bir uzlaşma varsa, gerekçesi bu normla oluşturulmuş bir eylemin yeteri derecede temellendirilmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir.​
Bazen de eylemlerimizi meşrulaştırmak için toplumca kabul gören kişi veya otoriteleri kullanırız. Çok zengin bir işadamı, bilge bir insan, başbakan veya ünlü bir profesörün söyledikleri çoğu kez eylemimizin kurallara uygunluğu için yeterli görülür. Ancak bu durumlarda insanlar, yalnızca birilerinin gölgesinde veya vesayetinde yolunu belirlemek durumunda kalacaklarından, kendi ahlâkî özerkliklerini oluşturma imkânından mahrum kalırlar. Değer yargılarının eleştirel bir açıdan sorgulanması ve gerekçelendirilmesi yolunu kendi eylemlerimizi temellendirme yükümlülüğünü, aslâ başkalarına devretme kolaycılığına kaçmadan ve kendimizi de şaşmaz bir ahlâkî merci görme yanılgısına düşmeden, tutmalıyız.​
Vicdana dayandırma: Ahlâkî eylemlerimizi meşrulaştırmanın en yaygın biçimlerinden biri de vicdanınıza başvurmaktır. Ancak vicdan derken neyin kastedildiğinin tam olarak ortaya konulması gerekmektedir. İyi ve kötünün ne olduğuna dair sahip olunan bilince genel olarak vicdan dersek, onun öznel, kişiye özgü, içsel bir ahlâkî yargı mercii olduğunu kabul ediyoruz demektir, öyleyse, her yargı gibi vicdanî yargılar da doğru veya yanlış olabilir. Bazen ayni toplumdaki bireylerden birinin vicdan namına yaptığı bir eylemi, bir diğerinin yine onu ileri sürerek terk etmesi, bazen de vicdanını öne süren kişinin, aslında onu bahane edip keyfî eylemde bulunması, vicdanın buyurduğu veya yasakladığı şeyleri akil süzgecinden geçirmemizi zorunlu kılar. Ancak bu şekilde "vicdanın sesi" dediğimiz şeyin, gerçekten kendini özgür bir şekilde belirleyen bireyin ahlâkî yetkinliği mi, yoksa çeşitli şekillerde edindiğimiz alışkanlıkların içselleştirilmesi sonucu oluşan ve esasta dış otoritenin bir yansıması mı olduğu anlaşılabilir.​
Ahlâkî eylem ve davranışlarımızı gerekçelendirmek ve meşrulaştırmak için başvurduğumuz bu tarz temellendirmeler günlük hayatta bu denli yalın ve birbirinden bağımsız bir şekilde karşımıza çıkmazlar. Üstelik bu ahlâkî dayanaklarımız ancak bir yere kadar bizi ve karşımızdakileri tatmin eder. O noktadan sonra ahlâkî eylem ve yargılarımızı yalnızca "ahlâkîlik" kavramından hareketle, yani bizzat ahlâkîlik üzerine derin bir düşünce ve felsefi olarak oluşturulmuş etik yöntemlerle gerekçelendirebiliriz ki, bunları beş başlık altında toplamak mümkündür:​
Analitik yöntem: Nasıl her metodolojik çalışmanın biçimsel olarak mantığın kurallarına uyma zorunluluğu varsa, aynı şekilde her etik yöntemin de karmaşık bir konu veya nesnenin öğelerini kavramsal düzeyde ayrıştırarak göstermesi gerekir. Bunun için ilk ve en önemli adım, esaslı bir analize başvurmaktır. Bu yöntemin bir yandan analitik felsefe, öte yandan Wittgenstein'in dil kuramıyla bağlantılı olarak, etik dil çözümleme yöntemini oluşturan modem Anglosakson meta-etikte özel bir önemi vardır. Günlük dildeki iletişim ve etkileşimin mükemmel bir şekilde birbiriyle uyum sağladığı görüşünden hareket eden meta-etik, ahlâkî amaçla kullanılan sözcükler, yargılar ve argümanlardaki anlam ve işlevleri araştırmak için ahlâk dilini esaslı bir analizden geçirir. Linguistik çözümlemenin konusu, içinde ahlâkî sözcüklerin, (örneğin iyi, kötü, gönüllü, pişmanlık, suç, vicdan, arzu etme, ödev, haz, isteme, yapabilme, yasak, vb.'nin) yer aldığı cümlelerdir. Bu nedenle P. H. Nowell-Smith genel olarak ahlâk filozoflarının öncelikli görevini, "ahlâkî sözcüklerin nasıl kullanıldığını betimleme, açıklama ve yorumlama" olarak kabul eder. Benzer bir ifadeyi R. M. Hare de kullanmıştır: "Anladığım şekliyle etik, ahlâk dilinin mantıksal incelenmesidir."​
Cümleler ile yalnızca enformasyon değil daha fazlasının ifade edilebileceği görüşü, söz edimi kuramını konuya dahil ederek, linguistik analiz yöntemini zenginleştirmiştir. Buna göre, performatik ifadeler olarak sınıflandırılması gerekenler öncelikli olarak olguları değil, eylemleri yansıtan ifadelerdir. Şimdi esas linguistik analiz yöntemi iki adımda gerçekleşir: İlk adımda insanların kendi eylem ve davranışlarını açıklamak, gerekçelendirmek ve haklı kılmak için nasıl konuştukları araştırılır. İkinci adımda ise tümevarım yoluyla kazanılan iletişimse] eyleme ilişkin bilgiler bir yandan mantıksal tutarlılıkları açısından araştırılırken, diğer yandan bir grup insanın doğrudan davranışlarında empirik açıdan doğrulanarak, gerçeklikleri yönünden kontrol edilirler. Ancak unutmamak gerekir ki, linguistik analiz üzerinden gidilerek, geçerlilik talepleri ahlâkîlikleri açısından temellendirilemez, yalnızca gerçeklikleri açısından betimlenir ve sistematik olarak bir araya getirilebilir. W. K. Frankena'nın da haklı olarak vurguladığı gibi, "meta-etik, doğrudan ahlâkî ilkeler ya da eylem hedefleri önermez; meta-etik bütünüyle bir kavramsal çözümlemeden ibarettir."​
Transandental yöntem: Transandental yöntemi felsefenin temel yöntemi olarak gören ve ahlâk felsefesine uyarlayan ilk filozof şüphesiz Kant'tır. O, gündelik yaşamın ahlâkî deneyimlerinden yola çıkarak, herkesin bir şekilde kabul ettiği "ahlâk yasası olgusunun" nedenini araştırır. Kant'ın burada araştırdığı, niçin şu şekilde değil de bu şekilde davrandığımıza dair somut veya empirik bir açıklama değil, tersine ahlâkî gerekliliğin temel argümanları ya da ilkeleridir.​
Transandental yöntem, "aşkın" olanın tersine, deneyim alanının sınırları içerisinde kalarak a priori nedenleri ortaya koymaya çalışan yöntemin adıdır. O temelde redüktif, yani indirgemeci olup, ahlâkîlik kavramının oluşumunu mutlak, koşulsuz kökenine kadar geri götürmek suretiyle yeniden kurmaya çalışarak, ahlâkî eylemin imkânının koşullarını araştırır. Ahlâkîlik kavramının bütün bağlantılarını mantıksal bir kavram dizisi oluşacak şekilde a priori oluşturan, bunu yaparken de koşullu olandan koşulsuza doğru geri giden bir yol izleyen bu yeniden kurma, sonuçta koşulsuz ve ahlâkî meşrulaştırmanın dayanağı olan en üst kurala bizi götürür. Kant'ın aradığı bu neden irâdenin özerkliği veya özgürlüktür. Ona göre, ahlâkî gerekliliğin nedeni, bizzat özgürlükten kaynaklanan ve özgürlük adına kendi kendine yasa koyan ve ona da bizzat uyan özerk irâdedir. Böylece transandental temellendirme nihaî olarak ahlâkîliğin dayandığı ve insan pratiği için kurucu olan bir neden ortaya koymaya çalışır. "Ama bu yöntemden, doğrudan somut eylem talimatları türetilemez. Transandental norm temellendirmesi [...], mevcut bir durumda ahlâkî olarak bağlayıcı olan eylemlerin ya da yapılmaması gereken şeylerin ortak hedeflerini ve hayat için taşıdıkları anlamlan veren normatif yönlendirici ilkeleri temellendirirken, tarihsel, somut, özel-tek eylemin durumunu aydınlatmaz; normatif yönlendirici ilkelerin değişen (tarihsel) etlıosla, bütün öteki hayat koşullarıyla ve bunlara karşılık gelen düşünce, yargılama ve benimseme süreçlerine hiç değinmez. Transandental etiğin ahlâkî ilkelerinin ölçülerine göre davranacak kişi, eylem ve eylemsizliklerinin bireysel biçimlerini her seferinde yeniden ve kendi kendine bulup gerçekleştirmek durumundadır."​
Diskürsif yöntem: Diskürsif düşünme yöntemi (bir problemi kavramsal argümanlarla ayrıntılı olarak işleyen, bir konuşma biçiminde birlikte irdeleyen) esasta deontik (ödev) mantığı üzerine kurulu olan, ancak bir toplumda yürürlükte olan normlar arasındaki formel mantık ilişkilerine cevap aramanın ötesinde, normları gerekçelendirme ve haklı kılmaya da çalışan bir yöntemdir.​
Bir toplumun normlar sistemi veya ahlâk yasaları biliniyorsa, kişinin tekil eyleminin hangi eylemler sınıfına ait olduğu konusu yalnızca manhksal bir sınıflama sorunundan ibaret olur. Bu tarz eylemlerin bütünü hipotetik bir önkoşulla ilintilenerek yasaklanmamış, buyurulmuş, yasaklanmış ya da yapılmasına izin verilmiş eylemlerdir; bunlar eğer ... geçerliyse, o zaman ... mantığına dayanırlar. Böylece, Lorenzen ve Schwemmer'e göre, ahlâkî yargımızı dayandırdığımız hipotetik durumun bizzat kendisinin ahlâkî kurallara uygunluğu araştırılacaksa transsübjektif (özneler üstü) bir danışma yöntemine ihtiyaç vardır. Bu yöntem diskürsif tir, çünkü normların kurallara uygunluğuna ve haklılığına bir kişi tek başına değil de, (birbirleriyle konuşarak herkes için kabul edilebilir eylem kurallarına ulaşmak amacıyla) uzlaşı içinde olan eylem topluluğu karar verir. Ayrıca bu yöntem adım adım geliştirilen ve her argümanın temellendirildiği konstrüktif (kurucu) bir yöntemdir. Bu demektir ki, herkesin kendi çıkarları ve ilgileri açısından gündeme getirdiği gerekçeler veya nedenler birlikte ele alınıp değerlendirilir. Böylece sonuçta bütün bu nedenler dönüştürüle dönüştürüle kesin olarak ikna edici, tartışılmaz olarak benimsenebilecek ilkesel bir nedenin yapıcı yanlarını oluşturur. "Diskürsif yöntem üç esas etik öncüle dayanır: (I) Uyuşmazlıklar şiddet yoluyla değil, ilgili herkesin veya onların temsilcilerinin aralarında görüşülerek çözülmelidir. (II) Böyle bir görüşmeye katılan herkesin, çıkarlarını herhangi engelle karşılaşmadan savunmaya hakkı vardır. (III) Böyle bir görüşmeye katılan herkes, kendi çıkarlarını retorik araçlarla ya da ikna yöntemleriyle savunmaya değil, tersine transsübjektiflik ilkesine göre modifiye etmeye hazır olmalıdır."​
Habermas'ın pratik diskurs yöntemi de, Lorenzen/Schwemmer'in danışma-fikir alışverişi modelinde olduğu gibi, geçerlilik taleplerinin kurallarla uygunluğunu, meşruluğunu ve yasallığını tek tek bireylerin kendi otoritelerine bağlı olarak tayin edemeyeceği, eylem normlarının geçerlilik taleplerinin yalnızca diskürsif yoldan değerlendirilmesi gerektiği tezini savunur. Habermas'ın amaçladığı "evrensel dil etiğİ"nirı hareket noktası, "iletişimsel eylem"dir. Bu kavram pratik sorunlar tartışılırken günlük dilde yapılan konuşmaları temele alır. Ona göre, gündelik konuşmanın içinde belli başlı normların tartışmasız ve geçerliliği sorgulanmaksızm kullanıldığına tanıklık ederiz. O zaman diskürsif uzlaşmada amaç, sorgulanmadan kabul edilen normları ve değerleri genel bağlayıcılıkları açısından sorgulamak olmalıdır. Pratik diskursun ilk argümantasyon düzeyinde geçerlilik talepleri katılanlar tarafından bir sorun olarak ele alınır. Karşılıklı konuşmada karşıtların konumları ortaya konur ve sorgulanacak davranışın değerlendirilmesine ilişkin gerekçeler ileri sürülür. İkinci argümantasyon düzeyinde ise, katılanların sadece kendileri için bağlayıcı olmayan, akılcı ve aynı zamanda iyi niyetli olan, her insanın onaylayabileceği genel geçerlilik taşıyan bir fikir birliğini var etmeleri gerekir. Uzlaşmayı sağlayacak ve söyleme katılanların diskursu yeterince temellendirilmiş olarak kabul etmelerini sağlayacak bir argümana ihtiyaç vardır. Böyle bir argüman da esas olarak üç talebi karşılamalıdır. O ilk olarak belli, uzlaşılabilir ihtiyaçlardan normlara geçişi kavranabilir hale getirmelidir. Bu geçiş de ancak "evrenselleşmeye geçiş" ilkesi aracılığıyla gerçekleşebilir. Argüman ikinci olarak tartışmaya katılanların tümünün ahlâkî anlayışlarını gerektiği gibi dile getiren ve böylece de ihtiyaçlarının doğru olarak yorumlanmasına imkân sağlayan, sürekli eleştirel biçimde kontrol edilecek bir etik dil kullanmalıdır. Argüman üçünci't olarak, bilgi ve becerimizin düzeyini dikkate alarak, nelerin istenebileceğini ve istenmesi gerektiğini göstermelidir. Çeşitli tartışma düzeylerinde tarafların söylemlerini ortaya koyduğu pratik bir diskurs, Habermas'a göre, sonuçta ancak "ideal konuşma durumu" mevcutsa mümkün olur. İdeal bir konuşmada gerçek bir mutabakatın oluşabilmesi için tüm katılanların iletişimsel açıdan yeterli, konuşmada eşit fırsatlar yaratabilen, mantıklı bireyler olmalarına ihtiyaç duyulur. Şu halde diskürsif yöntem, günlük yaşamdaki anlaşmazlık ve uyuşmazlık durumlarında, açmazlar ve çıkar çatışmalarında, ilgili herkese yönelik bağlayıcı bir çözüme ulaşmanın yollarını gösteren pratik bir yöntem.​
Hermeneutik yöntem: Gadamer'in geliştirmiş olduğu hermeneutik yöntem anlamı, kavrama ediminin tarihsel olma özelliğini yorumlamanın ilkesi yapar. Bu anlayış yorumlayıcının önyargılarını ve bu önyargıları kendi beklentilerinin anlam ufkunda tekrar tekrar yorumlayıp kendi hayat anlayışını, bizzat kendini kavrayışı ile birleştirip bütünleştirmeyi temele alan tarihsel birikim anlamındaki geleneğin önemini vurgular. Hermeneutik yöntem özellikle etik bakımdan önem taşıyan, yorumlanması gerekli önermelerin söz konusu olduğu her yerde başvurulabilecek bir yöntemdir. Burada başkalarının iddiaları veya önermeleri dikkate alınarak, onları anlamaya çalışma büyük önem kazanır. Öte yandan, bu süreç ancak daha önce varolan bir "anlam" temelinde gerçekleşebilir. Kastedilen şeyin anlamlı veya mantıklı olmasını sağlamak için, söz konusu anlamla ilgili bir ön dayanağımızın olması gerekir. Buna göre hermeneutik, insanın kendi hakkındaki fikrinin tarihsel bir dolayım (Heidegger'in deyişiyle "hermeneutik bir döngü") içerisinde bulunduğunu ortaya çıkarmaya çalışır. Eylem veya belli bir davranış içerisinde bulunan birinin kendisini kendi eylemi içinde anlayabilmesi için, başkalarının eylemlerini anlaması, bunun için de kendini onların yerine koyarak anlayıp kavraması gerektiğinden, bu döngü büyük önem taşır. Etik, bu başkalarını anlama sürecine katkıda bulunmalıdır; bunu yaparken de ahlâkî anlamı aramaya yönelik hermeneutik süreci yorumlayarak anlamlandırmak ve böylece eylemde bulunan kişinin önceden oluşturulan anlam anlayışını (norm ve değer bilincini) aydınlatmakla yetinmelidir. "O halde doğru bir felsefi etik yaklaşımı oluşturabilmek için, onun ahlâkî bilincin yerine geçmeye çalışmaması, hatta salt kuramsal, 'tarihsel' mutlak bir bilgi aramaması gerekir. Doğru bir felsefi etik yaklaşım, Gadamer'e göre, fenomenleri ana hatlarıyla açıklayarak ahlâkî bilince kendi hakkında netlik kazandırmaya çalışmalıdır." Birey eylemi sayesinde kendisini ahlâkî bir varlık olarak ortaya koyar; ama bunu kısmen önceden belirlenmiş olan, olan ile olması gerekeni önemli ölçüde belirleyen anlamların tarihselliği içinde yapar.​
Fenomenolojik yöntem: Betimleyici bir etik yöntem olarak fenomenolojik anlayış, Kant'ın formel etiğine karşı, "maddî" ya da "içeriksel" bir değer etiğini temele alır. Scheler'e göre, biçim değil, bir eylemin niteliksel içeriği (eylemle gerçekleştirilen değer), onun ahlâkîliğini belirler. Fenomenolojik etiğin hareket noktası ahlâkî değerler, bunların hiyerarşik düzenleri ve bu düzeni esas alan normlar öğretisinde betimlenen ve çözümlenen ahlâkî bilinç verileridir (fenomenler). Değerlere, nesnelerde ve insanlarda rastlamamıza rağmen, bunlar nesnelerin ya da insanların özellikleri değildir. Maddî değerler, insan eylemleriyle gerçekleştirilmiş olan bir meta dünyasından bağımsız olarak, a priori özel bir sezgi aracığıyla, değer nitelikleri açısından ideal nesneler olarak somutlaştırılabilir veya duyumsanabilir. Scheler'e göre, "değerler somut, duyumsanabilir fenomenlerdir." Böylelikle, değerler özerk bir varoluşa sahip olurlar ve kendinde varlık niteliği gösterirler, ancak bu, onların somut, empirik bir olma-halini temsil ettikleri anlamına gelmez; değerler fiziksel, mutlak geçerli birer olma-halidir. Buna göre bu değerlerin "maddesi", duyularla algılanmayan, somut-nesnel bir içeriklik-hali değildir, tersine içsel görü ile duyumsanan, empirik olmayan, zihinsel ama bütün bunlara rağmen nesnel niteliğe sahip bir şeydir. Öyle ki, taşıyıcı nesne (insan) ortadan kalktıktan sonra da, değerler varlığını devam ettirirler.​
Duyumsama kavramı daha çok salt değerlere ilişkin amaca yönelik bir faaliyeti dile getirir. Bu yüzden de onlar düşünülmez, tersine insanda değerlere hasredilmiş bir organ vardır. Duyumsama kavramından kastedilen, değerin duyumsanmasında akılcı bir yapının, bir biçimin algılanması değil, maddî, niteliksel bir yapının hissedilmesi, algılanmasıdır. "Hem değerin görülmesinde hem de duyumsanmasında değerler bize sezgisel olarak verilmiştir. (...) Değeri görerek öğrenebilir, onunla tanışabiliriz; değer bize değeri görme ediminde bizzat verilmiş olabilir. Ama onu gerçekten 'yaşantıma katmam ve yaşamam' ancak duyumsamayla mümkün olur. Burada değer, benimle yepyeni ve doğrudan bir ilişkiye girmektedir." Değeri duyumsama, değeri hem bizzat kendinde nasılsa öyle, hem de öteki değerlerle ilişkili olarak kavramak demektir; böylece değerler arasındaki niteliksel farklardan bir değerler hiyerarşisi ortaya çıkar, ancak bunlar yalnızca sezgisel olarak kavranır. Scheier, değerlerin temellendirilmelerine gerek bulunmadığını, çünkü herkesin değerler ve değerli şeylerle kişisel ilişkisini doğru çözümlediği sürece, ayni yoruma varacağını söyler. Buna göre, belli bir durumda söz konusu olan değerler içinden hiyerarşik düzlemdeki en üst değer gerçekleştirildiğinde o eylem ahlâkî olur.​
Ahlâkî temellendirme altında daima nihaî ya da son-temellendirme anlaşılmaktadır. Söz konusu olan şey, ahlâkî normlara genel geçerlik kazandıran, mutlak (göreceli veya koşullara bağlı olmayan) dayanak noktalarının bulunup bulunamayacağıdır.​
Hans Albert'e göre, "yeterli temellendirme"ye dayalı olarak oluşturulan her etik, mantıksal sonuçların doğru mu yoksa yanlış mı elde edildiğinin belirlenebilmesi için, yine mantık tarafından incelenmeye tâbi tutulmalıdır. Mantık etiğin içeriksel yetkisini tartışmaz; etiğin belli emir ve normları iyi ve zorunlu olarak iddia etmesine karışmaz. Mantık ilkin, etik normların geçerliliğini argümantatif tarzda, yani mantıksal çıkarımlar vasıtasıyla kanıtlayabileceğini iddia ettiğinde, kendini sorumlu ve yetkili görür. Bu nedenle, etiğin yanlış sonuçlara varmamak için, mantıksal sonuçlandırmanın biçimsel ölçütlerini dikkate alması gerekir. Ancak Albert'e göre ahlâkî bir temellendirmenin çıkmazı, kendini bu noktada gösterir. Çünkü eğer etik söz konusu biçimsel mantıksal ölçütlere yönelirse ya yanlış sonuçlara varır ya da doğru. Eğer yanlış sonuçlara varmazsa, o zaman etik son-temellendirme çabasında bir "üçleme", ya da çelişkiler bataklığına düşer ki, bu durumdan da kendini, Münchhausen'lı yalancı baron gibi, ancak kendi saç örgüsü, yani dogmatizm vasıtasıyla, tekrar çekip kurtarabilir.​
Albert, doğru mantıksal sonucun, bizzat "formel" olmayan ve böylece de mantığın geçerlilik sahasına çekilen varsayımlar (öncüller) üzerine bina edildiğini savunur. Yani, onun söylemek istediği şey şudur: Mantığın herhangi bir nihaî-temellendirmeye yaptığı yargı, "onun biçimsel doğruluğuyla" ilgilidir, sonucun doğruluğuyla onaylanan ya da inkâr edilen "öncüllerle" değil. Böylece Albert, başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum bir girişimin, üç farklı formu arasında trajik bir tercih olarak gördüğü bir "felsefi sontemellendirme"nin imkânına itiraz eder. Yani, neticede geriye kalan ya sonsuza giden bir "gerileme"; çünkü, varsayılan öncülleri kanıtlama girişimi, tekrar yeni öncüller varsayar, dolayısıyla kanıtlama asla bir son bulmaz; ya "mantıksal bir kısır döngü" içinde sarmalanma —eğer kanıtlanması gereken öncüller önceden varsaymıyorsa— ya da ikna, itimat, yemin yoluyla "yöntem kırılması"dır; bu, öncüllerin kanıtlanmaya ihtiyaç duymadığı, onların zaten kendiliğinden anlaşılır olduğu anlamına gelir. Albert'e göre, yalnızca sonuncu yol ciddi olarak izlenme imkânına sahip olduğundan, ahlâkî normları nihaîtemellendirme denemesi dogmatizmde, başka bir ifadeyle daha fazla sorgulanmayan kabullerde son bulmaya mahkûmdur.​
Eğer ahlâkî normlar için nihaî-temellendirme mümkün değilse, insanları onlara inanmaya ve de ahlâkî davranmaya nasıl ikna edebiliriz? Hele bir de ahlâkî olmayan tercih ve eylemler cazip nimetler vaad ediyorsa. Acaba, bu durumda dini devreye sokmak mümkün olur mu? Örneğin dinin işlevi, "aklın gücünün yetmediği veya sınırlarının aşıldığı noktada insanları ahlâka yönlendirmektir" diyebilir miyiz? Ancak bu bizi tekrar mantıken temellendirilemeyen bir temellendirmeye geri döndürmez ya da dine dayalı ahlâkın içine düştüğü tüm problemlerle yeniden karşı karşıya bırakmaz mı? Ayrıca dinin bu pozisyondaki işlevi, "Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük için herhangi bir çaba harcamaya gerek yoktur" diyen bir ideolojiye vardırmaz mı? Eğitim ve sosyalleşme ahlâkın garantörleri olarak işlev görebilir mi? Toplumsal bir ölçüt, ilkesel olarak güçlü grupların hangi ahlâkın geçerli olduğunu belirlemeye kalkması sonucunu doğurmaz mı? Ve her şeyden önemlisi, felsefe bu durumda bize tatmin edici bir çözüm sunabilir mi?​
Albert'in aksine, Karl-Otto Apel ahlâkî normların "nihaî-temellendirme imkânı"nı göstermeye çalışır. Onun asil amacı, kendi nihaî-temellendirme argümanının, Albert tarafından varsayılan Münchhausen-Trilemma'da olduğu gibi sonuçlanmadığını, yani argümanın bir kısır döngüye dönüşmediğini, sonsuza ilerleyen bir gerilemeye yol açmadığını ve de dogmatizme düşmediğini ortaya koymaktır. Albert'e ilkin kendi tezinden hareketle cevap veren Apel'e göre Albert'in nihaî-temellendirme "yasağı" da, sonuç olarak bir "nihaî-reddetme" anlamına gelir. Dolayısıyla, bir argümanın kesin reddi Albert'! Münchhausen-Trilemma türü bir çıkmaza götürür.​
Apel'a göre bazı ifadeler, önermeler daha fazla anlamlı bir tarzda reddedilemezler: "Kim bir şeye karşı çıkar (ve bu şekilde de bir iddiada bulunursa), o ne doğrudan ne de dolaylı olarak, iddiasının geçerliliğine dair talebini herhangi bir tarzda sınırlayabilir. "Ben gülün kırmızı olduğu cümlesinin yanlış (doğru)hğını iddia ediyorum". "Ben iddia ediyorum ki, gülün kırmızı olduğu cümlesi yanlış (doğru)tır", cümlesi yalnızca gülün özellikleri üzerine bir bilgi sunmaz, aksine aynı zamanda —bir ve ayni konuşma eyleminde, fakat kesin olarak yalnızca konuşma aktı sayesinde— rölative edilemeyen veya görecelendirilemeyen bir gerçekliğin varlığına dair uygunluğu da dile getirir. Keza, "yalan söylememelisin" cümlesi, yalnızca yapılması ve yapılmaması gerekenler üzerine bir bilgi değil, aksine aynı zamanda görecelendirilemeyen bir ahlâkın varlığına dair bir onaylamadır. Çünkü bu cümle iyi ve kötü eylemlerin birbirinden açık bir şekilde ayrılabileceği varsayımını da beraberinde taşır. Böylece Apel, ahlâkî normların geçerliliğini, "mutlak bir gerçeklik vardır", "kötüden farklı mutlak bir iyi vardır" gibi, "her zaman" varsayılan önermeler yardımıyla temellendirmeyi dener.​
Apel'ın nihaî-temellendirme argümanı, Albert'in asil itiraz noktasından uzaktır. Gerçekte Apel, "yalan söylememelisin" tarzında herhangi bir son-temellendirme önermesi sunmuyor. Oysa, söz gelimi Bentham, Schopenhauer, Leibniz gibi düşünürler bu tür temellendirmelerden yanadırlar. Apel yalnızca, bu tür cümleleri anlamlı bir şekilde oluşturabilmenin "imkânının şartlarım" ortaya koyuyor. Yani o, "yalan söylememelisin" cümlesinin tartışmasız doğru veya iyi olduğunu iddia etmiyor, —nitekim o, bu noktayı bütünüyle açık bırakır. Yalnızca bu tür cümlelerin mutlak bir iyinin varlığını kabul etmeksizin anlamsız olacağını ifade etmeye çalışıyor: "Kesin refleksif son-temellendirmede püf noktasını, araştırmanın daima önceden elimizde bulunan açıklama ve anlaması oluşturur, türetimi değil."​
Ancak böylesi bir zeminde nihaî-temellendirme nasıl mümkün olur? Yalnızca, nihaî-temellendirme sürecinde varsayılan "son neden"i açık bırakmak suretiyle, yani durum ve ilgili şeylere taşımakla. Böylece buyrukların temel düsturu yıkılmış olmaz mı? Bu tarz bir temellendirmeyle, hiçbir emir burada, şimdi ve herhangi bir zamanda temellendirmenin bilgide yeniden icra edilen sürecinden bağımsız olarak geçerli olamaz. Apel eşit hak ve eşit yeteneklere sahip, eşit şekilde eğitilmiş, bağımsız bireylerden oluşan "ideal bir iletişim toplumuyla" ilgili olgu-karşıtı hipotezden hareket etmektedir. Ona göre ancak bu tür bir toplumda ve böylesi bir yol üzerinde rölativizmi aşma imkânı vardır.​
Albert, Truktat über kritische Methode, Tubingen, 1969.​
K. -O. Apel, Transformation der Philosophie, 2 Bde., 1976.​
Çilingir, Ahlâk Felsefesine Giriş. Metinlerle Ahlâkî Temellendirme, Ankara, 2003.​
A. Pieper, Etiğe Giriş (çev. V. Atayman G. Sezer), Ankara 1999.​
Kant, Ahlâk Metafiziğini Temellendirme, yer: Immanuel Kant. Seçilmiş Yazılar (çev. N. Bozkurt), İstanbul, 1984,​
O. Schwemmer, Philosophie der Praxis. Verstıch zttr Grttndlegtıng einer Lehre vonı moralischeu Argumentieren, Frankfurt, 1971.​
Ayrıca bkz., AHLÂK, AHLÂK EĞİTİMİ, AHLÂK EPİSTEMOLOJİSİ, AHLÂK VE ETİK, AHLÂKÎ DEĞER ETİĞİ, AHLÂKÎ GÖRECİLİK, AHLÂKÎ İKİLEM, AHLÂKÎ KUŞKUCULUK, AHLÂK TEOLOJİSİ, ANLAMA, APEL, DUYGUCULUK, FENOMENOLOJİ, GELENEK, HABERMAS, HERMENEUTİK, HUSSERL, KANT, METAETİK, ÖDEV ETİĞİ, SCHELER, TRANSANDENTAL YÖNTEM, VİCDAN, YARARCILIK.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst