1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Ahlâk Ve Etik, Türkçede, Arapça "huy", "mizaç", "karakter" anlamına hulk sözcüğünden türeyen bir sözcük olarak kullanılan ahlâk, insanın başka varlıklarla belirli normlara göre gerçekleşen ilişkiler toplamım, insanın söz konusu ilişkileriyle bu varlıklara yönelen eylemlerini düzenleyip anlamlandıran norm, ilke, kural ve değerler bütününü ifade eder. Buna göre, ahlâk, bir kültür çevresi içinde kabul görmüş, belirlenmiş ve tanımlanmış değerler manzumesi ve amaçlarla, bu değerlerin nasıl yaşatılacaklarını, söz konusu amaçlara nasıl ulaşılacağını ortaya koyan kurallar öbeği veya bir insan topluluğunun belli bir tarihsel dönem boyunca, belli türden inanç, emir, yasak, norm ve değerlere göre düzenlenmiş ve söz konusu düzenlemeye bağlı olarak töreleşmiş, gelenekleşmiş yaşama biçimi diye tanımlanabilir. Buna karşın etik, belli bir ahlâklılık idesine sahip, belli bir yaşama idealini hayata geçirmek için mücadele eden bireyin yaşayışı açısından, ikinci olarak da, çağının gidişatını, üyesi olduğu toplumun yaşayışını ya eleştiren, hatta mahkûm eden ve dolayısıyla, mevcut değerler silsilesi yerine alternatif değerler, yaşama kuralları veya ilkeler vaz' etmeye kalkışan ya da onu açık seçik olarak tanımlayıp, içerimlerini gözler önüne sererek meşrulaştırmaya veya haklılandırmaya kalkışan filozofun tavrı bakımından, ve nihayet ahlâklılığın dilini analiz eden, ahlâkî kavram ve yargıların niteliğini tartışan, kısacası tıpkı olgusal dünyayı konu alan fizikçi gibi, kendisine değer dünyasını konu edinen teorik bir araştırma içine giren felsefecinin çalışması açısından, en azından şimdilik ve uzlaşımsal olarak, değeri konu alan, kapsamında insanın değer biçici deneyimi, kısacası hayata anlam katan her şey bulunan düşünüş tarzı, ahlâkî ilkeler teorisi veya felsefe disiplini diye tanımlanabilir.​
Kabaca bu şekilde tanımladığımız, ve şöyle ya da böyle ayni alan, norm, ilke ve değerler alanı üzerinde yükselen iki disiplin arasında, zaman zaman birbirleriyle karıştırılmalarına yol açacak kadar yakın ve yoğun bir ilişki vardır. Bu ilişki hem ahlâkî fail ya da filozof açısından gerçekleşir, hem de disipliner düzeyde söz konusu olur. Buna göre, bir toplum düzeni içinde başkalarıyla birlikte varolan bir birey olarak fail, ahlâkî hayatı şahsen yaşar, içinde bulunduğu toplumun ahlâkî ilke ve değerlerini eylemleriyle cisimleştirir. Fakat o bununla da kalmayıp, taşıyıcısı olmaya veya hayata geçirmeye çalıştığı değerlerin anlamı üzerinde düşünmeye başladığı, kullandığı ahlâkî kavramların gerçekte ne olduklarını ve ne anlam ifade ettiklerini araştırmaya; ahlâklılığın unsurlarını tartışmaya ve bu ve benzeri konularda düşündüğü ve hissettiği şeyleri dile getirmeye, başkalarına aktarmaya başladığında, normal ahlâklılık düzeyini aşıp, etik yoluna girer.​
Yaşantıları ve eylemleri üzerinde düşünmekle, insan iki tür edimde bulunur; Bir yandan hayatın ahlâkî boyutunu yaşayıp deneyimlerken, diğer yandan da yaşadıkları, eylemlerine temel teşkil eden ahlâkî ilke ve değerler, kendisini bir kişi, ahlâkî bir fail hâline getiren öğeler üzerine düşünür: O (1) eylemde bulunmadan önce, eylemini güdüleyen, eylemi için muharrik, dürtü oluşturan ya da oluşturacak olan "şeyler", yani değerler ve en yüksek iyi üzerine düşünür; ne yapması gerektiği üzerinde durarak, "Ne yapmalıyım?", "Nasıl eylemem gerekir?" sorusunu yanıtlamaya çalışır ve ahlâkî hayatını ilkelere dayandırma çabası verir. Ahlâkî fail, (2) eylem sırasında ise, öncelikle özgürlüğünün mahiyeti üzerinde durur, kendisine açık olan alternatif eylem tarzları, herkes gibi mi davranacağı yoksa kendi gerçek potansiyelini hayata geçirerek tamamen kendisine ait olan bir tarzda mı eyleyeceği, genel ve yerleşik kalıplara göre mi yoksa sahici bir biçimde mi davranacağı sorulan üzerinde düşünür. O yine eylem sırasında, kendi eyleminin ondan anlamlı bir biçimde etkilenmek durumunda olan öteki üzerindeki etkilerini hesaba katarak, "etik" diye nitelediğimiz, adaleti şu ya da bu şekilde cisimleştirmek zorunda olan, davranışı gerçekleştirmeye çalışır.​
Ve nihayet, o (3) eylemde bulunduktan sonra da, yaptığını desteklemek, eylemini haklılandırmak üzere "gerekçeler" bulmaya çalışır ve eyleminin bütünsel sorumluluğunu üzerine alır. İşte, toplumda ahlâkî eylemlerde bulunan ve ahlâkî konular üzerinde, sağduyu çerçevesi içinde kalarak düşünen bir birey, sınırlı bir anlam içinde bir ahlâk filozofu sayılabilir ve onun sergilediği düşünme tarzına, icra ettiği felsefe türüne de ahlâk felsefesi veya etik adı verilebilir. Bununla birlikte, bireylerin, gerek eylerken ve gerekse eylemlerinin ilkeleri, davranışlarını güdüleyen ya da harekete geçiren muharrikler ya da değerler üzerinde düşünürken farklı imkân ve yeteneklere sahip olduklarını unutmamak gerekir.​
Dolayısıyla, ahlâk üzerine sistemli bir şekilde düşünme, soruşturma, ahlâkî hayata dair bir araştırma ve tartışma olarak tanımladığımız etik veya ahlâk felsefesine katkı yapanlar, daha ziyade filozofça düşünebilen etik düşünürleridir. Zira, ahlâkî hayatı şahsen yaşadığı, ahlâkî problemlerle ilgilendiği için kendisine "ahlâk filozofu" adını vermek istediğimiz sokaktaki sağduyu sahibi insan, yani hepimiz ahlâklılık üzerine düşünür, ahlâkî hayat hakkında konuşuruz. Ama düşünce ve konuşmalarımız, kabul edilmelidir ki, genellikle tutarlı, argümantatif ve sorgulayıcı olmanın, yani ahlâkî problemleri irdelemenin uzağında kalır. Oysa, etik düşünürü temelde ne yapmak, nasıl davranmak, neyin peşine düşmek, başka insanlara nasıl muamele etmek gerektiği gibi konularda insan varlıklarına genel bir rehberlik sağlamayı amaçlarken, ahlâkî problemleri irdeler, değerler vazetmekle kalmayıp, gerekirse onları yeni baştan tanımlar, ahlâklılığın ilk ilkelerini sistematik bir tarzda ve tutarlı bir biçimde ortaya koyar, bu ilkeleri argümantatif olarak temellendirmeye çalışır. Artık neyin iyi ve doğru, neyin kötü ve yanlış olduğunu araştıran, insan hayatının gerçek amacının ne olması gerektiğini soruşturan, ahlâklı ve erdemli bir yaşayışın hangi unsurları içerdiğini irdeleyen felsefe dalı diye de tanımlayabileceğimiz etiğin temel özelliği, onun genelliği, sistematik doğası, argümantatif yapısı ve iddialarını kanıtlayıp temellendirme çabasıdır.​
İşte bu temel üzerinde, ahlâk ve ahlâklılığın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey, belli bir pratik, etiğin de söz konusu pratiğin teorisi olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre, tek tek her bireyin şu ya da bu ölçüde şekillendirdiği, somut bir ahlâkî hayatı vardır veya olması gerekir; öyle ki, bu hayat içinde kaçınılmaz olarak taşınan veya cisimleştirilen ahlâkî değerler, peşinden koşulan idealler bulunmalıdır. Etik ya da ahlâk felsefesi ise, ahlâk adını verdiğimiz bu olguya yönelen felsefe disiplinidir. Başka bir deyişle, ahlâkın eylemin pratiği olduğu yerde, etik eylemin teorisi olmak durumundadır​
Ahlâk ve etik arasında disipliner düzeyde gerçekleşen bu ilişki, en iyi bir biçimde herhalde ünlü Alman filozofu Georg Wilhelm Friedrich Hegel tarafından kurulmuştur. Buna göre, Hegel öncelikle moralitat ile sittlichkeit arasında bir ayırım yapar. Bunlardan, ahlâklılık olgusu üzerine enine boyuna düşünme anlamında etik terimiyle karşılayabileceğimiz moralitat, ona göre, Sokrates'le başlamış olup, Kant'la doruk noktasına erişmiştir. Moralitat onun gözünde bireysel, düşünümsel ve .rasyonel olup, bireysel bilincin özerkliğine; kişisel kanaat ve vicdana dayanır ve tarihte, ahlâk diye karşılayabileceğimiz sittlichkeit'tan sonra gelir. Doğal alışkanlık, gelenek ve görenekler tarafından yönetilen ahlâkı, ahlâklı davranışı tanımlayan sittlichkeit ise, herhalde en iyi Sokrates'ten önceki Grek polisi veya kentinde temsil edilmiştir. Cemaatin nesnel yasalarıyla uyumlu örf ve âdetlere dayanan sittlickeit'in kişisel düşünüm ve analizle pek bir ilişkisi yoktur.​
Hegel modern etik düşünürün görevinin söz konusu sittlickeit'la moralitat'ı bağdaştırmak, bu ikisini sağlam bir sentez içinde bir araya getirmek olduğunu düşünür. Çünkü moralitat olmadığında kendi başına sittlickeit, eksikli ve yetersiz kalır. Fakat öte yandan, sittlichkeitsiz moralitat da bir imkânsızlığı ifade eder. O söz konusu imkânsızlığı Kant'm ödev etiğine ilişkin eleştirisinde açıklıkla ortaya koymuştur. Gerçekten de, kişinin ahlâkî ödevlerini, sadece birtakım soyut ilkeleri bu ilkelerin evrensel olup olmadıklarını görmek amacıyla analiz ederek tespit edebilmesi imkânsızdır. Sittlickeit olmadığında, yani çıplak bir gerekliliği ifade etmek yerine fiilen mevcut olan, gelenek ve görenekte cisimleşmiş bulunan nesnel, dolayımsız olarak verilmiş ahlâkî bir malzeme olmadığında, kişinin ahlâkî yükümlülüğünü salt analiz yoluyla keşfedebilmesi mümkün olmaz. Deyim yerindeyse, moralitat içeriğini sittlichkeit'tan alır.​
Hegel kendisine düşen görevin moralitat ile sittlichkeit'in bir sentezini yapmak; karşıt doğrultularda tek yanlı olduklarını düşündüğü tümel ile tikeli daha yüksek bir birlikte, somut tikelde sentezlemek olduğu inancına Kantçı etikle yararcılığın insanla ilgili kendini gerçekleştirme anlayışlarından veya iyi hayat telakkilerinden hareketle varır. Ona göre, insan için kendini gerçekleştirmenin neden meydana geldiği sorusuna gerek Kant ve gerekse Mili tek yanlı cevaplar vermişlerdir. Bu açıdan, Mill insanın kendisini hayattan haz elde etmek suretiyle gerçekleştirebileceğini savunurken, Kant kendini gerçekleştirmeyi ödevlerini hayata geçirecek iyi bir irâdeyle özdeşleştirmiştir. Bunlardan her ikisi de, Mili tümeli bütünüyle dışlayıp salt tikeli vurguladığı, Kant ise tikeli tamamen unutup yalnızca tümeli öne çıkardığı için, tek yanlıdır. Yani, Mili formu bir kenara bırakıp sadece içeriği temele almış, Kant ise içeriği dışlayıp yalnızca formu önemsemiştir. Dolayısıyla, bu ikisinden hiçbiri tümel ile tikelin, form ile içeriğin bir birliğini sağlayamamıştır.​
Hegelci perspektiften bakıldığında, yararcılık iyi hayatı yaşamdan derlenebilecek en yüksek miktardaki hazza eşitlerken, onu birbirlerinden kopuk tikellerin kaba dizisiyle, duygu hâllerinin çıplak ardışıklığıyla özdeşleştirir; amaç burada artık, sadece bu yakılanmış tikellerin azamîsine sahip olmaktır. Onlar sadece tikeller olup, bütün bu hoş duygu hâllerini anlamlı ve tutarlı bir bütün içinde birleştirecek bir tümelden yoksun bulundukları için, birbirleriyle anlamlı hiçbir ilişki içinde değildirler. Buna karşın, Kani tümellik ve form boyutlarını vurgular, fakat öyle vurgular ki, bu ikisi tikel ve somut hâle gelmenin bir yolunu tamamen unutmuş olarak, en sonunda sadece boş bir form, çıplak bir tümel olup çıkarlar. Onun etik anlayışı yalnızca evrensel yasa idesine uygunluğu emreder, bütünüyle formel bir doğru yanlış testi önerir. Fakat Hegel'e göre, iyi ya da kötü, ahlâkî ya da ahlâksız, her eylemin ve her niyetin mutlak olarak evrenselleştirilebilir olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim, Hegel Kant'ın etik anlayışının formalizmi ya da içeriksizliğinin iyiden ziyade kötüye götürmesinin daha muhtemel olduğunu düşünür. Ona göre, Fransız Devrimi'nin giyotinde somutlaşan ihtilalci terörü Aydınlanma soyut akılcılığının ya da Kant'ın etik teorisinin mutlak özgürlüğünün ihtiva ettiği tehlikelerin tarihî bir kanıtıdır. Ve Hegel için, varolan toplumlardaki ahlâkî değerleri, ödev ve sosyal pratikler örgüsünü ihmal ederek işe sıfırdan başlayan her ahlâk anlayışında bu türden tehlikeler vardır. O bundan dolayı, etik görüşünde, öznel ve soyut bir ahlâklılıkla yetinmek yerine, bir bireyin ahlâkî hayatı ve genel olarak da etiğin kendisini toplumun geleneksel değerleri ve pratikleri, kısacası cemaatin kültürü temeli üzerinde nesnel etik olarak inşa etmek; özgürlüğü de, mutlak değil, fakat tarih içinde gelişip aktüelleşen bir ide olarak konumlamak ve nihayet Aydınlanma rasyonalizmiyle irtibatlandırılan ihtilalci terörü mahkûm edecek evrensel standartlar sağlamak amacı güder.​
Hegel, Kant'ınki gibi katışıksız bir biçimde rasyonel olan soyut bir etik anlayışının, belli bir zaman ve mekânda yaşayan insan varlıkları olarak özümüzün bir parçasını meydana getiren moral değer ve ahlâkî geleneklerle bir şekilde birleştirilmesi gerektiği inancındadır. Başka bir deyişle, o bir toplum içinde şekillenen ahlâkî doğamızla varlığımızın rasyonel boyutunun, tikel ile tümelin, içerik ile formun bir sentezini yapmaya kalkışır. Bireyin sosyal karakterini vurgulayan, ahlâkî hayatın içeriğini münferit sosyal ilişkilerle belirli birtakım fonksiyonlardan türeten bir etik anlayışın savunuculuğunu yapan Hegel, bu sentezi somut tikel kavramıyla ortaya koyar. Onun söz konusu sentezine göre, kendini ahlâkî bir hayat içinde gerçekleştirecek, gerçekten özgür ve mutlu olacak birey, bir bütün, organize bir bütünlük anlamında somut bir tikeldir. O Kant'ın kişisi gibi, boş bir form ve tümellik olmayıp, kendisini bir bütün olarak tikel eylem ve deneyimlerinin tek tek her birinde ifade eden bir ahlâkî faildir. Öte yandan, onun bireysel eylem ve deneyimleri de birbirlerinden yalıtlanmış oluşumlar olmayıp, anlamlarını bütünlüklü, yapı ve düzen kazanmış bir hayat bağlamındaki yerlerinden alırlar.​
Kendisini ahlâkî bir hayat içinde gerçekleştiren birey, ona göre, ikinci bir anlamda daha, yani başka bireylerle beraber olan bir birlik anlamında somut tikeldir. Bu, ahlâkî failin hayata geçirmek durumunda olduğu benlik ya da özün sosyal bir benlik olduğu anlamına gelir; o kendini başka bireylerden yalıtlanmış, onlardan koparmış bir varlık, bir atom olmayıp, başkalarıyla olan anlamlı ilişkilerinden dolayı olduğu gibi olan, sosyal bir varlık olarak ötekileriyle paylaşacak bir özü bulunan bir bireydir. Burada cemaatin bireylerle olan ilişkisi aynen bütünlüklü bireyin kendi münferit eylemleriyle olan ilişkisini yansıtır. Tıpkı ahlâkî failin ne bireysel eylemlerinin toplamı ne de onlardan tamamen kopuk ve bağımsız bir şey olmaması, ama onların yapı ve düzen kazanmış birliği olması gibi, cemaat de yalnızca bireylerin bir toplamı olmayıp, onların tek tek her birinde tamamen mevcut olan bir bütündür. O bireylerin kurucusudur, öyle ki bireyler topluluk olmadan varolamazlar; topluluk da aynı şekilde sadece onlarda ve onlar aracılığıyla varolabilir.​
Demek ki Hegel'e göre, tümel ile tikel, form ile içerik, bireyin rasyonel boyutuyla ahlâkî özü arasındaki sentez, içinde tek tek her bireyin bir yandan bütünün iyilik ve mutluluğuna katkıda bulunurken, kendi gerçek tatmin, özgürlük ve mutluluğunu doya doya yaşayacağı, kendini tam olarak gerçekleştireceği organik bir cemaatte mümkün olur. Yani ahlâkî fail burada, hem istediğini yapabilmek bakımından öznel anlamda ve hem de tarihinin akışı tarafından belirlenmek yerine, onu rasyonel bir tarzda oluşturabilmesi bakımından, nesnel anlamda özgür olur.​
Heget ihtiyaç ve arzularımız toplum tarafından şekillendiği için, organik cemaatin topluma en fazla hayır sağlayan arzuların uyanışına yol açtığını öne sürer. Organik cemaat dahası, üyelerine kimliklerinin cemaatin bir parçası olmakla ilgili bir şey olduğu bilincini kazandırır. Öyle ki, burada bireyler, nasıl ki kopan kolumun yeniden yerine iade edilememesi durumunda cansızlaşacak olması gibi, bütünü unutacak, hatta bütünün aleyhine olacak şekilde kendi kişisel çıkarları peşinde koşmazlar. Burada özgür bireyler cemaatlerinin kendilerine dayandığı rasyonel ilkeleri özümseyip, onlara hizmet etmeyi özgürce seçerler.​
Organik cemaat şu hâlde, geleneği olan, geleneğine, geleceğe açıklık içinde, bağlanan bir toplum türüdür. O, üyelerinin doğal yanlarım yok saymadığı; değer karşısında yansız değil, fakat taraflı olmayı seçtiği için, soyut olmak yerine, somut ve özgürleştirici bir rasyonaliteyi cisimleştirir. Bundan dolayıdır ki, burada Fransız İhtilali'nin önderlerinin, soyut ve evrensel ödev anlayışında, insan varlıklarının doğal yanına tahammül edemeyen Kant'ın düştüğü yanlışın politik cisimleşmesine tekabül eden hatalarına düşülmez. Varolan dünyada rasyonel olanı arayan ve bu rasyonel unsurların kendilerini tam olarak ifade etmelerine imkân sağlayan organik cemaat, gelenek, akil ve erdem sentezi üzerine yükselen bir düzeni tanımlar.​
W. F. Hegel, Bütün Yapıtları (Seçmeler)(çev.​
Demirhan), Ankara, 1976.​
G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri (çev. C. Karakaya), İstanbul, 1991.​
J. D. Mabbott, An Introduction to Ethics, London, 1966.​
P. H. Novel-Smith, Ethics, Baltimore, 1954.​
R. B. Pippin, Modernism as a Philosophical Problem, Oxford, 1995.​
P. Singer, Hegel, Oxford, 1983.​
C. Taylor, Hegel, Cambridge, 1988.​
J. P. Thiroux, Ethics: Theory and Practice, California, 1977.​
U. Z. Ü\ken, Ahlâk, İstanbul, 1946.​
Ayrıca bkz., AHLÂK, AHLÂK EĞİTİMİ, BİREYCİLİK, ETİK, ETİĞİN TARİHİ, HEGEL, KANT, KOMÜNOTARYANİZM, METAETİK, MILL, ÖDEV ETİĞİ, YARARCILIK.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst