1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Ahlâk Ve Din, birbirlerinden önemli ölçüde bağımsız alanlar olmakla birlikte, ikisi arasmda tarih içinde zaman zaman belli, hatta yakın ilişkiler de olmuştur. Bunun böyle olması da çok doğaldır, çünkü bir kere her şeyden önce her dinin belli bir ahlâkî boyutu olduğunu unutmamak gerekir; başka bir deyişle, ahlâkî öğretiler bütün dinlerin, ama özellikle de semavî dinlerin merkezinde bulunur. Zira her din belli bir değer sistemi getirir, insanlara hangi ideallere göre, nasıl eylemeleri ve ne tür bir karakter oluşturmaları gerektiğini bildirir. İlişkiye diğer taraftan bakıldığında ise, Ortaçağın dinden beslenen, dini dünya görüşünden hareket eden, en yüksek ya da yegâne değer kaynağı olarak Tanrı'yı ahlâklılığın nihaî amacı yapan felsefi etikleri bir yana, imanı, insanın Tanrı'yla olan ilişkisini ahlâklılığın temeline yerleştiren Kierkegaard ve Jaspers gibi modern düşünürlerin etik teorilerinde bile önemli bir yer tutar.​
Ahlâk ile dinin yakın bir ilişki içine girmelerinin ikinci önemli bir nedeni de, yüzyıllardan beri, sadece teologların değil, fakat filozofların da, ahlâkî değerleri aşkın bir alanla ilişkilendirmeleri, ahlâkî ilkeleri Tanrı'nın varoluşuna bağlamak istemeleridir. Bu da, son derece doğal ve anlaşılır bir şeydir, zira özellikle bir ahlâk yasasının varoluşuna, evrensel değerlerin değişmezliğine inanan mutlakçı filozoflar için, ahlâkî ilkeler mutlak ve ezelî-ebedî olduklarından, onların söz konusu mutlaklık ve ezelî-ebedîlik özelliğini kazanmaları için, kendisi de ezelî-ebedî ve mutlak olan Tanrı'nın doğasına bağlanmaları gerekir. Dahası, gerek teolog ve gerekse ahlâk filozofu açısından, ahlâkî davranış herkesten talep edilen bir şey olup, ahlâkî davranışın önemini ve değerini güçlendirmenin en iyi yolu, ahlâkî ilkelerin kaynağında Tanrı'nın bulunduğunu öne sürmektir.​
Başka birçok konuyu olduğu gibi, bu Tanrı ahlâk ilişkisi konusunu da felsefe tarihinde enine boyuna ele alan ilk filozof Platon olmuştur. Nitekim, Sokrales'le genç Eutlıyphron'un dindarlığın ne olduğunu tartıştıkları Euthyphron adli diyalogda, Sokrates, "bir şeyin dini, ya da salt din ve ahlâk ilişkisi bağlamında, ayni anlama gelmek üzere iyi ve doğru olduğu için mi Tanrı tarafından tasvip gördüğünü, yoksa bizzat Tanrı tarafından yapılması emredildiği için mi dini ya da iyi ve doğru olduğu" sorusunu sorar. Etıtlıyphron ikilemi olarak bilinen bu ikilemin ortaya koyduğu, birbirlerini tamamen dışlayan iki alternatif şudur: (1) Tanrı, öteden beri varolmakta olan, kendisinin dışında, kendisinden bağımsız bir ahlâkî ilkeler kümesi veya en azından ahlâklılık standartı getirir. Veya (2) Tanrı, ahlâkî ilkeleri, ahlâklılık ölçütlerini, her şeyden bağımsız olarak kendisi koyar.​
Ahlâklılığı, ahlâkî ilkeleri Tanrı'nın varoluşuna bağlayan filozoflar, İlkçağdan bu yana söz konusu Euthyphron ikileminin sunduğu iki alternatiften biri ya da diğerine meyletmişlerdir. Söz gelimi, Ortaçağ Hıristiyan düşünürü meşhur Aquinah Thomas, doğal hukuk teorisinin, Tanrı'nın insanlara yol göstermesini mümkün kılan, bir versiyonunu ortaya koyarken, ikilemin birinci alternatifine sarılır. Onun doğal hukuk öğretisi, bu bağlamda üç temel iddiada bulunur: (1) Tanrı bir ahlâkî değerler silsilesini buyururken, onları insan doğasına dahil etmek suretiyle yasalaştırır; (2) son tahlilde, bizim bir sezgi melekesiyle keşfettiğimiz, tek bir doğa yasasının hükmü geçerlidir; (3) insanlar bu nihaî hükümden, doğal hukukun otoritesine sahip birtakım daha özgül ahlâkî kuralları türetirler.​
Aquinah Thomas'tan sonra da, doğal hukuk geleneği içinde yer alan birçok düşünür, onun izinden giderek, ahlâk ve din, ahlâklılık ve Tanrı’nın varoluşu ilişkisi bağlamında, Euthyphron ikileminin birinci alternatifine, yani Tanrı'nın öteden beri varolan bir ahlâkî değerler ve ilkeler kümesini insanlara buyurduğu alternatifine bağlanmıştır. Bu düşünürlere en güzel örnek, bir Rönesans düşünürü olan Hugo Grotius'tur. Buna karşın, irâdecilik diye tanımlayabileceğimiz tavır, ikilemin ikinci alternatifine, yani Tanrı'nın ahlâkî ilke ve kuralları, hiçbir şekilde sınırlanmamış olarak tamamen kendi özgür irâdesiyle yarattığı veya koyduğu alternatifini seçer. Ortaçağda Ockhamlı William, modern dönemde de söz gelimi Samuel Pufendorf tarafından benimsenmiş olan bu tavır, özellikle ahlâkın sekülerleşme sürecinde epey bir yolun zaten alınmış olduğu on sekizinci yüzyılda genel tepki hareketinin bir parçası olarak benimsenmiştir. Nitekim, bu dönemde Tanrı'nın irâdesi kavramı birçok ahlâk anlayışında merkezî bir rol oynamış, bazı düşünürler ahlâkî ilkelerin varoluşunu tamamen Tanrı'nın irâdesine bağımlı hâle getirirken, diğer bazıları da Tanrı'nın irâdesinin insanların ahlâkî ilkeleri neden benimsemeleri gerektiğinin nihaî yanıtı veya dayanağı olduğunu söylemişlerdir.​
Yine de, Yeniçağ esas itibariyle, ahlâkın dinden büyük ölçüde koparıldığı, ahlâkın seklileri eşmesi yönünde ciddi adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Bu konuda önderlik edenler ise, esas itibariyle İngiliz düşünürler olmuştur. Nitekim, David Hume söz konusu sekülerleşme sürecinde iki yönlü bir strateji izler. Buna göre, o her şeyden önce ahlâk ve ahlâklılık olgusuna bilimsel bir çözüm ve açıklama getirmeye çalışmıştır. Ona göre, ahlâk adını verdiğimiz, belli birtakım tutumlardan, eğilim, pratik ve davranışsal yönelimlerden oluşan, kendisiyle bütün insanlarda, hatta farklı zaman ve toplumlarda karşılaştığımız garip bir fenomen vardır. Hume burada, önce ahlâk adı verilen bu fenomenin niçin varolduğu ve nasıl geliştiği sorusunun sorulması, sonra da bu sorunun çağın bilimsel ruhuna ve icaplarına uygun olarak, nedensel bir hipotez geliştirmek suretiyle, bilimsel bir biçimde, psikolojik ya da antropolojik ve sosyolojik terimlerle yanıtlanması gerekliğini öne sürer. Bundan dolayı, onun doğalcı elik görüşü, ahlâkın ve ahlâkî fenomenlerin, tam tamına Nevvton'la izleyicilerinin fizikî dünyayı araştırdığı ve açıkladığı tarzda, araştırılıp açıklanması yönünde bir teşebbüs olarak gelişmiştir. Zira ona göre, ahlâklılık sadece insan varlıklarının doğal nitliklerine, dünyadaki olgulara gönderimle açıklanabilir. Başka bir deyişle, ahlâklılık olgusuna, insan zihnine ve davranışına ilişkin araştırmaya bilimsel bir yöntem uygulayarak yaklaşmamız, onu bilimsel bir tarzda ele almamız gerektiğini öne süren Hume, doğallıkla bir yandan da etiği teolojik olarak temellendiren veya ahlâklılık olgusunu Tanrı'nın emirlerine veya duyu-denevimi ve bildik duygusal tepkiler yoluyla asla açıklanamayan vicdan benzeri özel yeti ya da melekelere gönderimle açıklayan görüşlere şiddetle karşı çıkmıştır. Nitekim, o Dialogues Concerning Natural Religion [Doğal Din Üzerine Diyaloglar] (1779) ve The'Natnral History of Religion [Dinin Doğal Tarihi] (1757) adli eserlerinde, ahlâk ile din arasında kurulan ilişkiye birçok yönden karşı çıkar. O, her şeyden önce, salt felsefi Tanrı telakkilerinin, bizim insan varlıklarında gözlemlediğimiz ahlâkî niteliklerin Tanrı'ya atfedilmesine kesinlikle engel olduğunu söyler. Bunun nedeni ise, iki varlık türünün birbirinden mutlak farklılığı, Tanrı'nın insan varlığını her yönden sonsuzca aşmasıdır. İnsan varlıkları söz konusu olduğunda, onun ahlâkî duygu ve değerleri, doğrudan onun doğal ya da biyolojik yapısına bağlı olup, varlığını koruma ve sürdürme amacına hizmet eder. Oysa geleneksel felsefi Tanrı tasarımlarına göre, Tanrı ezelî-ebedî ve kendisinde maddî hiçbir şey bulunmayan tinsel bir varlık olup, insanı her yönden sonsuzca aşar. Hal böyle olduğuna ve hatta iki varlık türü arasında bir analoji kurmak bile mümkün olmadığına göre, ahlâkla ilgili İnsanî değer ve hatta kavramların Tanrı'ya uygulanabilmesi söz konusu olamaz.​
Hume, ikincileyin felsefi Tanrı telakkisinden popüler Tanrı anlayışına geçmenin de bu konuda bir vardım sağlamayacağını öne sürer, çünkü halklardan pek de azımsanamayacak bir bölüm, söz gelimi Yunan mitolojisinde olduğu gibi, Tanrı'nın ahlâksız, ya da en azından ahlâkî değerlere ilgisiz bir varlık olduğuna inanır. Hume, ahlâk için Tanrı'nın desteğini elde etme teşebbüsünün bevhudeliğini göstermeye çalışırken, nihayet, bu durumun insanın ahlâkından ziyade, iki yüzlülüğüne işaret ettiğini, onu gereksiz dini ritüellere sevkettiğini söyler. Ona göre, Tanrı'nın emirlerini yerine getirmeye, onun hoşuna gitmeye çalışan insanın aklında, ahlâklılık yoktur, fakat Tanrı'ya yaranma ve dolayısıyla, hesap kitap vardır.​
Hume'dan sonra da İngiliz düşünürleri ve bu arada diğer modern Avrupa filozofları, onun ahlâka seküler yaklaşımını sürdürmüş, din ve ahlâk ilişkisi, felsefede çok büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Bunu Jeremy Bentham, John Stuart Mill, Henry Sigdwick, G. E. Moore'un yararcılığında, D. Ross ve Charles Stevenson'un sezgiciliğinde görmek, fazlasıyla mümkündür.​
M. S. Aydın, Tanrt-Ah/âk İlişkisi, Diyanet Vakfı Yayınlan, Ankara, 1991.​
J. Bumet, Plato's Eutlıyphro, Apology of Socrates and Crito, Oxford, 1970.​
A. Cevizci, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınlan, İstanbul, 2001.​
Y. Ceylan, “Din ve Ahlâk", Doğu Bati, 4/1998, ss. 107-114.​
D. llume, Din Llstüue(qev. M. Tuncay), İstanbul, İmge Kitabevi, 3, baskı, 1995.​
I. Kant, Imntanuel Kant's Critique of Pure Reason( transla ted by N. K. Smith), London, Second impression 1933.​
Platon, The Collected Dialogues of Plato(tr. by. B. Jowett) 4 vols., Oxford, 1953.​
Avuca bkz., AGNOSTİSİZM, AHLÂK, AHLAK VE DİN, DİN, DİN FELSEFESİ, ETİK, HUME, KANT, KOZMOLOJİK DELİL, ÖDEV ETİĞİ, TELEOLOJİK DELİL, TEOLOJİ.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst