Patristik felsefenin en etkili, önemli ve hiç kuşku yok ki en büyük filozofu, Batı Ortaçağı’nın Aquinalı Thomas’ın Hıristiyan felsefesine damgasını vurmaya başladığı 13. yüzyılın sonlarına kadar en büyük otoritesi olan Aziz Augustinus’tur (MS 354-430). Aydınlanma teorisiyle Platon’un anımsama teorisini hatırlatan, Descartes’ın “doğal ışık”ında ve Malebranche’da yaşayan, Reformasyon’da etkisi çok fazla hissedilen, kötülük problemi ve insan özgürlüğüne ilişkin çözümleri bugün bile kabul gören Augustinus, düşüncesinde en çok Platon felsefesinden etkilenmişti. Aslında o, saf bir filozof, sistem kuran bir filozof olmayı hiç düşünmemişti; dolayısıyla, Patristik dönemin diğer filozofları gibi, teolojiyle felsefe arasında bir ayrım yapmadı. Gerçekten de Aziz Augustinus felsefeyi bağımsız bir disiplin olarak görmeyip, büyük ölçüde Hıristiyanlığın akla uygun içeriğini kavrayabilmek için bir araç olarak değerlendirmişti. İşte bundan dolayıdır ki “inanabilmek için anla; anlayabilmek için iman et!” demekteydi.​
Buna göre, bir teolog ya da Kilise Babası ve bir filozof olarak Aziz Augustinus, pek çoklarına göre Donatizm, Pelegianizm ve Manişeizm benzeri dini sapkınlıkları açıkça tanımlamak suretiyle Hıristiyan ortodoksisini ifade ve belirleme noktasında en ileri noktaya gitmiş kişiydi. Onun felsefesi Hıristiyan vahyinden olduğu kadar, Helenistik dönem Yunan felsefesinden de çıkmaktaydı. Özgünlüğü kısmen bundan kaynaklanıyordu; yani, onun düşüncesi önemli bir bölümüyle Yunan felsefesi ve Hıristiyanlık arasında gerçekleştirdiği sentezin bir eseri olmak durumundaydı. Özgünlüğü, ikinci olarak da felsefede modern düşünceye, özellikle de Descartes’a özgü bir yaklaşımı, Ortaçağ düşüncesi için çok istisnai bir durum meydana getiren ben-merkezli bir yaklaşımı hayata geçirmesinden kaynaklanıyordu. Ortaçağ düşüncesinde epistemolojiden etiğe, metafizikten siyaset felsefesine pek çok konuyu ilk kez olarak ele alan filozof olarak Augustinus, Batı felsefesi literatürüne otobiyografiyi sokmuştu.​
(a) Bilgi Anlayışı
Hakikati arayan fakat onu bulamayan insanın mutlu olamayacağını söyleyen ve kişisel hayatında, kuşkunun yarattığı belirsizlik, sallantı ve acılardan çok mustarip olmuş olan Augustinus, Tanrıya bilgi konusundan hareket ederek ulaşmıştı. Bundan dolayı, onu en fazla meşgul eden iki soru, “bizim bir şeyi bilip bilemeyeceğimiz” ve “biz insan varlıklarının kesinliğe ulaşıp ulaşamayacağımız, ulaşabildiğimiz takdirde de ona nasıl ulaşabileceğimiz” soruları olmuştu. Başka bir deyişle kuşkuculuğu aştıktan sonra, “sonlu, sınırlı ve değişen, yalnızca duyusal varlıkları bilmeye muktedir olan insan varlıklarının kendilerini her bakımdan aşan, değişmez, ezeli-ebedi hakikatleri nasıl bilebildikleri” sorusu Aziz Augustinus’u Tanrıya götürdüğü için onun felsefesinde bilgi anlayışı önce gelir.​
Aslında Augustinus’un Yunan felsefesinden aldığı üç unsur ya da disiplinli felsefe anlayışı kadar, Platonik felsefeden miras almış olduğu epistemoloji görüşü de Ortaçağ düşüncesine belli ölçüler içinde aykırı düşen bilgi çıkışlı bir felsefe anlayışını öngörmekteydi. Söz konusu üçlü sınıflamaya göre felsefe, mantık, fizik ve etikten meydana geliyordu. Mantıkla büyük ölçüde diyalektiği anlayan Augustinus, fizikten de büyük ölçüde metafiziği anlamaktaydı. Gerçekte söz konusu felsefe türü, ilahi şeylerin bilimi olarak sapientia (metafizik) ve duyusal şeylerin bilgisi olarak scientia (fizik) olarak ikiye ayrılmaktaydı. Bu yüzden Platon’un Timaeos’undan hareket ederken, Hıristiyanlığın ezeli-ebedi hakikatle zamansal şeylere ilişkin duyusal inançlar arasındaki doğru ilişkiyi kurması gerektiğini düşünen Augustinus, önce bilginin mümkün olduğunu gösterebilmek için Akademi kuşkuculuğuna saldırdı.​
Gerçekten de kuşkunun Hıristiyanlığa dönmeden önceki hayatında nasıl olumsuz bir rol oynadığını, onu hakikate ermekten nasıl alıkoyduğunu iyi bilen Augustinus, felsefesinde Septisizmi geçersizleştirdikten sonra, bilgiye ilişkin bir tartışma aracılığıyla Tanrıya erişmenin mümkün olduğunu gösterme yoluna girdi. Nitekim argümanı, kuşkunun mutluluk nihai hedefine dayalı bir yaşayış ya da ahlak anlayışı için bir engel oluşturduğunu gözler önüne sermekten oluşur. Ona göre de doğanın ilkeleri karanlıktır. İnsanlar yüzyıllardan beri hayatın ateşten mi, yoksa havadan mı çıktığını; varlığın madde mi yoksa İdea mı olduğunu; ruhun basit mi birtakım unsurlardan mürekkep mi olduğunu sürekli tartışmışlardır. Augustinus, her şey tartışmalı olsa dahi, kişinin ne kadar kuşkucu olursa olsun, kendisinden kuşku duyamayacağı en azından bir olgu olduğunu, yani onun kendi varoluşundan asla kuşku duyamayacağını söyler. Ne kadar kuşku duyarsam duyayım, kuşku duyduğum zaman, varolan biri olarak kendimin bilincinde olurum. Bildiğimi düşündüğüm zaman aldanabilsem dahi, yine de aldanabilmek için varolmam gerekir. Si fallar sum.​
İşte burası, söz konusu sarsılmaz kanaat, bilgi için bir temel sağlar. Augustinus, insanın kendi benliğine ilişkin ilk ve temel sezginin, soyut bir biçimde ayırt edilebilecek olan bütün zihinsel edim ve işlemleri ihtiva ettiğini söyler. Buna göre söz konusu ilk ve temel sezgi, istemeyi, anımsamayı, düşünmeyi, hissetmeyi, dolayımsız idraki, yargılamayı içerir. O, bu tür dolayımsız bir bilgi ya da sezginin başka örnekleri de olduğundan emindir.​
Augustinus işte bu çerçeve içinde, bilgiyi duyusal bilgiden önce rasyonel bilgiye, sonra da gerçek tefekkür ya da sezgiye dayalı dolayımsız bilgiye yükselecek şekilde üçe ayırır. Buna göre bilgide, zaman içindeki değişen şeylerin, bu dünyanın ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan bilgisi olarak inanç ya da duyusal bilgiden amacı gerçek tefekkür, konusu akılla anlaşılabilir İdealar olan hakiki bilgeliğe doğru bir yükseliş olduğunu öne sürer. Bilgi duyusal nesnelerin ampirik bilgisinden intelligibiles resin önce rasyonel, sonra da sezgisel bilgisine doğru belli bir sıra içinde gelişir. Nitekim ona göre, birinci bilgi türü duyusal bilgi, duyular aracılığıyla kazanılan malûmattır. Bu bilgi, bilginin en aşağı derecesi olup, duyuma karşılık gelir ve insanlarda olduğu kadar hayvanlarda da söz konusudur.​
Bu bilginin konusu olan varlıklar, zamansaldır; yani, zaman içinde varlığa gelir, belli bir süre sonra da yok olup giderler. Duyumsal bilginin konusu olan varlıklar, ikinci olarak mümkün ya da olumsal olan varlıklardır; yani onlar varlığa gelmeleri kadar, gelmemeleri de mümkün olan, olduklarından başka türlü de olabilen ve dolayısıyla, zorunlu bir bilgi doğurmaya elverişli olmayan varlıklardır. Üçüncü olarak bu varlıklar, değişirler; sürekli bir değişme süreci içinde bulunurlar. Burada Platoncu bir bakış açısıyla hareket eden Augustinus, değişen varlıklara ilişkin gerçek bir bilgiden söz edilemeyeceğini söyler. Bu düzeyde söz konusu olan bilgi, en iyi durumda muhtemel, kuşkuya açık, göreli ve kendisinde zorunlu hiçbir öğe içermeyen olumsal bir bilgi, bir kanaat ya da sanıdır.​
İkinci bilgi düzeyi ile biz insan varlıkları, Augustinus’a göre, duyumsal düzeyden rasyonel bilgi düzeyine yükseliriz. Duyumsal bilgi ile üçüncü türden dolayımsız, sezgisel bilgi arasında tam orta noktada bulunan bu bilgide, insan zihni birinci bilgi düzeyinde konu aldığı cisimsel varlıkları, cisimsel olmayan, ezeli-ebedi öz ya da standartlara göre yargılar, değerlendirir. Burada sözü edilen cisimsel olmayan, ezeli-ebedi özler ise Platon’un İdealarıdır. Mutlak bir realizmin savunuculuğunu yapan, tümellerin insan zihninden bağımsız olarak var olduğuna inanan Augustinus’a göre, ezeli-ebedi ve mantıksal özler olarak İdealar, yetkin standartlar olarak ilahi ideler maddi dünyadaki kismi tezahürleri ya da yansımaları olan duyusal varlıklardan, mantıksal ve zamansal bakımdan önce olmak durumundadırlar. Duyusal varlıklarla bu yetkin özler arasında, suret-orijinal, kopya-asıl ilişkisi bulunduğundan, değişen tikel varlıklar, ancak asıllarıyla, orijinalleriyle yargılanabilirler. Salt insana özgü bir bilgi olan söz konusu bilgi türü, duyumdan veya duyumsal bilgiden, aklın katkısını, zihnin ezeli-ebedi gerçekliklerinin bilgisini içerdiği için üstün olmakla birlikte, duyumsal hiçbir şey içermeyen üçüncü bilgi türünden, duyuları kullandığı ve duyusal varlıkları konu aldığı için daha aşağıdır. Öte yandan, üçüncü bilgi türü, bizatihi kendisi için istenen bir bilgi iken, ikinci bilgi türü eylem amaçlı bir bilgi olup, pratik bir bilgeliğe karşılık gelir.​
Üçüncü bilgi türü, en yüksek bilgi türü olarak, şu halde, cisimsel olmayan, ezeli-ebedi ve değişmez gerçekliklerin, zorunlu doğruların temaşaya dayalı, doğrudan bilgisidir. Bu düzeyde hakiki bilgeliğe sahip olan insanın rasyonel ruhu gerçek bilgiye sahip olurken, duyusal dünyayla sınırlı kaldığında, hiçbir zaman erişemeyeceği, kesinliğe erişir.​
Aydınlanma Kuramı
Gerek ikinci, gerekse üçüncü bilgi düzeyinde söz konusu olan, maddi olmayan, ezeli-ebedi ve değişmez gerçekliklerin, zorunlu doğruların dolayımsız bilgisi, nasıl mümkün olabilir? Sonlu, sınırlı, değişen ve olumsal bir varlık olarak insan kendisini her bakımdan aşan değişmez doğruların, ezeli-ebedi İdeaların doğrudan bilgisine ve dolayısıyla kesinliğe nasıl ulaşabilir?​
Böyle bir bilginin varolduğundan, Augustinus, hiç kuşku duymaz. Onun buradaki argümanı bütünüyle Platonik bir argümandır. Aziz Augustinus’a göre, örneğin bir sanat eserine, güzel bir tabloya bakıp, onun güzel ya da çirkin, çok ya da az güzel olduğu yargısına ulaştığım zaman, bu yargı, yalnızca kendisiyle sanat eserini güzellik bakımından yargıladığım nesnel bir güzellik ölçütünün, kişiden kişiye değişmeyen bir güzellik standardının varoluşunu değil fakat bu nesnel ölçütün bilgisini de gerektirir. Bu nesnel güzellik standardının bilgisine sahip olmasam, nasıl olur da bir şeye güzel diyebilirim?​
Aynı şey, matematikçinin konusunu oluşturan doğrular, çemberler ve rakamlar için de geçerlidir. Geometricinin tahtaya çizdiği doğru çizgi, sokakta gördüğümüz dümdüz sopa, yetkinlikten yoksun, gelip geçici ve zamansal şeylerdir, oysa doğrunun ya da matematiksel doğruluğun kendisi, doğruluk İdeası değişmez. İkincisinin varoluşu ve bilgisi olmadan, nasıl olup da sopanın ya da tahtanın doğruluğuna karar verebilirim? Yine, bir araya getirdiğimiz üç elma ile beş elmanın birlikte sekiz elma yaptığını görürüz. Elmaların kendisinin ve onları toplayan insan zihninin değişken ve zamansal olduğu yerde, matematikçinin elmalardan, duyusal varlıklardan bağımsız olarak topladığı üç ve beş sayılarının sekiz ettiği doğrusu değişmez, nesnel, zorunlu ve ezeli-ebedi bir doğrudur. Dahası, duyumların kişiye özel olduğu yerde, bu doğrular, tüm insanlarda ortaktır.​
Augustinus, bilgi problemini bu şekilde ortaya koyunca, tıpkı Platon gibi, aralarında ortak hiçbir nokta bulunmayan iki varlık alanı veya gerçeklik türü arasında, bilgi temeli üzerinde, ilişki kurma problemiyle karşı karşıya kalır. Zira onun öngördüğü kesin bilgi anlayışına göre, bir yanda en azından bir yönüyle duyusal, olumsal, zamansal, değişken ve gelip geçici olan insan varlığı, diğer yanda ise akledilir, zorunlu, ezeli-ebedi, değişmez ve kalıcı olan İdealar ve zorunlu doğrular vardır. Augustinus, problemi bu şekilde ortaya koyduğu için bilgiyi veya insanın sözgelimi erdemin ya da karenin ne olduğuna ilişkin bilgisini, Aristoteles’in yaptığı gibi bir tür soyutlama sürecine gönderme yaparak açıklama imkânını daha baştan devre dışı bırakmış olur. O, Hıristiyan öğreti gereği, ruhun doğum öncesi varoluşunu kabul edemediği için anımsama öğretisinden de uzak durur. Dahası, Aziz Augustinus’un gözünde kesin bilgi, temsili veya dolayımlı bir bilgi değil de dolayımsız bir bilgi olduğu, kişi gerçek bilgiye sahip olduğunda, kesin bilginin ideal nesneleriyle doğrudan bir temas içinde bulunduğu için de Augustinus anımsama öğretisini veya Descartes’ta söz konusu olan türden, “doğuştan fikirler” anlayışını da kabul edemez.​
Aziz Augustinus, işte bu noktada, özel bir aydınlanma teorisinden söz eder. Başka bir deyişle, ona göre, insan zihni ezeli-ebedi, değişmez doğruları, nesnel ölçütleri görebilmek için aydınlatılmaya gerek duyar. Bu aydınlatmanın kaynağında ise Tanrı vardır. Söz konusu aydınlatma, insanın bilgide, zihninin sonluluğunun yol açtığı sınırlamanın üstesinden gelmesine imkân verir. Kuramda Augustinus, epistemolojik probleme uygun bir metafor olarak ışık metaforunu kullanır. Bilgide insan zihnini aydınlatan ışık, ona göre Tanrıdan gelir.​
Burada söz konusu olan aydınlatma, güneş ışığını ön gözün gördüğü duyusal nesneler için gerçekleştirdiği işlevin aynısını, zihnin bilgide konu aldığı nesneler için gerçekleştiren manevi bir aydınlatmadır; yani tıpkı güneş ışığının cisimsel ya da duyusal varlıkları göz için görülür hale getirmesi, görme için gerekli aydınlığı sağlaması gibi, ilahi aydınlatma da akılla anlaşılabilir İdeaları, ezeli-ebedi ve değişmez ya da a priori doğruları zihin için akledilir ya da kavranabilir hale getirir. Zihin bu sayede, ışığın kendisini değil de zorunlu ve ezeli-ebedi hakikatlerle, bu doğrulardaki zorunluluk ve ezeli-ebedilik özelliklerini görür. Yine zihin böylelikle, yaratılmış şeylerle, değişmez ve zaman-dışı İdealar arasındaki ilişkiyi, zorunlu bir yargıda yer alan kavramlar arasındaki ilişkide ortaya çıkan zorunluluk ve değişmezlik unsurlarını kavrar.​
(b) Tanrı
Söz konusu bilgi anlayışı ya da aydınlanma kuramı, Aziz Augustinus’a, ayrıca Tanrının varoluşu için bir delil sağlar.​
Tanrının Varoluşuyla İlgili Argümanı
Buna göre, Tanrının varoluşu için öncelikle ve temelde, dış dünyadan, dış dünyadaki nedensellik ilişkisi veya düzen ve amaçtan hareketle a posteriori bir argüman geliştirmeyen filozof, kendi içinden, kendi dünyasından hareket eder. Argümanın hareket noktası, zihnin zorunlu ve değişmez hakikatlerle ilgili kavrayışıdır. Aziz Augustinus’a göre, zorunlu ve ezeli-ebedi bu hakikatler, sonlu insan zihninin çok üstündedir, bundan dolayı insan zihni onların karşısında eğilmek ve bu hakikatleri kabul etmek durumunda kalır. İnsan zihni bu hakikatleri kendince uydurmadığı gibi, değiştiremez de. Zihin yalnızca, kendisini aşan bu doğruların bilincine varır ve düşüncesini onlara göre düzenler. Augustinus, “bu zorunlu ve değişmez hakikatler, insan zihninin üstünde olmasaydı, insan zihninden bağımsız değil de zihne tabi olsaydı eğer, zihin onları dilediği gibi değiştirebilirdi,” der.​
O, tıpkı imgelerimizin, kendisinde ortaya çıktığı zihnin değişken ve yetersizliğini, duyum ya da izlenimlerimizin de kendilerinden türedikleri cisimsel ya da duyusal varlıkların maddilik ve olumsallığını yansıtması gibi, bu hakikatlerin de zorunlu ve ezeli-ebedi bir varlığı yansıttığını veya onların, bütün hakikatin temelini oluşturan manevi bir varlıkta temellenmek durumunda olduğunu söyler. Biz insan varlıkları, insan davranışlarını az ya da çok adil olan eylemler olarak yargılıyorsak eğer, yargılarımız keyfi ve gelişigüzel olmayıp, zorunlu ve ezeli-ebedi bir ölçüt, öz ya da İdeaya göre olmak durumundadır. Ona göre, bu öz ya da ölçütün ezeli-ebedi ve yetkin bir varlıkta bulunması ya da temellenmesi gerekir. Bu varlık ise Tanrıdır.​
Tanrının Sıfatları
Platonik geleneğe mensup bir Hıristiyan filozofu olan Aziz Augustinus için nihai gerçeklik olarak Tanrının ilk ve en temel sıfatı, doğallıkla değişmezlik oldu. O da aynen Platon gibi, değişenin, karşıt sıfatlar ya da yüklemler almak suretiyle çelişik bir yapı kazandığı için gerçek olamayacağını savunarak, değişmezliği neredeyse gerçek olmanın alameti farikası yaptı. Dahası, onda da değişmezlik düşüncesi, yine aynen Platon’da olduğu gibi, yetkin bir varlık olarak Tanrı düşüncesiyle yakından ilişkiliydi. Buna göre, Tanrı yetkin bir varlık ise eğer, O’nun değişmesinin veya değişme ihtiyacı içinde olmasının gerçek hiçbir nedeni olamaz; çünkü yetkin bir varlıkta değişmenin, bir yetkinlik kaybı veya mükemmeliyet yönünden bir eksilmeyle sonuçlanması mantıksal olarak kaçınılmazdır. Gerçekten de hiçbir şey yetkin bir varlıktan daha fazlası olamayacağına göre, değişen bir yetkin varlığın yetkin olmayan veya daha az yetkin bir varlık haline gelmesi kaçınılmazdır. Tanrı için böyle bir şey düşünülemeyeceğine göre, Tanrının sadece yetkin değil fakat aynı zamanda değişmez olduğunun kabul edilmesi gerekir.​
Augustinus açısından ilahi gerçekliğin veya Tanrının bir başka özelliği de yaratıcılıktı. Platonik felsefeden birçok noktada çok yoğun bir biçimde faydalanan Augustinus’un ustadan ayrıldığı birkaç husustan biri, söz konusu ilahi yaratma etkinliğinin mahiyeti konusuydu. O, bu bağlamda doğallıkla, Tanrının dünyayı, değişmeye konu olan şekilsiz maddeyi hiçten yarattığını öne sürdü. Dünyanın ilahi bir “ol!” buyruğuyla hiçten yaratıldığını ileri süren Aziz Augustinus, sonlu ve sınırlı insan zihninin Tanrının bu yaratıcı eylemini kavrayabileceğinden emin değildi.​
Gerçekten de yaratma ve Tanrının mutlak gücü konusunda, Hıristiyan inancına uygun olarak, dünyanın Tanrı tarafından hiçten, özgürce yaratılmış olduğunu öne süren; Yunanlıların ezeli maddeye biçim vermekten oluşan yaratma anlayışına ve daha özel olarak da Plotinos’un türüm ya da sudur öğretisine karşı çıkan Aziz Augustinus, hiçten özgür yaratma ve Tanrının yüceliği ve üstünlüğüyle, dünyanın Tanrıya bağımlılığı konusunda ısrarlı oldu. O, Tanrının bunun dışında, zamanın da yaratıcısı olduğunu, yaratılmamış ve yok edilemez olmak anlamında ezeli-ebedi olduğunu öne sürdü.​
Buna göre, Augustinus, Tanrının kendinden-kaim, ezeli-ebedi, değişmez ve sonsuz olması nedeniyle sonlu insan zihni tarafından kavranamayan Varlık olduğunu öne sürer. Tanrı, ayrıca basit olan, kendisinde bileşik hiçbir yan bulunmayan yetkin Varlık’tır; Tanrıda öz ve varoluş bir olup O’nun bilgeliği ve kudreti, özünün ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Tanrının tinselliği, sonsuzluğu ve basitliğiyle mekânı, ezeli-ebediliğiyle de zamanı aştığını ifade eden Augustinus, ilahi gerçekliğin yine mutlak olarak iyi olduğunu belirtmekteydi. Gerçekten de var olmanın iyi olduğu ve en gerçek varlığın en iyi olması gerektiği Augustinus için apaçık bir şeydi. Tanrı, yetkin bir bilgiye sahip olmasının dışında, O’nun gücü de sınırsızdır. Yaratılmış tüm varlık türlerinin O’nda İdeaları ya da tohumları vardır ve Tanrı bu İdeaları, kendisinin mümkün yansıma ya da tezahürleri, yaratacağı şeyler olarak, ezeli-ebedi bir tarzda, görmüş ve bilmiştir. Şu halde, söz konusu görü ya da ezeli-ebedi bilgi ediminde, Tanrı her şeyi, insanın özgür eylemlerini bile, önceden bilir.​
(c) Değere Dayalı Varlık Görüşü
Augustinus, Tanrı dünya ilişkisi söz konusu olduğunda, dünyanın ya da varolanların hiyerarşik bir tarzda düzenlenmiş olduklarını savundu. Başka bir deyişle, köklerinin yine Platon’da ve Plotinos’da olduğu, varlıkları asli ve temel değerlerine göre dereceleyip düzenleyen hiyerarşik bir varlık görüşü benimsemişti. Onun bir değer hiyerarşisini bir gerçeklik hiyerarşisi haline getiren ve dolayısıyla varlık derecelerinden söz eden bu varlık anlayışına göre, bir şey daha iyi ve daha değerli olduğu, daha yüksek bir değere sahip bulunduğu sürece, varlık hiyerarşisinde, daha yüksekte bir yerlerde bulunur. Buna göre, en yetkin, en yüksek değere sahip, en iyi varlık olan Tanrı, sadece varlık değil fakat değer hiyerarşisinin de en tepesinde bulunmaktadır. Maddi varlıklar, fiziki şeyler hiyerarşinin en altında bir yerlerdedir. Buna karşın, insanların ruhları, Tanrıyla fiziki varlıklar arasında, ortalarda bir yerde bulunmaktadır; bu ruhlardan iyi insanların ruhları, günahkâr ruhların üstünde bir yerde olup, iyi melekler insan ruhlarının üstünde, Tanrının altında bir yer işgal ederler.​
İlk bakışta son derece açık ve masum bir varlık görüşü gibi görünen bu hiyerarşik varlık anlayışı, önemli birtakım ontolojik ve etik sonuçlar içerdiği için büyük önem taşır. Buna göre, en değerli, en iyi ve yetkin varlık olan Tanrı aynı zamanda, tüm varlıkların en gerçeği olan Varlık olduğu için değer ölçütü doğal olarak bir varlık dereceleri anlayışına götürür. Örneğin fiziki ya da duyusal varlıklar, oldukça düşük bir varlık derecesine sahiptirler, hatta tüm yaratıklar, Tanrıyla kıyaslandığında, hiçliğe yakındırlar. Başka bir deyişle, onlar mutlak bir yokluk ya da hiçlik içinde bulunmamakla birlikte, tümüyle ya da tam anlamıyla gerçek de değildirler. Onlar oluş içinde olan, değişen, varlığa gelen ve sonra da geçip giden varlıklardır. Değer hiyerarşisinden gerçeklik hiyerarşisine ya da varlık derecelerine geçildiğinde, bu kez ölçüt iyilik değil de değişmezliktir. Augustinus’un Platoncu bakış açısı burada, açık ve seçik bir biçimde ortaya çıkar: Değişen, oluş içinde bulunan, varlığa gelen tümüyle gerçek olamaz. Şu halde, Tanrının altında bulunan tüm varlıklar, ancak kısmen gerçektirler ve yalnızca Tanrı, bütünüyle gerçektir. Buna göre, değişmenin yaratıkların bir özelliği olduğu yerde, değişmezlik Yaratıcının temel sıfatlarındandır.​
Değere dayalı varlık hiyerarşisini, yine basitlik ve dolayısıyla birlik açısından değerlendirmek mümkündür. Buna göre, değişme ve oluş içindeki varlıkların yalnızca kısmen gerçek olduğu görüşü, bu değişme Aristotelesçi bir açıdan analiz edildiği takdirde, varlıkların ontolojik anlamda bileşik varlıklar olmalarını gerektirir. Başka bir deyişle, Tanrıyı Bir ve iyi diye adlandıran Augustinus’un söz konusu gerçeklik anlayışında, iyilik dereceleriyle varlık ya da gerçeklik dereceleri birlik derecelerini içerir. Hiyerarşinin en tepesinde bulunan en yetkin, en iyi ve en gerçek Varlık olarak Tanrı, aynı zamanda mutlak anlamda bir olan, bileşik olmayan en basit Varlık’tır. Yani, değişme gibi, bileşik olmanın da Tanrı tarafından yaratılmış varlıkların bir özelliği olduğu yerde, değişmezlik ve basitlik, eşdeyişle bileşik olmama, Tanrının başka bir temel sıfatıdır.​
Söz konusu anlayışta, değer hiyerarşisi ya da iyilik derecelerinin gerçeklik hiyerarşisi ya da varlık dereceleriyle özdeşleştirilmesi, Augustinus’ta, Ortaçağ felsefesinin çok önemli problemlerinden biri olan kötülük problemini gözler önüne sermesi bakımından da önem taşır. Buna göre, hiyerarşide yer alan varlıklar, en iyi ve en yetkin varlık Tanrı olacak şekilde, iyilikten değişen derecelerde pay alırlar. Bundan dolayı, cetvelde, iyilikten hiçbir şekilde pay almayan ve tümüyle kötü olan tek bir varlık bulunmaz. Kötülüğün yokluk ya da hiçlikle eşanlamlı olduğunu, kendisinde iyi hiçbir şeyin bulunmadığı bir varlıkta gerçeklik de bulunamayacağını, onun hiçbir şekilde varolamayacağını dile getiren söz konusu hiyerarşik değer ve varlık anlayışına göre, varolan her şey, şöyle ya da böyle iyi olmak durumundadır.​
(d) Kötülük Problemi
Augustinus’a göre, bu yüzden dünyada mutlak kötülük diye bir şey söz konusu olamaz. Kötülük, dolayısıyla pozitif bir şey olarak açıklanamaz. Kötülük, ancak ve ancak mevcut olması gereken bir iyi ya da iyiliğin yokluğu olarak açıklanabilir. Bu çerçeve içinde, bir şeyin, o normalde daha yüksek bir iyilik derecesine sahip olmak durumundayken, bundan yoksun olduğu takdirde kötü olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, Augustinus’un değere dayalı hiyerarşik varlık görüşü temele alındığında, varlık cetvelinde daha yukarıda bulunan şeylerin göreli olarak daha aşağıda bulunanları yönetmesi, yönlendirmesi, onlar üzerinde bir güce ve etkiye sahip bulunması gerektiği ama bunun tersinin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı ilkesiyle açıklanabilir. Nedensellik açısından ifade edildiğinde, nedensel etkinin kendisini, aşağıdan yukarıya doğru değil de yukarıdan aşağıya doğru göstermesi gerekir. Buna göre, varlık cetvelinde şeyler olmaları gerektiği gibi oldukları, bulunmaları gerektiği yerde bulundukları, daha iyi olup daha üstte bulunan altındakini yönettiği ve alttaki varlık da üstündeki varlığa tabi olduğu sürece, her şey düzen içinde olup, adil bir biçimde ayarlanmıştır; aksi takdirde, varlıkların düzeni bozulmuş olup, onlar kargaşa ve adaletsizlik içinde kalmışlardır.​
Augustinus, kötülüğü işte bu çerçeve içinde değerlendirir ve onu, nedensel etkinin aşağıdan yukarıya doğru gitmesi, daha aşağıdakilerin daha üsttekileri baştan çıkarıp, üsttekilerin alttakilere tabi olması, düzenin bozulması ya da tersine çevrilmesi, yani düzensizlik ve adaletsizlik olarak tanımlar. Bundan dolayı, kötülük, varlık cetvelinde gerçekten varolan pozitif bir şey olmayıp şeylerin doğal düzenlerinden uzaklaşmaları, normalde varolması gereken düzenin tersine çevrilmesi olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, Augustinus’a göre, dünyada kötülüğün ne zaman ortaya çıktığını sormak, daha aşağıda bulunan şeylerin nasıl olup da daha yüksek varlıklara yön verebildiklerini sormaktır. Buna göre insanda ruh, bedeni ve bedenin araçlarını, bütünün amacına uygun olarak yönlendirmek durumundayken, kötülüğün ortaya çıkışı bu düzenin bozulması, ruhun akıllı parçası tarafından yönetilmek ve sınırlandırılmak durumunda olan tutku, duyusal istek ve cinsel arzuların ruha tahakküm etmesi anlamına gelir.​
Bundan dolayı, ister ahlaki, ister fiziki, ister metafiziksel bir çerçeve içinde ortaya çıksın, kötülüğün sorumluluğu, Augustinus’a göre, Tanrıya değil de insana aittir. Her şeyin yaratıcısı olan Tanrı, onları adil bir biçimde, yani her birine hakkını vererek, bulunmaları gereken yer ve sahip olmaları gereken düzen içinde yaratmıştır. Fakat bu düzen bir şekilde bozulmuş ve tersine çevrilmiştir. O, bunu özgür iradesiyle insanın yapmış olduğunu söyler: İnsan, özgür iradesiyle daha aşağı şeylerin daha yüksek şeyler üzerinde güç ve değer kazanmalarına neden olmuştur; kötülük, yaratılmış iradenin, Tanrıya yüz çevirmesinin, sonsuz Tanrıdan uzaklaşmasının bir sonucu olmak durumundadır:​
(e) Günaha İlişkin Açıklaması
Gerçekten de etik anlayışında adaleti ve erdemi tanımlayacak, insanı kurtuluşa götürecek yolu gösterecek olan Augustinus, ilk günahla ilgili yorumunda, insan davranışının standartlarını ahlaklılık öncesi birtakım teorik ilkelerden çıkartmaya çalışır.​
Değere dayalı varlık hiyerarşisinden, değerle olgu veya varlık arasında öngördüğü yakın ilişkiden de belli olduğu üzere, onun öngördüğü moral düzenin kökleri spekülatif akıl tarafından tesis edilen doğal bir düzende bulunmak durumundadır. Buna göre, en yüksek anlamda veya en gerçek adalet varolan her şeyin akla uygun olarak doğru bir biçimde düzenlenmesini gerektirir. Sadece insanda değil fakat toplumda ve varlık alanında da yukarıda olanın daha aşağıda olanı yönetmesi, şekillendirmesi düzenin ve adaletin bir gereğidir. Başka bir deyişle, gerek insanda ve gerekse toplum düzeninde, bu düzen daha aşağıda olanın yüksekte olana tam ve evrensel bir tabiiyetini gerektirir. İşte böyle adil, ahenge dayalı bir düzen sözgelimi insan bedeni ruhu, aşağı itki, dürtü, istek ve arzuları aklı ve aklının kendisi de Tanrı tarafından yönetildiği zaman varolur.​
Böyle bir düzen ya da hiyerarşinin iyi ve erdemli müminler bilge yöneticilere, ilahi yasaya itaat​
etmek durumunda olan iyi yöneticilere tabi oldukları zaman toplumda da bulunması gerektiğini öne süren Augustinus’a göre, insan ilk adalet durumu içinde kalsaydı, yani günaha boyun eğmesiydi eğer, bu yetkin uyum hali varlığını devam ettirecek, insanlar maddenin tahakkümü altında kalmayıp, başka insanlara boyun eğmeyeceklerdi. Bu ahengi ve adalet düzenini bozan şey, insanın ilk günahı, onun Tanrıya başkaldırmış olması ya da hemcinsleri üzerinde egemenlik tesis etme arzusu göstermesidir. Bu açıdan bakıldığında, ilk günahın ilahi yasanın insan tarafından ihlal edilmesinden, bu ihlalin bir sonucu olarak bedenin ruha başkaldırmasından başka bir şey olmadığı açıklıkla ortaya çıkar.​
Bu, aynı zamanda kötülüğün ya da en azından kötülüğün bir bölümünün dünyaya girişini açıklayan bir olgu olmak durumundadır. Buna göre, Aziz Augustinus Tekvin’deki açıklamaya bakarak, başlangıçtaki yetkin ahengin ve adalet düzeninin bozulmasından, şeytan tarafından kandırılarak yasak meyveyi yiyen Âdem’in Tanrıya başkaldırısının sorumlu olduğunu dile getirir.​
Kötülüğün, olması gereken iyiliğin yoksunluğu olduğunu bildiren Augustinus’a göre, kötülük yoksunluk olduğu için meleklerin de insanın da kötü iradesinin fail nedeni olmasından söz etmek mümkün değildir. Bu yüzden, o Âdem ile Havva’nın Şeytan tarafından ayartılışından, sadece Tekvin’deki açıklamaya sadık kalabilmek için söz eder. Başka bir deyişle, Âdem ile Havva’nın Şeytan’ın sırnaşmalarına teslim olmalarının nedeni, doğrudan doğruya Şeytan’ın kendisi değil de onların iradelerinin zaten bozuk ya da kusurlu olmasıdır. Bu nedenle, insanın düşüşünün nedeni bir anlamda Şeytan olsa bile, onun düşüşünün daha temel bir anlamda nedeni, insanın iradesinde bulunan asli bir kusur olmak durumundadır.​
(f) Etik Anlayışı
İnsanın düşüşünü günah ve dolayısıyla onun Tanrıya başkaldırısı yoluyla bu şekilde açıklayan Aziz Augustinus, bu kez etik anlayışında, insanın kurtuluşunu ebedi saadet düşüncesi içinde, erdem ve Tanrı aşkı yoluyla ifade etmeye çalışır. Gerçekten de insanın ahlaki durumunu yine söz konusu değere dayalı varlık hiyerarşisiyle ve bir yandan da insan doğasına ilişkin düşüncelerini, Tanrının doğası ve yaradılış olgusuyla ilgili değerlendirmelerini bir araya getirerek açıklayan Augustinus’a göre, insan yaşamının doğal amacı, mutluluktur; bu apaçık bir şey olup insan varlığı yaşamı boyunca mutluluğu arayacak şekilde kurulmuştur. Bu, hiç kuşku yok ki yeni bir düşünce değildir; nitekim modern çağda da insanın nihai amacının mutluluk olduğu söylenecektir ve Augustinus’tan önce Yunanlılar da aynı şeyi söylüyorlardı. Aziz Augustinus’un yeniliği, mutluluğu farklı bir biçimde tanımlamasından ya da daha doğrusu insanın doğal amacına doğaüstü bir öğe eklemesinden meydana gelir:​
Augustinus’a göre, insanın mutluluğu Tanrıda aramasının nedeni, katışıksız bir biçimde doğal olan tek bir insan bulunmaması, insan varlığının doğanın ürünü, tabiat tarafından yaratılmış olan bir varlık olmamasıdır. İnsan Tanrı tarafından yaratılmış olup, kendisinde bu yaradılışın izlerini hep taşır. O, bu durumu ünlü aşk teorisiyle açıklar. Ona göre, insan zorunlu olarak, sonlu ve eksikli oluşundan dolayı, tamamlanmak arzusuyla sever. İnsanın aşkının belli nesneleri vardır. İnsanın aşkına konu olan bu varlıklar arasında, (i) madde ve fiziki nesneler, (ii) başka insanlar ve (iii) kendisi vardır. Bu varlıklardan her biri, aşk sırasında insanın ihtiyaçlarının belli bir bölümünü karşılar ve insana belli bir doyum ve mutluluk sağlar. Dahası, bu varlıkların hepsi Augustinus’un varlık cetvelinde yer aldıkları, Tanrı tarafından yaratılmış oldukları için iyi olmak durumundadır. Augustinus’a göre, sorun, öyleyse, insanın sevgisinde, onun aşkının farklı objelerinde değildir. Sorun ya da ahlaki problem, insanın aşkının nesnelerine bağlanma tarzıyla, o nesne ile ilgili beklentilerindedir. Buna göre, insanlar mutsuz, sefil ve bir çalkantı içinde olduklarından, aşkta mutluluk ararlar, aşk yoluyla tamamlanmayı umarlar.​
Augustinus’a göre insanların aşkı doğuran isteklerinin farklı olmasının yanı sıra, onların aşk nesnelerinin ve dolayısıyla çeşitli aşk türlerinin ürettiği sonuçlar da farklıdır. O, insanın çok çeşitli ihtiyaç ve istekleriyle bu ihtiyaç ve istekleri karşılayacak nesneler arasında belli bir mütekabiliyet olduğu düşüncesindedir. Zaten, Augustinus aşk etiğinde, aşkı insanın ihtiyaçlarıyla bu ihtiyaçları karşılayacak nesneler arasındaki ahenkli ilişki şeklinde tanımlar. İnsanın ihtiyaçları ölçümlenebilir bir nicelikte olduğundan, bu ihtiyaçları karşılayacak uygun nesneler de ancak bu nicelik ölçüsünde doyum sağlayabilirler. Örneğin biz ekmek ve çeşitli gıdaları sever ve onları açlığımızla orantılı bir nicelik içinde tüketiriz. Bununla birlikte, insanların bütün ihtiyaçları fiziki gereksinimlerden meydana gelmez. Örneğin biz, sağladıkları estetik doyumdan ötürü, sanat eserlerini de severiz. Daha yüksek bir düzeyde ise insanlara duyduğumuz aşk yer alır. Bu aşk bize, belli ölçüler içinde mutluluk sağlar hem niteliksel ve hem de niceliksel olarak haz verir.​
Bununla birlikte insanın ihtiyaçları, aşkın, bu ihtiyaçlara denk düşen nesnelerinin değiştirilmesiyle karşılanamaz; aşkın bu objelerinden hiçbiri diğerinin yerine geçemez ve asla kendisinden beklenenden daha fazlasını sağlayamaz. Örneğin hiçbir maddi zenginlik, insana duyulan sevginin ve bir insanla kurulan sağlam bir dostluğun yerini tutamaz. Öte yandan, insanın bir de tinsel ihtiyacı vardır. Başka bir deyişle, Augustinus’a göre, sonlu bir varlık olan insanın doğası o şekildedir ki ona en yüksek ve gerçek doyumla mutluluğu yalnızca sonsuz varlık olan Tanrı sağlayabilir. Tanrıyı sevmek, insanın mutluluğu için vazgeçilemez bir şeydir çünkü insana özgü bir ihtiyaç olan sonsuzluk ihtiyacını yalnızca sonsuz bir varlık olarak Tanrı karşılayabilir.​
Aşkın farklı, ancak meşru objeleri birbirlerinin yerini alamıyor, biri diğerinden bekleneni sağlayamıyorsa eğer, aşkta, sonlu bir nesne veya insan da sonsuz bir varlık olarak Tanrının yerine geçirilemez. Maddi varlıklar, başka insanlar ve kendisi, insanın aşkının meşru objeleri olabilmekle birlikte, insanın bunlardan birine duyduğu aşk, insan bu varlıkları gerçek ve nihai bir mutluluğa erişmek amacıyla sevdiği zaman, Augustinus’a göre, kötü ve düzensiz bir aşk haline gelir. Kötü ve düzensiz aşk, aşkın Tanrı dışındaki nesnelerinin herhangi birinden, onun gerçekte verebileceğinden ya da sağlayabileceğinden daha fazlasını ümit etmekten, varlık cetvelinde daha üstte bulunanların daha alttakileri yönlendireceği yerde, daha aşağıda bulunan varlıkların daha üsttekilere tahakküm etmesinden, insanın manevi ihtiyacını karşılayan Tanrıya yöneleceği yerde, maddeye, duyusal istekleriyle cinsel arzularına yenik düşmesinden oluşur.​
Düzensiz aşk kötü bir şey olup, insan davranışında birtakım bozukluklara neden olur, insanda kibre yol açar. Augustinus’un görüşüne göre, bütün bu bozukluk ve düzensizliklerin, kibrin temelinde ise insanın kendi kendisine yeter olduğu inancı vardır. Oysa ona göre, insan eksikli bir varlık olup ne fiziki bakımdan, ne duygusal yönden ne de manevi bakımdan kendisine yeten biridir. İnsanın, onu Tanrıdan uzaklaştıran kibri, o sonsuzluk ihtiyacını sonlu varlıklarla karşılamaya çalıştığı için her türden düşkünlüğe yol açar. Örneğin onun başka bir insana duyduğu aşk, bu ilişkiden, karşıdaki insanın verebileceğinden fazlasını elde etmeye çalışmasından dolayı, kendisi için doyumsuzluk yarattığı kadar, bu ikinci insan için de yıkıcı olabilir. Buna göre, kendisindeki en temel isteği karşılamak üzere, Tanrıya yönelmekten, Tanrıyı sevmekten geri duran insan, tüm maddi isteklerini karşılamasının kendisine huzur ve mutluluk getireceği inancıyla umutsuz bir çaba içinde sürüklenebilir, olmazı gerçekleştirerek delik fıçıyı umutsuzca doldurmaya çalışır.​
Augustinus’a göre, bütün kötülüklerin kaynağında, söz konusu düzensiz aşk vardır. Fesat, kıskançlıklar, doyumsuzluk, açgözlülük ve adaletsizlikler hep ondan çıkar. Düzensiz aşk düzeni bozulmuş uyumsuz insanlara, düzeni bozulmuş insanlar da düzensiz aile ve toplumlara yol açar. Öyleyse düzenli bir toplum kurmanın en önemli yolu, insanın kendisini ve dolayısıyla aşkını düzene sokmasıdır; onun, aşkının, başta Tanrı olmak üzere, farklı nesnelerini, uygun ölçülerde ve gereği gibi sevmesini sağlamaktır. Bu yapıldığı zaman ancak insan erdemli olup, ebedi saadete erişme yoluna girer.​
(g) Devlet anlayışı
Augustinus’un siyaset felsefesi ya da devlet anlayışı, birçok filozofta olduğu gibi, onun etik ve dolayısıyla metafizik anlayışına bağlıdır. Aşkın, yalnız bireyin değil fakat bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu öne süren filozof, aşk türlerinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayrımına ulaşmıştır. Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayrımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere iki devlet anlayışı vardır. Augustinus, işte bu çerçeve içinde, Tanrıya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrıdan çok yeryüzünü ve kendilerini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini, buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrıyı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini söylemiştir.​
Aynı noktaya başka bir yerden, yani insanın sosyal doğasından hareketle ulaşmayı denediğimizde, Augustinus’a göre, Tanrı tarafından insana bahşedilen özellik ya da yetkinlikler arasında bir de sosyal bir doğanın bulunduğunu söylememiz gerekir; bu tabiat Âdem’in cennetten kovulmasından sonra da şu ya da bu ölçüde korunmuştur. İnsanlar işte bundan dolayı, barışa erebilmek için aileler halinde yaşar ve devletler halinde örgütlenirler. Fakat tıpkı doğal ahlaklılığın, yeryüzü sevinçlerinin peşinde koşmasının insanı gerçek mutluluğa, ebedi saadete götürmeye yetmemesi gibi, gelip geçici politik devletler de insanı ebedi bir barış içinde yaşatmak için yeterli olmazlar. Gerçek mutluluk gibi, gerçek barış da Tanrının inayetine ihtiyaç duyar. İşte Tanrının insanları kurtarılmayı bekleyen gerçek müminler ve günahkârlar olarak ikiye ayırmış olması, biri Tanrı ya da Gökyüzü Devleti, diğeri ise İnsanın Devleti veya Yeryüzü Devleti olarak iki ayrı devletin doğuşuna yol açmıştır.​
Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır. İnsanlık tarihini Gökyüzü Devletiyle Yeryüzü Devletinin, başka bir deyişle, insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus’a göre, Yeryüzü Devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen şeytanın krallığıdır. Buna karşın, Gökyüzü Devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. O, Yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, Gökyüzü Devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler. Onun gözünde Hıristiyanlık ve Kilise, Gökyüzü Devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapıtaşlarıdır. Gerçekten de Augustinus’a göre, Gökyüzü Devletinin yeryüzündeki temsilcisi Kilise’dir.​
Bununla birlikte, Gökyüzü Devleti, göklerde ya da öte dünyada Tanrının yönetimi altında olan devlet; Yeryüzü Devleti ise bu dünyadaki devlet değildir. Başka bir deyişle, Augustinus Kiliseyi, Gökyüzü ya da Tanrı Devletinin temsilcisi olarak görmekle birlikte, Yeryüzü Devletini bu dünyadaki devletlerle, Gökyüzü Devletini ise Kilise ile özdeşleştirmekten sakınır. Çünkü bu ikisini özdeşleştirseydi eğer, tüm Hıristiyanların Tanrı devletinin vatandaşları olarak günahın kirinden arınmış olduklarını söylemek, Yeryüzü Devleti şeytanın yarattığı bir devlet olduğu için kralların buyruklarına uyulmamasını istemek durumunda kalacaktı. O, Yeryüzü Devleti ve Gökyüzü Devleti ayrımıyla, daha çok kötü yönetimlerle iyi yönetimleri anlatmak ister. Buna göre, Gökyüzü Devleti dünya devletlerinin örnek almaları gereken ideal ve ebedi bir devlettir. Tanrının yönetimi altında olan, yürekleri Tanrı sevgisiyle dolu insanları birleştiren Gökyüzü Devletinde günah yoktur. Günah olmadığı için de ilk günahın eseri olan mülkiyet ve kölelik de bulunmaz. Bundan dolayı, Gökyüzü Devletinde eşitlikçi bir düzen vardır. Gökyüzü Devletinde, prens uyruklarına sevgiyle hizmet eder; Tanrı devletinde uyrukları prense uyar, prens ise belli bir tabakanın ya da kendisinin iyiliğini değil de herkesin iyiliğini düşünür. Burada, prens ya da yönetici, yönetmekten çok, hizmet eder.​
Yeryüzü ya da Dünya Devletinde ise ilk günahın ürünü olan madde hırsı, mülkiyet, kölelik ve eşitsizlik vardır. Burada prens ya da yönetici, boyun eğdirdiği halkın iyiliğini düşünerek değil, “egemenlik tutkusu” ile “tahakküm etme arzusu”yla, başkalarına üstün olmak, onlara baskın çıkmak hırsıyla yönetir. Oysa Tanrı, Augustinus’un hiyerarşik dünya görüşüne göre, yaradılışın en yüksek ve en değerli eseri olan insanı başka insanlara değil de hayvanlara egemen olması, duyusal yanlarını sınırlaması için yaratmıştır. Augustinus’a göre, Yeryüzü Devleti, onun esaslarını belirlediği ve ideal bir model olarak gördüğü Gökyüzü Devletine olabildiğince benzemek durumundadır. Bu ise ancak aşkla insanların aşkın nesnelerine hak ettiği değeri vermeleriyle, Yeryüzü Devletindeki Tanrı Devleti vatandaşlarının sayısının artmasıyla olur.​
Aziz Augustinus’un birçok bakımdan büyük önem taşıyan ve Hıristiyan Ortaçağ Felsefesine, İslam dünyasından çevirilerin yapıldığı ve Aristoteles’in yavaş yavaş ve her yönüyle keşfedilmeye başlandığı yüzyıla dek egemen olan felsefesinden sonra, onunla boy ölçüşmek bir yana, ona yaklaşan bir felsefe dahi çıkmamıştır. Yeni ve özgün bir çabanın, derin felsefi ya da teolojik düşüncelerin söz konusu olmadığı bu dönem yaklaşık olarak 8. yüzyıla dek sürmüştür. Augustinusçu felsefenin aşağı yukarı tek otorite olduğu söz konusu gerileme dönemi, yalnızca daha önce ifade edilmiş doğruların ele alınıp işlenmesi ve sistematize edilmesi teşebbüslerinden, Hıristiyanlığın Platonculuk ve Yeni-Platonculukla daha güçlü bir entegrasyonunu sağlama yönündeki çabalardan meydana gelir. Dönemin sözü edilebilecek iki filozofu vardır: Sahte Dionyssos ve Boethius.​
Kaynakça:​
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları
Batı Felsefesi Tarihi / Bertrand Russell
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Aurelius Augustinus (354-430) da olarak bilinen Kuzey Afrikalı tanrıbilimci. Felsefe ile Hıristiyan inançlarını uzlaştırmaya çalışarak dinden kaynaklanan bir öğreti kurmuştur.​
Cezayir’de, Thagaste’de doğdu, Kartaca’da öldü. Önce öğrenimini tamamladığı doğduğu kentte sonra da Kartaca’da felsefe okuttu. Roma’ya daha sonra da Retorik okutmak üzere Milano’ya gitti. Hıristiyanlık’ı benimsedikten sonra öğretmenliği bıraktı (389).​
Augustinus Cicero’nun bugün elde bulunmayan Hortensius adlı yapıtını okuduktan sonra Milano’da Yeni-Platonculuk’u ve Hırıtiyanlık’ın bu kurama getirdiği açıklamaları öğrendi. Kuzey Afrika’ya geri Bilgi dönerek birkaç arkadaşıyla birlikte yarı dinsel bir topluluk oluşturdu. İki yıl sonra din adarnı olarak görev alınca bu topluluk dağıldı. Bu arada felsefe konularım işleyen yapıtlar da vermeye başlamıştı. Yapıtları arasında en önemlisi olan ve kendi ruh gelişimini konu alan Confessiones, düşüncelerinin ana çizgilerini tanrıbilimci bir çerçeve içinde verir.​
Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne tanık olması, düşüncelerinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Yapıtları Roma’nın kalıntıları içinden doğan “Hıristiyan felsefesi”nin biçimlenmesinde kaynak niteliğindedir.​
Hıristiyan felsefesi
Augustinus bir Hıristiyan felsefesinden sözeder. Bu niteleme onun için bugün uyandırdığı çelişkili izlenimden uzak bir anlam taşır. Felsefeyle ilgili bir araştırmanın nesnesi olabilecek her şeyin Hıristiyanlık’ta bulunduğunu savunmuş, Yeni-Platonculuk’u da bu amaca uygun görmüştür. Felsefeye şu temel soruyla girdi: “Felsefeden bilgeliği aramayı ve bilgelik sevgisini anlıyorsak, çoktanrıcılık gerçek ve tek felsefe olan Hıristiyanlık’tan daha iyi bir felsefe üretebilir mi?”​
Hıristiyanlık’ı benimsemesinden sonra, bu dini insanı mutluluğa götüren tek yol, dolayısıyla da tek gerçek “felsefe” olarak gördü. Augustinus’a göre, Hıristiyanlık’ı onun bildiği filozoflardan, özellikle de Yeni-Platoncular’dan ayıran, dünya, insan, Tanrı konusundaki görüş ayrılıkları değildir. Bu nedenle Hıristiyanlık’m görüşleri ile Yeni-Platoncu görüşleri bağdaştırmaya çalıştı. Yeni-Platoncular’m görüşlerinde Tanrı, kutsal üçlü ve insan ruhu konusunda Hıristiyanlık’ın öğretisine koşut görüşler olduğunu ileri sürdü. Onlarda bulamadığı tek şey, İsa’nın yeniden doğuşu görüşüdür. Bu konu Augustinus için çok önemlidir. Çünkü, kilisenin öğretisi ile filozofların öğretileri arasındaki temel ayrılık buradadır. Ona göre bilgelik sevgisi, tanrıbilimci bir anlam içinde, Hıristiyanlık’ın ilkeleri ile bağdaştırabilir.​
Yeni-Platonculuk
Augustinus, Platon ve Yeni-Platonculuk’tan çok etkilenmiş, onlardan aldığı felsefe kavramlarını kendi anlayışına göre yorumlayarak dinle felsefeyi uzlaştırmaya çalışmıştır. Onu, İlk Çağ felsefesinden kaynaklanan görüşlerinden arındıran ve kendine özgü bir düşünce biçimi oluşturmasını sağlayan bu anlayış olmuştur. Onun anladığı felsefe insanları mutluluğa ulaştırma yoludur. Bu mutluluk Tann’mn katında gerçeğin gözlenmesidir. Hıristiyan felsefesi ile eski Yunan düşüncesi arasındaki ayrım, birincinin, kutsal eylemlerin vahy yoluyla tanrısal bir sunuluş olmasına dayanmasıdır. Augustinus’un felsefesi, felsefe ve tan-rıbilim arasındadır. Üzerinde önemle durduğu konu, usun Hıristiyan felsefesi içinde tuttuğu yerdir. Onun inanca, tek başına, bu felsefe içinde yer vermeyişinin nedeni, inancın bütünlüğe ulaşamamış, yetkin olmayan yapısından dolayıdır. Augustinus’un düşünce ortamında inanç bir başlangıçtır. Konuyu anlamak için gerekli bir ilk adım olmaktan ileri gidemez. Bu nedenle Credo ut intelligam (anlamak için inanıyorum) demiştir. Buna göre de inanç ustan önce gelir; çünkü insan, inanç olmadan, us nesnesi olan, mutluluğa erişemez. Bir yönden de inancın usa göre ikincil bir önemi vardır. Çünkü o kör bir benimsemedir, oysa us zihine sezgi gücü sağlar.​
Bilgi
Augustinus’a göre bilgi, ruhun işlemleriyle orta- < ya çıkan, “us ile donatılmış ve gövdeyi yönetmeye elverişli bir töz”ün ürünüdür, insan gövde ile ruhtan oluşmuş bir bütündür. Bunlardan herhangi birinin eksikliği de insanın olmaması demektir. İnsan her ne kadar bu iki nitelikten oluşuyorsa da yine tektir, birdir. “İnsan, görebildiğimiz kadarıyla, maddi bir gövdeyi kullanan usla donatılmış bir ruhtur.” Ruh her ne kadar gövdeden ayrıysa da, gövdeye göre yönlendirici bir işlevi vardır. Bu açıklamada temel görüş, Platon’dan alınmıştır. Augustinus bu görüşü, kendi Hıristiyan felsefesini de ekleyerek, yeni bir yorumdan geçirmiştir.​
Augustinus’un duyu-bilgisini ele alışı ve bu bilgiye verdiği yer, ruh-gövde ilişkisinde ortaya koyduğu görüşlerin çıkmazım göstermeye de yarar. Duyu bilgisi de, öteki bilgilerde olduğu gibi, ruhun bir işlevidir. Gövde usun yönettiği bir araç olarak görüldüğü için, duyu bilgisi her iki edimi de içerir. Anlığın edimi ile anlığın duyu bilgisinde kullandığı organizmanın edimi arasında ayrım vardır. ”... duyum anlığın gövdenin deneyimlerini bilmesi demektir.”​
Augustinus, duyu algıları ile ilgili kuramına, bir duyu organının tek başına yeterli olamayacağı, anlığın bu edimin bilincine varması gerektiği görüşü ile başladı. Bunu pekiştirmek için, ruhun gövde içindeki işlevini ele aldı. Ruhun işlevinin gövdeyi canlı tutmak olduğunu düşündü.​
Augustinus, ruh-gövde ilişkileri sorununun aydınlığa kavuşması için, düş gücünden de yararlanmıştır. Görüler arasında bir ayrım bulunduğunu ileri sürmüştür. Bunların “maddesel” ve “tinsel” olan iki türünden ilki, gözle görmedir. Bu görü, anlığın denetimi altında bulunan maddesel görü olmadığı zaman da, onun ortaya çıkmasını sağlayan, anlıksal süreçle birlikte varolur. Tinsel görü ise, özdeksel görme olmadan da özdeği görmedir, onu düşlemektir. Burada doğrudan görme ile düşleme arasında anlık açısından önemli ayrım yoktur. İki durumda da gördüğünden yola çıkarak görüntüyü yaratan anlığın kendisidir. Anlığın önünde olan, nesneler arasındaki benzerliktir, nesnelerin kendileri değildir. Augustinus’a göre ayrım, birinde birbiri ardından gelen gövdesel değişmelerdir, ötekinde ise bunların eksikliğidir.​
Duyuların bilgi sağlama sürecinden etkilenmeyen, kuşkulanılmayacak kimi gerçekler de vardır. Bunların arasında matematiğin ve mantığın gerçekleri önemli bir yer tutar. Bunlara ek olarak, temel değer yargıları da gerçekler arasında yer alır. Matematik ve mantığın gerçekleri evrenseldir, zorunludur ve değişmezdir. Bu özelliklerin hiçbiri duyu bilgisinde yoktur. Deney yoluyla elde edilen bilgi, kimi matematik önermeleri doğru, kimilerini yanlış saymada bize yardımcı olamaz. Oysa matematiğin ilkeleri deneyi açıklamada yararlı olabilir.​
Augustinus’un deneye dayalı bilgi ile deneye dayalı olmayan bilgi arasındaki ayrımı açık seçik gösterdiği söylenemez. Onun duyu bilgisi üzerinde durması Yeni-Platonculuk’un ruhla ilgili görüşlerini biraz değiştirmesinden kaynaklanır.​
Augustinus, deneye dayanmayan bilgiyi ele alırken, “birlik” kavramım kullanmıştır. Sayı kavramında bulunan birlik düşüncesi, matematikkavramlarm “kategorik” yapısını anlamaya yardım eder. Birlik, deneye dayalı bir kavram değildir; ancak o kullanılarak​
deneylerin içeriği açıklanabilir.​
Augustinus, bu iki tür bilginin ayırımlarını vurgularken, bir yandan da aralarında bir ilişki kurmaya çalıştı. Evrensel gerçeklerle ilgili bilgiler de bir tür deneysel bilgidir. Ayrılıkları, duyumla elde edilen deneyden daha üst düzeyde bir deneyle elde edilmelerindendir. Gövde işe karışmadan yalnız anlığın yardımıyla elde edilen bu deney, duyularla elde edilen deneyin tersine, belirsizliklerle çevrili değildir.​
“Aydınlanma Kuramı”
Augustinus, bu tür deneylerin yapısını özdeksel görüye benzetti ve çoğunlukla da bu yapıyı bu tür görünün kendisi olarak nitelendirdi. Gövdesel duyular için görme ne ise, anlık için anlama da odur. Bu görüşler adım adım Augustinus’un “aydınlanma kuramı”na götürür.​
Bu görüşe göre, düşünme ve uslamlama nesnelerini (konularım) yaratamazlar, arar bulurlar. Augustinus bunun evrensel bir doğru olduğunu düşündü. Mantık, matematik ve ahlak yargıları arasında temel bir ayrım yapmadı. Böylece de kuşku duyulmayan nesnelerin alanını, “bilgelik” dediği bütün nesneleri içerecek nitelikte, bir ortam olarak genişletti. “Evrensel gerçekler” alanının genişletilmesi sonunda, bu gerçekler, anlıksal gerçeklikler dünyasında, anlamaya açık, kesin, bütünüyle gerçek olarak yer alır. Anlığın eylemleriyle kurulan bu dünya, Augustinus için kutsal zihin ile eş anlama gelir. Kutsal anlık, varolan bütün nesnelerin ilk biçimlerini taşır. Augustinus bu özdeşleştirmeyi daha da ileri götürmüş ve Tanrı’nın yaratıcı bilgeliği ve “Kelam”ı ile bir görmüştür.​
Nesnelerin biçimleri kutsal anlığın içindedir, insanların bunları bilebilmeleri, insan anlığını aydınlatan kutsal bir ışık aracılığıyla olur. Augustinus “aydınlanma” sözünden değişik anlamlar çıkardı: Anlığın, Tanrı “Kelam”mdan pay alması, Tanrı’nın anlıkta ortaya çıkan içsel bir varlık olması, İsa’nın insan ruhuna girip bir şeyler öğretmesi.​
Biçimler, kutsal ideler, evrensel gerçekler niteliğindeki bilgi, Augustinus’a göre, anlığın önceden saklaması ve sonra anımsaması ile ortaya çıkmaz. Anlıkta sürekli olarak varolan “ışık” ile bulunur, ortaya çıkarılırlar.​
Anımsama
Augustinus’a göre anımsama, nesnenin anlıkta parça parça bulunması, ancak o anda önünde hazır olmaması durumudur. Daha önce edinilmiş deneylerden bir bölümü istendiğinde anımsanabilir. Bu tür bilgiler, o andaki duyu izlenimlerini taşımaz, daha önce edinilmiş deneyler üzerine kurulur. Anımsamanın alanı çok geniştir. Ben bilgisi, us gerçeklerinin bilgisi, Tanrı bilgisi anımsamanın sınırları içinde yer alır. Bu da gösterir ki anımsama yalnız geçmiş deneylerle sınırlı değildir, usta gizli olan nesneleri de kapsar.​
Felsefenin amacı insanların mutluluğa erişmelerini sağlamaktır. Mutlu olabilmek ise insanın eylemlerine bağlıdır; ahlak sorunları bu bağlamda ele alınmalıdır. Augustinus’un insan eylemleriyle ilgili düşünceleri büyük ölçüde tanrıbilim görüşlerinden türemiştir. Bu görüşlere göre insan, Tanrı’nın bir yaratısıdır. İnsanla Tanrı arasında bu ilişkiden doğan bir sevgi bağı vardır. İnsan bu ortamda erinç bulur. Onun dışında kalan ne varsa savaşım ve gerilimdir. İnsanın doğasında sayısız itkiler, güdüler vardır. Bunların bir bölümü bilinçlidir, bir bölümü değildir. Oysa hepsi, insan ister anlasın ister anlamasın, insanı Tanrı’ya götüren yollardır. İnsanın Tanrı’ya doğru gidişi onun özü gereğidir. Augustinus, insanın, doğasına uygun olana doğru gidişini “sevgi” diye nitelendirir. “Sevgi” insanı çeken devindirici bir güçtür.​
insanın güdüleri ve itkileri, karmaşık oldukları gibi, birbirleriyle de çelişebilir. İnsan yapısının bu ikiliği, us taşıyan varlıklara özgüdür. İnsan bir istenç, bir us varlığı olması yüzünden, Incil’in bildirdiği suçu işlemiş, kötüyü seçmiştir. Adem’in işlediği suç yüzünden düşüşü, ondan gelen bütün insan soyunu ilgilendiren bir olaydır.​
Birbirleriyle çelişen istekler, eğilimler, tutkular, duygular ve itkiler, eylemin kaynakları, ahlak bakımından eş tutulamaz, insan us taşıyan bir varlık olarak, belli bir anlamda, kendi kendisinin efendisidir. Ondan beklenen doğal güdülerini düzenleyebilmek ve aralarında seçim yapabilmektir. Kimi durumlarda, insan bu seçimleri yaparken, kendini içinde bulunduğu doğal güçlerin etkisine bırakıverir. Bu durumda direnmemeyi seçmiş demektir. Augustinus insanın içine düştüğü bu durumu alienatio olarak adlandırdı. Bu durum insanın bir türlü duygusal tutsaklığıdır. Bir tür aldırmazlıkla başlayan bu durum daha sonra istenmeyen bir tutsaklığa dönüşebilir.​
İnsanın görevi, eğilimlerini ve güdülerini, us ve ahlak ilkelerine uygun olarak iyi bir biçimde düzenlemektir.​
Erdem ise ahlak yetkinliği, iyilik, insanın kendisi için doğru bir düzen kurmasıdır. Bu düzen önce insanın nesnelere verdiği değerde, daha sonra kendi yaşamında ortaya çıkar. Augustinus, bu düzene “yasa” adını verdi. Bu kavram genel olarak uygar hukuku kapsadığı gibi, pozitif yasayı da kapsar. İnsanların koyduğu yasalar, kimi zaman, dengeli olmayabilir. Bir yerden bir yere ve zaman içinde değişiklik gösterir. Ayrıca insan eylemlerinin her türünü de kapsamayabilir. Ancak, bu yasaların arkasında onlara ölçü olabilecek bir başka yasa vardır. Bu yasanın kapsamına girmeyen insan eylemi ve durumu yoktur. Evrensel olarak değişmez bir nitelik taşıyan bu yasa Tanrı’nın “egemen usudur”. Önsüz-sonsuz olan bu yasa, ölümsüz gerçeklerle özdeştir.​
Düzen, eylemlerde usa uygunluğun ortaya çıkmasıdır. İnsan eylemleri söz konusu olduğunda, us ilkelerine uygun düzen, hem ulaşılacak erek, hem de eylemleri yargılamanın ölçütüdür. Kutsal eylemlerde, amacına ulaşmama söz konusu olamaz. Düzen, bu eylemlerle ilgili olarak düşünüldüğünde, saklı kalan usa uygunluğun ortaya çıkmasıdır.Yaratılmış dünya, kutsal eylemin bir ürünüdür. Bu yüzden de usa uygun bir düzen içinde olmalıdır. Düzen düşünceleri Augustinus’un yalnız etikle ilgili görüşlerinde yer almaz. Tanrı ile ilişkili dünya anlayışında da bulunur. Ayrıca, insan toplumlarıyla ilgili görüşlerinde de düzen düşüncesi önemli bir yer tutar.​
Evrende ne varsa Tanrı’nın amacına göre düzenlenmiştir. Bu yüzden varlık, yalın olarak, belirli parçaların bir bütünü oluşturmak için bir aradalığı diye görülemez.​
Augustinus’un “düzen”le ilgili açıklamaları din ve ahlak sorunlarını içerir. Bunları Tanrı’mn varlığını saptamakla bağlantılı yorumlar diye anlamanın gereği yoktur. Tanrı bütün varlık türlerini yarattığına göre, o nesneleri onun yapıtı 'olarak görecek biçimde kendimizi eğitmeliyiz, yarattıklarının arkasında onu görmeliyiz, onu görünce de ona bağlanmalıyız, onun yarattığı nesnelere değil.​
Zaman sorunu, Augustinus’ta yeni bir yorum kazanır. Ona göre zaman bir anımsama olan geçmiş, bir bekleyiş olan gelecek ve içinde yaşanan “şimdi” den oluşan bir süreçtir, bağımsız bir varlık değildir; daha doğrusu zaman yoktur. Bu süreç içinde ortaya çıkan tarih de yinelenmeyen başlangıçtan geleceğe doğru uzayan bir akıştır. Bu akış ilk “günah”tan başlar, İsa Mesih’in gelişine değin sürer.​
Nesneleri üreten kutsal bilgidir, insan bilgisi ise nesneleri anlamaya çalışır, anladığı zaman da doğru bilgiye ulaşmış olur. Nesnelerin doğru ve gerçek olmalarından, Tann’nın yaratıcı idesinin ürünleri oldukları sürece, söz edilebilir. Tanrı bütün süreçlerde ve olaylarda vardır. Doğanın akışı içinde, nesnelerin oluşlarını düzenleyen yasalar yalnız Tanrı’da bulunmakla kalmaz Tanrı onları, kendi yarattığı yaratıklara da aktarır. Tanrı “omnipotens”tir ve bu gücü, bilgeliğinin gücüyle, birlikte taşır. Tanrı kendi-kendisiyle çelişkili bir nesne yaratamaz. Bu onun gücünde bir sınırlama anlamına gelmez; yaratamayacağı bir nesne yoktur, ancak yetkinliği bu tür bir nesne yaratmasını önler.​
Augustinus’un yaratılmış varlıklar ve bilgi ile ilgili görüşü, onun “bilmek istediğim, Tanrı ve kendi ruhumdur, başka hiçbir şey değil,” sözlerinde son biçimini almıştır.​
Confessiones hem sonraki Hıristiyan düşüncesinde hem de genel olarak felsefe üzerinde çok etkili olmuştur. Bu yapıt bir “doğruyu bulma” örneği olarak birçok mistik filozofa ışık tutmuştur.​
Bu Augustinus’un içtenliğinin en yoğun örneklerinden biri, “ve nasıl bir yer var ki bende gelebilsin Tanrı içime?” diye haykırdığı yerdir. Orta Çağ’a egemen olacak mistisizm için çok önemli bir kaynak oluşturan Augustinus, öte yandan, yoğun dinsel karamsarlık için de bir kaynaktır: “Yoktur yer; gideriz, geliriz; yoktur yer” sözleri bu inancı dile getirir.​
Augustinus’tan sonra, Hıristiyanlık yavaş yavaş karanlık bir çağa girmiş ve onun yaşamla bağlantılı olduğu ileri sürülen görüşleri katı dogmalara dönüşmüştür.​
YAPITLAR: Contra Academicos (“Akademiacılara Karşı”); Retractationes (“Geçmişe Bakışlar”); De Beate Vita (“Mutlu Yaşam Üstüne”); Soliloguia (“Söyleşiler”); De immortalitate animae (“Ruhun Ölümsüzlüğü Üstüne”); De Civitate Dei (“Tanrı Devleti Üstüne”); Confessiones (“itiraflar”); De Doctrina Christiana(“Hıristiyan Öğretisi Üstüne”); De Gratia et Libero Arbitrio (“Tanrı Kayrası ve Özgür IstençÜstüne”); De Trinitate (“Üçleme Üstüne”); Speculum (“Gözlem”); Ep ıs t ula e (“Mektuplar”); Opera Omnia, 1835.​
KAYNAKLAR: R. Berlinger, Augustinus Dialogische Metapbysik, 1961; H.J. Kaisar, Augustinus, Zeit und “Memoria”, 1969; W. Kamlah, Christentum und Geschich-tlichkeit bei Augustinus, 1951; F.G. tAzier Augustinus und das Antike Rom, 1956.​
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansklopedisi, Anadolu yayıncılık​
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Augustinus Batı düşüncesinde, Grek felsefesi geleneğiyle Musevî-Hıristiyan dini ve kitabî geleneklerinin sentezini gerçekleştirme sürecinin en büyük ve en önemli halkalarındandır. Başka bir deyişle, o Grek felsefesini Hıristiyan düşüncesine katmakla kalmamış, bu ikisinin sentezinin ilk örneğini vermiştir. Düşüncesiyle Ortaçağ Hıristiyan felsefesinin tepe noktalarından birini oluşturan Augustinus, bununla birlikte, genel olarak klâsik felsefenin, özel olarak da Platonculuğun Hıristiyan düşüncesine dahlinin ilk ve en önemli kaynağı olmak bakımından önem taşımaz, özel olarak Hıristiyan felsefesine, genel olarak da felsefeye yaptığı etki bakımından önem taşır. Zira o Batı felsefesine, Aquinasli Thomas'ın Hıristiyan felsefesine damgasını vurmaya başladığı XIII. yüzyıla kadar damgasını vurmuştur. Aydınlanma teorisiyle Platon'un anımsama teorisini anımsatan, Descartes’ın "doğal ışık'Tnda ve Malebranche'da yaşayan, Reformasyon'da etkisi çok fazla hissedilen, kötülük problemi ve insan özgürlüğüne ilişkin çözümleri bugün bile kabul gören Augustinus, düşüncesinde en çok Platon felsefesinden etkilenmiştir. O saf bir düşünür, sistem kuran bir filozof olmayı hiç düşünmemiş, ve dolayısıyla Patristik dönemin diğer düşünürleri gibi, teolojiyle felsefe arasında bir ayırım yapmamıştır. Buna göre, Aziz Augustinus felsefeyi bağımsız bir disiplin olarak görmeyip, büyük ölçüde Hıristiyanlığın akla uygun içeriğini kavrayabilmek için bir araç olarak değerlendirmiştir. O, işte bundan dolayıdır ki, "inanabilmek için, anla; anlayabilmek için, iman et!" demiştir.​
Hayatı ve Eserleri
Aziz Augustinus pagan bir babanın ve erdemli, Hıristiyan bir annenin oğlu olarak, Kuzey Afrika'daki Tagaste kentinde, 354 yılında doğmuştur. Yaşamını ve düşüncelerini anlattığı Confessions [İtiraflar] adlı kitabında, yaramaz ve haylaz bir çocukluk geçirdiğini söyler. On altı yaşına kadar, "en kaba şehvetlere eğilimli" olduğunu bildiren filozof, bu dönemde Yunan kültürüyle, belagat ilkelerini öğrenmiştir. O, daha sonraki yıllarda, babasının özverisiyle gönderildiği Kartaca'da Latin literatürüyle gramerine giriş yapmış ve hitabet sanatında büyük bir ustalık kazanmıştır. Cicero'nun eserleri aracılığıyla, Yunan felsefi sistemleri hakkında fikir sahibi olan Augustinus, yaklaşık yirmi yaşlarında, Hıristiyanlıktan bütünüyle uzaklaşarak, Manişeizmi benimsemiştir.​
Hıristiyanlığın, Tanrı'nın iyi olup, bütün evreni yarattığını söylerken, dünyadaki acıların ve kötülüğün varoluşunu açıklayamadığını düşünen Augustinus, kendi deneyimlerinden de hareketle, dünyayı biri iyi ve aydınlık, diğeri kötü ve karanlık gibi nihaî ve en yüksek iki ilke ya da Tanrı'nın mücadele alanı olarak gören düalist Manişeizme bağlanmıştır. Başka bir deyişle, tutkularının, duyusal arzu ve cinsel isteklerinin çok açık bir biçimde bilincinde olan filozof, kötü saydığı bütün bu yaşantıların, kendisinin dışındaki kötü bir güce izafe edebileceğini düşünmüştür.​
Otuzlarına doğru, kendisinden kurtulmaya çalıştıkça içine daha çok gömüldüğünü hissettiği bu çamur uçurumundan, yanılsama karanlıklarından kurtulabilmek için, Augustinus, önce doğduğu kente geri dönmüş, daha sonra Kartaca ve nihayet Roma'ya giderken, yavaş yavaş da Manişeizmden uzaklaşmıştır. Roma'da bir hitabet okulu açan filozof, daha sonra Milan'da piskopos Aziz Ambrosius'un etkisiyle, en nihayet Hıristiyanlığa dönmüştür, Fakat, onun Manişeizmden uzaklaşmasında en büyük etkiyi filozoflar yapmıştır. O nitekim, İtiraflar’ında şöyle der: "Tinsel bir töz tasavvur edebilmiş olsaydım, onların bütün aldatıcı delilleri bir darbede yıkılmış ve zihnimden çıkmış olacaktı; ama maalesef tasavvur edemedim. Yine de, bu dünyanın fizikî boyutu, ve bedensel duyularla idrak edilen bütün bir doğa alanı söz konusu olduğunda, kendimi düşünmeye vakfettiğim ve kıyaslamaya verdiğim ölçüde, filozoflardan pek çoğunun iddialarının daha kabul edilebilir olduğu sonucuna vardım.​
Sonuçta, genel olarak yorumlandığı şekliyle, Akademi Okulu'nun tarzında, her şeyden şüphe ederek ve her konuda tereddüt içine düşerek, Manişeizmi terk etmeye karar verdim. Çünkü bir şüphe hâli içinde kaldığım sürece, daha önce kendisini birtakım filozoflara tercih ettiğim bir tarikata bağlı kalmaya devam etmemem gerektiği hissine kapıldım. Bununla birlikte, İsa'nın kurtarıcı adından bihaber oldukları için, hasta ruhumun tedavisini bu filozoflara bırakmayı şiddetle reddettim."​
O, bu dönemde, Platon'un diyaloglarını Latince tercümesinden okumuş ve YeniPlatonculukla birlikte, Platoncu felsefe, onun materyalizmin ve duyumsallığm sıkıntılarını aşmasına ve maddî olmayan bir gerçekliğin varoluşunu kabul etmesine katkıda bulunmuştur. Yine, Yeni-Platonculuktan kazandığı, olumlu bir şey olarak değil de, yoksunluk olarak kötülük anlayışı, Augustinus'a, kötülük probleminin, Manişeizmin düalizmine yönelmeden de çözümlenebileceğini göstermiştir. İşte bu tarihten itibaren, kendini tümüyle Hıristiyanlığın emrine veren filozof, Hıristiyan bilgeliği ve dinini daha anlaşılır kılmaya, Hıristiyan inancını, felsefe yoluyla temellendirmeye çalışmıştır.​
Çok sayıda eser yazmış olan Aziz Augustinus'un en önemli kitapları arasında Confessions [İtiraflar!, De Immortalitate Animae [Ruhun ölümsüzlüğü), De Libero Adbitrio [İrâde özgürlüğüne Dair), Contra Academicos [Akademi Mensuplarına Karşı), De Vera Religione [Gerçek Dine Dair] bulunur.​
Bilgi Anlayışı
Hakikati arayan, fakat onu bulamayan insanın mutlu olamayacağını söyleyen ve kendi kişisel hayatında, şüpheciliğin yarattığı belirsizlik, sallantı ve acılardan çok muzdarip olmuş olan Augustinus, Tanrı'ya bilgi konusundan hareket ederek ulaşmıştır. Bundan dolayı, onu en fazla meşgul eden iki soru, "bizim bir şeyi bilip bilemeyeceğimiz" ve "biz insan varlıklarının kesinliğe ulaşıp ulaşamayacağımız, ulaşabildiğimiz takdirde de, ona nasıl ulaşabileceğimiz" soruları olmuştur. Başka bir deyişle, şüpheciliği aştıktan sonra, "sonlu, sınırlı ve değişen, yalnızca duyusal varlıkları bilmeye yetili olan insan varlıkları, kendilerini her bakımdan aşan, değişmez, ezelî-ebedî hakikatleri nasıl bilebilir?" sorusu, Aziz Augustinus'u Tanrı'ya götürdüğü için, onun felsefesinde bilgi anlayışı önce gelir.​
Onun bilgi anlayışının klâsik düzeni ise sırasıyla, bilginin imkânı, konusu ve kaynağı bağlamında ortaya koyduğu cevaplardan oluşur. Augustinus, şu hâlde, önce bilginin mümkün olduğunu gösterebilmek için, Aka» demi şüpheciliğine saldırır. Ona göre de, doğanın ilkeleri karanlıktır. İnsanlar yüzyıllardan beri hayatın ateşten mi yoksa havadan mı çıktığını, insan beninin basit mi yoksa karmaşık mı olduğunu tartışagelmişlerdir. Augustinus, her şey tartışmalı olsa dahi, kişinin ne kadar şüpheci olursa olsun, kendisinden şüphe edemeyeceği en azından bir olgu olduğunu, yani onun kendi varoluşundan asla şüphe edemeyeceğini söyler. Ne kadar şüphe edersem edeyim, şüphe ettiğim zaman, varolan biri olarak kendimin bilincinde olurum. Bildiğimi düşündüğüm zaman aldanabilsem dahi, yine de aldanabilmek için varolmam gerekir. Si fallar sum:
"Biz (1) varolur ve (2) varolduğumuzu biliriz, ve bu varolan ve bilen şey, bizim (3) sevdiğimiz bir şeydir. Sözünü ettiğim bu üç madde söz konusu olduğu sürece, hakikat kılığına girmiş bir yalan korkusu bizi hiçbir şekilde tedirgin etmez. Zira, onlar, dışımızdaki şeylerin tersine, renkleri görmeyle, sesleri işİtmeyle, kokulan koklamayla, tatlan tat alma, kah ve yumuşak olanı dokunma yoluyla algıladığımız tarzda, bedenin duyularından herhangi biriyle idrak edilmez. Bu türden duyusal şeylerin zihinsel resimlerini oluştururken, zihinlerimizde onlar üzerinde yoğunlaşır, onları belleklerimizde depolar ve onları canlı tutma arzumuzu koruruz. Fakat hayal edilmiş ya da görünüşteki şeylerin beni aldatacak bir sureti bulunmuyorsa eğer, varolduğumu, bildiğimi ve sevdiğimi mümkün en yüksek kesinlikle bilirim. Bu türden hakikatlerle ilgili olarak, Akademi kuşkucularından gelecek hiçbir kanıttan korkmam. Onlar "Peki ya aldanıyorsan?" deyip itiraz ederler. Aldanıyorsam, varım. Çünkü varolmayan biri, aldanamaz."​
İşte burası, söz konusu sarsılmaz kanaat, bilgi için bir temel sağlar. Augustinus, insanın kendi benine ilişkin ilk ve temel sezginin, soyut bir biçimde ayırt edilebilecek olan bütün zihinsel edim ve işlemleri ihtiva ettiğini söyler. Buna göre, o istemeyi, anımsamayı, düşünmeyi, hissetmeyi, dolayımsız idraki, yargılamayı İçerir. O bu tür dolayımsız bir bilgi ya da sezginin başka örnekleri de olduğundan emindir.​
Fakat Augustinus bu örnekleri aramaya geçmezden önce, akli pratik akil ya da sapierıtia ve teorik akil ya da scieantia olarak ikiye, bilgiyi de dolayımlı, duyusal bilgiden temaşaya ya da sezgiye dayalı dolayımsız bilgiye yükselecek şekilde üçe ayırır. Akil söz konusu olduğunda, sapieutia zaman İçindeki değişen şeylerin, bu dünyanın ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan bilgisi olarak; scientia ise, amacı gerçek tefekkür, konusu akılla anlaşılabilir İdealar olan hakikî bilgelik diye tanımlanır. Öyleyse, bilgi duyusal nesnelerin empirik bilgisinden intelligibiles resin rasyonel veya daha doğrusu sezgisel bilgisine doğru gelişir. Nitekim, ona göre, birinci bilgi türü duyusal bilgi, duyular aracılığıyla kazanılan malûmattır. Söz konusu bilgi, bilginin en aşağı derecesi olup, duyuma karşılık gelir ve insanlarda olduğu kadar hayvanlarda da söz konusu olur.​
Bu bilginin konusu olan varlıklar, zamansaldır; yani, zaman içinde varlığa gelir, belli bir süre sonra da yok olup giderler. Duyumsal bilginin konusu olan varlıklar, ikinci olarak mümkün ya da olumsal olan varlıklardır; yani, onlar varlığa gelmeleri kadar, gelmemeleri de mümkün olan, olduklarından başka türlü de olabilen ve dolayısıyla, zorunlu bir bilgi doğurmaya elverişli olmayan varlıklardır. Bu varlıklar, üçüncü olarak değişen, sürekli bir değişme süreci içinde olan varlıklardır. Burada Platoncu bir bakış açısıyla hareket eden Augustinus, değişen varlıklara ilişkin gerçek bir bilgiden söz edilemeyeceğini söyler. Bu düzeyde söz konusu olan bilgi, en iyi durumda muhtemel, şüpheye açık, göreli ve kendisinde zorunlu hiçbir öğe içermeyen olumsal bir bilgi, bir kanaat ya da sanıdır.​
İkinci bilgi düzeyi, ya da ikinci türden bilgi ile, biz insan varlıkları, Augustinus'a göre, duyumsal düzeyden akil düzeyine yükseliriz. Duyumsal bilgi ile, üçüncü : türden dolayımsız, sezgisel bilgi arasında tam orta noktada bulunan bu bilgide, insan zihni birinci bilgi düzeyinde konu aldığı cisimsel varlıkları, cisimsel olmayan, ezelî-ebedî öz ya da standartlara göre yargılar, değerlendirir. Burada sözü edilen cisimsel olmayan, ezelîebedî özler ise Platon'un îdealandır. Mutlak bir realizmin savunuculuğunu yapan, tümellerin insan zihninden bağımsız olarak varolduğuna inanan Augustinus'a göre, ezelîebedî ve mantıksal özler olarak idealar, yetkin standartlar olarak tanrısal ideler maddî dünyadaki kısmî tezahürleri ya da yansımaları olan duyusal varlıklardan, mantıksal ve zamansal bakımdan önce olmak durumundadırlar. Duyusal varlıklarla bu yetkin özler arasında, suret-orijinal, kopya-asıl ilişkisi bulunduğundan, değişen tikel varlıklar, ancak asıllanyla, orijinalleriyle yargılanabilirler. Salt insana özgü bir bilgi olan söz konusu bilgi türü, duyumdan veya duyumsal bilgiden, aklın katkısını, zihnin ezelî-ebedî gerçekliklerinin bilgisini içerdiği için üstün olmakla birlikte, duyumsal hiçbir şey içermeyen üçüncü bilgi türünden, duyulan kullandığı ve duyusal varlıkları konu aldığı için daha aşağıdır. Öte yandan, üçüncü bilgi türü, bizatihi kendisi için istenen bir bilgi iken, ikinci bilgi türü eylem amaçlı bir bilgi olup, pratik bir bilgeliğe karşılık gelir.​
Üçüncü bilgi türü, en yüksek bilgi türü olarak, şu hâlde, cisimsel olmayan, ezelî-ebedî ve değişmez gerçekliklerin, zorunlu doğruların temaşaya dayalı, doğrudan bilgisidir. Bu düzeyde, sapîentiadan scientiaya, yani hakikî bilgeliğe geçilir ve insanın rasyonel ruhu gerçek bilgiye sahip olurken, duyusal dünyayla sınırlı kaldığında, hiçbir zaman erişemeyeceği, kesinliğe erişir.​
Aydınlanma Teorisi
Gerek ikinci, gerekse üçüncü bilgi düzeyinde söz konusu olan, maddî olmayan, ezelî-ebedî ve değişmez gerçekliklerin, zorunlu doğruların dolayımsız bilgisi, nasıl mümkün olabilir? Sonlu, sınırlı, değişen ve olumsal bir varlık olarak insan kendisini her bakımdan aşan değişmez doğruların, ezelî-ebedî İdeaların doğrudan bilgisine, ve dolayısıyla kesinliğe nasıl ulaşabilir? Böyle bir bilginin varolduğundan, Augustinus, hiç kuşku duymaz. Onun buradaki argümanı bütünüyle Platonik bir argümandır. Aziz Augustinus'a göre, örneğin, bir sanat eserine, güzel bir tabloya bakıp, onun güzel ya da çirkin, çok ya da az güzel olduğu yargısına ulaştığım zaman, bu yargı, yalnızca kendisiyle sanat eserini güzellik bakımından yargıladığım nesnel bir güzellik ölçütünün, kişiden kişiye değişmeyen bir güzellik standardının varoluşunu değil, fakat bu nesnel ölçütün bilgisini de gerektirir. Bu nesnel güzellik standardının bilgisine sahip olmasam, nasıl olur da, ona güzel diyebilirim?​
Aynı şey, matematikçinin konusunu oluşturan doğrular, çemberler ve rakamlar için de geçerlidir. Geometricinin tahtaya çizdiği doğru çizgi, sokakta gördüğümüz dümdüz sopa, yetkinlikten yoksun, gelip geçici ve zamansal şeylerdir, oysa doğrunun ya da matematiksel doğruluğun kendisi, doğruluk îdeası, değişmez. İkincisinin varoluşu ve bilgisi olmadan, nasıl olup da, sopanın ya da tahtanın doğruluğuna karar verebilirim? Yine, bir araya getirdiğimiz üç elma ile beş elmanın birlikte sekiz elma yaptığını görürüz. Elmaların kendisinin ve onları toplayan insan zihninin değişken ve zamansal olduğu yerde, matematikçinin elmalardan, duyusal varlıklardan bağımsız olarak topladığı üç ve beş sayılarının sekiz ettiği doğrusu değişmez; o nesnel, zorunlu ve ezelî-ebedî bir doğrudur. Dahası, duyumların kişiye özel olduğu yerde, bu doğrular, tüm insanlarda ortaktır.​
Augustinus, bilgi problemini bu şekilde ortaya koyunca, tıpkı Platon gibi, aralarında ortak hiçbir nokta bulunmayan iki varlık alanı veya gerçeklik türü arasında, bilgi temeli üzerinde, ilişki kurma problemiyle karşı karşıya kalır. Zira, onun öngördüğü kesin bilgi anlayışına göre, bir yanda en azından bir yönüyle duyusal, olumsal, zamansal, değişken ve gelip geçici olan insan varlığı, diğer yanda ise akledilir, zorunlu, ezelî-ebedî, değişmez ve kalıcı olan İdealar ve zorunlu doğrular vardır. O, Hıristiyan öğreti gereği, ruhun doğum öncesi varoluşunu kabul edemediği için, anımsama öğretisinden uzak durur. Dahası, Aziz Augustinus'un gözünde kesin bilgi, temsilî veya dolayımlı bir bilgi değil de, dolayımsız bir bilgi olduğu, kişi gerçek bilgiye sahip olduğunda, kesin bilginin ideal nesneleriyle doğrudan bir temas içinde bulunduğu için de, o anımsama öğretisini veya Descartes'ta söz konusu olan türden, "doğuştan fikirler" anlayışını da kabul edemez. '​
Aziz Augustinus, işte bu noktada, özel bir aydınlatma teorisinden söz eder. Başka bir deyişle, ona göre, insan zihni ezelî-ebedî, değişmez doğruları, nesnel ölçütleri görebilmek için, aydınlatılmaya gerek duyar. Bu aydınlatmanın kaynağında ise, Tanrı vardır. Söz konusu aydınlatma, insanın bilgide, zihninin sonluluğunun yol açtığı sınırlamanın üstesinden gelmesine imkân verir. Bilgide insan zihnini aydınlatan ışık, ona göre, Tanrı'dan gelir. Burada söz konusu olan aydınlatma, güneş ışığının gözün gördüğü duyusal nesneler için gerçekleştirdiği işlevin aynısını, zihnin bilgide konu aldığı nesneler için gerçekleştiren tinsel bir aydınlatmadır; yani, tıpkı güneş ışığının cisimsel ya da duyusal varlıkları, göz için görülür hâle getirmesi, görme için gerekli aydınlığı sağlaması gibi, tanrısal aydınlatma da, akılla anlaşılabilir İdeaları, ezelî-ebedî ve değişmez doğrulan zihin için akledilebilir ya da kavranabilir hâle getirir. Zihin bu sayede, ışığın kendisini değil de, zorunlu ve ezelî-ebedî hakikatlerle, bu doğrulardaki zorunluluk ve ezelî-ebedîlik özelliklerini görür. Yine, zihin böylelikle, yaratılmış şeylerle, değişmez ve zamandışı İdealar arasındaki ilişkiyi, zorunlu bir yargıda yer alan kavramlar arasındaki ilişkide ortaya çıkan zorunluluk ve değişmezlik unsurlarını kavrar.​
Tanrı
Söz konusu bilgi anlayışı ya da aydınlatma teorisi, Augustinus'a, ayrıca Tanrı'nın varoluşu için bir kanıt sağlar. Buna göre, Tann'nın varoluşu için, öncelikle ve temelde, dış dünyadan, dış dünyadaki nedensellik ilişkisi veya düzen ve amaçtan hareketle a posteriori bir kanıt öne sürmeyen filozof, kendi içinden, kendi dünyasından hareket eder. Kanıtın hareket noktası, zihnin zorunlu ve değişmez hakikatlerle ilgili kavrayışıdır. Augustinus'a göre, zorunlu ve ezelî-ebedî bu hakikatler, sonlu insan zihninin çok üstündedir, bundan dolayı insan zihni onların karşısında eğilmek ve bu hakikatleri kabul etmek durumunda kalır. İnsan zihni bu hakikatleri kendince uydurmadığı gibi, değiştiremez de. Zihin yalnızca, kendisini aşan bu doğruların bilincine varır ve düşüncesini onlara göre düzenler. Augustinus, bu zorunlu ve değişmez hakikatler, insan zihninin üstünde olmasaydı, insan zihninden bağımsız değil de, zihne tâbi olsaydı eğer, zihin onları dilediği gibi değiştirebilirdi, der.​
O, tıpkı imgelerimizin, kendisinde ortaya çıktığı zihnin değişken ve yetersizliğini, duyum ya da izlenimlerimizin de, kendilerinden türedikleri cisimsel ya da duyusal varlıkların maddîlik ve olumsallığını yansıtması gibi, bu hakikatlerin de zorunlu ve ezelî-ebedî bir varlığı yansıttığını, veya onların, bütün hakikatin temelini oluşturan tinsel bir varlıkta temellenmek durumunda olduğunu söyler. Biz insan varlıkları, insan davranışlarını az ya da çok adil olan eylemler olarak yargılıyorsak eğer, yargılarımız keyfî ve gelişigüzel olmayıp, zorunlu ve ezelî-ebedî bir ölçüt, öz ya da İdeaya göre olmak durumundadır. İşte bu öz ya da ölçüt ezelî-ebedî ve yetkin bir varlıkta bulunmak ya da temellenmek durumundadır. Bu varlık ise, Tanrı'dır.​
Augustinus Tanrı'nın varoluşunu kanıtlamak için, zaman zaman Ortak Onay kanıtına, yani "Tanrı inancının varlığı ve evrenselliğinden Tanrı inancının doğruluğuna geçen delil türü"ne başvurur. O bu kanıta özel bir önem verir, çünkü kendi inancına göre, aklını kullanmak isteyen rasyonel bir yaratığın bilgisinden Tanrı fikrini söküp atmak imkânsızdır.​
Zaman zaman veya başı sıkıştığında kozmolojik kanıtı veya ilk neden delilini de kullanan Augustinus, yaratıklardan, doğadaki düzenden hareket eder, eşdeyişle düzen ve amaç kanıtını kullanır. Ona göre, doğadaki düzen ve birlik en yüksek derecede akıllı ve her şeyi bilen bir Tanrı'nın varoluşuna, yetkin Yaratıcının birliğine işaret eder. Yine, yaratıkların iyiliği, onların sahip olduğu pozitif gerçeklik Tanrı'nın iyiliğinin ve evrendeki süreklilik ve kalıcılık da, O'nun üstün bilgeliğinin bir delili olmak durumundadır. Öte yandan, Tanrı kendinden-kaim olan, ezelî-ebedî ve değişmez; ve yine, sonsuz olduğu için de, sonlu insan zihni tarafından kavranamayan Varlık'tır. Tanrı, ayrıca basit olan, kendisinde bileşik hiçbir yan bulunmayan yetkin Varlık'tır; Tanrı'da öz ve varoluş bir olup, O'nun bilgeliği ve bilgisi, iyiliği ve kudreti, özünün ayrılmaz bir parçasını meydana getirir. Şu hâlde, O, tinselliği, sonsuzluğu ve basitliğiyle mekânı, ezelî-ebediliğiyle de zamanı aşar.​
Tanrı, yetkin bir bilgiye sahip olduktan başka, O'nun gücü sınırsızdır. Yaratılmış tüm varlık türlerinin, O'nda İdeaları ya da tohumları vardır ve Tanrı bu İdeaları, kendisinin mümkün yansıma ya da tezahürleri, yaratacağı şeyler olarak, ezelî-ebedî bir tarzda, görmüş ve bilmiştir. Şu hâlde, söz konusu görü ya da ezelî-ebedî bilgi ediminde, Tanrı her şeyi, insanın özgür eylemlerini bile, önceden bilir. Augustinus, yaradılış ve Tanrı'nın mutlak gücü konusunda, Hıristiyan inancma uygun olarak, dünyanın Tanrı tarafından hiçten, özgürce yaratılmış olduğunu öne sürmüştür. Yunanlıların ezelî maddeye biçim vermekten oluşan yaratma anlayışına ve daha özel olarak da, Plotinos'un türüm ya da sudûr öğretisine karşı çıkan filozof, hiçten özgür yaradılış ve Tanrı'nın yüceliği ve üstünlüğüyle, dünyanın Tanrı'ya bağımlılığı konusunda ısrarlı olmuştur.​
Felsefi Antropolojisi
Bilgi anlayışından, aydınlatma teorisinden de açıklıkla çıktığı üzere, Augustinus için insan bileşik bir varlık olmak durumundadır. Platonculuğa bu bakımdan da sadik kalan Augustinus ruhla beden arasında bir orantısızlık olduğunu söyler. Tinsel bir varlık olarak ruh bedenden çok üstün olup, onu yönetme hakkına sahiptir. Ruhun, o, hem maddî olmayan hem de yaratılmış bir varlık olduğunu söyler. Augustinus bununla yetinmeyip, ruhu hem yaratılmamış bir varlık olarak Tanrı'dan ayırmak, hem de ahlâkî gelişmeyi mümkün kılmak için, onun değişen bir varlık olduğunu savunur. Ruhun kendilerine çözüleceği parçaları olmadığı veya kendisinde birtakım ezelî-ebedî hakikatler bulunduğu için, ölümsüz olduğunu da.​
Fakat ruhun ezelî olmadığını, yani zaman içinde bir başlangıcı bulunduğunu söyleyen Augustinus, sıra ruhun kökenine geldiğinde alternatif hipotezler arasında gidip gelir. Bunlardan ruhun bedeni yönetmesi için dünyaya Tanrı tarafından gönderildiğini bildiren "gönderilme hipotezf'ni, ruhun bedende ikamet etmeye bizzat kendi seçimiyle geldiğini ifade eden "iradeci hipotezi" ve ilk günahı temellendirmek için öne sürülmüş olup, bütün ruhların Adem'in ruhundan yayıldıklarını bildiren "yayılmacı hipotezi" en nihayetinde reddeden filozof yaratımcı hipotezi benimser ve Tanrı'nın her beden için yeni bir ruh yaratmış olduğunu öne sürer. Ona göre, insan ruhunun dört ayrı psişik işlevi vardır: Hayatiyeti sağlama, duyumlama, anlama ve isteme. Augustinus, bunlardan duyu-algısınm, daha aşağı olanın daha yüksek olanı harekete geçirememesi ilkesi dolayısıyla, ruhu etkileyen bedenin değil, fakat kendi bedenindeki değişmeleri gözleyen ruhun bir etkinliği olduğunu savunur. Ruhun bir işlevi olarak görülen anlama ve istemeyle birlikte, bir psişik fonksiyonlar üçlüsünün ayrılmaz bir parçasını oluşturan bellek, şimdi, geçmiş ve geleceğin deneyimlenmesinde çok önemli bir rol üstlenir. Aynı şekilde seçme özgürlüğüyle tezahür eden irâde de, onda ruhun, teolojisi veya etiği için vazgeçilmez olan bir diğer önemli işlevini oluşturur.​
Değere Dayalı Varlık Görüşü
Augustinus'un ontolojisinin en önemli boyutu, bir kez daha Platon etkisini gözler önüne serecek şekilde, hiyerarşik varlık anlayışı ve bu anlayışın gerisinde bulunan fizikî varlık ile tinsel gerçeklik arasındaki ayırımdır. İtiraflar'da da anlattığı gibi, düşüncesine önceden bir sağduyu materyalizminin hâkim olduğu Augustinus, ilk kez Platoncuların eserleri sayesinde, kendisine aynı zamanda kötülük problemine Manişeizminkinden farklı bir çözüm temin edecek fizikî olmayan bir tözün imkânını düşünme şansı bulur. Fizikî olmayan bir tözün varoluşuna dayanan böyle bir ontolojinin ana hatları Platonik olup, söz konusu varlık görüşü ona, insan hayatının karşı karşıya kaldığı güçlük ve sıkıntıları açıklayabilme, kötülük problemine bir çözüm getirebilme ve nihayet, ahlâkî iyimserlik için sağlam bir temel oluşturabilme imkânı verecektir.​
Böyle bir ontolojinin Augustinus için en değerli yani, onun duyusal/fizikî olanla akledilir/tinsel olan arasında yaptığı çok temel ayırımdır. Bütün düalistik içerimlerine rağmen, Manişeizmin ahlâkî düalizmine düalistik bir alternatif olarak tasarlanmayan bu bölünme, gerçekte mutlak birlikle başlayıp, İnsanî ruh yoluyla çeşitli evrelerden geçerek çokluğa ve nihayet, maddî nesnelere erişen daha geniş bir hiyerarşi içinde konumlanmak durumundadır.​
Augustinus, nitekim, daha ilk eserlerinden başlayarak söz konusu akledilir/duyusal ayırımı üzerinde yoğunlaşmıştır. Duyusal dünya veya duyuların dünyası özel ve yalıtlanmış bir dünyadır, oysa akledilir alan herkese açık olan bir dünyadır. Duyusal dünya gelip geçici nesnelerin dünyasıdır, oysa akledilir/tinsel dünya kalıcı ve değişmez gerçekliklerin dünyasıdır. Duyusal dünyanın zamanın tüketici etkilerine maruz kaldığı yerde, tinsel âlem sevdiklerimizi yitirme tehlikesinden tamamen kurtulduğumuz zamandışı bir ebediyet alanıdır. Tinsel dünya, nihayet, bizim ve aşkta ve dostlukta karşılamaya çalıştığımız, duyusal dünyada kendimizi kaybettiğimiz sürece asla gerçekleşmeyecek birlik arzusuna gerçekten ve tamamen cevap verebilecek yegâne yerdir.​
Tinsel dünya ile duyusal dünya arasındaki bu bölünmeyi, Augustinus hiyerarşik varlık görüşü veya varlığın üç düzeyi olduğunu bildiren teziyle geliştirir. Şöyle der, o: "Hem zaman ve hem de mekân bakımından değişen bir doğa, yani cisimsel olan vardır. Başka bir doğa ise, mekân bakımından hiçbir şekilde değişmeyen, fakat sadece zaman bakımından değişebilen varlıktır, yani ruhtur. Üçüncü doğa ise, ne zaman ne de mekân bakımından değişemeyen varlıktır, yani Tanrı'dır. Bir şekilde değiştiklerini söylediğim bu doğalara yaratıklar adı verilir. Değişmeyen doğaya İse Tanrı denir."​
Söz konusu ontolojik tabloyu tamamlayan diğer unsurlara, Augustinus rattones (tohumlar) adını verir. Bu tohumlar, onun Tann’nın yaratıcı zihninde bulduğu, tıpkı Platon'daki gibi, varolan her şeyin ve bütün hakikatlerin ezelî-ebedî ilk örnekleri veya örnekleyicileridirler (rationes aeternae). Bu tohumlar, onda başka bir anlamda daha, zamanın başlangıcında yaratılan ve bütün yaratıklara bireyler olarak özgül karakterlerini veren formel sebepler biçiminde varolurlar.​
Şu halde, Tanrı dünya ilişkisi söz konusu olduğunda, köklerinin yine Platon'da ve Plotinos'da olduğu, varlıkları aslî ve temel değerlerine göre dereceleyip düzenleyen hiyerarşik bir varlık görüşü benimseyen Augustinus, dünyanın ya da varolanların hiyerarşik bir tarzda düzenlenmiş olduklarını savunur. Onun bir değer hiyerarşisini bir gerçeklik hiyerarşisi hâline getiren ve dolayısıyla varlık derecelerinden söz eden bu varlık anlayışına göre, bir şey daha iyi ve daha değerli olduğu, daha yüksek bir değere sahip bulunduğu sürece, varlık hiyerarşisinde, daha yüksekte bir yerlerde bulunur. Buna göre, en yetkin, en yüksek değere sahip, en iyi varlık olan Tanrı, hiyerarşinin en tepesinde bulunmaktadır. Maddî varlıklar, fizikî şeyler hiyerarşinin en altında bir yerlerdedir. Buna karşın, insanların ruhları, Tanrı'yla fizikî varlıklar arasında, ortalarda bir yerde bulunmaktadır; bu ruhlardan iyi insanların ruhları, günahkâr ruhların üstünde bir yerde olup, iyi melekler insan ruhlarının üstünde, Tanrı'nın altında bir yer işgâl ederler.​
İlk bakışta son derece açık ve masum bir varlık görüşü gibi görünen bu hiyerarşik varlık anlayışı, önemli birtakım ontolojik ve etik sonuçlar içerdiği için, büyük önem taşır. Buna göre, en değerli, en iyi ve yetkin varlık olan Tanrı aynı zamanda, tüm varlıkların en gerçeği olan Varlık olduğu için, değer ölçütü doğal olarak bir varlık dereceleri anlayışına götürür. Örneğin, fizikî ya da duyusal varlıklar, oldukça düşük bir varlık derecesine sahiptirler, hatta tüm yaratıklar, Tanrı'yla kıyaslandığında, hiçliğe yakındırlar. Başka bir deyişle, onlar mutlak bir yokluk ya da hiçlik içinde bulunmamakla birlikte, tümüyle ya da tam anlamıyla gerçek de değildirler. Onlar oluş içinde olan, değişen, varlığa gelen ve sonra da geçip giden varlıklardır. Değer hiyerarşisinden gerçeklik hiyerarşisine ya da varlık derecelerine geçildiğinde, bu kez ölçüt iyilik değil de, değişmezliktir. Augustinus'un Platoncu bakış açısı burada, açık ve seçik bir biçimde ortaya çıkar: Değişen, oluş içinde bulunan, varlığa gelen tümüyle gerçek olamaz. Şu hâlde, Tanrı'nın altında bulunan tüm varlıklar, ancak kısmen gerçektirler ve yalnızca Tanrı, bütünüyle gerçektir. Buna göre, değişmenin yaratıkların bir özelliği olduğu yerde, değişmeme Yaratıcının temel sıfatlarındandır.​
Değere dayalı varlık hiyerarşisini, yine basitlik ve dolayısıyla birlik açısından değerlendirilmek mümkündür. Buna göre, değişme ve oluş içinde olan varlıkların yalnızca kısmen gerçek olduğu görüşü, değişme Aristotelesçi bir açıdan analiz edildiği takdirde, bu varlıkların ontolojik anlamda bileşik varlıklar olmalarını gerektirir. Başka bir deyişle, tıpkı Plotinos gibi, Tanrı'yı Bir ve İyi diye adlandıran Augustinus'un söz konusu gerçeklik anlayışında, iyilik dereceleriyle varlık ya da gerçeklik dereceleri birlik derecelerini içerir. Hiyerarşinin en tepesinde bulunan en yetkin, en iyi ve en gerçek Varlık olarak Tanrı, aynı zamanda mutlak anlamda bir olan, bileşik olmayan ve parçaları bulunmayan en basit Varlık'tır. Yani, değişme gibi, bileşik olmanın da, Tanrı tarafından yaratılmış varlıkların bir özelliği olduğu yerde> değişmezlik ve basitlik, eşdeyişle bileşik olmama, Tanrı'nın başka bir temel sıfatıdır.​
Söz konusu anlayışta, değer hiyerarşisi ya da iyilik derecelerinin gerçeklik hiyerarşisi ya da varlık dereceleriyle özdeşleştirilmesi, Augustinus'ta, Ortaçağ felsefesinin çok önemli problemlerinden biri olan kötülük problemini gözler önüne sermesi bakımından da önem taşır. Buna göre, hiyerarşide yer alan varlıklar, en iyi ve en yetkin varlık Tanrı olacak şekilde, İyilikten değişen derecelerde pay alırlar. Bundan dolayı, cetvelde, iyilikten hiçbir şekilde pay almayan ve tümüyle kötü olan tek bir varlık bulunmaz. Kötülüğün yokluk ya da hiçlikle eşanlamlı olduğunu, kendisinde iyi hiçbir şeyin bulunmadığı bir varlıkta gerçeklik de bulunamayacağını, onun hiçbir şekilde varolamayacağını dile getiren söz konusu hiyerarşik değer ve varlık anlayışına göre, varolan her şey, şöyle ya da böyle iyi olmak durumundadır. Başka bir deyişle, Augustinus'un hiyerarşik gerçeklik tasarımına göre, duyusal dünya kötü değildir, hatta onun iyi olduğu bile söylenebilir. Çünkü farklı varlık düzeyleri onda iyilik yoluyla açıklanır. Buna göre, Tanrı en yüksek iyidir, insan ruhu iyilik bakımından Tanrı'dan sonra gelir; cisimler, maddî varlıklar en aşağıdadırlar, ama bu demek değildir ki, kötüdürler. Tam tersine, onlar da bir şekilde iyi olmak durumundadırlar. Bu ise, kötülüğün dünyada pozitif bir şey ya da gerçeklik olarak varolmadığı anlamına gelir. Çünkü bu üç düzeyli ontolojinin veya hiyerarşik varlık anlayışının en önemli sonucu, onun aşağıdan yukarıya doğru inen bir nedensellik düzeni ortaya koymasıdır. Kendisi hareket etmeyen, değişemeyen Tanrı, her şeyin nihaî nedenidir. Yaratılmış ruhyar, yani melekler ve İnsanî ruhlar, gerçek nedenler olmakla birlikte, yukarıdan İlahî olarak hareket ettirilirler. Maddenin kendisi ise hareket ettiremez.​
öyleyse, dünyada mutlak kötülük diye bir şey söz konusu olamaz, Yani, Manişeizm'de olduğu gibi, varlık cetvelinin en tepesinde bulunan ve mutlak İyilik olan Tanrı'nın tam karşıt kutbunda bulunan bir kötülük ilkesinden söz edilemez. Augustinus, mutlak kötülüğü reddetmekle kalmaz, fakat Tanrı'nın altında bulunan varlıklarda, iyi ve kötünün karışımlarının bulunduğunu dile getiren bir görüşe de karşı çıkar. Ona göre, bir şeyin az iyi olmasından hemen onun kötü, az kötü olmasından hareketle, iyi olduğu sonucu çıkartılamaz. Yani, iyilik ve kötülük, şu ya da bu ölçüde bir kötülük belli ölçüde iyiliğin yoksunluğu olarak tanımlanacak şekilde, birbirlerini gerektiren, birbirlerine olumlu ve olumsuz değerler olarak bağlanmış şeyler değildirler.​
Peki, bu durumda Augustinus'un, savaşlarda, cinayetlerde, özgür irâdenin kötüye kullanılmasında, insanın duyularına, tutku ve arzularına yenik düşerek kendisine zarar verişinde gözlemlediği kötülüğün varoluşu nasıl açıklanabilir?​
Kötülük Problemi
Augustinus'a göre, kötülük pozitif bir şey olarak açıklanamaz; kötülük, ancak ve ancak, mevcut olması gereken bir iyi ya da iyiliğin yokluğu olarak açıklanabilir. Bu çerçeve içinde, bir şeyin, o normalde daha yüksek bir iyilik derecesine sahip olmak durumundayken, bundan yoksun olduğu takdirde kötü olduğu söylenebilir, Bu durum, Augustinus'un değere dayalı hiyerarşik varlık görüşü temele alındığında, varlık cetvelinde daha yukarıda bulunan şeylerin göreli olarak daha aşağıda bulunanları yönetmesi, yönlendirmesi, onlar üzerinde bir güce ve etkiye sahip bulunması gerektiği, ama bunun tersinin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı ilkesiyle açıklanabilir. Nedensellik açısından ifade edildiğinde, nedensel etki kendisini, aşağıdan yukarıya doğru değil de, yukarıdan aşağıya doğru göstermelidir. Buna göre, varlık cetvelinde şeyler olmaları gerektiği gibi oldukları, bulunmaları gerektiği yerde bulundukları, daha iyi olup, daha üstte bulunan altındakini yönettiği ve alttaki varlık da üstündeki varlığa tâbi olduğu sürece, her şey düzen içinde olup, âdil bir biçimde ayarlanmıştır; aksi takdirde, varlıkların düzeni bozulmuş olup, onlar kargaşa ve adaletsizlik içinde kalmışlardır.​
İşte Augustinus, kötülüğü bu çerçeve içinde değerlendirir ve onu, nedensel etkinin aşağıdan yukarıya doğru gitmesi, daha aşağıdakilerin daha üsttekileri baştan çıkarıp, üsttekilerin alttakilere tâbi olması, düzenin bozulması ya da tersine çevrilmesi, yani düzensizlik ve adaletsizlik olarak tanımlar. Bundan dolayı, kötülük, varlık cetvelinde gerçekten varolan pozitif bir şey olmayıp, şeylerin doğal düzenlerinden uzaklaşmaları, normalde varolması gereken düzenin tersine çevrilmesi olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, Augustinus'a göre, dünyada kötülüğün ne zaman ortaya çıktığını sormak, daha aşağı dereceden veya daha aşağıda bulunan şeylerin nasıl olup da daha yüksek varlıklara yön verebildiklerini sormaktır. Buna göre, insanda ruh bedeni ve bedenin araçlarım, bütünün amacına uygun olarak yönlendirmek durumundayken, kötülüğün ortaya çıkışı bu düzenin bozulması, ruhun akıllı parçası tarafından yönetilmek ve sınırlandırılmak durumunda olan tutku, duyusal istek ve cinsel arzuların ruha tahakküm etmesi anlamına gelir.​
Duyusal dünyanın kötü olmadığını, kötülüğün insan varlıklarının kendilerini bu dünyaya kaptırmalarından doğduğunu, dolayısıyla, onun algı ve irâdeyle ilgili bir problem olduğunu öne süren Augustinus'a göre, insanlar şeyleri maddî bir biçimde görmekle övünürler, duyusal dünyanın gerçekliğin çok küçük bir bölümü olduğunu fark edemezler. Sadece bu, onun ilk günaha bağladığı bir hatadır. İnsanlarda duyusal alan üzerinde yoğunlaşma, onu içinde tüm ahlâkî kaygı ve problemlerin çözüme kavuşturulabileceği kendinden kaim bir alan, kendine yeten bir dünya olarak görme eğilimi vardır. İnsanlar maddî dünyanın kendisinin de bir parçası olduğu bütünü, büyük birliği göremezler, ki bu durumda maddî dünya, kendi içinde kötü olmasa da, insan için ahlâkî bir tehlike hâline gelir, insanların irâdeleri böylelikle, sadece kaygıya yol açan gelip geçici nesnelere bağlanır. Augustinus'a göre, insan ruhunun rasyonel özü, Yeni-Platoncu ontolojinin rasyonel doğası dikkate alındığında, iyimser olmak için her şeye rağmen çokça neden olduğu kolayca görülebilir. İnsan ruhunun, akledilir dünyayla özsel bir ilişki içinde olmasına rağmen, duyusal dünyada kısmen cisimleşen bir varlık olarak kendi sınırlanmış durumunu anlayabilme kapasitesi vardır. İşte bu, insana duyusal dünyayla olan ahlâkî ilişkisini yeni baştan düzenleme, duyusal dünyayı gerçekte olduğu şekliyle görme, yani ona mutlak bir varlık alanı olarak değil de, sadece sergilediği kısmî iyilik nedeniyle değer biçme, onu dikkati kendisinin üstünde olana yöneltmede bir araç olarak görme imkânı verir.​
Augustinus'un değere dayalı varlık hiyerarşisi, doğal ve ahlâkî kötülükle ilgili nispeten daha özgül durumlar söz konusu olduğunda daha bile temel ve vazgeçilmez hale gelir. Nitekim, onda doğal kötülükler insanın perspektifinin, çoğunluk miyopça materyalizmiyle salt kişisel çıkarı gözetme eğiliminin bir sonucu olan, kısmiliğine ve körlüğüne bağlanır. Daha geniş bir perspektiften, yani hem görünüşlerin gerisindeki düzen, hem de kötülüklerin içinde geçtiği, bir anlamda İlâhî olarak yönetilen ahlâkî dram açısından değerlendirildiğinde, doğal kötülükler hiçbir şekilde kötülük olarak geçmez. İnsanın veya İnsanî failin eseri olan ahlâkî kötülükler ise, daha aşağı iyilere, sanki onlar gerçekte yüksek iyilermişçesine bağlanan bir irâdenin hastalıklı ürünleri olmak durumundadırlar. Ahlâkî kötülük de gerçekte bir şey, pozitif bir şey değildir, fakat yalnızca insanın Tanrı'ya yüz çevirip, daha aşağı iyilere yönelmesidir.​
Bundan dolayı, ister ahlâkî, ister fizikî ya da ister metafiziksel bir çerçeve içinde ortaya çıksın, kötülüğün sorumluluğu, Augustinus'a göre, Tanrı'ya değil de, insana aittir. Her şeyin yaratıcısı olan Tanrı, onları âdil bir biçimde, yani her birine hakkını vererek, bulunmaları gereken yerde ve sahip olmaları gereken düzen içinde yaratmıştır. Fakat, bu düzen bir şekilde bozulmuş ve tersine çevrilmiştir. O, bunu özgür irâdesiyle insanın yapmış olduğunu söyler; insan, özgür irâdesiyle daha aşağı şeylerin daha yüksek şeyler üzerinde güç ve değer kazanmalarına neden olmuştur; kötülük, yaratılmış irâdenin, Tanrı'ya yüz çevirmesinin, sonsuz Tann'dan uzaklaşmasının bir sonucu olmak durumundadır. Şöyle der: "Damak zevki bozulmamış birine lezzetli gelen ekmek, damak zevki bozulmuş birine lezzetli gelmeyebilir; gözleri sağlıklı birine ışık hoş gelirken hastalıklı gözlere acı verebilir. Aynı şekilde senin hakkaniyetin dürüst olmayan kişilere hoş gelmez; haydi haydi iyi olarak yaratmış olduğun ve aşağı seviyedeki yaratıkların bir bölümü ile uyum içinde bulunan bir engerek ve bir küçük yer solucanı da hoş gelmez. Kötüler bu aşağı bölgelere daha çok uyum sağlayarak sana olan benzerliklerini yitirirler; tersine sana daha çok benzemeye çalışanlar ise, üstün yaratıklarınla daha çok uyum içine girerler. Kötünün ne olduğunu aradım ve onun bir töz olmadığını keşfettim, kötülük yüce tözden, yani Tanrı’ın senden yüz çeviren, bu içten zenginlikleri reddeden, daha aşağı seviyedeki şeylere dönerek dışarıda gururla şişinen bir irâdenin ahlâk bozukluğudur."​
Etik Anlayışı
Aziz Augustinus, insanın ahlâkî durumunu, yine söz konusu değere dayalı varlık hiyerarşisiyle, ve bir yandan da, insan doğasına ilişkin düşüncelerini, Tanrı'nın doğası ve yaradılış olgusuyla ilgili değerlendirmelerini bir araya getirerek açıklar. İnsan yaşamının doğal amacı, ona göre, mutluluktur ve bu, apaçık bir şeydir; insan varlığı yaşamı boyunca mutluluğu arayacak şekilde kurulmuştur: "Mutluluğu anımsamak, sevmek ve arzulamak için nerede ve ne zaman yaşadım? Ve sadece ben ve onu arzulayan birkaç kişi değil; ama hepimiz, istisnasız hepimiz mutlu olmak istiyoruz. Mutluluk konusunda sadece bir kavrama sahip olsaydık, onu bu kadar ısrarla aramazdık. İki adama askerlik mesleğini seçip seçmeyeceklerini sorsak, biri bu soruya evet öteki ise hayır diyebilir, ama bu kişilere mutlu olmak isteyip istemediklerini sorsak, ikisi de tereddüt etmeden mutlu olmak istediklerini söylerler. Biri askerlik mesleğini istemekle öteki bunu reddetmekte, ikisi de aynı şekilde mutlu olmayı istemektedirler. Bu da mutluluklarını değişik yerlerde aramalarmdan ileri gelir. Şu hâlde herkes mutlu olmak konusunda aynı görüştedir, sevinç içinde olmayı isteyip istemedikleri sorulduğunda da aynı düşüncededirler, çünkü sevincin kendisi onlar için mutlu yaşamın kendisidir. Değişik yollarda arasalar bile herkesin ulaşmak istediği ortak bir amaç vardır; o da sevinçtir. Hiç kimse sevinç hissetmediğini söyleyemez, sevinci belleğimizde buluyor ve mutluluk sözcüğünü duyduğumuzda da onu tanıyoruz."​
Bu, hiç kuşku yok ki, yeni bir düşünce değildir; nitekim, modem çağda da insanın nihaî amacının mutluluk olduğu söylenecektir, ve Augustinus'tan önce Yunanlılar da aynı şeyi söylüyorlardı. Aziz Augustinus'un yeniliği, mutluluğu farklı bir biçimde tanımlamasından, ya da daha doğrusu insanın doğal amacına doğaüstü bir öğe eklemesinden meydana gelir: "İnsanın en yüksek iyisini bedene konumlayan Epikürosçu umudunu kendine bağlamış olandır; oysa akıllı yaratık o şekilde yaratılmıştır ki, kendisi onu mutlu kılan iyi asla olamaz. Tanrı’ın, herhangi bir sevinçte mutluluğu bulma düşüncesi yüreğimden, —senin önünde alçalan kulunun yüreğinden— uzaktır. Bir çeşit sevinç vardır ki, o dinsizlere değil, sadece sana yürekten tapmanlara verilmiştir. Çünkü sen bu sevincin ta kendisisin. Mutluluk işte budur! Mutlu yaşam senden, senin için, senin yüzünden sevinç duymaktır. Mutlu yaşam budur, başka bir şey değildir. Başka bir mutlu yaşam olduğunu sananlar gerçek olmayan bir sevincin peşinden giderler. Bununla birlikte, irâdelerinin kopamadığı sevincin bir hayali hep bulunur."​
Augustinus'a göre, insanın mutluluğu Tanrı'da aramasının nedeni, katışıksız bir biçimde doğal olan tek bir insan bulunmaması, insan varlığının doğanın ürünü, tabiat tarafından yaratılmış olan bir varlık olmamasıdır. İnsan Tanrı tarafından yaratılmış olup, kendisinde bu yaradılışın izlerini hep taşır: "Seni mutlu kılan ruhun erdemi değil, fakat sana erdemi vermiş olan, seni irâde etmeye yönelten ve sana irâde etme gücünü bahşetmiş olandır." Bu, her şeyden önce, insanla Tanrı arasında birtakım sürekli ve kalıcı birtakım ilişkiler bulunduğu veya olması gerektiği anlamına gelir. Buna göre, insanın sürekli olarak mutluluğu araması bir raslantı değildir; insan mutluluğu, eksikli ve kusurlu oluşundan, sonlu oluşundan dolayı, tamamlanmak arzusuyla arar. Öte yandan, insanın mutluluğu Tanrı'da araması da bir raslantı değildir, çünkü o Tanrı tarafından, mutluluğu yalnızca Tanrı'da bulacak şekilde yaratılmıştır; zira, sonlu insan varlığını yalnızca sonsuz olan Tanrı tamamlayabilir. Tanrı'yı arama, öyleyse mutluluk için duyulan arzu, Tanrı'ya erişme de saadetin bizatihi kendisidir.​
Mutlak değil de, bir ara iyi olan irâde değişmez iyiye bağlandığı zaman, insan orada kutlu yaşama erişir. Augustinus bu durumu ünlü aşk teorisiyle açıklar. Ona göre, insan zorunlu olarak, sonlu ve eksikli oluşundan dolayı, tamamlanmak arzusuyla sever. İnsanın aşkının belli nesneleri vardır. İnsanın aşkına konu olan bu varlıklar arasında, (1) madde ve fizikî nesneler, (2) başka insanlar ve (3) kendisi vardır. Bu varlıklardan her biri, aşkı sırasında insanın ihtiyaçlarının belli bir bölümünü karşılar ve insana belli bir doyum ve mutluluk sağlar. Dahası, bu varlıkların hepsi, Augustinus'un varlık cetvelinde yer aldıkları, Tanrı tarafından yaratılmış oldukları için, iyi olmak durumundadır. Augustinus'a göre, sorun, öyleyse, insanın sevgisinde, onun aşkının farklı objelerinde değildir. Sorun ya da ahlâkî problem, insanın aşkının nesnelerine bağlanma tarzıyla, o nesne ile ilgili beklentiler indedir.​
Augustinus'a göre, insanın aşkı doğuran istekleri farklı olduktan başka, onun aşkının nesneleri ve dolayısıyla çeşitli aşk türlerinin ürettiği sonuçlar da farklıdır. O, insanın çok çeşitli ihtiyaç ve istekleriyle bu ihtiyaç ve istekleri karşılayacak nesneler arasında belli bir mütekabiliyet olduğu düşüncesindedir. Zaten, Augustinus, söz konusu aşk etiğinde, aşkı insanın ihtiyaçlarıyla bu ihtiyaçları karşılayacak nesneler arasındaki ahenkli ilişki şeklinde tanımlar. İnsanın ihtiyaçları ölçümlenebilir bir nicelikte olduğundan, bu ihtiyaçları karşılayacak uygun nesneler de, ancak bu nicelik ölçüsünde doyum sağlayabilirler. Örneğin, biz ekmek ve çeşitli gıdaları sever ve onları açlığımızla orantılı bir nicelik içinde tüketiriz. Bununla birlikte, insanların bütün İhtiyaçları fizikî gereksinimlerden meydana gelmez. Örneğin, biz, sağladıkları estetik doyumdan ötürü, sanat eserlerini severiz. Daha yüksek bir düzeyde ise, insanlara duyduğumuz aşk yer alır. Bu aşk bize, bize belli ölçüler içinde mutluluk sağlar, hem niteliksel ve hem de niceliksel olarak haz verir.​
Bununla birlikte, insanın ihtiyaçları, aşkın, bu ihtiyaçlara denk düşen nesnelerinin değiştirilmesiyle karşılanamaz; aşkın bu objelerinden hiçbiri diğerinin yerine geçemez ve asla kendisinden beklenenden daha fazlasını sağlayamaz. Örneğin, hiçbir maddî zenginlik, insana duyulan sevginin ve bir insanla kurulan sağlam bir dostluğun yerini tutamaz. öte yandan, insanın bir de tinsel ihtiyacı vardır. Başka bir deyişle, Augustinus'a göre, sonlu bir varlık olan insanın doğası o şekildedir ki, ona en yüksek ve gerçek doyumla mutluluğu yalnızca sonsuz varlık olan Tanrı sağlayabilir. Tanrı'yı sevmek, insanın mutluluğu için vazgeçilemez bir şeydir, çünkü insana özgü bir gereksinim olan sonsuzluk ihtiyacını yalnızca sonsuz bir varlık olarak Tanrı karşılayabilir: "Tanrı insanın en yüksek iyisi ise eğer, en yüksek iyiyi aramak mutlu yaşamak olduğu için, buradan mutlu yaşamanın Tanrı'yı kalben, bütünüyle ve aklımızla sevmekten başka bir şey olmadığı sonucu çıkar. ... Bana kendini ver, Tann’ın, bana kendini ver, çünkü seni seviyorum. Sana olan aşkım zayıfsa, seni daha güçlüce sevmemi sağla. Âşkımın yeterli olması, senin kucaklamalarına atılacak gücü bulabilmek ve yüzünün gölgesinde saklanana dek yüzümü senden çevirmemek için, seni daha ne kadar çok sevmem gerektiğini bilemiyorum."​
Aşkın farkh, ancak meşrû objeleri birbirlerinin yerini alamıyor, biri diğerinden bekleneni sağlayamıyorsa eğer, aşkta, sonlu bir nesne veya insan da sonsuz bir varlık olarak Tanrı'nın yerine geçirilemez. Maddî varlıklar, başka insanlar ve kendisi, insanın aşkının meşrû objeleri olabilmekle birlikte, insanın bunlardan birine duyduğu aşk, insan bu varlıkları gerçek ve nihaî bir mutluluğa erişmek amacıyla sevdiği zaman, Augustinus'a göre, kötü ve düzensiz bir aşk hâline gelir. Kötü ve düzensiz aşk, aşkın Tanrı dışındaki nesnelerinin herhangi birinden, onun gerçekte verebileceğinden ya da sağlayabileceğinden daha fazlasını ümit etmekten, varlık cetvelinde daha üstte bulunanların daha alttakileri yönlendireceği yerde, daha aşağıda bulunan varlıkların daha üsttekilere tahakküm etmesinden, insanın tinsel ihtiyacını karşılayacakolan Tanrı'ya yönelecek yerde, maddeye, duyusal istekleriyle cinsel arzularına yenik düşmesinden oluşur.​
Düzensiz aşk kötü bir şey olup, insan davranışında birtakım bozukluklara neden olur, insanda kibire yol açar. Augustinus'un görüşüne göre, bütün bu bozukluk ve düzensizliklerin, kibirin temelinde ise, insanın kendi kendisine yeter olduğu inancı vardır. Oysa, ona göre, insan eksikli bir varlık olup, ne fizikî bakımdan, ne duygusal yönden, ne de tinsel bakımdan kendisine yeten biridir. İnsanın, onu Tanrı'dan uzaklaştıran kibiri, o sonsuzluk ihtiyacını sonlu varlıklarla karşılamaya çalıştığı için, insanda her türden düşkünlüğe yol açar. Örneğin, onun başka bir insana duyduğu aşk, bu ilişkiden, karşıdaki insanın verebileceğinden fazlasını elde etmeye çalışmasından dolayı, kendisi için doyumsuzluk yarattığı kadar, bu ikinci insan için de yıkıcı olabilir. Buna göre, kendisindeki en temel isteği karşılamak üzere, Tanrı'ya yönelmekten, Tanrı'yı sevmekten geri duran insan, tüm maddî isteklerini karşılamasının kendisine huzur ve mutluluk getireceği inancıyla, umutsuz bir çaba içinde sürüklenebilir, olmazı gerçekleştirerek delik fıçıyı umutsuzca doldurmaya çalışır.​
Augustinus'a göre, bütün kötülüklerin kaynağında, söz konusu düzensiz aşk vardır. Fesat, kıskançlıklar, doyumsuzluk, açgözlülük ve adaletsizlikler hep ondan çıkar. Düzensiz aşk düzeni bozulmuş uyumsuz insanlara, düzeni bozulmuş insanlar da düzensiz aile ve toplumlara yol açar. Düzenli bir toplum kurmanın en önemli yolu, öyleyse, insanın kendisini ve dolayısıyla aşkını düzene sokmasıdır; onun, aşkının, başta Tanrı olmak üzere, farklı nesnelerini, uygun ölçülerde ve gereği gibi sevmesini sağlamaktır. Bu yapıldığı zaman ancak, insan erdemli ve mutlu olur. Yoksa, insan için başka kurtuluş yolu yoktur: "Erdemin mükemmel Tanrı aşkından başka hiçbir şey olmadığını savunuyorum. ...Ölçülülük kendisini bütünüyle sevilene vakfeden aşktır; metanet, sevilen nesne uğruna her şeye tahammül etmeye hazır olan sevgidir; adalet ise sadece sevilen nesneye hizmet eden aşk ve dolayısıyla, doğru yönetmektir. ... Bu aşkın nesnesi ise, başka hiçbir şey değil, fakat sadece en büyük iyi, en yüksek erdem, mükemmel ahenk olan Tanrı'dır."​
Devlet anlayışı
Augustinus'un siyaset felsefesi ya da devlet anlayışı, birçok filozofta olduğu gibi, onun etik ve dolayısıyla metafizik anlayışına bağlıdır. Aşkın, yalnız bireyin değil, fakat bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu öne süren filozof, aşk türlerinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayırımına ulaşmıştır. Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk, diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayırımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere, iki devlet anlayışı vardır. Augustinus, işte bu çerçeve içinde, Tanrı'ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı'dan çok yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini, buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı'yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini söylemiştir.​
Aynı noktaya başka bir yerden, yani insanın sosyal doğasından hareketle ulaşmayı denediğimizde, Augustinus'a göre, Tanrı tarafından insana bahşedilen özellik ya da yetkinlikler arasında bir de sosyal bir doğanın bulunduğunu söylememiz gerekir; bu tabiat Adem'in Cennetten Kovulmasından sonra da, şu ya da bu ölçüde korunmuştur. İnsanlar işte bundan dolayı, barışa erebilmek için aileler içinde yaşar ve devletler hâlinde örgütlenirler. Fakat tıpkı doğal ahlâklılığın, yeryüzü sevinçlerinin peşinde koşmasının insanı gerçek mutluluğa, ebedî saadete götürmeye yetmemesi gibi, gelip geçici politik devletler de insanı ebedî bir barış içinde yaşatmak için yeterli olmazlar. Gerçek mutluluk gibi, gerçek barış da Tanrı'nın inayetine ihtiyaç duyar. İşte Tanrı'nin insanları kurtarılmayı bekleyen gerçek müminler ve günahkârlar olarak ikiye ayırmış olması biri Tanrı ya da Gökyüzü Devleti, diğeri ise İnsanın Devleti veya Yeryüzü Devleti olarak iki ayrı devletin doğuşuna yol açmıştır.​
Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır. İnsanlık tarihini gökyüzü devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle, insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus'a göre, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen, şeytanın krallığıdır. Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa'nın krallığıdır. O, yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler. Onun gözünde, Hıristiyanlık ve Kilise, gökyüzü devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır. Augustinus'a göre, gökyüzü devletinin yeryüzündeki temsilcisi ise Kilise'dir.​
Bununla birlikte, gökyüzü devleti, göklerde, ya da öte dünyada Tanrı'nın yönetimi altında olan devlet; yeryüzü devleti ise, bu dünyadaki devlet değildir. Başka bir deyişle, Augustinus, Kiliseyi gökyüzü ya da Tanrı devletinin temsilcisi olarak görmekle birlikte, yeryüzü devletini bu dünyadaki devletlerle, gökyüzü devletini ise Kilise ile özdeşleştirmez. Özdeşleştirseydi eğer, tüm Hıristiyanların Tanrı devletinin vatandaştan olarak günahın kirinden arınmış olduklarını söylemek; yeryüzü devleti şeytanın yarattığı bir devlet olduğu için, kralların buyruklarına uyulmamasını istemek durumunda kalacaktı. O, yeryüzü devleti ve gökyüzü devleti ayırımıyla, daha çok kötü yönetimlerle iyi yönetimleri anlatmak ister. Buna göre, gökyüzü devleti dünya devletlerinin örnek almaları gereken ideal ve ebedî bir devlettir. Tanrı'nın yönetimi altında olan, yürekleri Tanrı sevgisiyle dolu insanları birleştiren gökyüzü devletinde günah yoktur. Günah olmadığı için de, ilk günahın eseri olan mülkiyet ve kölelik de yoktur. Bundan dolayı, gökyüzü devletinde eşitlikçi bir düzen olmalıdır. Gökyüzü devletinde, prens uyruklarına sevgiyle hizmet eder; Tanrı devletinde, uyrukları prense uyar, prens ise, belli bir tabakanın ya da kendisinin iyiliğini değil de, herkesin iyiliğini düşünür. Burada, prens ya da yönetici, yönetmekten çok, hizmet eder.​
Yeryüzü ya da dünya devletinde ise, ilk günahın ürünü olan madde hırsı, mülkiyet, kölelik ve eşitsizlik vardır. Burada prens ya da yönetici, boyun eğdirdiği halkın iyiliğini düşünerek değil, "egemenlik sevgisi" ile, "tahakküm etme arzusu"yla, başkalarına üstün olmak, onlara baskın çıkmak hırsıyla yönetir. Oysa, Tanrı, Augustinus'un hiyerarşik dünya görüşüne göre, yaradılışın en yüksek ve en değerli eseri olan insanı başka insanlara değil de, hayvanlara egemen olması, duyusal yanlarını sınırlaması için yaratmıştır. Augustinus'a göre, yeryüzü devleti, onun esaslarını belirlediği ve ideal bir model olarak gördüğü gökyüzü devletine olabildiğince benzemek durumundadır. Bu ise, ancak aşkla, insanların aşkın nesnelerine hak ettiği değeri vermeleriyle, yeryüzü devletindeki Tanrı devleti vatandaşlarının sayısının artmasıyla olur.​
Augustinus, İtiraflarjçev. D, Pamir), İstanbul, 1999.​
R. L. Brown, Augustine of Hippo: Life and Controversies, London, 1983.​
H. Chadwick, Augustine, Oxford, 1986.​
A. Hyman J. J. Walsh(eds), Philosophy in the Middle Ages, The Christian, Islamic and Jewish Traditions, 2nd Edition, Indianapolis, 1986.​
Z. Ozcan, Augustinus'ta Tanrı ve Yaratma, İstanbul, 1999​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz. AŞK, AKADEMİ, ANAMNESIS, ARİSTOTELES, AUGUSTINUSÇULUK, AYDINLANMA, DESCARTES, HIRİSTİYANLIK, KUŞKUCULUK, KÖTÜLÜK PROBLEMİ, PLATON, YENİ-PLATONCULUK,​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Filozoflar 0
1000Fikir Filozoflar 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst