Aziz Anselmus (1033-1109), Ortaçağ düşüncesinin fakat özellikle de erken Skolastiğin, Patristik felsefenin büyük filozofu Aziz Augustinus’un adıyla, “ikinci Augustinus” diye anılan en önemli filozofudur. Bununla birlikte, Anselmus yalnızca Ortaçağ felsefesinin değil fakat bütün bir felsefe tarihinin, adı çok sıklıkla anılan, önemli filozoflarından başında gelir. Anselmus’a bu yaygın şöhreti kazandıran şey ise hiç kuşku yok ki onun Tanrının varoluşuyla ilgili ünlü “ontolojik argümanı” veya “delili” bulan kişi olmasıdır. Başka bir deyişle, Anselmus adı, onun söz konusu a priori kanıtına bu adı veren ünlü Alman filozofu Immanuel Kant’tan beri ontolojik kanıtla adeta özdeşleşmiştir. Felsefenin birçok karmaşık ve zorlu problemini kendi bünyesinde bir araya getiren argüman, Aquinalı Thomas, Hume ve Kant tarafından reddedilirken, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalist filozoflar tarafından benimsenip sıklıkla kullanılmıştır.​
A priori bir kanıt olan ontolojik delilinden de kolaylıkla çıkartılacağı üzere, çağının antientelektüalizmine büyük bir güçle karşı çıkan Anselmus, şu halde ikinci olarak Hıristiyan imanına ilişkin rasyonel bir analizin kuşkuya ve dini kuşkuculuğa yol açmak bir yana, imanı anlamak bakımından yerine getirilmesi gereken zorunlu bir ödev olduğunu öne sürdüğü için önem taşır. İşte, onun bu iddiası 12. ve 13. yüzyılların Yüksek Skolastiğinin en ciddi harekete geçirici gücü olup çıkmıştır.​
(a) İnanç-Akıl ilişkisine Dair Görüşleri
Aziz Anselmus, inançla akıl veya otoriteyle felsefe arasındaki ilişki söz konusu olduğunda, önce iman ile aklı birbirleriyle asla karıştırılmamaları ve her birinin fonksiyonları ayrı olduğu için birbirlerinin yerine hiçbir şekilde ikame edilmemeleri gereken iki ayrı alan olarak öne sürer. Bundan sonra da akıl karşısında inanç ya da imana, felsefe ya da bilgi karşısında da otoriteye öncelik verir. Çünkü Anselmus’a göre, insanın en yüksek hakikati bilebilmesi, bütün hakikatlerin kaynağı olan en üstün ve en yüce hakikatin varlığını anlayabilmesi için araştırmaya imanla başlaması gerekir. Başka bir deyişle, imanın öğrettiği şeyin nedenini sormadan önce, inanmak zorunluluğu bulunmaktadır. Yapılması gereken şey, o halde aklın argümanlarına veya tartışmalarına müracaat etmeden önce, otoritenin gizlerine iman etmek ve daha sonra da inanılanları anlamaya ve temellendirmeye çalışmaktır.​
Buna göre, o kendisine iman edilen şeyleri, onların doğruluğunu ya da inanılırlığını aklın sınaması yoluyla tespit etme anlamında, kanıtlamaya çalışıyor değildir. O varolan inançlarını bir veri kabul edip temele alarak, onları akıl aracılığıyla açımlamaya çalışmakta, vahyedilen hakikatın anlamını, içerimlerini, doğruluğu ve makuliyetini gözler önüne serme amacı gütmektedir. Nitekim o bu tavrını, “İnanmak için anlamaya çalışıyorum” deyişinin ve tavrının tam karşısında yer alan, ünlü credo ut intelligam [anlamak için inanıyorum] deyişiyle anlatmak istemiştir.​
Ona göre, insanın elinde iki bilgi kaynağı vardır: Akıl ve iman. Aziz Anselmus, diyalektikçilere karşı, önce sağlam bir şekilde imana ulaşmak gerektiğini söyler ve dolayısıyla da Kutsal Metinlerin diyalektiğe tabi tutulmasına itiraz eder. İman, insan için başlangıç noktasıdır. Anlayabilme yeteneği ve aklının yorumlayabildiği hakikat, insana vahiy tarafından verilmiştir; inanmak için anlamaya gayret etmeyiz, anlayabilmek için inanırız. Kısacası, akıl veya idrak imanı gerektirir.​
Demek ki Anselmus’a göre, insan önce inanmalı, iman etmeli, kendisini Tanrıya teslim etmeli; sonra da bilgi yolunda, Tanrının tuttuğu ışık altında, ilerlemeye çalışmalıdır. Başka bir deyişle, Anselmus, imanla akıl arasında öncelik ilişkisinin doğru kurulması gerektiğini öne sürmüştür. Buna göre, bir insanda önce akıl ve anlama çabası geldiğinde, bu, o kişinin imanı olmadığı anlamına gelir; insanın anlama çabası vermesi, anlamaya çalışması, onun inanmamasından kaynaklanır. Buna karşın, önce iman gelirse, akıl onu zorunlulukla tamamlar; yani, insan inandığı sürece, zorunlulukla anlamaya, öğrenmeye çalışır çünkü inanmayanlar hiçbir amaca ulaşamazken, yalnızca inananlar anlayabilirler. Şu halde, önce iman gelir, insan mensubu olduğu dinin temel inanç ve gizlerini otorite temeli üzerinde kabul eder. Ama insanda bir de bu dini hakikat ve gizler üzerinde durup onları anlamaya çalışma eğilimi vardır. Anselmus, imanın giz ve hakikatlerini, onlardan kuşku duyduğu için kanıtlamaya kalkışmamıştır. Başka bir deyişle onun amacı, kuşkunun darbeleri altında yıkılabilecek olan dini hakikatleri sağlam bir biçimde inşa etmekten çok, kendisinin önceden iman etmiş olduğu, doğruluklarından yana tümüyle ikna olmuş bulunduğu giz ve doğruları anlaşılır hale getirmek olmuştur. Dahası, o, dinin özel gizler alanının aklı tümüyle dışta bıraktığını hiç düşünmemiştir. Anselmus, aklı dini konulara bu kadar çok karıştırdığı için eleştirilmiş olmakla birlikte, teoloji ya da ilâhiyatın bilimsel bir disiplin haline gelişine önemli ölçüde katkı yapmış ve bu tavrıyla 13. yüzyılın filozoflarına örnek olmuştur.​
(b) Ontolojik Argüman
Birkaç Tanrı delili olan Anselmus’un en meşhur argümanı, ünlü ontolojik argümandır. Bu argüman bütünüyle a priori ve rasyonel bir argümandır. Argümanın hareket noktası, “yetkin varlık” olarak Tanrı kavramı ya da idesidir. Anselmus’un ünlü ontolojik delili, duyusal dünyaya ilişkin bir gözlemden yola çıkmayan, deneyimsel bir yönü bulunmayan fakat doğrudan doğruya “Tanrı” kavramının analizinden hareket edip, Tanrının varoluşunu bu analizden çıkarmaya çalışan bir kanıttır.​
Anselmus argümanında, “Tanrı” ile neyi anlatmak istediğimizi sorar. Tanrı, ona göre, kendisinden daha büyük ya da yetkini düşünülemeyen veya tasarlanamayan varlıktır. İnsanda, böyle bir yetkin varlık fikri ya da idesi vardır. Hatta Anselmus’a göre, bu fikir, Tanrının var olmadığını söyleyen bir budalada dahi vardır. Tanrı idesi ya da fikrinin bir budalada dahi bulunduğunu söyleyen Aziz Anselmus, daha sonra onun yalnızca zihnimizde olan bir kavram mı olduğunu sorar. Acaba Tanrı bir ide ya da kavram olarak zihnimizde olduktan başka, zihnimizin dışında bir dış gerçekliğe de tekabül etmez mi? Birinci şıkkın geçerli olduğunu, Tanrının yalnızca zihnimizde, bir ide ya da kavram olarak var olduğunu kabul edelim. Bu durumda, ona göre, tam bir çıkmaza düşeriz çünkü hem ideal ve hem de reel olarak, yani hem zihinde ve hem de zihnin dışında var olan bir şey, yalnızca zihinde, bir kavram olarak var olandan kesinlikle daha yetkin olacaktır. Oysa Tanrı, “kendisinden daha yetkini [büyüğü] düşünülemeyen varlık” olarak tanımlanmıştır. Burada, Tanrıya zihinden bağımsız, zihin dışında bir varlık izafe etmezsek, bu tanıma kesinlikle ters düşeriz, yani mantıksal bir çelişki içinde kalırız. Bundan dolayı, “Tanrı hem zihinde bir kavram olarak ve hem de zihin dışında vardır” demek zorundayız.​
Argüman, mantıksal bir sıra ve düzen içinde ve tüm adımlarıyla, yeniden şu şekilde kurulabilir: (1) Tanrıyla, kendisinden daha büyüğü ya da daha doğrusu daha yetkini düşünülemeyen Varlığı anlatmak istiyoruz. (2) Varsayalım ki kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, gerçekte var olmasın. Bununla birlikte, (3) böyle bir Varlığın var olduğu düşünülebilir. Buna göre, (4) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, gerçekten var olursa, salt zihinde kavram olarak var olan kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlıktan [yani, salt düşüncede varolan en yetkin varlığa kıyasla] daha yetkin olur.​
3. ve 4. öncüllerden hareketle, (5) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık’tan daha yetkin​
bir varlığı tasarlamak kesinlikle mümkündür. (5) nolu önerme çelişiktir; bu durumda, argüman Aziz Anselmus’u istediği sonuca ulaşır: Öyleyse, (6) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, yani Tanrı, gerçekten de varolur.​
(c) Tarziye Teorisi
Tümeller söz konusu olduğunda, nominalizmi şiddetle eleştiren ve realist bir bakış açısı benimseyen Anselmus’a göre, tümeller gerçek olup, zihinden bağımsız bir varoluşa sahiptirler; bir sınıf meydana getiren tikeller, somut nesneler ise somut bir birlik meydana getirirler. Tümellerle ilgili bu görüş, Anselmus’a doğallıkla Kutsal Üçleme öğretisini felsefi bir temel üzerinde ifade etme imkânı vermiştir.​
Aynı şekilde ünlü Tarziye teorisi ya da Anselmus’un cisimleşme dogmasını, yani Tanrının İsa kılığında cisimleşerek insan bedenine bürünmesini akıl yoluyla açıklama çabası da onun Hıristiyan inancını felsefeyle temellendirme çabasının başka bir örneğini meydana getirir. Nitekim onun, Ortaçağ feodal düzeninde, bir suçtan dolayı zarar gören kişinin toplumsal konumuna göre, suçluya yol açtığı zararı ödettirme kuralından esinlenmiş ve Tanrı ile insanı bu ilişkinin iki tarafı olarak kavramsallaştırmış olan Tarziye teorisine göre, cisimleşmenin zorunluluğu, kurtarmanın zorunluluğundan doğar. Anselmus’un gözünde, insanın ilk günah olarak bildiğimiz suçu, Tanrıya karşı işlenmiş bir suçtur. Tanrı bu suçu, iyiliğine rağmen, şeref ve adaletinden fedakârlık etmeden bağışlayamaz.​
Öte yandan, hakaret gören şerefinin intikamını, Tanrı insanlardan alamaz çünkü günah sonsuz büyük bir günah olduğundan sonsuz büyük bir karşılık ister. Yani ya insanlığı yok etmek ya da ona cehennemin sonsuz azaplarını yüklemek gerekecektir. Ancak her iki durumda da yaratmanın amacı olan, yaratıkların mutluluğu elde edilmemiş olacak ve yaratanın şerefi tehlikeye düşecektir. Tanrı için şerefine zarar getirmeden bundan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Tanrı insanın yerine bu kefareti ödeyecek, yani insanı insan olmak suretiyle kurtaracaktır. Tanrı, böylelikle İsa’da insan olmuş ve İsa, insanın yerine azap çekmiştir.​
***​
Anselmus Hıristiyan Ortaçağ düşüncesinin, paradoksal gibi görünecek bir tarzda, hem Augustinus'un devamı ya da mirasçısı, hem de skolastisizmin öncüsü olmak bakımından büyük bir önemi olan düşünürüdür. Nitekim, o Patristik felsefenin büyük düşünürü Aziz Augustinus'un adıyla, "ikinci Augustinus" diye anılır. Bununla birlikte, Anselmus yalnızca Ortaçağ felsefesinin değil, fakat bütün bir felsefe tarihinin, adı çok sıklıkla anılan, önemli düşünürlerinin başında gelir. Anselmus'a bu yaygın şöhreti kazandıran şey ise, hiç kuşku yok ki onun Tanrı'nın varoluşuyla ilgili ünlü "ontolojik argümanı" bulan kişi olmasıdır. Başka bir deyişle, Anselmus adı, onun söz konusu a priori argümanına bu adı veren ünlü Alman filozofu Immanuel Kant'tan beri ontolojik delille âdeta özdeşleşmiştir. Felsefenin birçok karmaşık ve zorlu problemini kendi bünyesinde bir araya getiren argüman, Aquinasli Thomas, Hume ve Kant tarafından reddedilirken, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalist düşünürler tarafından benimsenip sıklıkla kullanılmıştır. Argüman günümüz din felsefesinde bile, önemli tartışmaların esin kaynağı ve konusu olmaya devam etmektedir.​
Anselmus, öte yandan rasyonel teolojinin kurucusu ve dolayısıyla skolastik düşüncenin büyük öncüsü olarak kabul edilir. A priori bir delil olan ontolojik argümanından da kolaylıkla çıkartılacağı üzere, çağının antientelektüalizmine büyük bir güçle karşı çıkan Anselmus, Hıristiyan imanına ilişkin rasyonel bir analizin şüpheye ve dini kuşkuculuğa yol açmak bir yana, imanı anlamak bakımından yerine getirilmesi gereken zorunlu bir ödev olduğunu öne sürmüştür. Buna göre, onun bu iddiası 12. ve 13. yüzyılların yüksek Skolastiğinin en ciddi harekete geçirici gücü olup çıkmıştır.​
Bu ikisi ise Anselmus'un meşhur fides quarens intellectum (anlamayı arayan iman) tavrında birleşir ya da özetlenir. İmanın yerine akli ikame etmek gibi bir düşüncesi kesinlikle olmayan, onu epistemik bir durumdan ziyade irâdî bir tavır ya da hâl diye ifade eden Anselmus için, iman Tanrı'ya duyulan aşk ve Tanrı'nın istediği gibi eyleme yönelimi ya da daha doğru bir deyişle, Tanrı'ya ilişkin daha derin bir bilgi arayışıyla belirlenen aktif Tanrı aşkı olmak durumundadır. Zaten Anselmus'un hem Augustinus'un mirasçısı, hem de Skolastisizmin öncüsü oluşunu ifade eden şey, onda aşk ve bilginin, söz konusu İlâhî zemin üzerindeki bu birleşimidir.​
Hayatı ve Eserleri
Aziz Anselmus 1033 yılında İtalya'da, Aosta'da doğmuştur. Temel eğitiminin ardından, daha gençliğinde annesinin de teşviki ile kendisini din öğrenimine vererek bir manastıra kapanmıştır. Bununla birlikte, daha sonra babasının baskısı ile, bu tür bir hayat tarzından kısa süre de olsa uzaklaşan Anselmus annesinin ölümünden sonra, baba ocağından ayrılmış ve o zamanlar dini düşünce ve teolojinin Avrupa'daki en önemli merkezi olan Fransa'ya gitmiştir. O Fransa'da oldukça sıkı bir dini eğitim almış ve en sonunda Normandiya'daki bir manastırda yörenin ruhban sınıfının dikkatini çekmeye muvaffak olmuştur. Burada, dini bir eğitim ve yaşantının bütün ruhanî derecelerinden geçerek, sırasıyla keşiş, papaz ve başpapaz olan Aziz Anselmus, Kilisenin mutlak otorir fesine inanmış ve kralla papanın hak ve ödevleriyle ilgili kimi problemlere1 ilişkin yazıları nedeniyle, iki kez sürgüne gitmeyi göze almak durumunda kalmıştır.​
1093 yılında İngiltere'de Canterbury başpiskoposu seçilen Anselmus'un burada yaptığı görev siyasal açıdan da önem taşır; nitekim, o papaya sadık kalarak, devlet gücüne karşı ruhanî iktidarın imtiyazlarını savunma gereği duyduğu için, filozofun İngiltere Kralıyla arası açılmış ve o piskoposluk döneminin büyük bir bölümünü sürgünde geçirmek durumunda kalmıştır. 1106 yılında sürgün cezasını bitirip İngiltere'ye dönen Anselmus 1109 yılında ölmüştür. Tanrı konusundaki ontolojik delili, nominalizmin savunuculuğunu yapan Roscellinus'a karşı sergilediği olumsuz tavrı ve Aziz Augustinus'a beslediği sevgi ve muhabbetle tanınmış olan Anselmus'un temel eserleri teolojiyle ilgili bir inceleme olan Mouologion, Tanrı'nın varoluşu ve doğasıyla ilgili problemleri ele aldığı Proslogium [Soylev], bilgi ve etikle ilgili görüşlerinin yer aldığı De Veritate [Hakikat Üzerine] ve nihayet, içinde bir tarziye teorisi geliştirdiği, başka bir anlatımla cisimleşme dogmasını açıklayıp temellendirdiği Cur Deus Homo? [Tanrı Neden İnsan Bedenine Büründü?]'dur.​
İman-Akıl İlişkisine Dair Görüşleri
Aziz Anselmus, imanla akil veya otoriteyle felsefe arasındaki ilişki söz konusu olduğunda, önce iman ile akli birbirleriyle asla karıştırılmaması ve birbirlerinin yerine hiçbir şekilde ikame edilmemeleri gereken iki ayrı alan olarak öne sürer. Bunlar işlevleri kadar, mahiyetleri de farklı olan alanlardır. O bundan sonra da, akil karşısında inanç ya da imana, felsefe ya da bilgi karşısında da otoriteye öncelik verir. Çünkü Anselmus'a göre, insanın en yüksek hakikati bilebilmesi, bütün hakikatlerin kaynağı olan en üstün ve en yüce hakikatin, varlığını anlayabilmesi için, araştırmasına imanla başlaması gerekir. Başka bir deyişle, imanın öğrettiği şeyin nedenini sormazdan önce, inanmak zorunluluğu bulunmaktadır. Yapılması gereken şey, o hâlde aklın argümanlarına veya tartışmalarına müracaat etmezden önce, otoritenin gizlerine iman etmek ve daha sonra da inanılanları anlamaya; ve temellendirmeve çalışmaktır. Nitekim, bu konuda şöyle der: "Senin, kalbimin zaten inandığı hakikatini bir ölçüde anlama arzusu duyuyorum. ... Ona [Senin hakikatine] gerçekten de inanıyorum, çünkü inanmasaydım eğer anlayamayacaktım." Buna göre, o iman edilen şeyleri, onların, doğruluğunu ya da inanılırlığını aklın sınaması yoluyla tespit etme anlamında, kanıtlamaya çalışıyor değildir. O, genel ve sıkı bir bağdaşabilircilik tavrı içinde, varolan inançlarını bir veri kabul edip temele alarak, onları akil aracılığıyla açımlamaya çalışmakta, vahyedilen hakikatin anlamını, içerimlerink doğruluğu ve makûliyetini gözler önüne serme amacı gütmektedir.​
Anselmus'a göre, insan önce inanmalı, kendisini Tanrı'ya teslim etmeli, sonra bilgi yolunda, Tanrı'nın tuttuğu ışık altında, ilerlemeye çalışmalıdır. Başka bir deyişle, Anselmus, inançla akil arasında öncelik ilişkisinin doğru kurulması gerektiğini öne sürer. Buna göre, bir insanda önce akil ve anlama çabası geldiğinde, bu, o kişinin imanı olmadığı anlamına gelir; insanın anlama çabası vermesi, anlamaya çalışması, onun inanmamasından kaynaklanır. Buna karşın, önce iman gelirse, akil onu zorunlulukla tamamlar; yani, insan inandığı sürece, zorunlulukla anlamaya, öğrenmeye çalışır, çünkü, inanmayanlar hiçbir amaca ulaşamazken, yalnızca inananlar anlayabilirler. Şu hâlde, önce inanç gelir, insan mensubu olduğu dinin dogmalarını otorite temeli üzerinde kabul eder. Ama insanda bir de bu dogmalar üzerinde düşünme ve onları anlamaya çalışma eğilimi vardır.​
Demek ki, Aziz Anselmus iman söz konusu olduğunda akli tamamen dışta bırakan, "saçma olduğunu bile bile inanmak gerektiğini" bildiren fideizm ve Tanrı görüsüyle belirlenen mistisizmin tam ortasında bir yerde bulunmaktadır. Onun inancı, akil tarafından kabul edilemez olana, saçma olana duyulan körü körüne bir inanç değildir, zira onu en fazla ilgilendiren şey, kafasını en fazla meşgul eden iş, imanın hakikatleri için zorunlu nedenler, aklın zorunlulukla kabul edeceği sağlam ve kesin dayanaklar bulmak olmuştur. Anselmus eserlerinde, işte bundan dolayı Tanrı'nın varoluşunu akla dayanarak kanıtlamakla yetinmemiş, Üçleme inancı ve hatta Cisimleşme dogması için bile kanıtlar, zorunlu nedenler bulmaya çalışmıştır.​
O inancın ya da teolojinin dogma ve hakikatlerini, onlardan kuşku duyduğu için, kanıtlamaya kalkışmamıştır. Başka bir deyişle, onun amacı, kuşkunun darbeleri altında yıkılabilecek olan dogmaları sağlam bir biçimde inşa etmekten çok, kendisinin önceden iman etmiş olduğu, doğruluklarından yana tümüyle ikna olmuş bulunduğu hakikatleri anlaşılır hâle getirmek olmuştur. Dahası, o, dinin özel gizler alanının akli tümüyle dışta bıraktığını hiç düşünmemiştir. Anselmus, aklı dini konulara bu kadar çok karıştırdığı için eleştirilmiş olmakla birlikte, teoloji ya da ilâhiyâtm bilimsel bir disiplin hâline gelişine önemli ölçüde katkı yapmış ve bu tavrıyla on üçüncü yüzyılın filozoflarına örnek olmuştur. Onun Platonculuğu etkisini, şu hâlde, iman-akıl ilişkisi bakımından da gösterir; zira, imandan anlamaya ve anlamadan da sezgiye veya tanrısal görüye götüren yol diyalektikle yakından ilişkilidir. İnsan, ona göre, doğru bir duruş içinde olduğunda, gerekli inisiyatifi almaya ve gerçek amaca erişmeye muktedir olur. Intetlectus, üzerinde akil yürüteceği, diyalektik derinliğini sergileyeceği, malzemeyi dışarıdan alır; onun üzerinde uzun yıllar çalışır ve imanın doğruluğunu bu diyalektik gayretinin ardından belki günün birinde imanın kaynağının görüsüyle mutlak olarak doğrular.​
Tanrı Delilleri
Aziz Anselmus, imanla akil arasındaki ilişkiye dair görüşlerini Tanrı'nın varoluşuna ilgili kanıtlarıyla örnekler veya somutlaştırır. Buna göre, o önce Tanrı'nın varolduğuna iman eder, fakat sadece inancıyla yetinen ortalama müminden farklı olarak, burada kalmayıp daha sonra O'nun varlığını akil yoluyla ispata geçer. Onun Tanrı'nın varoluşuna ilişkin olarak, üçü Morıologion adlı eserinde yer alan, ve hepsi de a posteriori, olan, yani deneyimden, duyusal dünyadan hareket eden, diğeri ise Proslogion'da geçen ünlü a priori kanıt olarak, dört ayrı kanıtı vardır. Bunlardan ilk üç kanıt mutlak iyilikle, mutlak büyüklükle ve mutlak varlıkla ilgili olan, ve temelde Platon'un Akademisinde çok sıklıkla dillendirilen "bir daha iyinin bulunduğu yerde, bir en iyinin de bulunması gerektiği" tezine ve Proklos tarafından ortaya konan, "bir dizinin bütün üyelerinde mevcut olan bir terimin onları ancak, birinde ya da hepsinde bulunmak yerine, onlardan önce geldiği takdirde, açıklayabileceği" ilkesine dayanır. Buna göre, iyi şeyler, ortak bir öz sayesinde, kendilerinden bağımsız olarak, mutlak bir biçimde iyi olan bir özden dolayı, her ne ise o, yani iyi olurlar. Yani, deneyimde az ya da çok, şu ya da bu ölçüde sergilenen niteliklerin her bir kategorisi için, Anselmus, şeylerin kendisi sayesinde iyi oldukları bir iyilik özünün, onların kendisinden dolayı büyük oldukları bir büyüklük İdeasının, ve de bir adalet özünün varolduğunu öne sürer. Ve sonradan da bütün bu terimlerin bir ve aynı gerçekliği gösterdiklerini öne sürer. Yetkin olmayan çokluktan, biricik kusursuz gerçekliğe, per aliud'dan per se'ye giden kanıtları, iyilik temele alınarak şöyle özetlenebilir:​
Biz insanlar, "iyilik", "değer bakımından yücelik" ve "büyüklük" gibi niteliklerin, deneyimin nesnelerinde farklı derecelerde örneklendiğini biliriz. Örneğin, insanların ahlâkî bakımdan farklı ölçü ya da derecelerde iyi olduklarını görürüz. Fakat, Anselmus'a göre, farklı yetkinlik ya da iyilik dereceleriyle ilgili bir yargı, bir yetkinlik ya da iyilik standardına başvurmayı gerektirir, örneğin, "A kişisi, B kişisinden daha iyidir" diyebilmemiz için, elimizde bir iyilik standardının bulunması gerekir. Bir insanın, diğerinden daha iyi olduğunu söyleyebilmemiz için, bizim gerçek ve mutlak iyiliğin ne olduğunu bilme zorunluluğumuz vardır. Oysa, ona göre, içinde yaşadığımız dünyada mutlak olarak iyi olan hiçbir şey yoktur. İnsanlar mutlak olarak değil de, şu ya da bu ölçüde, az ya da çok iyidirler. Varolanların iyilikten nesnel olarak değişen derecelerde pay aldıkları gerçeği, Anselmus'a göre, insanların kendisine az ya da çok yaklaştıkları mutlak bir iyiliğin var olduğunu, onların kendilerine açık seçik olarak gösterir. Bu mutlak ya da en yüksek iyilik, Tanrı'dır. Şu hâlde, bir mutlak iyilik, mutlak bir varlık vardır ve biz, mutlak iyilik, adalet olan bu Varlığa, duyusal dünyada gözlemlediğimiz niteliklerden hareketle ulaşırız.​
Kanıtların mantıksal yapısıyla adımları ise şu şekilde sıralanabilir: (1) Belli sıfat ya da nitelikler kesinlikle karşılaştırmaya dayanıp derece kabul ederler. İyilik de böyle bir sıfat ya da niteliktir. Zira bir kişi ya da şey diğerinden daha iyi, daha az iyi veya onun kadar iyi olabilir.​
(2) Bir sıfat ya da niteliğin derece kabul ettiği durumlarda, onun tüm değişim ya da derecelenmelerine ortak olan bir unsurun bulunması gerekir. Nitekim, bir derecelendirme veya bir karşılaştırma yapabilmek için, a her ne kadar ö'den daha iyi olsa bile, önce "a'nın iyi olduğunu" ve "b'nin iyi olduğunu" kabul edip söylemek ve dolayısıyla, "iyi" sözcüğünü her iki durumda da tam tamına aynı anlamda kullanmak gerekir. (3) İyi şeylerin kendisi sayesinde, kendisinden dolayı iyi oldukları şey ya da varlık, iyi şeylerin bir nedeni olmak durumundadır; çünkü bu neden varolmasaydı eğer, iyi şeyler de doğal olarak varolmayacaklardı.​
(4) Başka şeylerin kendisinden pay almak suretiyle iyi olmalarına yol açan bu nedenin kendisinin de iyi, hatta en yüksek derecede iyi olması gerekir. Çünkü başka şeylerin onun sayesinde iyi oldukları yerde, o kendisinde ve kendisinden dolayı iyidir. Dahası, o başka şeylerin iyilik derecelerinin kendisiyle belirlendiği veya ölçüldüğü ölçüt, standart veya ilkörnek olarak mutlak iyiliktir.​
Ontolojik argüman olarak bilinen ve söz gelimi yukarıdaki "iyilikten hareket eden delil" olarak geçen kanıttan çok daha önemli olan ikinci argüman ise, birincisinin dünyadaki iyi şeylerden hareket ettiği için empirik bir delil olduğu yerde, bütünüyle a priori ve rasyonel bir argüman olmak durumundadır. Dahası, birinci kanıtın "yetkin varlık" olarak Tanrı'ya kanıtın sonunda ulaştığı yerde, ontolojik argümanın hareket noktası, "yetkin varlık" olarak Tanrı kavramı ya da fikridir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Anselmus'un ünlü ontolojik delili, duyusal dünyaya ilişkin bir gözlemden yola çıkmayan, deneyimsel bir yönü bulunmayan, fakat doğrudan doğruya "Tanrı" kavramının analizinden hareket edip, Tanrı'nın varoluşunu bu analizden çıkarmaya çalışan bir argümandır.​
Anselmus, argümanında, "Tanrı" ile neyi anlatmak istediğimizi sorar. Tanrı, ona göre, kendisinden daha yetkini düşünülemeyen veya tasarlanamayan varlıktır. İnsanda, böyle bir yetkin varlık fikri ya da idesi vardır. Hatta, Anselmus'a göre, bu fikir, Tanrı'nın varolmadığını söyleyen bir budalada dahi vardır. Şöyle der: "Öyleyse, yüce Tanrı'm, imana anlamını veren sen, benim, bunun faydalı olduğuna inanıyorsan, Sen'in, inandığımız üzere, varolduğuna ve olduğuna inandığımız gibi olduğunu anlamama yardım et. Gerçekten de, Sen'in 'kendisinden daha büyük bir şeyin düşünülemediği varlık' olduğuna inanıyoruz. Yoksa, budala bütün yüreğiyle 'Tanrı var değildir' dediği için, böyle bir doğaya sahip varlık yok mudur? Fakat şurası muhakkaktır ki, aynı budala söylediğim şeyin kendisini işittiği zaman, işittiği şeyi ve işittiği şeyin zihninde olduğunu, onun varolduğunu bilmese dahi, anlar. Çünkü bir şeyin zihinde olması bir şey, bir şeyin varolduğunu bilmek başka bir şeydir. Çünkü bir ressam yapacağı şeyi önceden tasarladığı zaman, o kesinlikle ressamın zihnindedir, fakat o daha yapmamış olduğu şeyin varolduğunu henüz bilmez. Oysa, resmi yapıp bitirdiği zaman, hem resim onun zihnindedir, hem de o şimdi yapnuş olduğu şeyin varolduğunu bilir. Şu hâlde, kendisinden daha büyük bir şeyin düşünülemeyeceği varlığın en azından zihinde varolduğundan bile emin olur, çünkü o bunu işittiği zaman, onu anlar; ve anlaşılan her ne ise zihindedir. Ve kendisinden daha büyük hiçbir şeyin düşünülemeyeceği varlık kesinlikle sadece zihinde varolamaz. Çünkü o sadece zihinde bile varolsa, daha büyük olanın gerçeklikte de varolduğu düşünülebilir. Şu hâlde, eğer kendisinden daha büyük olanın düşünülemediği [varlık] sadece zihinde varolursa, bu takdirde kendisinden daha büyük hiçbir şeyin düşünülemediği varlık kendisinden daha büyük bir varlığın düşünülebildiği [varlık] olur. Fakat bu kesinlikle olamaz. Öyleyse, kendisinden daha büyük hiçbir şeyin düşünülemeyeceği varlık, hiç kuşku yok ki, hem zihinde hem de gerçeklikte varolur."​
Tanrı idesi ya da fikrinin bir budalada dahi bulunduğunu söyleyen Aziz Anselmus, daha sonra onun yalnızca zihnimizde, olan bir kavram mı olduğunu sorar. Acaba Tanrı bir ide ya da kavram olarak zihnimizde olduktan başka, zihnimizin dışında bir dış gerçekliğe de tekabül etmez mi? Birinci şıkkın geçerli olduğunu, Tanrı'nın yalnızca zihnimizde, bir kavram olarak varolduğunu kabul edelim. Bu durumda, ona göre, tam bir çıkmaza düşeriz, çünkü, hem ideal ve hem de reel olarak, yani hem zihinde ve hem de zihnin dışında varolan bir şey, yalnızca zihinde, bir kavram olarak varolandan kesinlikle daha yetkin olacaktır. Oysa, Tanrı, "kendisinden daha yetkini [büyüğü] düşünülemeyen varlık" olarak tanımlanmıştır. Burada, Tann'ya zihinden bağımsız, zihin dışında bir varlık izafe etmezsek, bu tanıma kesinlikle ters düşeriz, yani mantıksal bir çelişki içinde kalırız. Bundan dolayı, "Tanrı hem zihinde bir kavram olarak ve hem de zihin dışında vardır" demek zorundayız.​
Kanıt, mantıksal bir sıra ve düzen içinde ve tüm adımlarıyla, yeniden şu şekilde kurulabilir: (1) Tanrı'yla, Kendisinden daha büyük ya da daha doğrusu yetkini düşünülemeyen Varlığı anlatmak istiyoruz. (2) Varsayalım ki, Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, gerçekte varolmasın. Bununla birlikte, (3) böyle bir Varlığın varolduğu düşünülebilir. Buna göre, (4) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, gerçekten varolursa, salt zihinde kavram olarak varolan Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlıktan [yani, salt düşüncede varolan en yetkin varlığa kıyasla] daha yetkin olur. (3) ve (4) öncüllerden hareketle, (5) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık'tan daha yetkin bir varlığı tasarlamak kesinlikle mümkündür. (5) nolu önerme çelişiktir; bu durumda, argüman Aziz Anselmus'u istediği sonuca ulaşır: Öyleyse, (6) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, yani Tanrı, gerçekten de varolur.​
Kanıtın kendisine dayandığı, kendisini mantıksal yönden olduğu kadar, felsefi yönden de güçlendirecek veya zayıflatacak olan iki temel husus vardır: (I) Acaba budala da dahil olmak üzere, herkesin zihninde bir yetkin varlık idesi ya da kavramı var mıdır? (U) "Varoluş" bir yetkinlik özelliği midir? Bu hususlara olumlu bir yanıt verildiğinde, Anselmus'un "ontolojik delili" sağlam bir felsefi argüman olarak kabul görmek durumundadır.​
Tanrı'nın Sıfatları
Evrenin tek ve mutlak nedeni olan Tanrı'nın varoluşunu kanıtlayan Anselmus, daha sonra O'nun özünü ve sıfatlarını belirlemeye geçmiştir. Bununla birlikte, şunu da unutmamak gerekir ki, onun Tanrı’nın sıfatlarıyla ilgili tartışması veya görüşleri hemen tamamen ontolojik argümanına bağlı olmak durumundadır. Başka bir deyişle, onda ontolojik argüman, kendisinden daha büyüğü veya yetkini düşünülemeyen varlık olarak Tanrı tanımına veya tasarımına dayandığı ve bu, özellikle İlâhî sıfatların belirlenmesi açısından fevkalâde verimli bir tanım ya da tasarım olduğu için, ontolojik argüman bir tür ilâhî sıfat üreticisi olarak görülebilir. Zira Tanrı'nın söz gelimi kadir-i mutlak olması gerekir; ontolojik argümana göre, olmasaydı eğer, bu takdirde O'ndan daha büyük veya yetkin olanını düşünmek olacaktı. İşte bundan dolayı, Tanrı'nın aynı zamanda adil, basit, kendinden-kaim, basit, tinsel ve ezelîebedî olması gerekir.​
Söz gelimi, Tanrı'nın müessir olmayışıyla ilgili öğreti söz konusu olduğunda, Anselmus O'nun hiçbir etki ya da eyleme maruz kalmadığını, acı çekmediğini ve dolayısıyla, hiçbir şekilde pasif olmadığını söyler. O'nun hisleri veya duygulanımları yoktur, çünkü bunlar hayata geçirilen, gerçekleştirilen eylemler olmaktan ziyade, maruz kalman, bir şekilde başa gelen durum veya etkilenimlerdir. Anselmus, hiçbir şeyden müessir olmamaklığın bir yetkinlik özelliği olduğu görüşünü temellendirmek için, herhangi bir argümana ihtiyaç bulunmadığı kanaatindedir. Tıpkı adaletsiz değil de, adil olmanın yetkinliğin bir parçasını oluşturması gibi, müessir olmamanın müessir olmaktan çok daha iyi olduğunun apaçık bir şey olduğunu düşünür. Başka bir deyişle, değerle ilgili sezgi ve düşünceleri, kendisinin de bir üyesi olduğu Platoncu-Augustinusçu gelenek tarafından şekillenen ve Platon'la Augustinus'tan hakikaten gerçek olan şeylerin, en büyük ve en yetkin varlıkların istikrarlı, değişmez ve eşbiçimli olduklarını öğrenen Anselmus, hiçbir şekilde pasif olmayan, kaynağında bizzat kendisinin olmadığı hiçbir şeyi deneyimlemeyen bir varlığın, kendisinin dışındaki bir şeyin eylemine ya da etkisine maruz kalan bir varlıktan daha yetkin bir varlık olduğunun apaçık bir şey olduğunu düşünür.​
O, aynı şekilde ezelî-ebedî veya zamandışı bir şey olmanın zamansal bir şey olmaktan çok daha iyi olduğunu veya yetkinliğin bir parçasını meydana getirdiğini de apaçık bir şey olarak görür. Platon ve Augustinus gibi, zamanın ezelî-ebedî olanın hareket halindeki imgesi veya gölgesi olduğunu, zaman ve mekân içindeki varlıkların bundan dolayı kısmen veya bölük pörçük varolduklarını öne süren Anselmus, bu bağlamda zaman veya yer bakımından sınırlanan bir şeyin zaman veya mekânla ilgili bir sınırlamaya tâbi olmayan, zaman veya yerle ilgili hiçbir yasaya konu olmayan bir varlıktan daha az gerçek olduğunu söyler. Dolayısıyla, Tanrı kendisinden daha büyük ya da yetkini düşünülemeyen bir varlık ise eğer, O'nun ezelî-ebedî, daha doğrusu zaman dışında olması gerekir.​
Öte yandan, Tanrı zaman ve mekân içinde olursa, O'nun kaçınılmaz olarak parçaları da olacaktır. Anselmus, parçaları olmaktansa, parçalardan yoksun bulunmaklığın veya basitliğin yine aynı şekilde büyüklüğün ya da yetkinliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünür. Zira parçalardan meydana gelen tam olarak bir değildir; o, bir anlamda kendisiyle özdeş olmayan bir çokluktur. Başka bir deyişle, bileşik olan varolmak ve varlığını sürdürmek için kendisini meydana getiren parçalara ihtiyaç duyar, onlar aracılığıyla ve sayesinde varolur. Oysa mutlak olarak basit olan Tanrı, kendi iyiliği ve varoluşunun kaynağı olduktan başka, bütün diğer varlıkların da kaynağıdır. Öyleyse Tanrı'nın kendisi, en üstün, en yüce hakikat olup, nesnelerdeki hakikatin nedenidir. Tanrı, cismi olmadan her şeyi gören, ve her şeyi bilendir; O, her şeyi yapabilen, veya gücü her şeyi yeten kadiri mutlaktır. Tanrı, Aziz Anselmus'a göre, adaletin kendisi, iyiliğin kendisi, bilgeliğin kendisi, varlığın kendisidir. Tanrı basittir, aynı zamanda ezelî ve ebedîdir. Yani, Tanrı'nın zaman içinde bir başlangıcı ve sonu yoktur. O yaratılmamıştır, yok edilemez. Tann'da değişme yoktur. Ve nihayet, Tanrı, iyiliğini göstermek ve yarattıklarıyla paylaşmak için, evreni iyi bir amaca.göre, tanrısal bir plân ya da modele uygun olarak yaratmıştır.​
Ontolojik argümandan hareketle Tanrı'nın bir dizi sıfatını ortaya koyan Anselmus, bundan sonra söz konusu sıfatları birbirleriyle bağdaştırma problemiyle karşı karşıya1 kalır. Onun problemi artık, bütün bu İlâhî sıfatların hepsine birden sahip olmasının mümkün olduğunu gösterme problemidir. Söz gelimi, adalet ile Tanrı'nın mutlak gücü arasında ilk bakışta bir çatışma var gibi görünmektedir. Tanrı adilse eğer, yalan söyleyemez. Fakat kadir-i mutlak ise, nasıl olur da onun yapamayacağı bir şeyden söz etmek mümkün olabilir? Anselmus'un çözümü, kadir-i mutlaklığın her şeyi yapabilme anlamına gelmediğine işaret etmekten oluşur; kadiri mutlaklık daha ziyade sınırsız kudrete sahip olmak anlamına gelmektedir. Yalan söyleyebilme hiçbir şekilde bir güç ya da yetenek olmayıp, bir zayıflık ya da daha iyisi bir güçsüzlüktür. Kadir-i mutlak bir varlığın, güçsüz olması düşünülemeyeceğine göre, kadir-i mutlaklık yalan söyleyememeyi gerektirir.​
Bir başka bağdaşmazlık da, sanki Tanrı'nın inayetiyle adaleti arasında ortaya çıkar. Tanrı adil ise eğer, O'nun günahkârları hak ettikleri şekilde cezalandırması kesinlikle gerekir. Fakat O inayetini de yarattıklarından esirgemez, ve bundan dolayı günahkârları baLğışlar. Anselmus bu çelişkiyi ise, Tanrı'nın iyiliğine gönderme yaparak çözmeye kalkışır. Nitekim, bu çerçeve içinde "sadece iyilere iyi olmak yerine, hem iyilere hem de günahkârlara iyi olmanın Tanrı için daha iyi olduğunu ve günahkârlara karşı iyi olmanın, günahkârları sadece cezalandırmak bakımından değil, fakat, onları hem cezalandırmak1 hem de bağışlamak bakımından iyi olmak anlamına geldiğini söyler. Bununla da, yani Tanrı'nın adaletiyle iyiliği arasındaki sözde çelişkiyi, hem adaleti hem de inayeti gerektiren başka bir sıfata, yani iyiliğe gönderme yaparak çözmekle kalmayıp, ^adaletin bizatihi kendisinin inayeti gerektirdiğini öne sürer. Buna göre, günahkârlara adalet, açıktır ki Tanrı'nın onları cezalandırmasını gerektirir; oysa Tanrı'nın bizzat kendisine karşı veya gerçek adaleti, O'nun mümkün en yüksek iyiliği, günahkârları bağışlarken hayata geçirmesini talep eder. Onun meşhur tarziye teorisi de, işte buradan çıkar.​
Tarziye Teorisi
Bununla birlikte, tarziye teorisi, sadece onun Platonik temelli ontolojik argümanının değil, fakat aynı zamanda rasyonel teologluğunun bir uzantısı olmak durumundadır. Nitekim, cisimleşme dogmasını, yani Tanrı'nın İsa kılığında cisimleşerek insan bedenine bürünmesini akil yoluyla açıklama çabası, onun Hıristiyan inancını felsefeyle temellendirme çabasının güzel bir örneğini meydana getirir. Buna göre, tümeller söz konusu olduğunda, nominalizmi şiddetle eleştiren ve realist bir bakış açısı benimseyen Anselmus'a göre, tümeller gerçek olup, zihinden bağımsız bir varoluşa sahiptirler; bir sınıf meydana getiren tikeller, somut nesneler ise somut bir birlik meydana getirirler. İşte tümellerle ilgili bu görüş, Anselmus'a doğallıkla Kutsal Üçleme öğretisini felsefi bir temel üzerinde ifade etme imkânı verir. Ona göre, "Kutsal Üçlemedeki, her biri yetkin Tanrı olan üç kişinin bir Tanrı olması gibi, türdeki birçok insan da, bir, yani birlikli insandır."​
Ortaçağ feodal düzeninde, bir suçtan dolayı zarar gören kişinin toplumsal konumuna göre, suçluya yol açtığı zararı ödettirme kuralından esinlenmiş ve Tanrı ile insanı bu ilişkinin iki tarafı olarak kavramsallaştırmış olan Tarziye teorisine göre, cisimleşmenin zorunluluğu, kurtarmanın zorunluluğundan doğar. Anselmus'un gözünde, insanın ilk günah olarak bildiğimiz suçu, Tanrı'ya karşı işlenmiş bir suçtur. Tanrı bu suçu, iyiliğine rağmen, şeref ve adaletinden fedakârlık etmeden bağışlayamaz.​
Öte yandan, hakaret gören şerefinin intikamını, Tanrı insanlardan alamaz, çünkü günah sonsuz büyük bir günah olduğundan sonsuz büyük bir karşılık ister. Yani ya insanlığı yok etmek, ya da ona cehennemin sonsuz azaplarını yüklemek gerekecektir. Ancak her iki durumda da, yaratmanın amacı olan, yaratıkların mutluluğu elde edilmemiş olacak ve yaratanın şerefi tehlikeye düşecektir. Tanrı için, şerefine zarar getirmeden bundan kurtulmanın tek bir yolu vardır: Tanrı insanın yerine bu kefareti ödeyecek, yani insan olmak suretiyle insanı kurtaracaktır. Tanrı, böylelikle İsa'da insan olmuş ve İsa, insanın yerine azap çekmiştir.​
Cevizci, Ortaçağ Felsefesi Tarihi, Bursa, Asa Yayınlan, 2. baskı, 2001.​
Davies G. R. Evans (eds.), Anselmus of Canterbury; The Major Works, Oxford, Oxford University Press, 1998.​
G. R. Evans, Anselmus and Talking About God, Oxford, Clarendon Pres, 1978.​
A. Weber, Felsefe Tarihi (çev. V. Eralp), Istanbul, Sosyal Yayınlar, 5. baskı, 1993.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci​
Ortaçağ Felsefesi Tarihi / Ahmet Cevizci​
Felsefe Tarihi / Alfred Weber​
Ayrıca bkz., AUGUSTINUS, ENTEL.EKTÜALİZM, FİDEİZM, İMAN-AKIL İLİŞKİSİ, ONTOLOJİK KANIT, NOMİNALİZM, SKOLASTİK FELSEFE, ROSCELİNUS, TANRI, TÜMELLER KAVGASI.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Filozoflar 0
1000Fikir Filozoflar 2

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst