1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
felsefe-nedir.jpg
Aristoteles’in ünlü yapıtı Metafizik “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler” cümlesi ile başlar. Yine Aristoteles’e göre, insanların duyularını kullanmaktan, örneğin görmekten, işitmekten vb. duydukları zevk bunun en açık kanıtıdır. Gerçekten de insanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri herhalde onun kendisini çevreleyen dünyayı, içinde yaşadığı toplumu, geçmişini ve bütün yanları ile bizzat kendisini tanımak ve bilmek istemesidir.​

Şimdi bilgi, bilen varlıkla (felsefe dilinde özne veya süje ile), bilinmesi istenen veya bilinen varlık (felsefe dilinde nesne veya obje) arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişkide bilenin mi yoksa bilinenin mi ağır bastığı; bilginin imkânı veya imkânsızlığı; bilginin kaynağı, alanı, kapsamı, sınırları vb. türünden sorular felsefenin bilgi teorisi veya epistemoloji diye adlandırılan dalının özel konusunu oluşturur.​

Felsefe de esas olarak bir tür bilgidir, ancak özel bir tür bilgidir. Felsefenin ne tür bir bilgi olduğunu, felsefi bir bilginin özelliklerinin neler olduğunu anlamak için diğer belli başlı bilgi türlerinden söz etmek gerekir. Burada ele alacağımız bilgi türleri ise gündelik bilgi ve bilimsel bilgidir​

Gündelik Bilgi veya Sağduyu Bilgisi

Bunlardan en yaygın olanı ve hepimizin az çok kendisine sahip olduğumuz bilgi türü, gündelik bilgi, sağduyu bilgisi veya eski deyimle ‘amiyane’ bilgidir. 'Gündelik bilgi, adının da gösterdiği gibi insanların gündelik hayatlarında ve en sıradan deneyleri -burada ‘deney’ kelimesini ‘yaşantı’ (experience) anlamında kullanıyorum- sonucunda elde etmiş oldukları sıradan bir bilgidir. Bu bilginin kaynağı, bütün insanların temelde aynı biyolojik yapıya ve benzer toplumsal koşullara sahip olmalarıdır. Örneğin ister dâhi, ister en sıradan bir insan olsun herkes yağmurun ıslattığını, ateşin yaktığını bilir; kırmızıyı kırmızı, sıcak şeyleri sıcak şeyler olarak adlandırır. Yine böyle bir bilgi sayesindedir ki insanlar yiyeceğin açlığı gidereceğini, ilkbaharın arkasından yazın geldiğini söylerler. Bu tür bir bilgi bilinçli bir araştırma yöntemi sonucunda elde edilmiş olmayıp ister istemez, farkında olunmaksızın kazanılır ve yapısı itibariyle de sistemsizdir. O yalnızca yaşama, duyularım kullanma, en ilkel türden deney sonucu ortaya çıkmıştır ve herhangi bir bilinçli yönteme dayanmaz.​

Bilinçli yöntemler kullanarak gündelik bilgiyi veya sağduyu bilgisini aşan iki bilgi örneği olarak ise bilimsel bilgi ve felsefi bilgiden söz edilebilir. Bilimsel bilginin özellikleri, bilim, bilimsel yöntem, bilimsel araştırma, bilimsel açıklama, bilimsel kuram, bilimsel yasalar vb. gibi konular kitabımızın üçüncü bölümünün konusu olacaktır. Bundan dolayı burada şimdilik bilimsel bilginin gündelik bilgiden farklı olarak, bilimsel yöntem ve usullerle doğrulamasının yapılması mümkün olan en güvenilir bir bilgi türü olduğunu kaydetmekle yetinelim.​

Felsefi Bilgi

Felsefi bilgiye gelince, onu belirlemek daha zordur. Hatta felsefenin en önemli probleminin bizzat felsefenin kendisinin ne olduğu problemi olduğunu söylemek bile mümkündür. ' Felsefi bilgiyi veya felsefeyi anlamaya çalışırken yapılması gereken en doğru davranış, tarih boyunca kendilerine filozof denilen kişilerin yaptıkları işin kendisine bakmak olacaktır. Böyle bir bakış açısından konuya bakıldığında ise filozofların farklı zamanlarda, farklı kültürlerde, farklı amaçlar ve farklı işlevlerle farklı somut felsefeler ürettikleri görülmektedir. Bununla birlikte bu farklı zamanlarda yaşayan veya farklı amaçlarla farklı felsefeler üreten insanların yaptıkları işin kendisinde bazı ortak özellikler olduğu da gözlemlenmektedir.​

Kant felsefeyi ‘kendisini akla dayanan nedenlerle meşru kılmak veya haklı çıkarmak iddiasında olan bir zihinsel etkinlik biçimi’ olarak tanımlamıştır. Kanaatimizce bu tavır felsefeyi felsefe yapan ve bütün felsefi düşünme örneklerinde ortak olan bir noktayı gayet güzel bir biçimde ortaya koymaktadır. Burada ‘akla dayanan nedenlerden, insanın her türlü deneyini, gözlemini, bunlara dayanan her türlü akıl yürütmesini ve sezgisini içine alan geniş bir nedenler veya gerekçeler (reasons) grubunu anlamak gerekir. ‘Haklı çıkarmak veya meşrulaştırmak’ iddiasından ise ‘herhangi bir önermeyi, bu önermeyi ileri sürmeyi mümkün kılan kanıt, temel ya da gerekçelerle ortaya koyma’yı anlamak gerekir Örneğin ‘eğer bütün insanlar ölümlü ise ve Ahmet bir insan ise, Ahmet’in de ölümlü olduğunu kabul etmek zorunludur. Burada bu iki öncül bu sonucu zorunlu kılmakta, onu ileri sürmeyi gerektirmektedir. Tabii ki burada önemli olan ilk iki öncülü nasıl elde ettiğimizdir.’ Felsefe bu iki öncülün kendilerinin de ya a) yine bu tür bir akıl yürütmenin sonuçlarının olmasının veya b) yukarıda söylediğimiz daha genel anlamda insanın bilinçli gözleminin, deneyinin, bunlar üzerinde düşünmesinin sonucu olmasını veya İnsanî sezginin de işin içine karıştırılarak elde edilmesini talep eder.​

Felsefede önemli olan felsefi sonuçlardan çok bu sonuçlara varma biçimidir. Başka deyişle felsefede, ' örneğin bilimlerde olduğu gibi herkes tarafından kabul edilen veya kabul edilmesi gereken doğru, kesin bilgiler veya sonuçlar söz konusu değildir. Herhangi bir bilimde, her zaman öğrenilmesi mümkün bir bilgi, bir doğru (hakikat) vardır, örneğin matematikte bir teoremi, fizikte bir doğa yasasını, tarih biliminde geçmişte insan topluluklarının nasıl yaşadıklarına dair bazı şeyleri öğrenirsiniz. Felsefede karşınıza çıkan ise filozof denen insanların çeşitli konularda ileri sürmüş oldukları ve çoğu kez de birbirine aykırı olan birtakım düşünceler, öğretiler, sistemlerdir. Bir bilim adamının başka bir bilim adamının bilimsel bir görüşünü paylaşmak zorunda olmasına karşılık bir filozofun başka bir filozofun felsefi bir görüşünü paylaşması beklenmez, hatta arzu da edilmez. Zaten bugüne kadar herhangi bir filozofun felsefi sisteminin veya görüşünün herkes tarafından kabulüne pek rastlanmamıştır.​

Felsefe tarihinde felsefi sistemler birbirlerini takip etmiş, her filozof kendisinden evvel gelen filozoftan çürütmeye çalışırken kendisinden sonra gelen filozoflar tarafından reddedildiğini görme kaderiyle karşılaşmıştır. Bu anlamda her filozofun, felsefenin kendisine kadar olan gelişimini veya iddialarını eleştirerek kendi payına yeniden bir felsefi sistem inşa etme çabasında olduğu söylenebilir.​

O halde felsefeyle ilgilenen birinin filozoflar tarafından ileri sürülen çeşitli ve farklı düşünceleri, sistemleri tanıması şüphesiz belli ölçüde faydalı olmakla birlikte bu, felsefe yapmak için asıl değildir. Bundan daha önemli ve verimli olacak olan, felsefe yapmanın kendisini öğrenmektir. Bu anlamda olmak üzere Kant’ın şu ünlü sözünü her zaman akılda tutmak gerekir. “Öğrenilebilecek felsefe yoktur; ancak felsefe yapmak öğrenilebilir”,​

Yine bu özelliği bakımından felsefe, bir hedef veya sonuca ulaşmış olmaktan çok Jaspers’in deyimi ile ‘daima yolda olmaktır.’ Jaspers, ünlü eseri Felsefeye Giriş’te bilgelik (sophia) ile felsefe (bilgelik- sevgisi: philosophia) arasında ayrım yapar. Aslında bu ayrımın kökleri de ta Pythagoras’a kadar geri gider. Gerek Pythagoras, gerek Jaspers, haklı olarak, felsefenin bilgeliğe sahip olma iddiası değil, bilgeliği sevme, onu elde etmeye çalışma arzusu olduğu üzerinde ısrar ederler.​

Buna bağlı olarak felsefede yeni ve özgün bir sorunu ortaya atmanın, en aşağı bir felsefi soruna yeni bir cevap vermek kadar değerli olduğundan söz edilebilir. Hatta birçok filozof için birincisi, İkincisinden daha önemlidir. Yine felsefede daha önceleri felsefi düşünme ve araştırmanın ilgi alanı içinde bulunmayan yeni bir varlık alanının, problemler grubunun felsefi düşünme alanı içine sokulması ve felsefi kılınması çok önem taşıyan bir şeydir. Örneğin Yunan felsefe tarihinde Sofistler ve Sokrates’le birlikte o zamana kadar ciddi bir biçimde felsefenin alanı içinde ele alınıp üzerinde düşünülmeyen kültür, ahlak ve siyasetle ilgili konuların felsefi olarak ele alınıp tartışılması, felsefe tarihi bakımından çok önemli bir ilerleme sayılır.​

Felsefi Düşüncenin Özellikleri

Bunlara ek olarak felsefi düşüncenin özellikleri ile ilgili olarak şu noktalara dikkat çekebiliriz: Felsefi düşünce eleştirel bir düşüncedir; yani kendisine veri olarak ele aldığı her türlü malzemeyi aklın eleştiri süzgecinden geçirir. Bu malzeme a) doğrudan doğruya kendisine yöneldiği varlık alanı tarafından kendisine sağlanabileceği gibi b) bundan daha sık rastlandığı üzere bu varlık alanları ile ilgili olarak başka entelektüel etkinlikler tarafından sağlanan malzeme olabilir.​

Örneğin felsefeci doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerine eleştirici bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi, kendi deneyleri, çeşitli bilimler tarafından bu varlık alanlarıyla ilgili olarak kendisine sağlanan veri malzeme üzerinde de düşünebilir; bunların geçerlilik derecelerini ve sınırlarını soruşturabilir. Bu son özelliği ile felsefenin bilginin bilgisi veya refleksif bir düşünce faaliyeti olduğu söylenir. Burada refleksiyon, kendi üzerine dönme anlamına gelir. Burada zihin kendi üzerinde dönerek sahip olduğu bilgiler üzerinde düşünür. Gerek ampirik hayatın kendisi, gerek herhangi bir sanatın icrası veya bilimler bize bir dizi bilgiler verirler. Felsefe, esas itibariyle işte bu bilgiler üzerinde düşünme, onların temelini ve değerini yoklama, soruşturma faaliyetidir.​

Felsefi düşüncenin bir diğer özelliği, bilimsel düşünce ile ortak olarak paylaştığı kavram ve soyutlamalar kullanması ve bunların yardımıyla ilkeler ve yasalar ortaya atmasıdır. Bunu da felsefenin genelleştirici veya genel sonuçlara varmak isteyici özelliği olarak adlandırabiliriz. Böylece bilimin fiyat, emek, talep, mülkiyet, enerji, hız, özgül ağırlık gibi genel ve soyut kavramlarla uğraşmasına karşılık, felsefe deney, bilgi, anlam, doğruluk, erek, Tanrı, zihin, doğa gibi kavramlarla çalışır. Ancak burada bilim veya daha doğrusu bilimlerle felsefe arasında birincinin kavramlarının farklı özel varlık alanlarına ilişkin olmasına karşılık, ikincinin daha genel birtakım kavramlar kullanması anlamında bir farklılıktan söz edilebilir. Özellikle felsefenin bir kolu, metafizik diye adlandırılan araştırma alanı geleneksel olarak “varlık olmak bakımından varlığın bilimi”, yani her varlık ve araştırma alanında kendini gösteren genel karakterlerin incelenmesi ve madde, form, olumsallık, yasa, süreç, oluş, neden, eser, yapı vb. gibi bunları ifade eden kavramların analizi olarak tanımlanmıştır.​

Felsefenin Analitik ve Sentetik İşlevi

Felsefi düşüncenin bir diğer özelliği, onun çözümleyici (analitik) ve kurucu, inşa edici (sentetik) işlevidir. Felsefi düşüncenin analitik işlevi derken kastedilen, yukarıda da kısmen işaret ettiğimiz gibi, filozofun kendisinin de içinde bulunduğu ve bir parçasını teşkil ettiği dünyayı anlamak ve kavramak için kendisine sunulan her türlü bilgi, deney, algı ve sezgi sonuçlarından oluşan malzemeyi kendi bilgi, deney, algı ve sezgi yetilerine göre yeniden düşünmesi, analiz etmesi, aydınlığa kavuşturması işlevidir.​

Ancak filozof yalnızca bununla yetinmez, dünyayı parçalanmış veya parçalarına ayrılmış bir halde öylece bırakmaz; buna paralel olan diğer bir düşünme fiili ile bu üzerinde düşünülmüş, çözümlenmiş, aydınlığa kavuşturulmuş malzemeden veya verilerden hareketle dünyayı yeniden inşa eder, kurar, bir birlik ve bütünlüğe kavuşturur. Buna felsefenin sentetik veya sistemleştirici işlevi adı verilir. Böylece Sofistlerin, Hume’un, Viyana çevresine ait bazı filozofların felsefenin daha ziyade analitik diye adlandırılabilecek işlevi alanında temayüz etmelerine karşılık Platon, Aristoteles, İbni Sina, Hegel gibi filozoflar kendi paylarına dünyayı bütün parçaları birbirleriyle uyumlu bir bütünlük arz eden mimari bir yapı olarak yeniden kuran sistemci filozoflar olarak kabul edilebilirler.​

Felsefe ve Değerler: Bilgelik Sevgisi Olarak Felsefe

Felsefi düşüncenin bilimden farklı olan en önemli bir diğer özelliği, bilimin yalnızca olgularla ilgilenmesine karşılık, felsefenin olgular yanında aynı zamanda değerler, anlamlar, idealler veya erekler diye adlandırılan bir varlık türünü veya bunları içine alan bir varlık alanım kendisine konu edinmesidir.​

Felsefe deyimi yukarıda işaret edildiği gibi Yunanca “bilgelik sevgisi’ anlamına gelen ‘philosophia’ deyiminin Arapçalaşmış şeklidir. Şimdi kelimenin kök anlamının işaret ettiği gibi felsefe, bilginin (Yunancası episteme) ve bilgeliğin (Yunancası sophia) kendisi, ona sahip olma iddiası değil, bilginin, ancak bundan çok daha özel olarak bilgeliğin (Arapçası hikmet) sevgisidir. Bilgelik veya hikmet bilgiden farklı, çok daha iddialı ve zengin bir kavramdır. Bilgelik, en basit ifadeyle, insan hayatının anlamı ve değerine ilişkin, derin bilgidir. Bilgelik, kendisine sahip olana mutluluk ve kurtuluş sağlayacağı, hayatına anlam ve değer katacağı varsayılan anlamlı ve değerli bilgidir, örneğin gök cisimlerinin kütleleri ile doğru, aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı olarak birbirlerini ittikleri veya çektiklerine ilişkin Newton’un evrensel çekim yasası, fizik biliminin veya astronominin alanı içinde ele alınması gereken, olguya ilişkin bir bilgidir; ama bu bilgi, bizzat Newton veya bir başkası tarafından, evreni matematiksel bir biçimde ve belli bir plana göre düzenli ve uyumlu olarak yaratan akıllı bir Tanrı’nın varlık üzerindeki damgasından haber veren, onun bir işareti, bir ayeti olan şey olarak yorumlandığında artık bilgi olmaktan daha fazla bir şey, bir bilgelik olur. Bilgelik, Sokrates’in uğrunda ölümü göze aldığı bilgidir. Bilgelik, büyük İslam filozofu İbni Rüşd'ün, Kur’an’ın evrene bakarak bizi onun yaratıcısı hakkında düşünmeye davet ettiğini söylediği bilgidir.​

Değerler Felsefesi

Buradan felsefenin, bilimin ele almadığı iyi-kötü, güzel-çirkin gibi değerleri ele alan ve genel olarak ‘değerler felsefesi’ (axiology) adıyla adlandırılan disiplininin kaynağı ve varlık gerekçesi ortaya çıkmaktadır.​

Bilindiği gibi bu iki kavram çiftinden birincisi ‘ahlak felsefesi’nin (veya etiğin), diğeri, ise ‘sanat felsefesi’nin (veya estetiğin) özel ilgi alanıdır. Hatta Aristoteles’in haklı uyarısına uygun olarak birey planında ‘iyi veya kötü’yü ele alan felsefe disiplinini ‘ahlak felsefesi’, toplum düzeyinde, siyasal rejim planında ‘iyi veya kötü’yü, yani iyi veya kötü yönetimi konu alan felsefe disiplinini ‘siyaset felsefesi’ olarak adlandırabiliriz.​

Bundan daha da ileri giderek ahlaki bakımdan değil, bilimsel-olgusal bakımdan ‘doğru ve yanlış’ı bir norm olarak ele alıp, bu tür bir bilgi doğruluğunu kendisine konu edinen mantık veya bilim felsefesini de bu anlamda bir tür değer felsefesi disiplini olarak düşünmenin mümkün olduğunu ileri sürenler de vardır.​

Nihayet yine bu anlamda olmak üzere ve yeri geldiğinde ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız şekilde ‘din’i bir olgu biçiminde inceleyen ‘dinler tarihi', ‘karşılaştırmalı dinsel incelemeler’ gibi bilimsel çalışmaları değil, ‘din’i bir değer alanı olarak inceleyen ve bu bağlamda Tanrı, insan, ibadet, günah, sevap, kurtuluş gibi dinsel temel kavramları felsefi ve değerlendirici (evaluative) bir soruşturmanın konusu yapan ‘din felsefesi’ni de bir tür değer felsefesi olarak ele alabiliriz.​

Felsefenin Belli Başlı Disiplinleri

Böylece bu kitapta ele alacağımız belli başlı felsefe disiplinlerini ve bunların özel ilgi alanları ve problemlerini de saymış olmaktayız. Bunlar sırasıyla ‘bilgi teorisi’ veya ‘bilgi felsefesi’, ‘bilim felsefesi’, ‘varlık felsefesi’ veya ‘ontoloji’, sonra sırasıyla birer değer felsefesi disiplini olarak ele alınması gerektiğini belirttiğimiz ‘ahlak felsefesi’, ‘siyaset felsefesi’, ‘sanat felsefesi’ veya ‘estetik’, ‘din felsefesi’ ve nihayet ‘eğitim felsefesi’ disiplinleri veya dallarıdır. Bu arada yukarıda sayılan disiplinlerden başka bazı disiplinlerin, hukuk felsefesi, dil felsefesi, toplum felsefesi gibi disiplinlerin de felsefenin belli başlı disiplinleri arasında yer aldığını belirtelim.​

Felsefe - Bilim İlişkisi

Yukarıda işaret edildiği üzere felsefe bilimle şu ortak özellikleri paylaşır:​

a) Her ikisi de genel olarak akıl adına konuşurlar ve kendilerini akla dayanan nedenlerle, gerekçelerle haklı kılmaya çalışırlar,​

b) Her ikisi de bilinçli, yöntemli ve sistemli birer araştırma faaliyetidirler,​

c) Her ikisi de kavram ve soyutlamalar kullanarak ilke ve yasalara varmak isterler, genellemeler yaparlar.​

Öte yandan onlar arasındaki farklılıkları da şu ana başlıklar altında toplamak mümkündür:​

a) Bilimin kavram ve soyutlamaları felsefeninkine göre daha az geneldir ve o, daha özel konuları ele alır.​

b) Felsefenin hem olgular hem de değerleri ele almasına karşılık bilim ancak olgularla veya ancak bir olgu olarak değerlerle ilgilenir (örneğin insan bilimleri veya sosyal bilimler). Bu şu demektir ki değerler, anlamlar, idealler, erekler, böyle olmaları bakımından bilimin konusu olamazlar. Daha basit bir deyişle, bilim ele aldığı olgular üzerinde iyi, kötü, doğru, yanlış, haklı, haksız vb. türünden değer hükümleri veremez, onlara erekler, idealler, anlamlar yükleyemez.​

c) Bilimin önermelerinin doğrulanabilmelerine (tahkik edilme, verification) karşılık felsefenin önermeleri dar anlamda doğrulanamaz. Bunun bir sonucu olarak bilime dayanarak hesaplamalar yapıp öndeyilerde (prediction) bulunma imkânına sahip olmamıza karşılık felsefede böyle bir şey söz konusu değildir.​

d) Bilimsel araştırma ve buluşlar yapma yöntem ve usullerinin belli ve öğretilebilir olmalarına karşılık felsefenin filozoflar tarafından bile üzerinde uzlaşılan belli ve standart bir araştırma, düşünme yöntemi mevcut değildir. Bu da şu demektir ki her filozofun kendisine özgü bir felsefe yapma biçimi vardır. Bu durum yukarıda zikrettiğimiz Kant’ın “felsefenin değil, felsefe yapmanın öğrenilmesi gerektiği” yönündeki ünlü sözünün doğru olmakla birlikte, felsefe yapmayı öğrenmenin bilim yapmayı öğrenmekten çok daha zor olduğu konusunda bizi uyarmalıdır.​

e) Ve nihayet bileme dayanılarak bilimin uygulaması olan teknolojiler yaratılabilmesine karşılık felsefede böyle bir imkân mevcut değildir. Felsefe bir düşünme (nazar, theoria) ve eylemedir (amel, praksis), bir yapma, meydana getirme (sanat, production, tekhne) değildir. Dolayısıyla ondan, bilimden olduğu gibi bir tekniğin, teknolojinin, sanatın, sanayinin çıkması söz konusu değildir.​

Bununla birlikte felsefenin tarih içinde kendisiyle en fazla işbirliği içinde bulunduğu, kendisinden en fazla etkilenip kendi payına da en fazla etkilediği en önemli kültürel-insanî faaliyet, bilim olmuştur. Felsefe, her şeyden önce insanın kendisini çevreleyen evreni, toplumu, insanın bizzat kendisini tanımak ve bilmek amacına yönelik olduğundan çeşitli bilimlerin bütün bu konulardaki çalışmalarının sonuçlarından haberdar olmama lüksüne sahip değildir. Öte yandan bilimin amacı da doğru bilgi olduğuna göre o, doğru bilginin imkânı, koşullan, kaynaklan, sınırları konusunda kendisine yol gösterebilecek, kendisini eleştirecek ve bilinçli kılacak felsefi soruşturmaların sonuçlarına kayıtsız kalamaz. Bununla birlikte felsefe bilim değildir ve felsefede -bunu felsefe hesabına bir üstünlük, ayrıcalık olarak söyleyelim- bilimde olduğundan daha büyük ölçüde ‘yaratıcı zeka’ya, bilgi birikimine, seziş ve duygulara ihtiyaç olduğundan söz edilebilir.​

Felsefe - Din ilişkisi

Din ve dinsel bilginin özellikleri hakkında kitabımızın son bölümünde ayrıntılı açıklamalar verilecektir. Burada şu kadarını belirtmekle yetinelim ki dinsel denebilecek bilgi ile bilimsel veya felsefi bilgi arasında gerek kaynakları, gerek erekleri, gerekse yapılan bakımından büyük farklılıklar vardır. Aslına bakılırsa dinde, bilim ve felsefede anlaşıldığı anlamda bir bilgiden söz edilemeyeceği bile söylenebilir. Din ‘insan hayatını, insanın içinde bulunduğu evrenle belli ölçüde doyurucu ve anlamlı bir ilişkiye sokma çabası ve insanî işlerin yürütülmesinde bilgelik sağlama girişimidir. Ama din bunu, entelektüel bir plandan çok pratik ve duygusal bir planda gerçekleştirmeye çalışır. Daha basit bir deyişle din, insanın dünyayı bilme ihtiyacından çok, dünyaya ve onu idare eden ilkeye, Tanrı’ya, insan hayatının bir anlamı olduğuna inanma ihtiyacına cevap verir.​

İnanma ve bilme arasında ise apaçık bir farklılık vardır: Bilinen bir şeye inanılmaz, o şey yalnızca bilinir. Örneğin ben şu yazıyı yazarken oda sıcaklığının, termometreye bakmam sonucu, 28 santigrat derece olduğunu biliyorum veya ben suyun ağaç gibi cisimleri kaldırma özelliğine sahip olduğunu biliyorum veya ben yine bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu biliyorum.​

Şimdi bütün bu bilgilerimle ilgili olarak benim aynı zamanda bunlara inandığımı söylemenin makul bir anlamı yoktur. İnanılan bir şey ise bilinmez, daha doğrusu dinde söz konusu olan iman (faith, foi) anlamında, yani gerçek, saf anlamında inanmada inanılan şey bilinme ihtiyacı içinde değildir veya herhangi bir bilgi ile doğrulanmaya ihtiyaç göstermediği gibi herhangi bir karşı-bilgi tarafından yanlışlanabilecek bir yapı ve özellikte de değildir.​

Başka deyişle iman anlamındaki inancın konusu olan şey, herhangi bir bilgi ile ortadan kaldırılması yapısal olarak mümkün olmayan şeydir veya öyle olmalıdır. Örneğin, diyelim ki ben bu anlamda bir inançla Tanrı'nın var olduğuna inanıyorum. Şimdi ne tür bir bilgi benim bu inancımı sarsabilir veya ortadan kaldırabilir? İddia edildiği gibi Yuri Gagarin’in ilk defa uzaya çıktığında orada Tanrı'yı görmemesine ilişkin bilgi mi? Ancak ben yine bilindiği gibi bu kanıta karşı Papa’nın söylediğini söyleyebilirim: “Tanrı’nın uzayda olduğunu, cisimsel bir varlık olduğunu söyleyen kim?”. Veya acaba bu bilgi, iyi insanların bu dünyada acı çektikleri, kötülerin ise herhangi bir engel veya yoksunlukla karşılaşmadıklarına ilişkin pratik-empirik bilgi mi olacaktır? Ancak Tanrı'ya inanan biri olarak benim bu kanıta da cevabım hazırdır: “Öbür dünyayı kimse görmemiştir. İlahi adaletin öbür dünyada gerçekleşmeyeceğini kim iddia edebilir?” O halde inanan bir insanın inancı, zaten bu tür bir bilgi ile ortadan kalkmayacak özellikte bir inançtır.​

Öte yandan dinler kendilerine yönelen insanlardan aslında ‘bilgi’ de istemezler, çünkü o ‘bilgi’yi zaten kendileri onlara verme iddiasındadırlar. Onların insanlardan istedikleri, verdikleri bu bilgiye, getirdikleri mesaja inanılması, iman edilmesidir. Zaten imanın değeri, ileride göreceğimiz üzere Kierkegaard ve ondan önce bazı Müslüman Kelamcılar tarafından işaret edilmiş olduğu üzere son tahlilde burada yatabilir: Eğer bilmek iman etmenin veya inanmanın yerini tutabilseydi veya iman edilen şey aynı zamanda bilinmesi yapısal olarak mümkün bir şey olsaydı, o zaman dine gerek kalmaz, bir süre sonra inancın yerini bilgi alırdı. İman, insanın bir şey, bir varlık, bir değer hakkındaki bilgi eksikliğinden ötürü geçici bir süre için benimsenen ve bu konuda kesin, güvenilir bilgilere ulaşma imkânı doğduktan sonra yerini bu bilgiye terk etmesi gereken bir zihin etkinliği veya bir ruh tasdiki değildir, tersine bir şey, bir varlık, bir değer hakkında, bilgiden bağımsız olarak benimsenen ve herhangi bir karşı-bilgi ile ortadan kaldırılması söz konusu olmayan, çünkü insan ruhunun ayrı bir planına ait olan orijinal bir zihin etkinliği veya ruhsal-iradi bir tasdiktir.​

Bundan çıkacak en önemli sonuç, bir şeye inanma veya iman etme ile bir şeyi bilme arasında, her zaman, asla doldurulamayacak olan bir aralığın, mesafenin bulunacağıdır. Bundan çıkacak bir diğer sonuç ise insanların ancak herhangi bir bilgiyle ortadan kaldırılamayacak varlıklara, değerlere inanmalarının makul veya kabul edilebilir olacağıdır. İmanın gerçek bir değer ifade edeceği, insan hayatı için gerçekten anlamlı olabileceği yer ancak burası olabilir. Bunun dışındaki şeylere inanç, o halde, doğru anlamda inanç değildir, olsa olsa batıl inanç, yani yanlış olduğu apaçık bilinen veya bilinebilecek olan saçma inançtır. Örneğin kimse makul veya anlamlı bir tarzda, kadınların erkeklerden daha az zeki, daha az kişilik sahibi olduğuna, bundan dolayı onlara erkeklere göre daha az haklar tanımak gerektiğine inanamaz. Çünkü bu, herkesin pratik-empirik tecrübesi içinde apaçık yanlış olduğunu gördüğü bir şey olduğu gibi bilimsel-psikolojik çalışmalar, testler tarafından da doğrulanmayan bir tezdir. O halde insana uygun, insani varlık için kabul edilebilir, değerli inanç, ancak gerçekten herhangi bir türden bilgiyle ortadan kaldırılması mümkün olmayan varlıklara, şeylere veya değerlere inanç olabilir.​

Bütün bu verilere rağmen dinlerin, temel kavramları veya değerleri ile ilgili olarak bir bilgi değeri taşıyor gibi görünen ifadelerde bulundukları ve bizden zaman zaman onları ‘bilme’mizi istiyorlarmış gibi taleplerde bulundukları bir olgudur. Bunların nasıl yorumlanması gerektiğini ise din felsefesine ayırdığımız bölümde yapacağımız tartışmada göstermeye çalışacağız.​

Felsefe - Sanat İlişkisi

Acaba sanat veya sanatçı herkesin anlayabileceği bir biçimde duygu ve düşüncelerini dile getirdiğinde bize bir şey bildirir mi? Başka deyişle sanatçının verdiği bilgi ne tür bir bilgidir, daha doğrusu o bir bilgi midir?​

Bilimden ve hatta felsefeden farklı olarak sanat yapıtı, normal algılanan dünya ile nesneler dünyası ile ilgili olarak bize bir şey bildirmez. Onda yine felsefe ve bilimden farklı olarak hiçbir olay veya yasa ileri sürülmez ve yine bilim ve felsefeden farklı olarak onda hiçbir şey, doğru veya yanlış değildir. Sanat, olsa olsa sanatçının dünyasını, onun gerçeğini bize anlatır. Bu gerçek ise şüphesiz bilim ve felsefede alışılagelen anlamda nesnel veya evrensel bir gerçek değildir, öznel ve kişisel bir gerçektir.​

Öte yandan sanatçının ana amacı da bize bir şeyler söylemek değil, bir şey telkin etmek veya bizde bir şey, özellikle bir duygu, bir heyecan uyandırmaktır. Bundan dolayı onun dili bilim veya felsefenin diline en fazla yaklaştığı durumda bile alışılagelen anlamda normal bir dil değildir, özel bir dildir. Onun anlamı da ileride göstermeye çalışacağımız gibi mantıksal anlam değil, şiirsel anlamdır. Bununla birlikte iyi kurulmuş bir felsefi sistemin bizde, iyi düzenlenmiş bir roman, iyi yazılmış bir şiir veya iyi bestelenmiş bir senfoni kadar estetik bir duygu veya heyecan uyandırdığı bir gerçektir.​

Felsefenin Yararı

Son olarak felsefenin yararı veya gerekliliği, onun toplumsal-kültürel işlevi ve felsefenin tarihsel gelişimi ile ilgili olarak birkaç söz söylemek istiyoruz. Montgolfier kardeşler icat etmiş oldukları balonla ilk uçuşlarım yapmak istedikleri sırada, gösteriyi izlemek için meydanda toplanan seyirciler arasından biri, yanında bulunan saygıdeğer görünüşlü, yaşlı bir baya dönerek biraz da naif bir tavırla şu soruyu sorar: ‘İyi de bayım, bu ne işe yarar?'. Sözü edilen yaşlı bay -ki o sıralarda Fransa'yı ziyaret etmekte olan ünlü Amerikalı bilgin ve siyaset adamı Benjamin Franklin’dir- hoşgörülü bir şekilde gülümseyerek şu cevabı verir: ‘İyi de bayım, yeni doğmuş bir bebek ne işe yarar?'.​

Kanımızca bu cevap, felsefenin ve aslında daha genel olarak diğer önemli temel kültürel etkinliklerin son tahlilde ne işe yaradıkları sorusuna verilebilecek en güzel ve anlamlı bir cevaptır. Konuya salt bir işe yaramak açısından baktığımızda en çok işe yaradığını düşündüğümüz bazı etkinliklerimiz, örneğin bilim bile çoğu kez bir işe yaramaz. Çünkü tıp bilimi sayesinde hastalıklarımızı iyileştirip, acılarımızı azalttığımız bir gerçektir; evet, tıp bu açıdan faydalıdır ve sağlığımızı korumamıza yarar. Ama evrenin geçmişte ne kadar zaman önce, nasıl meydana geldiğini, uzayda, nerelerde, hangi galaksilerin bulunduğunu, dinozorların günümüzden ne kadar önce ve neden ortadan kalktıklarını bilmek dar anlamda bizim ne işimize yarar?​

Belki aritmetik bilimi, alışveriş yaparken ne kadar para ödeyeceğimizi, ihtiyaçlarımızı en hesaplı olarak nasıl karşılayabileceğimizi bilmemize yarar; ama uzayda bir noktadan bir doğruya birden fazla paralel çizilip çizilemeyeceğine ilişkin olarak geometride çağlar boyunca yapılmış olan bütün o geometrik tartışmalar ne işe yarar?​

Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama gereksizdir. Bilimin zaman zaman, hatta çoğu zaman işimize yaradığı bir gerçektir. Ama bilim adamı veya bilim adamlarının çoğu, araştırmalarını yaparken, yaptıkları araştırmaların bir işe yarayıp yaramayacağını kendilerine sormazlar bile. Bilim adamının amacı, Aristoteles’in söylediği gibi, her şeyden önce ve asli olarak ‘insanın doğal olarak sahip olduğu bilme arzusunu doyurmak’tır. Bir bilimsel araştırmayı tetikleyen şey, çoğu zaman pratik bir probleme çözüm bulmak amacı değil, bir başka bilimsel çalışma ve bu bilimsel çalışmanın ortaya koyduğu başka bir bilimsel problemdir.​

Aynı şekilde sanatın veya sanat eserinin bize bir yarar sağladığını söylemek, hemen hemen sanatın varlık amacını inkâr etmektir. Evimizde kullandığımız bir sandalyenin açıklayıcı nedeni, üzerinde oturma imkânını sağlaması suretiyle bize yarar sağlamasıdır. Ceketimizi astığımız bir askı da ceketimizin buruşmamasına yarar. Ama sandalyenin kendisinin XVI. Louis stili bir sandalye olması veya askının, diyelim ki ünlü bir heykeltıraşın elinden çıkma bir askı olmasının, bu birinci anlamda bir fayda sağlaması söz konusu değildir. Bu son iki durumda faydanın dışında ve ondan tamamen bağımsız bir değer işin içine karışmaktadır ki o da ‘güzel olanla, ‘estetik bakımdan haz verici, heyecan verici olanla ilgili değerdir. Kant’ın estetik değerin özelliğini belirttiği dört ünlü formülünden birincisini, sanatın temel kavramları olan estetik hazla onun konusu olan güzelin ne olduklarına ilişkin formülünü burada zikretmemiz yerinde olacaktır: “Estetik haz, bir nesneyi veya bir temsil biçimini hiçbir çıkar gütmeyen bir hoşlanma veya hoşlanmama duygusuyla yargılama yetisidir. Bu hoşlanma duygusunun konusu olan şeye de güzel denir”.​

Ahlaka gelelim: Onun bir işe yaraması şöyle dursun, gerçekten ahlaklı davranan üstün bazı insan örneklerinde olduğu gibi (örneğin Sokrates, İsa, Buda), bu davranışları sergileyen insanlara hayatları boyunca eza, cefa, mihnet, hatta ölüm getirmiş olduğu olgusal bir gerçektir. O halde ahlaksal davranmanın insana alışılagelen, normal anlamda bir fayda, bir zevk vermediği de açıktır.​

Nihayet bütün bunlara benzer bir şekilde felsefe de özü itibariyle ve son tahlilde bir işe yaramaz; meğer ki insanın kendisini çevreleyen evreni, insan hayatının bir anlamı olup olmadığını, insan kaderinin ne olduğunu, insanın hangi eylemleri ile ne ölçüde kaderini değiştirebileceğini ve kendi seçiminin sınırları içerisinde hangi eylem ve çabaların peşinden koşması gerektiğini, ne tür bir hayatın gerek bireysel, gerek toplumsal olarak en iyi hayat olduğunu vb. bilmeye çalışmasının insan için çok yararlı, çok faydalı bir şey olduğunu söylemiş olmayalım! Felsefi araştırmanın şüphesiz daha önce işaret ettiğimiz gibi başka planlardan başka faydaları vardır. Örneğin bilimlere yardımcı olabilir, dinlere yardımcı olmuştur vb. Ancak onun arkasında bulunan en temel motif, en iyi biçimde Sokrates’in şu cümlesinde ifade edilmiş olan motiftir: “Soruşturulmayan, üzerinde düşünülmeyen bir hayat, yaşanmaya değmez”. İnsan, kendi hayatını inceleme kabiliyetidir. Bu olmaksızın o, hiçtir. Felsefe, insanı insan yapan ve bir hiç olmaktan kurtaran araştırma, soruşturma ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular sorma ve onlara ciddi olarak cevaplar arama özelliğinin, erdemli olma ve mutlu yaşama talebinin, kısaca bilgeliğe ulaşma özleminin en hakiki ve belki tek ifadesidir.​

Kaynakça: Felsefeye Giriş / Ahmet Arslan​


 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst