1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk'ün düşünceleri devletin temel ve etkili kurumlan tarafından bağlayıcı fikirler olarak alınır; Anayasa, Atatürk'ün ilke ve inkılaplarına gönderme yapar. Bu ilke ve inkılapları yeni kuşaklara yaymak ve benimsetmek her eğitim kademesinin görevidir. Bütün bu nedenlerle, Atatürk'ün düşüncelerinin temelindeki felsefi bakış açısını açıklığa kavuşturmak, siyasal, toplumsal, kültürel ve eğitimsel hayatımıza ilişkin anlayışımızı geliştirecek ve zenginleştirecektir.​
Atatürk'ün düşünce yapısının temelindeki felsefi bakış açısını belirlemek için bazı girişimler olmuştur ve —kuşkusuz— olacaktır. Bu girişimler daha çok bilinen felsefi akımlarla veya düşünürlerle Atatürk'ün düşünceleri arasında ortak noktalar bulma ve bu ortak noktaların Atatürk'ün düşüncesinin merkezinde ya da temelinde olduğunu gösterme şeklindedir. Atatürk'e, dolayısıyla Cumhuriyet devrimine atfedilen felsefi akımlar arasında, zaman sırası ile pozitivizm, pragmatizm ve yakın zamanlarda Popper'ın eleştirel akılcılığı vardır. Bunların yanında Atatürk'ün düşünceleri ile Platon'un, Thomas Carlyle’ın ve sosyal Darwinistlerin düşünceleri arasında da bazı kesişim noktaları dikkati çeker.​
Fakat, Atatürk düşüncelerinin kaynaklarını genellikle açıklamadığı için, Atatürk ile bir düşünür veya "-İzm" arasında ilişki kurma girişimi spekülatif olmaktan kurtulamaz ve Atatürk kendini bir felsefi veya ideolojik akıma bağlamadığı ve bir akımın savunuculuğunu yapmadığı için de, Atatürk'ün düşünceleri ile felsefi-ideolojik akımlar veya filozoflar arasındaki örtüşmeler sistematik değil, kısmî olmak durumundadır; kesişen noktalar yanında kesişmeyen, hatta karşıt noktalar da bulmak mümkündür.​
Atatürk'ün açıkça ifade edilmiş temel bir amacı ve bu amaca götürmek için izlenmesi gereken politikalar konusunda kesin inançları vardır. Temel amacı, devletler arasındaki mücadelede yenilmeyecek güçlü, bağımsız ve saygın bir devlet ve toplum inşa etmektir. Bunun için, devletin, iç sürtüşme ve çatışmaların olmadığı (millî) bir devlet olması gerektiğini, Batının bilime ve akla öncelik veren düşünüş biçiminin benimsenmesi gerektiğini, buna engel, olan gelenekler, kurumlar ve dinsel taassubun ortadan kaldırılması ve yeni nesillerin buna göre yetiştirilmesi gerektiğini düşünür.​
Bu temel amaca hizmet etme olasılığı olan her fikre, Atatürk'ün düşüncesinde yer vardır. Dinsel taassuba karşı olması onu bilime ve akla değer veren felsefi akımlara (örneğin, pozitivizme, eleştirel akılcılığa, Deweyci pragmatizme); toplumda içtutunum arayışı kolektivist toplum kuramlarına yaklaştırır. Fakat yine de Atatürk bir felsefi akımın uygulayıcısı olmamıştır.​
Bununla birlikte, düşünceleri bütün olarak alındığında, pratikle ilişkisi kurulmamış soyut teorilere kuşku ile bakması, metafiziğe karşıt olma eğiliminde olması, dünyevî refah ve mutluluğu ön plâna çıkarması, dogmatik olmayan esnek ve pragmatik bir düşünüş biçimine sahip olması, dinsel dogmalara karşı bilime ve akla önem ve öncelik vermesi Atatürk'ün belirgin özelliğidir.​
Atatürk'ün Düşünsel Donanımı ve Kaynakları
Zafer'den sonra da hep Atatürk'ün en yakınında bulunmuş olan Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde Kurtuluş Savaşı'nın hemen bitiminde İzmir'de, ilk karşılaştığı zaman Atatürk'ün entelektüel donanımı ve entelektüel yetenekleri ile ilgili olarak gözlemlerini şöyle aktarır: "Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz [tanımsız] ve "zikir"sizdi [almtısızdıj. Ama sık sık derine inen bir felsefi düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmi bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi."​
Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, felsefenin daimî sorunları konusunda görüş geliştiren meslekten bir filozof veya felsefeci değildir; felsefe incelemeleri yapmaya zamanı da olmamıştır. Çünkü öğrenim hayatı, ilkokuldan sonra askerlik mesleğine hazırlayan okullarda geçmiştir. 1908-1914 yılları arasında askerliğe dair telif ve çeviri eserler vermiştir. Ömrünün önemli bir kısmı savaş meydanlarında ve siyasetle geçmiştir. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ise yeni Türkiye'nin kuruluşuyla ve dev sorunları ile uğraşmıştır. Bununla birlikte, çok okuyan ve içinde yetiştiği dönemin düşünce akımlarından haberdar biridir. Bu mesaisi arasında Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi kuramsal çalışmaları da sığdırmıştır.​
Atatürk'ün düşüncesi pek çok kaynaktan beslenmiştir. Atatürk gençlik yıllarında, Jön Türklerin çıkardığı dergileri ve gazeteleri okumuştur. Aralarında Platon, Rousseau, Meslier gibi düşünürlerin de bulunduğu pek çok düşünürün eserlerini incelemiştir. Askerî okullarda insanlık tarihi, askerlik mesleğinin özellikleri, insan toplumlarınm birbirleri ile ilişkileri konusunda öğrenmesine ve düşünmesine fırsat verecek dersler de almıştır. En önemlisi, Atatürk tecrübelerinden öğrenmiştir. Sonra, Atatürk, hiç umulmadık insanlardan pek çok değerli şeyler öğrendiğini, hiçbir kanaati hakir görmemek gerektiğini söyler. Başka insanlardan, özellikle Yakup Kadri'nin Sokrates'in meclislerine benzettiği ünlü Sofrasındaki sohbetlerinde öğrenmiştir.​
Atatürk, pek çok akımdan ve düşünürden esinlenmiştir fakat hiçbir akımın veya kişinin izleyicisi olmamıştır. Doktriner olmaması, kendisini —kendi ilkeleri ile bile— bağlamaması, onun dikkat çekici bir zihinsel özelliğidir.​
Atatürk'ün Felsefeye İlişkin Doğrudan Beyanları
Atatürk'ün felsefe hakkında birkaç doğrudan beyanı vardır. 26 Kasım 1930'da, Samsun Lisesinde bir felsefe dersini izlerken kendi felsefe anlayışım açığa vuran bir konuşma yapar. Ziya Somar'ın naklettiğine göre, Atatürk, Tanrı'nın varlığı hakkındaki öğretileri tartışan hocanın dersini dinlemiş ve dersin sonlarına doğru söz alarak şunları söylemiştir: "[DJeminden beri bu söylenenlerin neresinde felsefe olduğunu bir türlü kavrayamadım. Efendiler; bence felsefe, ilim demektir; müspet ilme dayanmayan, sadece metafizik meseleler üzerinde duran bir düşünceye felsefe değil, ilm-i kelam derler. Biliniz ki, Türk Milleti'nin istediği ve özlediği felsefe, onu müspet ilme, müspet hakikatlere götürecek bir felsefedir. Bunun dışında kalacak bir felsefe ise, zamanlarımızı boşa harcamak, değersiz fikirler peşinde sonuçsuz çabalar sarf etmek olur."​
Atatürk, burada açıkça, pozitivistik bir görüşü —dünya hakkında bilgi üretme işini bilimlere bırakan, felsefeye bilimlerin sonuçlarını sentezleme görevi veren, olgusal olmayan (metafizik) konuları araştırmayı sonuçsuz ve değersiz gören bir felsefe anlayışını— savunuyor.​
Bir başka açıklamayı 17 Mart 1937'de, Romanya Dışişleri Bakam ile konuşurken yapar: "Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz' diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki, ‘ınadem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım."'​
Atatürk konuşmasının devamında, ikinci hayat anlayışını tercih ettiğini belirtir ve "şen ve şatır" olmayı koşula, egoistçe düşünerek ve davranarak değil, özgecil —yani hiçbir karşılık beklemeden başkalarının iyiliğini— düşünme ve davranma koşuluna, bağlar. "Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakla bulunabilir" der. Buradan hareketle de, Atatürk'ün gelecek kuşakları da ahlaksal topluluğa dahil eden özgecil bir faydacılığı benimsediğini söyleyebiliriz.​
Damar Arıkoğlu'nun, Hatıralarım'ında Atatürk'ün felsefe anlayışına ilişkin bir kaç anısı, Atatürk'ün yukarıdaki beyanları ile tutarlılık içindedir. Bir gün Atatürk'ün sofrasında felsefe konusu açılır. Atatürk felsefenin ne olduğunu sorar ve yapılan açıklamaları dinler, fakat beğenmez ve kendisinden bir açıklama rica edilince, görüşünü bir benzetme ile ifade eder: "Felsefe; çölde sıcak kumlar içinde cayır cayır yanan, tutuşan, dili damağı kuruyan seyyahın ufukta teşekkül eden ılgımı (serap) su zannederek arkasından koşmaya [koşmasına] benzer."​
Buradaki felsefe, yine olgusal olmayan metafizik konularla ilgilenen, bu konularda hakikati bulmayı amaçlayan bir felsefedir. Hakikate müthiş şekilde aç olan metafizikçi filozofun (seyyahın) hakikat (su) diye gördüğü şey, aslında hakikat değil, bir yanılsamadır ve filozof hep yanılsama içinde kalacaktır. Arıkoğlu'nun ikinci anısı da Atatürk'ün Romanya Dışişleri Bakanı ile konuşurken söylediği sözleri destekler. Atatürk bu konuşmasında da okuduğu kitaplarda filozofların, insanların dünyaya gelirken ve giderken ağladıklarını yazdıklarını söyler. Fakat kimine göre ikisi arasındaki hayat tam bir ıstıraptır. Kimine göre ise, bu doğru olmakla birlikte, doğum ile ölüm arasında ıstırapları azaltmak neşeyi çoğaltmak mümkündür ve bunu yapan insanlar mutlu insanlardır. Ve Atatürk ikinci fikri "çok beğendiğini", birey ve ulus olarak da böyle yapmak gerektiğini söyler.​
Dolayısıyla, Atatürk'ün felsefe ile ilgili doğrudan beyanlarından ontolojik ve epistemolojik konularda olgulardan uzaklaşmayan, bilime bağlı, anlaşılır, spekülatif metafizik olmayan, hayat (ahlâk) konusunda ise mutlulukçu ya da faydacı bir felsefeyi benimseme eğiliminde olduğu sonucunu çıkarabiliriz.​
Atatürk'ün Bazı Düşüncelerinin Örtüştüğü Bazı Felsefi Akımlar ve Filozoflar
Atatürk'ün dinsel dogmalara ve hurafelere karşı bilimi ve akli çıkarması ve "Hayatta en hakikî mürşit ilimdir"; "Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir" (Onuncu Yıl Nutku) gibi sözleri, diğer bilgi formlarına karşı bilimin en ateşli savunucusu pozitivistler olduğundan, Atatürk'ün ve dolayısıyla Türk Devrimi'nin ya da Atatürk Devrimleri'nin temelinde pozitivizmin olduğu yönünde yaygın bir yoruma temel oluşturmuştur. Bu görüşü, "Interaction of Islamic and Western Thought in Turkey" (1947) başlıklı yazısında, ilk ortaya atan Abdülhak Adnan Adıvar'dır. Ona göre Cumhuriyet döneminde Türkiye'de devlet kurumlarında İslam dogmalarının yerine pozitivizmin "İyi, Güzel ve Doğru" formülü uygulamaya konmuş; pozitivizm "dinsizliğin resmî dogması" olmuş, eğitim aracılığıyla Türk gençlerine dayatılmış; "Türkiye pozitivist bir anıtkabir haline gelmiş"; iktidar "bilimsel pozitivizmin ve pozitivist düşünce ekolünün kalesi olduğunu ilan etmeyi devamlı sürdürmüştür."​
Taner Timur'un Türk Devrimi: Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli (1968) adlı çalışmasından sonra bu tez yaygınlık kazanır ve pek çok yazar (örneğin, Mete Tunçay, Hikmet Altuğ, Nermin Abadan, Erol Kayra, Murat Sarıca, Emre Kongar) tarafından paylaşılır. Timur'a göre, pozitivizm Türkiye'ye, Tanzimat'tan sonra girişilen Batılılaşma çabalarının "bir özünü kaybetme ve taklitçilik yoluyla soysuzlaşma şeklini almaması için", aydınlarda oluşan bir entelektüel refleks sonucu, "her türlü dini inancı da hoş görebilen bir çeşit evrensel ve laik metot olarak girmiştir." Atatürk'ü etkileyen düşünsel ortamda pozitivizm, Jön Türklerden itibaren vardır. Timur, Türk Devrimi'nin felsefesinin pozitivizm olduğu görüşü lehinde kanıt olarak pozitivistlerin ve Atatürk'ün görüşleri arasındaki bazı kesişme noktalarını gösterir. Bu kesişme noktalarından birincisi ve en temelli olanı, pozitivizmde ve Atatürk'te "ilim" kavramının temel kavram olmasıdır. Timur'a göre, Atatürk'te ilim kavramı medeniyet kavramının ve laikliğin temelidir. "Pozitivist espri her türlü teolojik ve metafizik dünya görüşüne karşı bir ilim zihniyeti olarak benimsenmiş ve Türkiye'de laikliğin temelini teşkil etmiştir."​
Timur'un ikinci kanıtı, Atatürk'ün halkçılığının, "toplumun çeşitli tabakalarını, bir organın uzuvları gibi birbirini tamamlayan ve aralarında menfaat birliği olan unsurlar" olarak görmesidir. Timur'a göre, böyle bir halkçılık görüşü "ancak pozitivist bir perspektif içinde izah edilebilir."​
Pozitivizmin iki anlamını birbirinden ayırt etmekte yarar vardır. Birincisi, Comte'un görüşleri ve onun görüşleri etrafında örgütlenmedir. Diğeri ise 19. yüzyılda (J. S. Mili, LeBon, Durkheim, Claude Bernard, Taine, Renan gibi) pek çok düşünür tarafından paylaşılan hem doğal hem de toplumsal ve siyasal olayların bilimsel yöntemle araştırıp yasalara varılabileceği, olgulara dayalı bilimsel bilginin diğer bilgi formlarından üstün olduğu, toplumsal işlerin bilimsel verilere göre örgütlenmesi gerektiği anlayışıdır. Comte'un düşüncesi ile Atatürk'ün düşüncesi arasında bu benzerliklerin olduğu doğrudur. Özellikle, imanın ve dinin yol göstericilik iddiasına karşı, Atatürk aklın ve bilimin önceliğini vurgulamıştır. Bununla birlikte, Atatürk'ü dar anlamda Comtecu bir pozitivist olarak nitelemeye yetmez. Çünkü, Comte ile Atatürk'ün düşüncesi arasında —örneğin, kadının sosyal ve siyasal yaşama katılması, demokrasi, ulusçuluk, insan hakları gibi konularda— faklılıklar da vardır. Atatürk'ü olsa olsa, geniş anlamda pozitivist akıma dahil edebiliriz. Nitekim pozitivizm tezini savunanlar da Atatürk'ün Comte'un —örneğin Ahmet Rıza gibi— bir izleyicisi olmadığını belirtirler. Timur, bilime öncelik verme anlayışını pozitivist "espri" olarak niteler —ki, bunu geniş anlamda pozitivizm ya da bilimcilik olarak adlandırmak daha doğru olur.​
Atatürk ve Pragmatizm
Pragmatizm, Jamesci ve Deweyci versiyonunda, bilginin gerçekliğin temsili, doğruluğun da gerçekle onun temsili arasındaki uygunluk olduğu şeklindeki mütekabiliyetçi doğruluk anlayışından ayrılır. Araştırmayı, esas itibariyle, bir hakikat arayışı olarak değil, problem çözme olarak görür. Bir inancın doğruluğunu, o inancın olumlu sonuçlarına ya da sorun giderme yeteneğine tâbi kılar. Pragmatizm, James'in da belirttiği gibi, pratiği vurgulamasıyla faydacılıkla, yaşam sorunlarının çözümüne katkısı olmayan, ayakları yere basmayan sözel tartışma ve çözümleri, yararsız soruları ve metafizik soyutlamaları küçük görmesiyle pozitivizmle uyuşur. Fakat pragmatizm, pratik değeri olması durumunda, metafizik, dinsel, sanatsal veya bilimsel her fikre de ilgi gösterir.​
Atatürk'te ve genel olarak Osmanlı imparatorluğunun çöküş dönemindeki aydınlarda ve devlet adamlarında, onları pragmatizme yaklaştıran pek çok öge bulunabilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş sürecine girmesiyle birlikte, devletin kurtarılması veya bekası, düşünen insanlar için en temel ve en önemli sorun haline gelir. İnançlara, geleneklere, yaşam tarzlarına, bu sorunun çözümüne katkı yapma yeteneğine göre değer verilir. Beka sorunu acil hale geldikçe, yararcı bakış açısı daha da güçlenir. Sonuçta, inançlara, dünya görüşlerine, ideolojilere, felsefi görüşlere, mütekabiliyetçi doğruluk anlayışı açısından değil, pragmatik açıdan —beka sorununun çözümüne sağlanan katkı değeri açısından— bakılır. Abdullah Cevdet'in şu ifadeleri bu pragmatist anlayışı özlü bir biçimde dile getirir: "... Şark kafasının söylediği yanlış değildir. Fakat bize doğru olan değil, müfid [faydalı] olan lazımdır. Bence müfid olan ve muhyi [dirilten, canlandıran], insanı hayat mübarezesi [hayat kavgası] meydanında azm ü iradetle [azim ve irade ile] silahlandıran her şey, her yalan, her sahte, her saçma... mahz-ı hakikatdır [saf hakikattir]."​
Pek çok araştırmacı, Atatürk'te ve kadro* sunda pragmatik bir tutum gözlemiştir. Örneğin, H. Elisha Ailen ve Kemal Karpat, Kemalist kadronun dine pragmatik açıdan yaklaştıklarını; J. S. Szyliovvicz ve Yargıtay eski başkanı Sami Selçuk, Atatürk'ün, siyasal gerçeklikleri dikkate alan bir "pragmatist" olduğunu; K. Steinhaus, Atatürk devrimi ideolojisi denince, bu ideolojiyi oluşturanlar tarafından "kapalı bir kuramsal sistem değil, pragmatik bir sistemler topluluğu" anlaşıldığını; Ergun Özbudun, Atatürk'ün tutumunun "pragmatik ve esnek", İsmet Giritli ise, Atatürkçülüğün pragmatik, ampirik ve akılcı bir ideoloji olduğunu belirtirler. İdeolojiler ve öğretiler karşısında esneklik (dogmatik olmamak), hiçbir ideolojiyi kategorik olarak reddetmemek (hoşgörü), bütün alternatiflere açık olmak, bir çözüm önerisini —önceden reddedilse bile— benimseyebilmek, fikirleri ve politikaları değerlendirirken, arzu edilir sonuçlara götürüp götürmediğine bakmak, pragmatik tutumun özellikleri arasındadır ve dolayısıyla bu saptamalar doğrudur. Gerçekten Atatürk de tutum olarak belirli kuramlar konusunda dogmatik olmamıştır; düşüncelere ve öğretilere, sonuçlarına bakarak değer vermiştir. Pratik yaşam problemlerinin çözümüne bir katkısı olmayan, pratikten kopuk kuramsal uğraşılara değer vermemiştir (konuşmalarında da kuramsal çalışmalara (nazariyata) karşı bir küçümseme tonu vardır). Atatürk'ün bu genel tutumu yanında bazı sözleri açıkça pragmatist ifadelerdir. Örneğin, "Terbiye ve tedriste tatbik edilecek usul malumatı insan için fazla bir süs, bir vasıta-i tahakküm, yahut medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden ameli ve kabil-i istimal bir cihaz haline getirmektir" ["Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem bilgiyi insan için fazla bir süs, bir tahakküm vasıtası, yahut medenî bir zevkten ziyade maddî hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılabilir bir araç haline getirmektir."] şeklindeki sözleri, entelektüalizm karşıtı tutumunu ve John Dewey'nin enstrümentalist-pragmatist anlayışını yansıtır. (Bu cümle, Milli Eğitim Bakanlığı'nın Maarif Misakı olarak da anılan 8. 3. 1923 tarihli genelgesinde ve CHP'nin eğitimle ilgili diğer belgelerinde eğitimin amacı olarak anılır. Atatürk bunları söylediği zamanlar, pragmatistlerin görüşleri hakkından bilgisi olup olmadığını bilmiyoruz.)​
Ayrıca, devrimlerin ve politikaların haklı çıkarılmasında da, bu pragmatik-araçsal yaklaşım kendini gösterir. Örneğin, bilime değer verilmesinin, Batılılaşma politikası izlenmesinin, yenilikçi olmanın, eğitime ve kadınların eğitimine önem verilmesinin, laiklik, milliyetçilik, devletçilik, cumhuriyetçilik ilkelerine değer verilmesinin nedeni, genel olarak söylersek, bunların Türkleri umumi mücadele sahasında güçlü hale getireceğidir.​
Hasan-Ali Yücel'in Şubat 1943'de İkinci Maarif Şurası'nda devrimin felsefesine ilişkin yaptığı şu yorum da pragmatizm tezini destekler: "Bize felsefi bir isim takmak istenirse bu düşünüşün plüralist bir çehresi vardır denebilir. Böyle doktrinci olmayışımızı söylerken sistemsiz olduğumuz zannedilmesin. İstiklal Savaşından bugüne kadar gerek Atatürk, gerek İnönü'nün idaresinde gelişen cemiyetimizin yürüyüşü, iç ve dış siyasamız aksamadan, tenakuza düşmeden devam etmiştir. İşte sistem! Biz sırası geldiği zaman kapitalizme benzer bir çehre gösteririz: Sanayii teşvik kanununda olduğu gibi. Sırası geldiği zaman da varlık vergisi çıkarırız ve kapitalizme hücum ederiz. Bu bir doktrin nazariyesinin tatbiki değildir. Disiplinli bir anlayışla hayatın icaplarına uygun tedbir alıştır. Bunu her halükarda muhafaza edeceğiz. Bizim sistemimiz budur. Bizim mebdeimiz, dayancımız Türk milletinin varlığıdır. Bu varlığı muhafaza ve müdafaa etmek için her doktrin bizim siyasetimize dahildir.”​
Bu temel amaca hizmet koşuluyla, her doktrin Kemalizm'e dahil edilmiştir. Bu açıdan, James'in pragmatizm için yaptığı "otel koridoru" benzetmesi, Atatürkçülüğün teoriler karşısındaki tavır alışı için de geçerlidir.​
Atatürk'teki bu pragmatik tutumun ve pragmatistçe ifadelerin pragmatist filozofların görüşlerinin etkisi altında oluşup oluşmadığını bilmiyoruz. Fakat 1923'den itibaren felsefi pragmatizmle bazı bağlantılar olmuştur. Bu bağlantılara Atatürk de onay vermiş gibidir. Mustafa Rahmi [Balaban], Gazi Paşa Hazretlerinin Maarif Umdesi ve Asri Terbiye ve Maarif (1923) adlı eserinde Atatürk'ün —Maarif Misakı olarak da bilinen genelgenin de temele aldığı— yukarıdaki cümlesini —büyük bir ihtimalle Atatürk'ün telkini ve onayıyla— Dewey'nin görüşleri çerçevesinde açımlar ve Dewey'i incelersek "[aynı zamanda Gazi Paşa'nın Maarif Umdesinin ve [Maarif] Misakımızın felsefi köklerini de tetkik etmiş oluruz" der. (Dewey'nin Türkiye'de mihmandarlığını yapan Enver Behnan Şapolyo'ya göre, Atatürk, savunduğu eğitimin felsefesinin pragmatizm olduğunu anlamıştır.)​
Ünlü pragmatist filozof John Dewey'nin eğitime ilişkin bir rapor hazırlamak üzere Türkiye'ye davet edilmesi ve 22 Ağustos 1924'de Muallimler Birliği Kongresinde Mustafa Kemal ile uzunca buluşması ise, ilişkinin somut bir göstergesidir. Ayrıca, Dewey'nin raporu (Rapor, her ne kadar Dewey'nin pragmatizmi ile pek ilgili değilse de) Cumhuriyet eğitiminin, özellikle, kuruluş dönemi olarak görülebilecek Mustafa Necati'nin bakanlığı döneminde göz önüne alınmıştır. Mustafa Necati sık sık Dewey'nin "Türk Eğitimi Üzerine Rapor ve Tavsiye"sine (Dewey Raporu'na) atıflarda bulunmuştur.​
Cumhuriyet'in ilk yıllarında (1923-1928), Dewey'nin ve James'in bazı eserleri çevrilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Bakan Mustafa Necati, yeni mezun olan öğretmenlere, Dewey'nin Terbiye ve Demokrasi adlı eserinden birer tane armağan etmiştir. 1926'da çıkmaya başlayan Hayat dergisi çevresinde —derginin başyazarı Melımet Emin (Erişirgil) ve bazı diğer yazarlar Talim Terbiye Kurulu üyesidirler— daha çok James'in irâde ve çabaya ağırlık veren pragmatizmine yakın bir ilgi gözlenmektedir. Ziyaeddin Fahri, Milli Mücadele'nin "amelin ve cehdin" eseri olduğunu, bunun da pragmatik bir zaferden başka bir şey olmadığını ileri sürer. Ve "... Anadolu felsefi gıdalarının menbaalarından birini de pragmatizmde bulabilir" der. Z. Fahri, James'in irâdeyi vurgulayan pragmatizmini Türk Devrimi'ni açıklayıcı bulur.​
Yine belirtelim ki, Atatürk pragmatist filozofların görüşlerinin bir uygulayıcısı ya da geliştiricisi olmamıştır; fakat fikirlerin pratik sonuçlarına göre değer vermesi bakımından, tutumu pragmatistlerinkine yakınlık gösterir.​
Atatürk ve Eleştirel Akılcılık
Aydınlanma 1923 çevresinde toplanan ve kendilerini "Kemalist" olarak adlandıran grup da, Atatürk, —elbette, kuramsallaştırmaksızın— Kari Popper'ın eleştirel akılcı yöntemini kullandığını savunur. Dolayısıyla, Atatürk, Popper'ın bazı görüşlerini öncelemiştir. Bu görüşü savunanlar da, diğerleri gibi, görüşlerini desteklemek için kanıt olarak Atatürk'ün görüşleri ve pratiği ile Popper'ın görüşleri arasında bazı kesişim ya da örtüşme noktalarını gösterirler.​
Cenk Yaltırak'ın, Kemalizmin eleştirel akılcı bir felsefesi olduğu görüşünü desteklemek için gösterdiği kanıtlardan bazıları şunlardır: Atatürk'ün, bilgi edinmede birinci önceliği bilime ve akla vermesi (bu, aynı zamanda "pozitivizm" tezinin de kanıtıdır); Atatürk'ün yanılabilirliğini kabul etmesi ve özeleştiriye yatkın olması (yanlışlamacılığın değer verdiği bir tutum); Sakarya Meydan Savaşı'nda, Atatürk'ün, "hattı müdafaa" kuramını, "sathı müdafaa" kuramını ortaya atarak yanlışlaması; manevî miras olarak "hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmadığını", bilimi ve akli rehber edindiğini, değişen bir dünyada bilimin de değişeceğini, kendisini izlemek isteyenlerin, akil ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevî mirasçıları olacağını belirtmesi; bireysel çalışma ve faaliyeti esas alan, fakat gerektiği zaman ekonomiye devletin müdahalesini öngören ekonomi anlayışı; bireysel özgürlüğü esas almakla birlikte, herkesin herkesle savaşını önlemek için ve kamu yararının gerektirdiği durumlarda bireysel özgürlükleri kısıtlama anlayışı; demokrasiyi siyasî anlamda alması, ekonomik gelişmenin bir sonucu olarak almaması, ekonomik gelişmeye bağlamaması.​
Kuşkusuz bunlardan Atatürk'ün yanlışlamacı olduğu fikri biraz zorlama gibi görünmektedir. Atatürk'ün, savaş içinde hattı müdafaa öğretisini "kırma" yoluna gitmesi, bu kurama dogmatikçe inanmadığını, o koşullarda yeni çözüm yolu ürettiğini gösterir sadece. Ayrıca, Atatürk'ün, ortaya attığı Türk Tarih Tezi'ni için yanlışlayıcı kanıttan çok doğrulayıcı kanıt aradığı açıktır.​
Atatürk ve Sosyal Darwinizm
Uluslararası ilişkilerin bir savaş ilişkisi olduğu görüşüne Atatürk'te ve çağdaşlarında sık rastlarız. Atatürk kuşkusuz uluslar arasında barışın hüküm sürmesini arzu eder. Fakat ona göre, uluslar arasındaki ilişkilerin sürekli bir "mücadele" ve "müsademe" olduğu da bir olgudur. Kavimlerin yaşam felsefesi, "daimi ve müthiş bir cidal şeklinde tebarüz" eder. Dünya, tarafları "ırk, din, hars, terbiye [bakımından birbirine] yabancı" insan grupları olan bir "umumi mücadele sahasıdır. Bu tespit, Atatürk'ün politikalarının kaynaklandığı fikirdir. Atatürk'ün bütün çabasını, uluslararası mücadelede yenilmeyecek bir ulus yaratmak şeklinde özetlemek, yanlış olmaz. Her ne kadar Atatürk bu tespitlerini Darwin'in ve sosyal darwinistlerin fikirleri ile ilişkilendinnese de, onun yaşadığı dönemde, bütün dünyada olduğu gibi, OsmanlI aydınları arasında da (örneğin, Nuri Conker'de, Abdullah Cevdet'te, Yusuf Akçura'da, Mehmet Emin Yurdakul'da, Celal Nuri'de) sosyal darwinist fikirler oldukça yaygındır ve deneyimleri tarafından doğrulanmıştır.​
Bunlardan başka, Atatürk'ün düşüncelerinde bazı filozof veya düşünürlerin etkileri de gözlenebilir. Platon ve Cariyle bunlar arasındadır.​
Atatürk ve Platon
Platon ile Atatürk'ün toplumsal ve siyasal görüşleri ve amaçları bazı noktalarda çarpıcı benzerlikler gösterir. Bu benzerlik şu noktalarda açıktır: Her ikisi de (1) uluslar (Platon'un durumunda siteler) arasındaki ilişkileri sürekli bir savaş durumu olarak görürler; (2) bu savaş ortamında ayakta kalabilecek güçlü bir devlet kurmayı amaçlarlar; (3) kadınlarla erkeklerin eşit eğitim görmesini, (4) kadınların erkeklerle birlikte askerlik yapmasını, (5) çocuklar için zorunlu eğitimi savunurlar; (6) siyasal topluluk içinde birliğin önemini vurgularlar ve (7) her ikisinde de 1-2,3-6'nın gerekçelerini oluşturur.​
Platon ile Atatürk arasındaki bu benzerlikleri üç nedene bağlayabiliriz: (I) Her ikisinin de yaşadığı dönemlerin toplumsal, siyasal ve askerî koşullarının ana hatlarıyla birbirine benzemesi. (Her ikisi de savaş içinde olgunlaşmışlardır: Biri 23 yaşma kadar Atina ile Sparta arasında geçen Peleponnes Savaşları içinde yaşamıştır. Atatürk zaten savaşçı olarak yetişmiş, ömrünün 10 yılını savaş içinde (Trablusgarp, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı) geçirmiştir. Birisi emperyal Perikles Atinası'nın Sparta tarafından yıkılışının, diğer Osmanlı İmparatorluğunun Batılı devletler tarafından yıkılışının acısını ve aşağılanmasını yaşamıştır. Yukarıdaki ortak noktalardan 1 ve 2, bu ortak yaşantıların sonucu olarak görülebilir.)​
Platon'un fikirlerinin çeşitli kanallarla Atatürk'ün içinde yetiştiği düşünsel ortamda bulunması. (Platon toplumsal ütopyasında model aldığı Peleponnes Savaşlarında Atina'yı yenen Sparta modelini, Osmanlı subaylarını çok etkilemiş olan Goltz savunur.) (3) Atatürk'ün Platon'un eserlerini doğrudan okuması. (Manevî kızı Sabiha Gökçen anılarında (Atatürk'le Bir Ömür), Atatürk'ün geceleri kalkıp Platon'un Devlet'in! okurken bir çok kez gördüğünü, Atatürk'ün kendisine bu kitabı dört defa okuduğunu, okudukça Platon'a saygısının arttığını söylediğini belirtir. (Atatürk'ün Platon'u okuması muhtemelen 1931 sonrasında dır.) Platon'a bu ilgi ve saygı özellikle yaşadıklarının benzerliğinden kaynaklanıyor olmalıdır.​
Atatürk ve Carlyle
Thomas Carlyle, bilindiği gibi, tarihi büyük adamların biyografilerinin toplamına indirger, kahramanlara tapınmanın önemini vurgular. Atatürk'ün "Takdise layık ancak cemiyet-i beşeriyenin reisi olan kimsedir", "Muhakkaktır ki, [Türk milletinin,] her şeyin fevkinde tapındığı bir şey varsa, o da kahramanlıktır" gibi ifadelerinin, Carlyle'ın tarihte kahramanların rolüne ilişkin görüşlerini yansıttığını söyleyebiliriz. (Atatürk Thomas Carlyle'ın Kahramanlar adlı eserini okumuştu. Carlyle'ın görüşleri Türkiye'de bilinmektedir, Atatürk'ün Carlyle'ın betimlediği kahraman tipine uyduğuna ilişkin yazılar yazılmıştır. Atatürk döneminde, 1930'lardan sonra gayri resmî bir biçimde oluşan şeflik statüsünün fikri temelini oluşturur.)​
Sonuç
Atatürk'ün açıkça veya örtük bir biçimde belli bir felsefi-ideolojik görüşe bağlı olduğu söylenemez. O, güçlü bir devlet yaratma amacma hizmet ettiğine inandığı her görüşe ve ideolojiye açık olmuştur. Bu anlamda Atatürk "plüralist"tir ve düşünceler ve politikalar karşısında pragmatistlerin (ve eleştirel rasyonalistlerin) esnekliğine ve açık fikirliliğine sahiptir. Dinsel taassubu, güçlü bir devlet olma çabalarının önünde bir engel olarak gördüğü için, dine karşı bilimi, imana karşı akli vurgulaması, soyut ve pratikten kopuk kuramlara değer vermemesi, onu pozitivistlere ve eleştirel rasyonalistlere; dünyevî mutluluğa önem vermesi faydacılara; uluslararası ilişkilerin bir savaş ilişkisi olduğu görüşüyle sosyal danvinistlere, güçlü devlet yaratma çabasındaki bazı çözümleri ile Platon'a; tarihte kahramanların rolüne önem vermesi Carlyle'a yaklaştırır. Fakat bu yakınlıklar, Atatürk'ün bir "-cı" ya da "-İst" olduğunu söylemeye izin vermez. Bunların hangisi Atatürk'ün düşüncesinin merkezindedir ya da temelindedir? Düşünceleri ve eylemi bir bütün olarak alındığında, bilime ve akla güven, uluslararası ilişkilerin fiilen bir savaş durumu olduğu fikri ve pragmatik bir tutum Atatürk'ün düşüncesinde merkezî bir yer tutar.​
T. Timur, Türk Devrimi: Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli, Ankara: AÜSBF Yayınlan, 1968.​
H. Ünder, "Kemalizmİn ya da Türk Devrimi1nin Felsefesi Nedir?" Mürekkep, sayı 6 (Güz 1996): 31-48.​
C. Yaltırak, "Kemalizmİn Kuramsal Çerçevesi" Aydınlanma, 1923 Dergisi, sayı 17.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., AKILCILIK, BATILILAŞMA, CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK DÜŞÜNCESİ, DEWEY, ELEŞTİREL AKILCILIK, İDEOLOJİ, JAMES, PLATON, POZİTİVİZM, PRAGMATİZM, SOSYAL DARWINIZM.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst