1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Anti-Temelcilik bir bilgi sistemi inşa etmeye matuf yapısal birtakım temellerin varolduğu yolundaki, hemen hemen bütün Batı felsefesi boyunca hakim olan epistemolojik ve aksiyolojik yaklaşımların geçersizliğini ortaya koymaya çalışan, daha çok radikal rölativist karakteriyle ön plana çıkan yaklaşımları tanımlar.
Richard Rorty'nin temelci düşüncenin reddi diye adlandırdığı, Nietzsche, Freud, Heidegger ve Wittgenstein'dan beslenen ve 20. yüzyılın son çeyreğinde gerek akademilerde gerekse de çağdaş kültürde yükselen bir etkiye sahip olan anti-temelci düşüncenin —bu düşünce içerisinde Foucault, Derrida, Deleuze, Guattari, Lyotard, Rorty, Baudrillard, Jameson gibi, postyapısalcı ve postmodern olarak nitelenen birçok düşünürü saymak mümkündür— en belirgin özelliği, Aydmlanmacı hakikat, nesnellik ve bunlara bağlı olarak ortaya konulan bilim anlayışının reddidir. Bu yüzden onların önerdikleri şey, tarih ve kültürden kopuk bir biçimde tasarlanmış olan hakikatin peşine düşmekten ziyade, İnsanî düşünce ile İnsanî varoluş arasındaki ilişkiyi radikal bir şekilde sorgulamaktır. Zira, genel bir çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde, son derece radikal bir tarihselci anlayışla tebarüz eden ve oluş anlamında bir varlık —Nietzscheci anlamda olsa olsa oluş anlamında varlıktan bahsetmek mümkündür— fikrine sahip olan söz konusu düşünce tarzına göre, tarih ve kültür dışı bir hakikat formüle etme doğrultusundaki herhangi bir çabanın, bünyesinde, hem hakikatin, hem de İnsanî varoluşun doğası hakkında temelden yanlış bir anlayışı taşıması kaçınılmazdır.
Tarihsel arkaplânı dikkate alındığında söz konusu yaklaşımı Sofistlere kadar geri götürmek mümkündür. Doğa felsefesinde ortaya konulan, bir dayanak/temel olma iddiasındaki birbirinden oldukça farklı arkhe anlayışına —bu anlayışların, hiçbir doğrulama imkânına sahip olmayan oldukça spekülatif bir karakter sergilemesinden dolayı, insan problemini adeta görmezlikten gelen tavrına— bir reaksiyon olan Sofist hareketin en belirgin özelliği, gerek bilgi gerekse ahlâk anlayışı bakımından tam bir rölativist tutum içerisinde olmasıdır. Bu anlamda bir yandan, "insan her şeyin, varolan şeylerin varolduklarının, varolmayan şeylerin de varolmadıklarının ölçüsüdür" sözüyle Protagoras, öte yandan ise, "hiçbir şey yoktur, olsa da bilinemez, bilinse de başkasına aktarılamaz" sözüyle Gorgias, anti-temelci hareketin ilk öncüleri olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte Batı felsefesi tarihi boyunca zaman zaman birtakım temsilciler bulmuş olmasına rağmen —Hellenistik dönem şüphecileri: Pyrrhon, Arkesilaos, Karneades, Aenesidemos vb.; Rönesans şüphecileri: Monteigne, Pierre Charron, François Sanches vb.— şüphecilik, belki de postyapısalcı ve postmodern yaklaşımlara kadar, hiçbir zaman Batı felsefe geleneğinde ciddi bir yansıma bulamamıştır. Zira Nietzsche, Heidegger ve birçok çağdaş düşünürün de ifade ettiği üzere, söz konusu geleneği, Sokratik rasyonalizm ekseninde vücut bulmuş, idealist/metafizik bir gelenek olarak nitelemek mümkündür. Değişmenin ardında, değişmeyen bir töz arayışıyla özdeşleştirebileceğimiz metafizik felsefe anlayışı, yapmış olduğu düalist ayırımlar sayesinde öncelik ve üstünlüğü düşünsel ve rasyonel olana vermek suretiyle, görececiliği besleyen, dolayısıyla da varlıktan ziyade oluşa işaret eden tüm argümanları geçersiz kılmış, modern felsefe ve Aydınlanma da dahil olmak üzere Batı düşünce geleneğinin hakim rengini belirlemeye muktedir olmuştur.
Gerek rasyonalist gerekse empirisist olsun temelci düşünürler, bilgi ve davranışlarımız için evrensel, kesin standartların olması gerektiği kanaatindedir. Onlara göre, söz konusu standartları temellendirmek için, insanın arzu ve tercihlerinin dışında, bir değer ve hakikat kaynağı olmalıdır. Bu doğrultuda olmak üzere rasyonalistler, doğalcı yaklaşımların ortaya çıkarmış olduğu görececiliği aşmak için, doğal ve doğa üstü dünya ayrımına gitmişler ve evrensel olarak niteledikleri değer ve bilgi kalıplarının doğa üstü/akıl dünyasında aranmasının gerekliliğine vurgu yapmışlardır. Öte yandan bilgimizin kaynağını akil değil de deneyim olarak tespit eden empiristler ise, nesnel-öznel bilgi ve olgudeğer ayırımlarıyla —ve modern bilimdeki gelişmelerden aldıkları güçle— nihayetinde pozitivizme varacak olan bir metafizik inşa ederek, evrensel bilgi ve nesnellik iddiasında bulunabilmişlerdir. 20. yüzyıla girilmesiyle birlikte, gerek araçsal rasyonalizmden kaynaklanan bürokratik tahakküm mekanizmalarının belirginleşmesi, gerek gelişen savaş teknolojilerine paralel olarak ortaya çıkan kitle imha silahlarının büyük savaşlara ve modernliğin özgün risk profili diye nitelenen şeye yol açması, gerekse de ekolojik dengesizliklerden kaynaklanan hoşnutsuzluklar, gittikçe insansızlaşan dünyada Aydınlanmanın optimistik vizyonunun yıkılmasına neden olmuş ve nihayetinde insanları, söz konusu problemleri ortadan kaldıracak yeni bir epistemoloji ve pratik felsefe arayışına sevk etmiştir. Her ne kadar modem düşünce geleneği içerisinde —Kant'm eleştirel felsefesinden itibaren, Hegelci felsefe, Marksizm, romantizm, fenomenoloji ve yapısalcılık gibi— eleştirel bir gelenek tesis edilmiş olsa da, anti-temelcilere göre, modem düşünce, kendini eleştirel bir aşma mantığı içerisinde tahkim eden bir karaktere sahip olduğundan dolayı, söz konusu mantıktan radikal bir kopuş gerçekleştirilemediğinden, içinde bulunulan epistemolojik krizden ve modern tahakküm mekanizmalarından kurtulmak da mümkün olmamıştır. İşte bundan dolayı, anti-temelci yaklaşımı, genelde Batı metafizik geleneğinin, özelde ise Aydınlanma düşüncesi ve ideallerinin reddi olarak görmek mümkündür.
Epistemolojik açıdan değerlendirildiğinde, anti-temelci yaklaşım, modern bilgi ve değer anlayışının otoritesine yönelik bir saldırı olarak karşımıza çıkar. Örneğin, postmoderniteyi "gelecek zamanın geçmişi" şeklinde paradoksal bir ifade ile sunan Lyotard'a göre, moderniteyi postmoderniteden —dolayısıyla da anti-temelci yaklaşımlardan— ayıran en belirgin özellik, modemitenin realitenin temsilini mümkün görmesidir. Yine Lyotard'm diliyle ifade edecek olursak, bunun anlamı, modernitenin kendini, az gerçeklikle yetinmek pahasına, aslında temsili mümkün olmayan realiteyi temsil edebileceği fikri üzerine inşâ etmesidir. Oysa Lyotard "bir şey postmodern olmadan modem olamaz" derken, tam da söz konusu modern temsil düşüncesinin aksini ileri sürmektedir. Yani, postmodernizm/anti-temelcilik, realitenin temsiline yönelik herhangi bir iddianın, her temsil etkinliğinin temsil edilemez gerçekliği sınırlaması nedeniyle, az bir gerçeklikle yetinmeyi göze alması gerektiğine işaret etmektedir. Bu da, anti-temelci düşünce söz konusu edildiğinde, gerçekliğe bakışın tamamen değişmesi gerektiğine, yani gerçekliğin hiçbir surette temsil edilemez bir karaktere sahip olduğuna ve bu durumun sürekliliğine işaret eder. Yine bu durum realiteyi temsil etme yolundaki çabaların, antitemelci yaklaşımlarca, neden birer metaanlatı olarak görülmek suretiyle reddedildiğini de izah eder niteliktedir.
Hatta anti-temelciliğe göre, temelcilerin, dünyanın temsilini sunmaya muktedir olduğunu düşündükleri bilinç bile, bizim algılama sistemimizin seçici yapısını olduğu kadar; ihtiyaç, istek ve iştiyaklarımızı yansıtan doğal bir kuvvet olarak ele alınabilir. Bu anlamda, muhtemel birçok dünya görüşü mevcut olup, insanların içinde bulundukları şartların, söz konusu dünya görüşlerinden yalnızca birini biçimlendirmeye eğilimli olmasmdan ötürü, seçilmiş olunan dünya görüşü ekseninde, şeylerin "gerçek" veya "kendinde" bir varlığa sahip olduğu iddiasında bulunmak mümkün olmadığı gibi, onun nesnelliği ve üstünlüğünden de bahsedebilmemiz mümkün değildir. Bizim nesnellik diye nitelediğimiz şey, aslında, bireylerin, dünyanın nasıl işlediği ve varolan şeylerin neler olduğu hakkındaki mutabakatına gönderme yapmakta olup, bu mutabakat ise, özel/belirli bir kültürün oluşturduğu insan varlığının, kaçınılamaz bilişsel göreliliği içerisinde vuku bulmaktadır. Bu anlamda, gerek bilgilerimiz gerekse etik, çeşitli koşullar tarafından belirlenmektedir.
Radikal göreci karakteriyle anti-temelcilik, kanıtlamaya yönelik tüm değer, standart ve formların, başka bir ifadeyle hakikati/doğruyu belirlemeye veya test etmeye yönelik yöntemlerin, oynanan dil oyununa bağlı olduğunu, dil oyunlarım birbiriyle ilişkisi bağlamında yargılamak için nesnel bir zeminin olmadığını, yani bir dil oyununun diğerinden daha üstün veya aşağı olduğunun söylenemeyeceğini, bu yüzden de herhangi bir şekilde mutlaklık iddiasında bulunulamayacağmı ileri sürer. Derrida'nın, bilinen şeyin varolana karşılık gelmesinden hiçbir zaman emin olunamayacağı şeklindeki yaklaşımı, bu kabildendir. Zira İnsanî varlık alanı bütünün son derece küçük parçasma/parçalarına tekabül ettiğinden dolayı, insanın bir şeyi tam bir kesinlik içerisinde ele geçirebilmesi imkânsızdır, bu yüzden de, "mutlaklar" olsa olsa kurgusal formlar olabilirler. Buna göre, bilgi, hakikat veya teori için gerçek bir temelin tanımlanabilmesi imkânsızdır, zira bilgi için gerçek/doğru bir temelin varolduğu iddiası, bizim halihazırda, kendisi de, niçin temel olabilme gibi bir niteliğe sahip olduğu sorusu bakımından temellendirilmeye muhtaç olan, temellendirilmemiş bir temel fikrini muhtevasında barındırdığı için, tam bir kısır döngüyle sonuçlanmak durumundadır. Bu yüzden kendilerini antitemelci olarak niteleyen düşünürler bizi, iddianın nihayetinde kendisine karşıt bir karaktere büründüğü ve kendi geçerliliğini ortadan kaldırdığı bir süreç anlamında, mantıksal düşünce girdabının içine çekerler. Açıktır ki, radikal kuşkuculuğun bizi sevk ettiği süreç, hiçbir bilgiye sahip olamayacağımız, teorilerin kifayetsiz olduğu ve hakikatin öldüğü şeklinde tanımlayabileceğimiz nihilizmdir. Bununla birlikte, anti-temelciler, nihilizmi pesimistik çağrışımlarıyla değil, içinde barındırdığı fırsatlar ekseninde okumaya eğilimlidirler, Nietzsche'nin, değerlerin yeniden değerlendirilmesi bağlamında nihilizmi yeni değerlerin yaratılması anlamında bir fırsat olarak ele almasına benzer bir biçimde, anti-temelciler de, nihilizmi, gerek benimsemiş oldukları perspektival hakikat nosyonunun ortaya konulması, gerekse de söz konusu nosyonun totalleştirici söylemleri, dolayısıyla da bu söylemlerle meşrulaştırılan tahakküm mekanizmalarını ortadan kaldırması açısından bir fırsat olarak görürler.
Hiç kuşkusuz, anti-temelciliğin nihilizm hakkındaki bu değerlendirmeleri, bizi antitemelci etik anlayışının neliği problemine sevk eder. Bilindiği üzere Batı felsefe tarihi boyunca, —özellikle Sokrates'ten beri— ahlâkın genel, tarihdışı bir muhtevaya sahip olduğu doğrultusunda —yine şüpheci akımlar istisna— adeta genel bir mutabakat hakim olmuştur. Her ne kadar klâsik "erdem ahlâkı" yerini "ödev ahlâkı"na bırakmış olsa da, bu durum —Kant'ın ahlâkî özne nosyonunun da işaret ettiği üzere— modern felsefelerde de varlığını sürdürmüştür, Zamanla modern özgürlük, eşitlik, uzlaşma vb. ahlâkî ve politik muhtevaya sahip kavramların, insanları modem yaşama pratiklerine adapte etme sürecinde, tektipleştirici ve ehlileştirici bir fonksiyon icra ettiğinin anlaşılmasıyla birlikte, gerek söz konusu kavramlara gerekse de ahlâkın evrenselliğine olan inanç ciddi bir değer kaybına uğramaya başlamıştır. İşte anti-temelci etik anlayışını da bu noktadan hareketle değerlendirmek gerekmektedir.
En genel formu ile değerlendirildiğinde, anti-temelcilik, meta-anlatılara olan güvensizliğine paralel olarak, epistemolojide olduğu gibi ahlâkta/etikte de hiçbir temel ve standardın olamayacağı yaklaşımıyla ön plâna çıkar. Buna göre, olgusal ve ahlâkî yargılarda bulunmak için hiçbir ortak temele sahip olunmadığından ötürü, çeşitli olgu ve değerler üretmiş olan özgül geleneklerin, herhangi bir nesnel ve haricî perspektiften yargılanabilmeleri mümkün değildir. Söz konusu tespit, anti-temelcilerin epistemolojilerindeki perspektival hakikat nosyonuna benzer bir şekilde, ahlâkta da —kültürel rölativizmin bir sonucu olarak— çoğulcu bir anlayış sergilediklerine işaret eder. Bu açıdan bakıldığında, belki de, anti-temelci yaklaşımın etik anlayışını ve temelcilere yönelik eleştirilerini en iyi şekliyle, etiğe yapmış olduğu vurgusuyla ve bu doğrultuda ortaya koymuş olduğu çalışmalarıyla, birçok postyapısalcı ve postmodern düşünürün dikkatini çekmiş olan Emmanuel Levinas'ın felsefesinde bulmak mümkündür.
Levinas, genellik kavramının Batı felsefesinin uzun tarihi boyunca, birlik talebinin bir sonucu olarak geliştiğini savunur, Ona göre, totallik (genellik) sayesinde birey, anlamı üstüne almaktadır. Bu seyir içerisinde şimdi ise, lineer tarih anlayışına paralel olarak, mutlak ve nesnel bir anlamın açığa çıkacağı düşünülen gelecek için feda edilmek durumundadır. Levinas, karşı çıktığı Batı felsefesinin ötekiyle girdiği ilişkiye atfen, söz konusu felsefe içinde bilgi ve teorinin, ötekini anlamaya yönelik her teşebbüsünün, ötekinin farklılığını aynının bir parçası haline getirerek ortadan kaldırdığını söyler. Levinas, ontolojik emperyalizm olarak isimlendirdiği bu durumun, sürekli bir biçimde ötekine karşı bir şiddet içerdiğini düşünür. Zira, politik birtakım belirtilere de sahip olan ontolojik emperyalizm, bir güç felsefesiyle ilişkilidir ve ötekiyle ilişki ise, ancak ötekinin aynı içerisinde birdönüşüme tâbitutulmasıyla mümkün olabilir.Levinas, söz konusu ontolojik emperyalizmin, ontolojik bir özne nosyonundan kaynaklandığını, ondan kurtulma yolunun ise, etik bir özne nosyonunun tesisinden geçtiği kanaatindedir. Sarub'un da belirttiği üzere, Levinas'm etik öznesi de ötekiyle ilişki içerisindedir, fakat bu ilişki Batı felsefesinin öngördüğünün aksine, ötekinin heterojenliğine saygının olduğu bir ilişkidir. Bu durum, anti-temelci yaklaşımların, neden uzlaşmaya değil, çatışmaya/antagonizme vurgu yapan bir tutum içerisinde olduklarının da bir izahıdır. Lyotard'm ifadesiyle, şayet ismin onuru kurtarılmak isteniyorsa, bunun yolu, totalleştirici söylemleri reddetmek suretiyle, benzerliğe karşı farklılığı, uzlaşmaya karşı çatışmayı benimseyip, bütüne karşı savaşmaktan geçmektedir.
S. Best D. Kelner, Postmodern Teori (çev. M. Küçük), Ayrıntı yayınları, İstanbul, 1998.
S. Hekman, Bilgi Sosyolojisi ue Hernıeneıttilc(çev. U. Arslan B. Balkız), Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.

J. F. Lyotard, "Postmodern Nedir? Sorusuna Cevap"(çev. D. Sabuncuoğlu), Postmodernizm (haz, N. Zakâ), Kıyı Yayınları, İstanbul 1994.

J. F. Lyotard, Postmodern Durum(çev. A. Çiğdem), Vadi Yayınları, Ankara, 1997.

T. Rockmore B. Singer, Anti-foundationalisnı Old and New, Temple University Press, Philadelphia, 1991.

M. Sarup, Identity Culture and The Postmodern World, (ed. T. Raja), Edinburgh University Press, Edinburgh, 1996.

M, Sarup, Post-Yaptsalcdik ve Postmodernizm (çev. A. Güçlü), Ark Yayınevi, Ankara, 1995.

G. Vattimo, Modernliğin Sorin (çev. Ş. Yakin), İz Yayıncılık, Istanbul, 1999.

Ayrıca bkz., ETİK, HAKİKAT, KANT, LEVINAS, LYOTARD, MODERNİZM, NESNELLİK, POSTMODERNİZM, SOFİSTLER, PERSPEKTİVİZM, PLATON, SOKRATES.

Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Filozoflar 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Filozoflar 0
1000Fikir Felsefe 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst