1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Anti-Özcülük, tüm kültür ve zamanlar için doğru olduğu düşünülen değişmez bir gerçekliğin varolduğunu ve böylece hakikat veya idealarm, sosyal bir tarzda oluşturulmuş şeylerden ziyade, değişmez "öz"lere dayandığını ileri süren geleneksel/özcü felsefelere karşı çıkarak; oluşun hakim olduğu bir zeminde, ne ontolojik ne epistemolojik ne de ahlâkî anlamda bir evrensellik fikrinin savunulamayacağını, evrensellik formu altında oluşturulmuş şeyler de dahil olmak üzere, her şeyin, göreli bir karakter arz ettiğini ve sosyal bir biçimde oluşturulduğunu ileri süren yaklaşımları nitelemek için kullanılan ve özellikle de Nietzsche ve Heidegger sonrası felsefelere —postyapısalcı ve postmodern felsefeler— göndermede bulunan bir kavramdır. Bu anlamda Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida, Deleuze, Baudrillard, Lyotard, Gayatri Spivak ve Julia Kristeva gibi, postyapısalcı ve postmodern felsefelerle ilişkilendirilen isimleri radikal anti-özcüler olarak nitelemek mümkündür. Zira söz konusu düşünür ve felsefeler, yorumlarımıza temel olabilecek, aşkın, tarih veya kültür dışı bir zemin tanımadıklarından ötürü, öz, doğa, vb. evrensel olduğu düşünülen her şeyi inkâr etmek suretiyle, anti-özcü yaklaşımı en radikal boyutlarına taşımışlardır.​
Tarihsel arkaplânı dikkate alındığında, değişmez, sabit bir ontolojik gerçeklik fikrine ve evrensel bilgi formlarının olabileceği düşüncesine karşı çıkmak anlamında anti-özcü yaklaşımları, Sofistlere kadar geri götürmek mümkündür. Zira Protagoras'm, genelde, hiçbir şeyin kendi başına varolmadığı, her şeyin başka bir şeyle ilişkisi bağlamında varolabileceği, özelde ise, her şeyin, yalnızca insan idrakiyle/algısıyla ilişki içerisinde ele alınması gerektiği, yani "insanın her şeyin ölçüsü" olduğu düşüncesi, anti-özcülüğün ilk örneği olarak ele alınabilir. Protagoras'a göre, bir şey kendi niteliklerine, kendinde, mutlak bir anlamda değil, yalnızca göreli bir biçimde sahiptir; "olmak", göreli olmak anlamınadır. Sofistlerin söz konusu değerlendirmeleri ışığında ele alındığında, özcüler ile anti-özcüler arasındaki fark, bir şeyin birtakım niteliklere mutlak anlamda sahip olup olmadığı, ya da bir şeyin özsel niteliklerinin olup olmadığı tartışmasında açığa çıkmaktadır.​
Geleneksel felsefelerde "öz, bir şeyi o şey yapan şey" olarak tanımlanagelmiştir. Söz konusu felsefeler açısından bakıldığında, bilgi objesi kıldığımız bir şeyin niteliklerini, özsel ve ilintisel/arızî olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Özsel nitelikler, o şeyin varolması için olmazsa olmaz olduğu düşünülen niteliklere işaret ederken, ilintisel nitelikler ise, o şeyin varolmak için ihtiyaç duymadığı, ona arızî bir şekilde dahil olmuş niteliklere gönderme yapar. Buna göre biz, herhangi bir şeyin niteliklerini, ona özsel olarak bağlı olup olmamalarına göre belirleyebildiğimiz taktirde, neyin bilinmeye değer olup olmadığı konusunda da, bir ayrım yapma imkânı elde edebilir ve evrensel, tarihdışı bilgi formları elde etmeye muktedir olabiliriz. Bu açıdan bakıldığında, özcülük, bir kelimenin bütün kullanımlarında, söz konusu kullanımların niçin doğru olduğunu izah eden genel bir özün, ya da başka bir ifadeyle, bütün kavramların, kendilerini ne iseler o yapan bir özlerinin varolduğu iddiasıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda özcülük, çevremizdeki dünyayı ve dünyanın bize daha tam ve düzenli görünmesini sağlayan dilimizi yaratmanın bir yoluna da karşılık gelmektedir.​
Nitekim Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Leibniz, Kant ve Husserl gibi filozofların çalışmalarıyla karakterize edilebilecek olan özcülük, ilki, dünyanın doğası; ikincisi ise, bilginin doğası hakkında olmak üzere birbiriyle bağlantılı iki genel iddiada bulunur. Kabaca ifade edecek olursak, özcülük, dünyanın tiplere veya cinslere ayrılabilecek olan şeylerden oluştuğunu ve bilginin de bu tiplerle ilişkilendirilip, bilinebileceğini ve her bir şeyin hangi tipin örneği olduğunun belirlenebileceğini iddia eder. Daha da özgül olarak özcülük; nesnelerin, insanların, kurumlann ve kendiliklerin anlaşılabilirliğinin, realitenin tutarlı, uygun, ayrıntılı/kapsamlı ve tam bir tasvirini gerektirdiği ve bunun mümkün olduğu iddiasındadır. Buna mukabil Nietzscheci bir dille ifade edecek olursak antiözcüler, Sokrates'ten beri felsefenin, vnarrH.it] -doxa, ideler-gölgeler dünyası, madde-form, ruh-beden, öznel-nesnel bilgi, özne-nesne, numen-fenomen, olgu-değer gibi birtakım düalist ayrımlarla, her şeyi beşerî öznenin aklına indirgemek suretiyle, oluşun hakim olduğu ve bu yüzden de temsili mümkün olmayan realiteyi temsil etme cihetine gittiğini, bunun ise, oluş içerisinde ancak kısmen anlaşılabilir olan gerçekliği, kurgu lehine çarpıtmak ve gerek İnsanî yaratıcılığı, gerekse gerçekliğin yaşanabilirliğini ortadan kaldırmak anlamına geldiğini düşünürler.​
Bu noktadan hareketle, anti-özcü yaklaşımlar, modernistler/özcüler tarafından uygun bulunup kabul edilen birtakım kavramları ciddi biçimde eleştirmişlerdir. Bu kavramlardan ilki, "insan doğası" veya bazı postmodernistlerin ele aldıkları şekliyle "aşkın özne"dir. Örneğin, biz tarih biliminde, insanların geçmişte de şimdi oldukları ile aynı yapıya sahip olduklarını düşünme eğilimindeyizdir. Aynı şekilde biz, farklı kültürlerdeki insanların, bizim kültürümüzdekilerle aynı olduklarını varsayarız. Bu varsayım ise bize, tarihçi olarak çalışma imkânı sağladığı gibi, bizi, geçmişte yaşayan insanların eylem ve motifleri hakkındaki iddialarımızın doğru olduğu insancına sevk eder. Buna karşın, anti-özcü yaklaşımlar, hiçbir şeyin insan varlığı için özsel olmadığını, böyle bir varsayımın, bireylerin tekilliğini, biricikliğini ve ötekiliğini indirgemek anlamında ciddi tahakküm mekanizmalarıyla sonuçlandığını ileri sürer. Örneğin, Aydınlanma'nın düşünceyi mitten arındırma idealinin, nihayetinde Aydınlanmanın kendisini mit haline getirdiğini, "nesnel akıl"dan "öznel akıl"a geçişin, aklın araçsallaşmasına vücut vermek suretiyle, doğa üzerindeki tahakküme paralel olarak insanı da bir tahakküm nesnesi kıldığını ileri süren Horkheimer ve Adorno'nun yaklaşımlarını; bireyin arzularının, Freudçu psikanaliz ve Marksizmin ideolojik meşrulaştırma zemininde modem devlet ve kapitalizmin öngördüğü yerlere kodlandığını, bundan dolayı da arzularımızın mutlak kodbozumuna tâbi tutulması gerektiğini düşünen Deleuze ve Guattari'nin yaklaşımlarını ve ayrıca Foucault'nun disiplin ve denetim toplumu analizlerini söz konusu anti-özcü yaklaşımlar arasında değerlendirmek mümkündür.​
İkinci olarak anti-özcüler, olgu ve kurgu ayrımını ortadan kaldırırlar. Onlara göre, kelimeler ve şeyler, gösteren ve gösterilen, özne ve nesne arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Bu anlamda, örneğin tarih gibi, realiteyi tasvir etme iddiasındaki bir söylemin, gönderme yaptığı şeyle kurgudan öte, herhangi bir ilişkisi yoktur. Zira hem tarih hem de kurgusal anlatılar, realitenin iyi veya kötü kopyaları olmaktan ziyade, onun yerine ikame edilmiş şeylerdir. Açıktır ki, meta-anlatıların sonu olarak nitelenebilecek olan anti-özcülerin bu yaklaşımı, bir yandan Aydınlanmanın —özne-nesne düalizmi bağlamında— realiteyi temsil etmeye muktedir gördüğü özerk özne nosyonunun, diğer yandan da, yine söz konusu özerk özne nosyonuyla bağlantılı olan ilerlemeci tarih anlayışının reddini içermektedir. Anti-özcülere göre, öznenin nesne karşısmdaki özerkliği ve mutlak üstünlüğü düşüncesi, rasyonel olana kayıtsız şartsız itaati öngören Aydınlanmanın mitlerinden biri olup, ilerlemeci tarih anlayışı da, bu mitin, birbiriyle nedensel bir ilişkiye sokulabilmesi hiçbir biçimde mümkün olmayan tikel olaylarla dolu tarihe giydirilip, tarihi bu doğrultuda kurgulamaktan başka bir şey değildir.​
Aynı şekilde bu yaklaşım, her sözcüğün gönderme yaptığı bir nesnenin varolduğu şeklinde ifade edebileceğimiz, geleneksel dil felsefesinden de derin bir kopuşu imlemektedir. Bu doğrultuda olmak üzere anti-özcüler, ister bireysel bir sözcük, ister bir kavram, isterse de herhangi önemli bir yapı olsun, bir metnin, içkin, özsel bir anlamının olmadığını, genellik formu altındaki hiçbir şeyin, bizi aynı kelimeyi kullanır kılamayacağı gibi, bize kavramın özünü de veremediğini, metnin daha çok çoğulcu yorumlara açık bir karakter arz ettiğini ileri sürerler. Yorumcu plüralizmle ilişkilendirebileceğimiz söz konusu metin anlayışını, daha sonraki felsefelere de yansımaları bağlamında en iyi şekilde, Nietzsche'nin, "Olgu diye bir şey yoktur, her şey yorumdan ibarettir" ve "Ahlâkî yargılar da, dinsel yargılar gibi olmayan gerçekliklere dayanır. Ahlâk yalnızca belirli fenomenlerin bir yorumudur" sözlerinde bulmak mümkündür. Anti-özcülüğün postyapısalcı ve postmodern felsefeler açısından diğer besin kaynağı ise, —kendisi de, bir kısım yorumcularca, özellikle ikinci dönemiyle birlikte söz konusu felsefeler içerisinde değerlendirilmeye başlanan— Wittgenstein'in "dil oyunları" teorisidir.​
Wittgenstein, ilk dönem düşüncelerinden radikal bir kopuşla, dilin tek bir mantıksal bakış açısının varolduğu fikrini reddederek, onda çokluğun hüküm sürdüğünü söyler. Ona göre, dile yönelik birçok mantıksal yapı veya onun ifadesiyle "dil oyunu" vardır. Bu dil oyunlarından her birinin kendi yerel kural bütünlüğü bulunmaktadır, ki onlar içerisinde biz zihnimizi onlara göre ve onlar için yenileriz. Dil oyunları evrensel bir kural bütünlüğüne sahip olmayıp, daha çok aralarında aile benzerlikleri sergilerler. Wittgenstein'a göre, aile benzerliği, kavramlar arasındaki bir kavram olup, benzer fakat aynı olmayan kavramların bir grup içerisine sokulmasını ifade eder. Anti-özcü bir perspektif içerisinde bu, hiçbir şeyin bir ailedeki bütün örnekler için genelleştirilemeyeceği anlamına gelir. Bu yaklaşım, aynı zamanda, kelimelerin kullanımları için de geçerli olup, kelimeler de, anlam aileleri içerisinde kategorize edilebilirler. Wittgenstein'a göre anlam, gerçek dünyadaki nesne ve sözcükler arasındaki ilişkiye gönderme yapmamaktadır, fakat daha çok o, bulunduğu bağlamda sözcüğün kullanımına işaret eder. Buna göre, sözcüğün dil içerisinde kullanılabileceği yolların çokluğundan bahsetmek mümkündür. "Bir parçanın anlamı, onun oyun içerisindeki rolüdür." Bu, hiçbir kelimenin, onu bütün zamanlar için tanımlamamızı sağlayabilecek özsel, temel karakteristiklere sahip olmadığı anlamına gelir. Bundan dolayı Wittgenstein, kelimeler ve kavramların dünyadaki bir nesneye mahsus özgül bir anlama sahip olduğu şeklindeki, Augustinusçu yaklaşımı veya dil anlayışını şiddetle eleştirir. Wittgenstein'a göre anlam, kullanılan dil oyununun kurallarının ve dil oyunu bağlamında kullanılan kelime veya kavramın anlaşılması yoluyla ele geçirilebilir. Bu açıdan bakılığında anlama, bir süreç veya eylemden ziyade, dil oyununa yönelik bir tekniğin hakimiyetine işaret eder, yani o, bir kuralı takip etme yeteneğidir. Zira Wittgenstein açısından bir kavramlar kümesinin anlaşılması, kavramların kendilerinde varolduğu düşünülen özsel karakteristiğin değil, onların kullanılmış oldukları dil oyunu içerisindeki kullanım paradigmasının anlaşılmasıdır.​
Wittgenstein'la benzer bir biçimde Rorty de. Philosophy and the Mirror of Nature [Felsefe ve Doğanın Aynası] adlı çalışmasında, gerçekliğin yanlışsız bir temsili olma iddiasındaki geleneksel bilgi idealinin radikal bir eleştirisini yapar. Geleneksel yaklaşıma göre, zihin gerçek olanı yansıtan bir ayna gibidir ve felsefenin görevi ise, önermelerimizin gerçekliği daha iyi temsil edebilecek hale gelmeleri anlamında, bu aynayı test veya tamir etmektir. Oysa, Rorty söz konusu çalışmada, sosyal pratikler veya dilin kendi oyun ve kararsızlıklarından etkilenmeyecek bir bilgiye ulaşmanın imkânsızlığına işaretle, felsefenin böyle bir idealden, estetik yaratıcılığı onaylayan bir felsefe lehine vazgeçmesi gerektiğini ileri sürer.​
Derrida ise özcü felsefelere yönelik eleştirisini, yazının konuşmaya oranla ikincil hâle getirildiği Batı metafizik geleneğinin eleştirisi bağlamında yapar. Rousseau'nun, insan doğasının aslında özü itibariyle iyi olduğu, medeniyetle birlikte söz konusu doğanın tahrip edilmek suretiyle bozulduğu şeklindeki özcü yaklaşımına benzer bir biçimde, geleneksel metin okuma stratejileri de, bir metin ve konuşmayı, yazar ve konuşmacının niyetine gönderimle okuma cihetine gitmiş ve niyetin daha iyi yansıtıldığı bir yapıya sahip olduğu gerekçesiyle, konuşmaya daha öncelikli bir statü tanımıştır. Derrida'nm eleştirdiği 'bulunuş metafiziği', yani konuşmacının fizikî varlığının onun konuşmasını belgelediği düşüncesi, yazarın, metnin okunması sırasında onu doğrulamak için hazır bulunması fikrine gönderimle konuşmayı öncelikli hâle getirmiştir. Oysa Derrida'ya göre, konuşmaya öncelikli bir değer atfediliyor olması, tarihsel bir önyargıdan başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir yaklaşım, olmayan bir şeyi, yani zamansallığmdan tamamiyle soyutlanmış ve düşüncelerini dolaysız bir biçimde aktarmaya muktedir, özerk bir özne nosyonu varsayar. Bu anlayışa göre, dil direkt bir şekilde düşünce ile ilgili olduğundan, yazı, konuşma diline nazaran ikinci plândadır. Oysa, Derrida, öncelikli karşıtlıkların mutlak bir biçimde yapıbozuma uğratılması gerektiği düşüncesinden hareketle, gerek söz konusu özerk özne nosyonunu, gerekse göstergelerden öte mutlak bir gösterilen fikrini reddederek, hem özne-nesne, hem de gösterengösterilen ayrımını eleştirir. Bunun yani sıra Derrida, metin analizlerini de, radikal sonuçlarına vardırır. Ona göre, her metin "doğası" itibariyle yetkinlik iddiasında olsa da, bir şeyleri daima dışarıda bırakmak zorunda olduğu için, onun, söz konusu iddiasını gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu durumda, her okuma, yeniden yazmaya, yapıbozum da metnin, dışarıda bıraktıkları şeyler ekseninde yeniden okunmasına, dolayısıyla da yetkin bir okumanın olmadığı anlamında mutlak bir yorum çokluğuna işaret eder.​
Bu doğrultuda olmak üzere anti-özcülük, klâsik yaklaşımın edebiyat ve yazılı ya da sözlü dilin sınırları içerisinde algıladığı metin kavramlaştırmasımn kapsamını, hiçbir şeyin yorum aktivitesinin dışında yer alamayacağı şeklinde genişleterek, bilim de dahil olmak üzere her türlü İnsanî etkinliğin yorumdan ibaret olduğuna, dolayısıyla da ne doğal ne de İnsanî fenomenleri mutlak bir biçimde açıklamanm mümkün olmadığına dikkat çekmiştir. Açıktır ki, metne yönelik bu tutum değişikliğinin, bilimsel yaklaşımlar üzerinde olduğu gibi, özellikle de nesnel olma yolunda doğa bilimlerine benzeme çabasındaki psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve tarih gibi sosyal bilimler üzerinde de önemli yansımaları olmuştur. Sonuçta söz konusu disiplinlerin nesnel bilgiye ulaşma doğrultusunda ortaya koymuş olduğu bir çok kavramsal çerçeve, postyapısalcı ve postmodern anti-özcü felsefelerce, kavramların muhtevî oldukları iç gerilimler de ifşa edilmek suretiyle, onların mümkün yorumlardan yalnızca biri olabileceği şeklindeki yorumcu pJüralizm lehine parçalanmıştır.​
D. Arnason, "Derrida and Deconstruction", (http: / /130.179.25/Aranson DE/Derrida html.​
D. Ashley, History Withouth A Subject 'The Post' modern Condition', Westview Press, United States Of America, Colorado, 1997,​
Bertens, The Idea of The Postmodern, Routledge, USA and Canada, 1995.​
F. Changi, Postmodernism Rearing The Furniture of The Universe, <http://www.-geocities.com/Athens/Agora/9095/postmoder nism.html>, 25.09.2003.​
Epstein, "Interpreting the World (Necessarily Changing It)", New Politics, Vol, 6, No. 4,1998.​
R. Hollinger, Postmodernism And The Social Science, Sage publication, Inc., London, 1994.​
M. Sanıp, Identity Culture and The Postmodern World(ed: T. Raja), Edinburg University Press, Edinburg, 1996.​
A. D. Scrift, "Perspektivizm ve Yorumcu Plüralizm"(çev. H. Arslan), İnsan Bilimlerine Prolegomena, Paradigma, Istanbul, 2002.​
Spinosa H. S. Dreyfus, "Two Kinds of Antiessentialism and Their Consequences", Critical Inquiry, Summer 1996.​
Wittgenstein, Felsefi Soruştunnalar(çev. D. Kanıt), A Yayınları, 2000.​
M. E. Wonacott, "Postmodernism: Yes, No, or Maybe?'', Myths and Realities, No: 15., 2001.​
Ayrıca bkz., AİLE BENZERLİKLERİ, ANALİTİK FELSEFE, ANLAM, ANLAM KURAMLARI, ANLATI, ARİSTOTELES, AŞIRI YORUM, BAUDRİLLARD, DELEUZE, DERRİDA, DESCARTES, DİL FELSEFESİ, DİL OYUNLARI, HEIDEGGER, HUSSERL, KANT, LEİBNÎZ, MODERNİZM, ÖZCÜLÜK, PLATON, POSTMODERNİZM, POSTYAPI5ALCILIK, GUATTARİ, RORTY, SPİVAK, WITTGENSTEIN, YORUMCU PLÜRALİZM.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Filozoflar 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Filozoflar 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst