1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Amerika'da ortaya çıkan felsefi düşünceleri niteleyecek tek bir özellik ya da İngiliz emprisizmi, Alman idealizmi gibi aslî bir öz aramak beyhûdedir. Zira, Amerika'da felsefenin standart bir görünümünü arama çabası ya sonuçsuz kalır ya da farklı unsurları tek biçimli bir gelenek altında toplayan bir indirgeme ya da basitleştirme olup çıkar. Zira Amerikan felsefesi, düşüncenin niteliği ile ilgili bir dizi girift ve karmaşık fikirler demetini içeren; homojen olmayan, nispeten karmaşık bir felsefedir. Tarihsel kökeni itibarıyla pek çok unsurdan oluşan ve çok çeşitli yönlere sahip bulunan Amerikan felsefesinin, Amerika'da ortaya çıkan düşüncelerin tümünü ihtiva ettiği söylenebilir. Hatta, Amerikan felsefesinin ulusal tarihî gelişmelerle şekillendiği ve halâ şekillenmekte olduğu ileri sürülebilir.​
Genel Özellikler
Amerikan felsefesi, göç dalgalarıyla yeni bir hayata ve yeni yönlere sahip olan, fakat "yerli/aslî" geleneği bulunmayan bir felsefedir. Bir kimse, Amerikan felsefesinin tarihsel kökenleri ile bu kıtaya yapılmış olan göçler arasındaki paralelliği kolayca görebilir. Bu gelenek, yabancı ilhaklarla karışmıştır; onu İspanyol Fransisken, Fransız Cizvit, İngiliz Püriten, HollandalI Piyetist, İskoç Kalvinist, kozmopolit felsefe, Alman Transandentalistleri, Rus devrimcileri ve doğu teozofları oluşturmuşlardır. Bu nedenle ortaya çıkan politika, ekonomi, teoloji ve metafizik ilkeler de Amerikan düşüncesiyle yakından ilgilidir. Amerikan düşüncesinin geçirdiği bu evreler, onun tarihî şartlar ve Amerikan deneyimiyle oluştuğunu gösterir.​
"Amerikan felsefesi" tamlamasında birinci kelime, herhangi bir ırkı değil, sadece coğrafî çağrışımı temsil eder. Eğer felsefe, kavramlardan oluşuyorsa, Amerikan felsefesinde temel kavram 'Amerikalılıktır.' Bu anlamda Amerikalılık, düşünceyi üretken ve kültürel çevreyle ilgili bir faaliyet kılan ve onu taleplerle şekillendiren bir girişimdir. Bu yüzden Amerikalılar, spekülatif meselelerle uğraşmaya gereksinim duymazlar. Amerikan felsefesi, tüm durumlarda hayatın pratik karakterine öncelik verir. Nitekim, bu durum Amerika ile Batı düşüncesi arasındaki en önemli ayırım olarak kabul edilir: Batı kültürü, kendi söylem tarzında olayların diline teorik cevaplardan oluşan bir tavır sergilerken, Amerikan felsefesi hayat ve toplumun önceliklerini, gerçek problemleri esas alır. Tartışılan sorunlar, bizatihi hayatın içinden gelen ve onunla gelişen sorunlardır. Diğer bir ifadeyle Amerikalının zihnini tatmin etmek için bir teorinin mutlaka "nakit değeri" olmalıdır. M. G. Singer, bu durumu, 'Amerikan felsefesi, eşsiz değildir; ama hiçbir felsefe de Amerikan felsefesi gibi değildir' diyerek ifade eder.​
Amerikan felsefesinin en önemli niteliği, kültür tarafından yaşatılan deneyim niteliğinin yaratıcı bir gelecek ve yaşama yeteneği için uygun olduğu, yani, Amerikan hayat formunun gelecek için bir paradigma olabileceği iddiasıdır. Diğer bir deyişle, Amerikan felsefesi bir kültür felsefesi, medeniyet felsefesidir. Felsefe ile kültür arasında derin bir i* lişki olduğunu gören Amerikalılara göre, bu ilişki, fikirlerin kültürel zemininde yatar. Nitekim, Amerikan felsefesi bir entelektüel tarih olmayıp, o fikirlerin anlam, zemin ve ıçerimlerinin geçerliliğinin keşfinden oluşur. Şüphesiz, kültürel genellemeler, belirli bir araştırma eylemi ve onun niteliğini etkileyen önermelerle oluşur. Söz gelimi, İspanyolların ırkıyla övünen, yürekli insanlar oluşu; Belçikalıların kurallara uyan, bireyselliği ön plâna çıkaran muhafazakarlığı; HollandalIların ciddi, çalışkan ve temiz oluşları; Finlilerin sari saçlı, şair ruhlu oluşları bu genellemelerden bazılarına' işaret eder. Kültürel genellemeler, tarihin akışını yansıtan imajların oluşturduğu eklentilerdir. Bu yüzden, onlar, evrensel değildir; ancak tasvirî olup salt genelleme şeklinde ortaya çıkarlar. Genellemelere kaynaklık eden olgular yetersiz olsalar da, genellemenin gücü daima deneyim desteğine dayanır. Bununla beraber, ulusal kültür hakkında yapılacak genellemelerin, birkaçı dışında genelde noksan ve hatalı olacağı kabul edilmelidir. Zira, algılayanın yargıları her ne kadar yaratıcı olsa da, çoğu kez dardır, Bu durum, Amerika'nın karmaşık ve geniş kültürü için, özellikle doğru bir yorumdur.​
Kültürel genellemelerde anahtar sözcük "tipik olarak" sözcüğüdür. Bu nedenle ülke karakterine ait genellemeler, kültür genellemeleridir. Bundan dolayı, felsefenin kültürü ifade etmesi, gerçekte bu özellikleri belirtmesi anlamına gelir. Felsefe, bu özelliklerin belirlenmesinde, kültürün değişimi ve gelişimi için rasyonellik ve sıçrama tahtası sağlar. Bu şekilde düşünüldüğünde felsefe, elbette ulusun karakterinin ifadesidir. Bu noktada bir ülkede iki felsefenin bir arada oluşu, onların tutarsızlığını ifade etmeyebilir. îki tipin ifade edildiği ulus karakteri nasıl tutarlı ise, söz gelimi Amerika'da Transandentalizm ve Pragmatizm gibi iki felsefenin bir arada olması, onların tutarsızlığına işaret etmez.​
Amerikan felsefesi, bireyin hayatında görülen, hissedilen, mizacını ortaya koyan iki görünüme sahiptir. Bunlardan ilki onun bireysel oluşu, diğeri de ulusal/Amerika'ya özgü oluşudur. Amerikan felsefesinin bireysel oluşu, onun her zaman ve her koşul altında bireyselliğe vurgu yaparak düşüncenin merkezine insanı yerleştirmesi olgusuna gönderme yapar. Bu özelliğin, tek başına Amerikan düşüncesi için ayırt edici bir görünüme sahip olmadığı ileri sürülebilir. Bu yüzden onu, 'ulusal oluş' ile beraber düşünmek gerekir. Bundan dolayıdır ki, Amerikan felsefesinin çoğulcu yapısı hem şahsa hem de ulusa özgü oluşu ile yepyeni bir biçim kazanır. Amerikan felsefesinin belki de en aşikâr özelliği olan çoğulculuk, Amerika'nın tarihsel koşullarından kaynaklanan en önemli unsurdur. Çoğulculuk, insanın durumunun olumlu bir karakteri ve düşünceye bir hediyesidir. Amerikan felsefesinin işte bundan dolayı, çeşitli merkezleri vardır. En önemli merkez ise, hayatın ta kendisidir. Bireysellik, bu çoğulculuğun temelinde yükselir, gelişir ve ulusa özgü oluş ile tamamlanır.​
Amerikan felsefesi, Avrupa düşüncesinde görülmeyen bir şekilde gelişmiştir. Bu felsefe yapı, nizam ve birlik yerine, süreç ve çokluk metaforlarıyla gelişmiştir. Elbette bu iddia, "yepyeni" karşısında "tamamıyla eski" geleneksel tartışmasına dönüşmemelidir; benzerlikler mevcuttur, ancak bir bütün olarak yepyeni bir insan durumu söz konusudur. Bu felsefedeki yeniliklerden ilki, Amerika'nın kurulduğu yerin farklılığıdır. İkincisi ise, çağdaş ve gelecek durumların analiz edileceği yeni durumlardır. Mevcut teoriler, karşılaşılan yeni durumlarda işlememiş, bunun yerine bağlamlar, yeni ölçütler olarak inşa edilmiş; yeni durumların zenginliği, yeni kaynaklar ve yeni değerlendirme olanakları yaratmıştır. Bu bağlamda Amerika'nın on altıncı yüzyıl Avrupa'sının yeniden yapılandırtcı deneyimlerinin üzerinde ve ona karşı geliştiği söylenebilir. İngiliz filozof C. D. Broad, bu durumu "tüm iyi hatalar, Amerika'ya gitti" diyerekifade eder.​
Kimilerine göre Amerikan düşüncesinin en verimli yeniliği, iklimi, ürünü ve mineralleri değil, araştırma modundaki değişim, diğer bir deyişle, yeni bilgi anlayışıdır. Bu açıdan bakıldığında, her nesil deneyimi kullanarak kendi durumları ve olaylarıyla ilgili bir dil geliştirir. Fakat sadece Amerikan felsefesi, deneyimin anlamındaki değişimi başarmıştır. Amerikan bilincindeki gelişme "tecrübenin tecrübesinden" "deneyim" kavramına ve nihayetinde Dewey'de kültürel ve felsefi bakış açısı olan "deneyim yöntemine" dönüşmüştür. Ortaya çıkan felsefe, imkânların her yerde; yeniliğin doğada genel olarak yayıldığı bir felsefedir. Bu felsefede ne özel bilenler sınıfı, ne de Amerika'nın aşkı için doğrular vardır. Deneyim, her yerde herkes için mevcut olup, tüm fikirler pazar(lar)a çıkmıştır. Olması gereken ile olan arasında keskin bir ayırım yoktur ve eylem için öne sürülen nedenler, eylemlerin kendisinden daha az önemli değildir. Bu felsefe, büyüme ve yayılma ile özdeşleştirilen gelişmenin apaçık olduğunu, öğrenme ve eylemin daimî olduğunu vurgular. Bu yüzden Amerikan felsefesi, ürettiği cevaplarla eşsiz bir alternatifi sembolize eder. Avrupa düşüncesinden farklı cevaplar üreten Amerikan düşüncesi, ürettiği meseleleri radikal olarak insanileştirmesiyle, evrenin anlamını keşfetme seviyesine yeni bir anlam kazandırmıştır.​
Bununla beraber Amerikan felsefesi bu anlam faaliyetinde objektif ve kesinliğin olabileceği iddiasında bulunmaz. Zira, bir kültür, iç yapısını sadece kendisi oluşturur ve bu yapıyla problemlere cevap verir. Bu bağlamda, Amerikan deneyiminin vere(bile)ceği cevaplar, gelişmenin en yüksek seviyede gerçekleşmesi için ancak sağlam bir çerçeve oluşturabilir. Nitekim, pek çok filozofa göre, Yunan kültürü nasıl Avrupa kültürünü oluşturmada keskin rol oynayan felsefi metaforların temeli olduysa, Amerikan kültürü de yeni jeopolitik insanın oluşmasında felsefi bir metafor olabilir.​
Amerikan felsefesi göçlerin doğal sonucu olarak "taşralıdır." Taşralılık, soylu, asil ve yerli karşısında bir ezilmişlik hali değil, aksine gelecek için örnek olabilecek yeni bir durumdur. Taşralılığın düşüncedeki anlamı ise oldukça çarpıcıdır: Hayat içinde komplekslerin, önyargıların olmayışıdır. Bu özelliğin bir ifadesi ya da görünümü olarak Amerikan felsefesi, hiçbir konuda hiçbir zaman önyargılı bir tavır takınmaz.​
Amerikan felsefesi, hayatı karmaşık bir süreç olarak değerlendirir. Hayat, hazır çözümlerin, reçetelerin sunulduğu bir süreç değil, aksine çabalamanın, daima girişimlerin mevcut olduğu bir süreçtir. Bu yüzden de evrim düşüncesi, hayat mücadelesi bu sürecin en temel tezahürüdür. Değişim ise, bu sürecin kaçınılmaz koşuludur. Zira, değişme, varoluşun nihaî gerçeği ve aslî niteliğidir. Amerikan felsefesinin bu görünümü, öncülerin serüvenci ruhu ile paralellik arz eder. Amerikan felsefesi öyle coşkuludur ki, düşüncenin merkezine ölümden ziyade hayatı koymayı önerir. Bunun neticesinde, Amerikan felsefesinde sınırsız bir iyimserlik her tarafa yayılır.​
Amerikan felsefesi, nihaî anlamın olmadığı konusunda ısrar eder. Bunun anlamı, arayışın devam etmesi, "nektarın" yolculukta olduğu, zihin ve düşünce ufkunun açıklığıdır. Çabalar ve girişim, daima devam edecektir. Amerikan felsefesi, arayışın mücadelelerle süslendiği ve bu arayışta/yolculukta bizim için sadece çabalamanın var olduğunu; diğerinin bizim işimiz olmadığını vurgular. Bu felsefede, çabalar devam etse de, İnsanî durum için uzlaştırıcı veya iyileştirici imkânların daima mevcut olduğuna inanılır. Bu inanctn bir uzanımı olarak Amerikan felsefesi, meselelere tarihsel açıdan bakabilmeyi, çağın ruhuna ve zamanına hakim olmayı amaçlar. Bu yüzden o, geleneğini korumaktan çok çağımızın önemli problemleriyle yüzleşmek, tarihî vasıtaları çoğaltarak günümüz durumlarını anlamak ve bu meselelere ilişkin çözümler bulmak amacı güder. Bununla beraber, Amerikan felsefesi gelecekte sahip olacağımız deneyimlerin daha karmaşık olacağını, en iyi stratejinin kozmik ufuklarımızı yeni düşüncelere açmak ve bağlam değişmelerine dikkat etmek olacağını bize haber verir. Nitekim, Amerikan felsefesi karmaşık, çoğulcu ve geçişli yapısıyla yeni zenginliklere, yeni yönelişlere yol açabileceğini ima eder.​
Yapısı itibariyle kaotik olup, değişik manzaralara sergileyen Amerikan felsefesinin, kendine has özelliklerini başka açılardan da ortaya koymak mümkündür. Ama esas olan, Amerikan düşüncesinde felsefenin, kültür ve toplum hakkında daima bir şey söylemesi gerektiğidir; felsefe, fildişi kulelerden inmek ve sistemlerini kültürel alanlarla ilişkilendirmek zorundadır. Eğer, felsefe, "hikmet sevgisi" olarak tanımlanırsa, bu durumda Amerikan felsefesi, insan ve evren üzerine sürekli bir eleştirel düşünce olarak kabul edilebilir. Amerikan filozofları arasındaki sürekli anlaşmazlık, felsefenin arayışta oluşunu gösterir. Zira Amerikan düşüncesinde felsefe, filozofların nefret ettiren tartışmaları değil, "rüyanızdan daha fazlasının mevcut olduğu" bir teşebbüstür. Bu felsefede, resmî felsefe yoktur; keşfedici ruh vardır. Onda hazır çözümler yerine, inançlarla ilgili daimî ve eleştirel araştırmalar bulunur: "Amerikanın resmî felsefesi, iyi bir argüman ve ikna edici bir kanıt haricinde, herhangi bir otoritenin olmamasıdır." Bu yüzden, Amerikan felsefecileri tasvir edilirken "editör eğilimli olmayan", "işte tatil elbiseleriyle çalışan" adamlar diye tanımlanırlar.​
Bu noktada bir soru geriye kalır: Peki, Amerikan felsefesini yaratanlar kimlerdir veya kimler Amerikan filozoflarıdır? Bu soruya verilen cevap hususunda, felsefe tarihçileri arasında bir mutabakat vardır. Verilen standart cevap şudur: Filozof, "arayışta olan bilge" anlamına geliyorsa eğer, yaratıcı yaşamının çoğunu Amerika'da geçiren, Amerika'ya ve Amerikan kurumlarına katkıda bulunan herkes Amerikan filozofudur. Amerikan düşüncesinin en meşhur şahsiyetleri sıralansa, bunların yansının Birleşik Devletlerde doğmadığı görülür. Fakat, bu şahsiyetler Birleşik Devletlere geldikten sonra, Amerikan hayat ve kuramlarından etkilenmiş ve düşüncelerinin çoğunu değiştirmişlerdir. Söz gelimi, A. N. Whitehead Amerika'ya geldiğinde 63 yaşındaydı ve ömrünün son 23 senesini burada geçirdi. Whitehead, Amerika'ya gelmeden önce mantıkçı ve matematikçi iken, felsefeyle uğraşısı Amerika'ya geldikten sonra başlamıştır. G. Santayana, bir İspanyol idi. Bir müddet İspanya'da yaşadıktan sonra Amerika'ya dönmüş ve Amerikan felsefesinin gelişmesine katkıda bulunmuştu. Aynı şekilde R. Carnap, Nazi baskısından dolayı ömrünün sonlarına doğru Amerika'ya göç etmiştir. Fakat, Carnap düşüncesini, Amerika'ya göç ettikten sonra diğer pozitivistlerin düşüncelerinden ayırt edici bir şekilde değiştirmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir, ama kesin olan şudur: Amerikan düşüncesine katkı yapan her filozof Amerikalı kabul edilmektedir.​
Amerikan düşüncesinin oluşmasındaki evreler ve unsurlar hakkında çeşitli sınıflamalar yapılmıştır, öyle ki bugün de bu sınıflamaları geliştirmeye devam edenler vardır. Söz gelimi, Amerikan düşüncesi kabaca (a) Sivil savaş öncesi, (b) Sivil savaş sonrası dönem olarak sınıflandırılabilir. Ancak bu sınıflama, Amerikan düşüncesinin geçirdiği evrelerin anlaşılmasında bize aydınlatıcı bilgiler vermez. P. Kurtz, Amerikan felsefesini her evredeki mevcut akımlan ve temsilcileri ile (a) Koloni dönemi, (b) Akil çağı ve Devrim, (c) Altın çağ, (d) Çağdaş Amerikan sahnesi olarak dört evrede inceler. Bruce Kuklick, A History of American Philosophy adli eserinde 1720-2000 yılları arasındaki Amerikan felsefesini üç döneme ayırır: (a) Amerika'daki Spekülatif Düşünce (1720-1868), (b) Pragmatizm çağı (1859-1934) (c) Profesyonel felsefe (1912-2000). John Ryder ise, Amerikan düşüncesi genel olarak ikiye ayırır; (a) İlk Amerikan Felsefesi, (b) Amerikan Felsefesinin altın çağı. Ryder, birinci dönemi; (1) Koloni Dönemi: Püritanizm ve 19. yüzyıl İdealizmi, (2) Amerikan Aydınlanması, (3) Transandentalizm ve Romantik Dünya görüşü evreleri; ikinci dönemde ise, Pragmatizm, Realizm, Doğalcılık ve Süreç felsefesi olarak okur. Bu ayırımların ilk dönemleri üzerinde genel bir mutabakat olsa da, 1930'lardan sonraki sınıflandırmalar konusunda genellemeler henüz oluşmamıştır.​
Amerikan Felsefesinin Tarihi

Amerika'da Spekülatif Düşünce
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda Amerika'da felsefeci olarak bilinen insanlar, üç grup içinde düşünülebilir. Bu gruplardan ilki ve en önemlisi, Yeni İngiltere'de teoloji üzerine yazılar yazan, İngiltere ve İskoçya'da ve daha sonra Almanya'da dini elitin meşgul olduğu tartışmalara katılan kilise papazlarından oluşuyordu. Kalvinist Protestanizmin çeşitlerini ortaya koyan bu papaz grubunun en etkili ve yetenekli üyesi, Jonathan Edwards'dir. Bu grubun daha sonraki meşhur temsilcileri arasında Horace Bushnell ve Ralph Waldo Emerson zikredilebilir. Bu bilge kişiler, pek çok kimse tarafından yüksek eğitim kurumlan ile ilişkide olmayan amatör felsefeciler olarak kabul edilir.​
Amerikan spekülatif düşüncesinin ikinci grubu, Northeast, eski Midwest ve South'da açılmış olan İlahiyat fakültelerinde eğitim görmüş din adamlarıdır. Amerikan üniversitelerine bağlı olmayan bu bağımsız okullar, üniversite seviyesinde profesyonel papaz yetiştiriyordu. Bu merkezlerde, teolojide uzmanlaşan kişiler, papazlık kurumunda daha önemli görevlere geliyorlardı. Leonard Woods, Henry Ware, Nathaniel W. Taylor bu okullarda yetişmiş önemli şahsiyetlerdendirler. On dokuzuncu yüzyılda düşüncenin ana kuvvet zeminlerini kontrol eden bu teologların, birer entelektüel olduklarını söylemek güçtür.​
Sonuncu grup ise, gerçek anlamda filozoflardan oluşur: Onlar, on dokuzuncu yüzyılda Amerika'daki üniversitelerin ahlâkî ve entelektüel felsefesinin kürsü sahipleri idi. Francis Bowen, James McCosh ve Noah Porter gibi filozofların işlevi, politika sahnesindeki teologları teorik olarak desteklemek oldu. Spekülatif geleneğin bu felsefi grubu, taşralı idi. Sivil savaş sonrasına kadar Amerika'daki üniversiteler, küçük, âtıl ve ulusun hayatına teğet geçen kurumlar olarak kaldıklarından, kurumlarm liderleri olan bu filozoflar, kamunun şekillenmesine gayret ettiler. Kütüphaneleri yetersiz, eğitimleri alelade olan bu kurumlar, dünya olaylarını yorumlamayla uğraşıyorlardı. Avrupa, eğitim için kendisine gelenler hariç bu kurumlardaki filozofları tanımıyordu. Amatörler, teologlar ve filozoflar arasındaki diyalog, Edwards zamanından on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar devam etti. Bu yüz elli yıllık dönemde, karmaşık fikirler ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda ilahiyat fakültesi teologları, dinleyicilerini büyük ölçüde kaybettiler. Üniversite mezunu filozoflar ise, kamu tarafından benimsenmeye başladı.​
Kalvinizm ve Jonathan Edwards: On yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar papazlar, Yeni İngiltere'de; Massachusetts, Connecticut, New Haven ve New Hampshire'ın kasabalarında yerleşmişlerdi. Düşünceleri, John Calvin tarafından anlamı belirlenen İncil üzerine odaklanmış olan Kalvinist Protestanlar, "federal" ve "akitsel" teolojiye bağlanmışlardı. Kalvinci teoloji, inancı rasyonelleştirme ile ilgili bir dizi karmaşık sorunları içeriyordu. Bu sorunların merkezinde Tanrı'nın yüceliği ile insan hürriyetinin ilişkilendirilmesi vardı: Tanrı, günahın yazarı değildir ve Adem'in düşüşünden sorumlu tutulamaz. O, Kadir-i Mutlak ve her şeyin Hakimidir. Kalvinistler, insanın günahkârlık durumundan ancak Tanrı'nın inayeti ile kurtulabileceğine inanıyordu.​
Jonathan Edwards işte bu spekülatif dönemde yetişmiştir. Şüphesiz o, koloni Amerika'sının en seçkin felsefi şahsiyeti idi. 1703 yılında Connecticut'ta doğan Edwards'm tüm amacı, felsefi idealizmi kullanarak Kalvinist sistemi savunmaktı. Emprisist gelenekte yer alan bir filozof olan Edwards, Locke ile Berkeley'in düşüncelerini kendine özgü bir şekilde yorumlar. Ona göre duyusal deneyim doğrudandır ve duyusal fikirler, zihinde fiilî duyumlarda sonuçlanır. O, bir idealist olarak, dış dünyanın, Tanrı'nın zihnindeki bir fikir ve karakter olarak zihnî olduğuna ve ayrıca onun daimî bir yaratmadan müteşekkil olduğuna inanmaktaydı. Ona göre, lütuf tecrübesi, Tanrı'nın merhametinden kaynaklanır. Dinin doğrularının kavramsal bilgisi mümkündür, ama yeterli değildir. İnsanların, dinin makûl kavranışı olan doğaüstü dini deneyime sahip olmaları gerekir. Kalvinist algılamaya göre Tanrı, tarihte İsa ile tecessüm etmiştir. Tanrı İnsanî deneyim sayesinde bireylerle ilişki kurar. İsa, Tanrının şahsî hikmeti, tarihin teAoç u olup, İsa'sız tarih bir karmaşadır, düzensiz ve metotsuz bir biçimde gelip geçen olayların kütlesidir. Aynı şekilde Kalvinist inançlara göre insanlık dalalettedir; onu, sadece doğaüstü lütuf kurtarabilir. Bu düşünceleri seslendiren Edwards, Freedom of the Will (1754) adli eserinde ferdî sorumluluk ile Tanrı'nın gücünü karşılaştırır ve onların uzlaştırılabileceğini gösterir; özgür irâdeye karşı olmayan bir determinizm ileri süren Edwards'a göre irâde ve eylem gizemli bir şekilde birbiriyle bağlantılıdır. Tanrı haricî olayların sebebidir.​
J. Edwards'm psikolojisi düalistiktir: O, gönül ile kafayı birbirinden ayırır ve dini, irâdeci bir tarzda anlar. Ona göre, Hıristiyanların farklı davranmalarının sebebi, dünyayı farklı tecrübe etmeleridir. Bu tecrübelerinin farkı, eşyaları daha fazla oldukları gibi görmeleri, eşyaların genel şemadaki yerlerini daha doğru bilmeleridir. Edwards'm bu fikirleri kendinden sonraki Amerikan düşünürlerini derinden etkilemiştir.​
Kalvinci düşüncenin diğer bir temsilcisi, King Kolej'in (Columbia) kurucusu Samuel Johnson, Newtoncu materyalizme karşı çıkmak ve onu yeniden yorumlamak için felsefi spiritüalizmi kullanmıştır. Berkeley'den etkilenen Johnson, sadece tinsel olanın gerçek olduğuna ve insan zihninin, İlahî zihin tarafından etkilendiğine inanır.​
Felsefe ve Politika: Koloni döneminde Amerikan düşüncesinin oluşmasında en etkin unsur, Püritenlik olmuştur. Püritenler, on altıncı yüzyılda İngiliz kilisesindeki ayinsel ve otoriter Katolik unsurların temizlenmesini talep eden fakat karşılaştıkları zorluklar yüzünden 1630'lardan sonra İngiltere'den Massachussets'e göç eden insanlardır. Püritenler Amerika'ya geldiklerinde sadece teolojik düşüncelerini değil; aynı zamanda toplumsal saiklerini, ütopik umutlarını, seçilmişlik duygularını, dini seçkinlik ile sosyal birliğe olan inançlarını da beraberlerinde getirdiler. Onların, on yedinci ve on sekizinci yüzyılın düşmanca pazar ekonomisine karşı, yumuşak ekonomik yaklaşımları, farklı bir toplumun biçimlenmesine sebep oldu. Püritenlerin hiçbir grubun hakim olmadığı bir sosyal nizam yaratma çabaları, modernizm karşıtı yeni bir otorite anlayışını ifade etmekteydi. Papazların kamu hayatının biçimlenmesi yönündeki eylemleri bu saiki yansıtıyordu. Püritenler, reel politiğin farkındaydılar ve bu yüzden, kaçınılmaz olarak dünyevî oldular ve dünyeviliğin sınırlarını genişlettiler. Püritenliğin teolojik düşünceleri, bir müddet sonra politiğe dönüştü. Edwards'm düşünceleri bireyin Tanrı ile olan bağlantısına vurgu yaptı ve Hıristiyan mirasının rolünü hafifletti. Edwards ve arkadaşları politikaya ilgi duymazken, düşüncelerini kültürel alana yaydılar. Her şeye rağmen politik düşünce, empirik araştırma olarak anlaşılmadı; teolojik duyarlılıklar, politik duyarlılıklardan ayrı kabul edildi.​
Bu dönemde kamuda görev yapanlar, Kalvinistik fikirler yerine Avrupa Aydınlanmasının fikirlerini benimsemekteydi. Rasyonalist olan Amerikan liderlerinin akılcılığı sezgi ya da a priori doğruların bilgisinden ziyade, geçmişin tecrübesini şimdide sınamaktan oluşuyordu. Politik teorisyenlerden Thomas Paine, Common Sense ve The Age of Reason adli eserleriyle Amerikan Aydınlanma Çağını niteleyen düşünceler ortaya koydu. Bu fikirlerden bazıları, Hıristiyanlar tarafından reddedilmiştir. Avrupa'da Amerika'nın "ilk filozofu" kabul edilen Benjamin Franklin ise, hem Newtoncu doğal felsefeyi temsil edecek, hem de evrenin mekanistik açıklamasına imkân verecek deneysel araştırmalar yaptı. Ayni düşünce çizgisinde bulunan Thomas Jefferson ve Thomas Paine, Newton fiziğinin popüler sunumunu benimsediler. Bu düşünürler tarafından seslendirilen akil çağının idealleri, Amerikan hayatını derinden etkiledi. Pek çok koloni liberal, deistik, Fransız ve İngiliz empirisist fikirleri benimserken, sonuçta, felsefede hümanistik, doğalcı ve seküler ahlâka vurgu yapan, daha da önemlisi cumhuriyetçi ve devrimci idealleri gerçekleştirmeye yönelik güçlü bir akim belirmeye başladı.​
Amerikan aydınlanması, ilk olarak dini özgürlüğe odaklanıp, dini konularda baskı ve hoşgörüsüzlüğün giderilmesi yolunda çabalarda bulunmuştur. Hayatı boyunca bu uğurda mücadele veren Jefferson Kalvinci teizme karşı, dini özgürlüğü, mutluluğu ve pratik bilginin gelişmesini savunmuştur. İnsanlara deizm tavsiye eden Jefferson'a göre insan akli ve gözlemlerine dayanan deizm, insanın doğal kuvvetlerinin refahı ve gelişimi için fazlasıyla yeterli idi. Bunun yani sıra deizm, yeni bilginin gelişmesine ve değişmesine açık bir anlayıştı: Kalvinist teizm, Tanrı merkezli ve seçime bağlı iken, deizm, insan merkezli olup tüm insanlara açık idi.​
Amerikan Aydınlanması, ikinci olarak politik özgürlüğe odaklandı. Dini özgürlükte insanın önemi ve iyiliği vurgulandığı gibi, politik özgürlükte de, insanın kendini yönetme hakkına sahip olduğu öne sürüldü. Politik özgürlük ve insanın kendi hayatını belirlemesi konularında önemli görüşler ortaya koyan Jefferson'a göre, yönetim ve toplum, birbirinden ayırt edilmelidir. Zira, toplum, insan durumunun doğal sonucu olduğu halde yönetim, doğal olmayan, olumsuz bir araçtır. Jefferson, aydınlanma ve özgürlüğün bir arada düşünülmesi gerektiğini, bunların birini diğerinden ayırmanın mümkün olmadığını savunuyordu. Bu noktada kolonilerin politik alandaki geçmiş deneyimleri, Yeni Dünyanın politik fikirlerini oluşturdu. Amerikan cumhuriyetçiliği 1770'li yıllarda güçlendi ve bu çabaların sonucunda, 1776 yılında Jefferson tarafından kaleme alınan Bağımsızlık Bildirgesi ilan edildi.​
Amerikan aydınlanmasında temel düşünce, insan gelişiminin ancak bilim ve eğitimin gelişmesi ile sağlanacağı düşüncesidir, însanın’ mutluluğu, cahilliğinin giderilmesi ve bilgiye faydalı uygulama alanı bulunmasıyla kazanılabilir. Bilgi, ortak bilgidir; gizemli olmayıp İnsanî amaçlara hizmet eder. Bilginin değerinin, insanın gelişimine yaptığı katkıya bağlı olduğunu düşünen Amerikan aydınlanmacıları bilimi, organize edilmiş bilgi, dikkatlice toplanmış olgularla ilgili çıkarımsal bilgi olarak gördüler. Onlar, felsefeyi de akademik öğrenme ya da spekülasyon olarak değil, fakat tüm faydalı bilgi branşlarının toplamı olarak değerlendirdiler.​
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Amerika'da felsefe, bir yol ayırımındaydı. Bir yanda yeni ilahiyat, diğer yanda kolej felsefeleri bulunuyordu. Yeni İngiltere İlahiyatı, liberal dini düşüncelerin gelişmesine katkıda bulunurken, Yeni İlahiyatçılar, Samuel Hopkins, Joseph Bellamy ve Nathaniel Emmons ve Timothy Dwight, modern felsefeyi kullanarak Kalvinizmi yeniden inşa etmeye çalıştılar.​
Kolej felsefesi (1880-1868): On sekizinci yüzyılda Amerika'da felsefe bağımsız bir uğraşı değildi. Bir yanda papazlar ve teologlar, akılyürütme çeşitleri ile ilgilenirken, diğer yanda Princeton'da başlayan Yeni İlahiyat hareketi de, epistemolojiyi dini erdemler fikrini desteklemede bir araç olarak kullandı. Bu yüzden on dokuzuncu yüzyılın başında, Amerika'nın her yerinde kurulan kolejlerde dini ve ahlâkî konular öncelikli hale geldi. Bu kolejlerde, dini ve ahlâkî düşüncelerin savunulmasına çok uygun düşen Alman idealistlerinin fikirleri benimsendi.​
Bu duruma karşı, felsefeyi modern bir teşebbüs olarak gören ve Kalvin'in değil de, Hegel ve Mill'in düşüncelerini takip eden kolej felsefesi belirmeye başladı. İskoç filozoflarının düşüncelerini benimseyen Amerikalı felsefeciler, öğrencilere yönelik felsefe kitapları yazmaya başladılar. Bu felsefeciler, emprisizmin tümevarımsal metoduna, empirik kanıta ve dış dünyanın varoluşuna beslenen inanca önem verdiler. Onlar, Locke'un düşüncelerinin sorunlu olduğunu gördükleri için, İngiliz emprisizmini geliştirecek İskoç düşüncesine bağlandılar. İskoç realizmi, felsefi çevrelere Princetonlu John Witherspoon ve Samuel Stanhope tarafından tanıtıldı ve doktrin Francis Bowen, Joseph Haven, Samuel Miller, Frederick Beasley, Noah Porter ve daha pek çok kimse tarafından benimsendi. Transandental idealizm, materyalist psikoloji ve Humecu şüphecilikten rahatsız olan realistler, bir kimsenin entelektüel sezgi ile gerçeğin doğrudan algısına sahip olacağını ve algılanan nesnelerin insandan bağımsız bir varoluşa sahip olduklarını ileri sürdüler. Onlara göre zihin, objelerini duyusal, ilişkisel ya da soyut olsa bile, doğrudan algılar. Doğruluğu fikirler ile eşyaların uyuşması olarak tanımlayan bu filozoflar, doğruları tümevarımsal metodu kullanmak ve olgulara dikkat ederek elde edebileceğimizi iddia ettiler. Söz konusu realistler, Tanrı'nın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü gibi ilk ve temel doğruların, apaçık sezgiler olduğunu düşünmüşlerdir.​
On dokuzuncu yüzyılda, felsefe ve teoloji benzer şekilde, fakat farklı tarzlarda hareket etmiştir. Hem felsefede hem de teolojide İngiliz emprisizm geleneği, Alman düşüncesiyle yer değiştirir. Zira Kant ve takipçilerinin transandental idealizmleri, emprisizmin zayıf yönlerine hücum ediyordu. Amerikalı filozoflar, Alman fikirlerini benimsediler; zira, kendi geleneklerine sahip değillerdi. Avrupa'dan bu fikirleri almak, kaçınılmaz olarak onların otoritelerine saygı duydukları anlamına geliyordu. İngilizler, Almanlara yönelince Amerika'daki filozoflar da Almanlara yöneldiler. Fakat, Amerikalılar metafizik konusunda İngilizler kadar aşın değillerdi. İskoç realizmi, onlan şüphecilikten ve tinsel dünya fikrinden uzaklaştırıyordu. Maddî değişiklikler üzerinde yoğunlaşan Amerikalılar, realizmden idealizme yöneldiler.​
Yenilikçi Amatörler: On dokuzuncu yüzyılda din ve felsefe yaratıcı düşünceler için yeni yönelişler geliştirdi, james Marsh, Horace Bushnell ve J. Williams Nevin Alman düşüncesini kullanarak teolojik görüşlerini yeniden gözden geçirdi. Amerikan spekülatif düşüncesi ve Yeni İngiltere İlahiyatının bu çabaları, Amerikan pragmatizminin gelişmesine zemin hazırlamıştır. James Marsh emprisizmi, Amerikan bağlamında yorumlarken, Amerikalı Kant'ın versiyonu ortaya çıktı. İskoç realizmi ile Amerikan teolojisinin ana gidişatının belirmeye başladığı bu dönemde, Hıristiyanlık, Harvard'da Unitarianizm olarak görüldü. 1836'da Amerikan düşüncesini derinden etkileyecek olan, Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, William Ellery Channing ve Theodore Parker'in en önemli üyeleri arasında bulunduğu Transandentalizm Kulübü kuruldu. Bu filozoflar, Alman idealizminin Transandentalizmin yegâne ve nihaî kaynağı olduğuna inandılar.​
Ataları Protestan rahip olan bir ailede doğan Emerson, 1829'da Harvard'dan mezun olmuş ve ayni yıl Boston'da İkinci Ünitaryan Kilisesi'nde papazlık görevine başlar. 1832'den sonra bu görevden ayrılan Emerson, konferanslar ve yazılar yazmak amacıyla çeşitli seyahatlerde bulunmuştur. Yazıları ve konferansları ile Yeni İngiltere Transandantalizminin lideri olan Emerson'un, hayat ve çalışmalarının ana temasının imkân olduğu söylenebilir. Emerson'a göre imkân, iki kaynaktan; ilki, doğanın sembolik zenginlikleriyle ilgili olduğunda, bireyin ruhundaki gizli kuvvetlere olan olağanüstü güvenden, ikincisi ise Amerikan deneyiminin tarihe yeni ve yaratıcı tinsel enerji kaynağı olabileceğine dair inançtan beslenir. Emerson'un mesajı açıktır; durumumuzu kendi deneyimimizin imkânlarındaki sembollere aktarmalıyız. Ona göre imkânın bu durumu, varoluşun anlamının şahsî keşfi için felsefi bir zeminin mevcudiyeti anlamına gelir. Emerson, kendimizi sonsuz mesaja açtığımızda bile sıradan tecrübenin ortaya çıktığını ve eğer içimizdeki potansiyelleri bilirsek, haricî bir kurtuluşa gereksinim duymayacağımızı söyler.​
Emerson'un refleksif şahsın gelişmesinde üç ana etkiden; tabiat, tarih, eylem veya tecrübeden bahseder. Aktif hayatın üzerinde düşünselin geleneksel olarak kabul edilen üstünlüğünü reddeden O eylemin aslî olduğunu, eylemsiz insanın eksik kalırken, düşüncenin de olgunlaşmayacağını ileri sürer. Ona göre yaşam, toplam bir eylemdir; oysa düşünce ancak kısmî eylemdir. Bu yüzden o, Amerikan insanına evren ile orijinal bir ilişki içinde olmayı önerir. Emerson, doğanın, tecrübede mevcut zengin sembolleri ortaya koyarak yeni imkânlara yol alacağımızı ileri sürer. Ona göre bu ilişki, ancak açık doğa ile aktif ruhlar arasında olabilir. Her yeni ilişkinin, yeni bir dünya olduğunu; yeni dünyaların yapımının ancak sözcüklerin yapımı ile gerçekleştiğini ileri süren Emerson, sözcüklerin de deneyimlediğimiz dünyanın ürünleri olduğunu söyler. Nitekim, Emerson'a göre dünyanın kendisi sembolik olup, hayatın sembolik karakterini öğrenene kadar hiçbir şey öğrenemeyiz. Konuşmanın tüm kısımlarının metafor olduğuna inanan Emerson, bu görüşün bir içerimi olarak da doğanın tümünün insan zihninin bir metaforu olduğunu söyler. Emersoncu projeyi doğanın ham verileri ile insan tasavvurunun sembolik formüllendirmeleri arasındaki diyalektiğe odaklanarak okursak, Emerson'un yaygın yorumu ile klâsik Amerikan filozofları arasındaki doğrudan ilişkiyi kolaylıkla görebiliriz. Bununla beraber Emerson'un kozmopolit dini öğrenimi ve demokratik mizacı, Amerikan felsefesinin klâsik öncesi dönemi yansıtması açısından oldukça büyük bir önem arz eder.​
1840'larda gelindiğinde Theodore Parker, Emerson'un görüşlerini sürdürüp yaymaya çalışmıştır. İşte bunun sonucunda, Ünitaryanizm ile Transandentalizm ayni çevrelerde kök salmış hale gelmiştir. Transandentalistler, bir yandan teolojinin sorunlarını çözerken diğer yandan da sosyal konulara ağırlık verdiler. Horace Bushnell, bu yüzyılda din felsefesini popülerleştirdi. Bu gelişmelerin ayni sıra bu dönemde Hegel'in düşüncelerini yorumlayan idealist organizmacılık yayıldı. St. Louis Hegelcileri olarak isimlendirilen bu grup içinde William T. Harris, Henry CBrokmeyer, Thomas Davidson, George H. Howison ve Denton J. Snider ve pek çok Alman göçmeni bulunmaktaydı. Bu şahıslar, Kant Kulübünü kurdu ve Amerika'da İngilizce, süreli ilk dergi olan The Journal of Speculative Philosophy'yi (1867-1893) çıkarmaya başladılar.​
Derginin editörü William T. Harris, Amerikalıları felsefenin büyük üstatları ile, özellikle Hegel ile tanıştırmayı düşünmekteydi. Harris ve arkadaşları, emprisizmin, pozitivizmin ve agnostisizmin iddialarına karşı soyut felsefenin iddialarını ve spekülatif metodu ileri sürdüler. Bu filozoflar, akil ile nihaî gerçekliğin bilgisinin elde edilebileceğine ve Hegelciliğin ahlâk, din, politika, sanat, hukuk ve eğitime uygulanabilecek kapsamlı ve tutarlı bir dünya görüşü ortaya koyduğuna inanıyorlardı. Bu doktrin, özellikle Midwest ve Yeni İngiltere'de yayıldı. On dokuzuncu yüzyılda idealizmin savunucuları arasına Laurens P. Hickok, George T. Ladd, Paul Carus ve Borden P. Bowne katıldı. Yirminci yüzyıla Frank Thilly, George Fullertom, Mary W. Calkins, Hugo Mürısterberg, George H. Palmer ve diğerleri tarafından taşman idealizmin gelişmesindeki en yüksek nokta, 1892'de Cornell Üniversitesinde j. Gould Schurman tarafından Philosophical Review adli derginin yayımlanması olmuştur.​
Spekülatif düşünce döneminde idealizmin Amerika'daki en büyük savunucusu, Josiah Royce (1855-3916) olmuştur. Royce, edebî, coğrafik, popüler ve teknik felsefi makaleler, teolojik araştırmalar, mantık ve matematikteki formel yazılar ve romanları ile gerçekten de çok yaratıcı çalışmalar ortaya koymuştur. Onun bu çalışmalardaki üslubu, son derece farklı ve sıradışı bir üslup olmak durumundadır. Onun eserleri bu yüzden Amerikan felsefesinin değerlendirilmesinde büyük bir önem kazanır. Royce'un çalışmalarında 'yabancı' veya 'germenik' bir şeyler olduğu iddia edilse de o, Avrupa romantizmine, özellikle Alman idealizmine bağlanırken, sürekli olarak Amerikan deneyimini vurgular. Nitekim, Royce kendisini "mutlakçı pragmatist" olarak nitelemiştir.​
Royce'un felsefesi, uygun olmayan parçaların daha geniş bir sistemde anlamını bulduğu incelikli bir idealizm olarak tanımlanabilir. Royce'a göre aktüel deneyim, hiçbirimizin tecrübe etmediğidir; o, Mutlakın deneyimleridir. Fikirlerin, sonsuz bir sistemin parçası olarak anlaşılmadıkça parça olarak kalacağını söyleyen Royce, tek tek fikirlerin bütünün bir parçası olduklarını; bu şekilde yorumlanmadıkları takdirde, zihnin hataya düşeceğini iddia eder. Çünkü hata, bazı objeleri tanıtmaya niyetlenen düşünce ve yargılardır. Royce, hatayı Doğru'nun dikişsiz elbisesinin bir parçası olan heykel gövdesine benzetir. Ona göre hatanın varlığı birisi tarafından —bir yerde ve bir şekilde— sadece tüm imkânların bilindiği toplam ürün ortaya çıkınca bilinir. Pek çok konuda James ile ayni düşüncelere sahip olan Royce, hakikat ile ilgili tüm araştırmanın pratik bir eylem olduğunu söyler.​
Royce'un sisteminin pratik yönü veya uygulaması, onun ahlâk ve din felsefesinde ortaya çıkar. Söz gelimi, hata sorunu gibi kötülük meselesinin de ayni yolla düşünülebileceğini ileri süren Royce'un varoluşun özüne ilişkin yaklaşımı, hata ve kötülüğün bazı felsefi çözümlerinin bulunarak, tedavi edilmesine dayanır. Nitekim ona göre, kısmî kötülüğün varlığı, Mutlak İyinin varlığına delil olabilir. Royce, The Problem of fob adli eserinde ahlâkî kötülük eyleminin üstesinden, (iyi) irâdemiz vasıtasıyla gelineceğine inanır. Hıristiyanlığın sembol ve geleneksel fikirlerini, The Problem of Christianity'de kendi sisteminin ışığı altında tekrar yorumlayan Royce, bu eserde Peirce'ün üçlü işaretler öğretisini bir yorum yöntemine dönüştürür. O, burada Mutlak İdealizmin diline sadakat gösterir ve 'süreç halindeki' toplumdan çok Mutlak hakkında konuşur.​
Royce'un idealistik çözümleri, hayatının sonlarına doğru sosyal felsefeye dönüşür. Onim sosyal felsefesi, toplumu geliştirmede isteklilik, hoşgörü ve nasihatlardan oluşur. İnsanların aralarındaki çatışmaları uzlaşarak ve bu çatışmaları yorumlayarak büyük toplumlar oluşturabileceklerine inanan Royce, bu işin formülünü The Philosophy of Loyalty (1908)'de ortaya koyar. O, böylesi bir topluma sahip olmanın ancak toplumun hedeflerine sadakat gösterilerek mümkün olabileceğini söylemekteydi. Royce’a göre sadakat, günlük hayatımızda ve en derin ihtiyaç ve özlemlerimizi destekleyen çabalardaki en önemli erdemdir. Özel acılarımızın bizi toplumdan soyutlanmaya götürse bile, sosyal tarafımızın ince anlamının, bizi sabit sözlüklere yönelteceğini söyleyen Royce'a göre, büyük ve sevilen bir toplum inşa etmenin önündeki en büyük engel, birbirinden ayrı bireylerin varoluşudur. Sadakatsiz ve ilgisiz şahıs, toplumun bozulmasını isteyen politik, sosyal ve dini ideolojilerin aradığı saf alettir. Ona göre birbirinden ayrı insanların sadakati, bedavacılık illeti kaybolduğunda biter ve bu noktada özgürlük ve sadakatlerimize saldırı başlar. O, sadakatin ne zaman büyük bir topluma dönüşürse, o zaman sorunlarımızı çözücü olduğunu ileri sürer.​
Düşünceleri, W. E. Hocking, G. H. Howinson ve J. Loewenberg gibi diğer Amerikan idealistlerini etkileyen Royce, Harvard'da Santayana'nın doktora tezini yönetmiş ve onun felsefi düşüncesini derinden etkilemiştir. Hiç şüphesiz Royce'un 1916'da ölümü ile idealizm, Amerika'da tüm gücünü kaybeder. Royce, bugün Peirce, Dewey, Santayana ve James'ten daha önemli bir filozof olarak görülmese bile, onun Amerikan felsefesi tarihindeki önemi inkâr edilemez.​
On dokuzuncu yüzyılda kolej ve ilahiyat fakültelerindeki düşünürleri etkileyen amatörler, Amerikan düşüncesinin ana çizgilerinin belirmesine büyük katkıda bulundular. Sivil Savaştan sonra, pek çok çevrede Alman düşüncesi etkili oldu: Profesyonel teoloji, Alman fikirlerine bağlandı, fakat bu başarı kısa sürdü. Sivil savaş sonrası entelektüel ve sosyal gelişmeler, bu düşünceleri sahneden kaldırdı.​
Pragmatizm Çağı (1859-1934)
On dokuzuncu yüzyılda Darwin'in düşünceleri, Amerika'daki düşünceyi, özellikle dini yönelişleri derinden etkiledi; bunun sonucu olarak din eğitimi veren ve entelektüel hayatı büyük ölçüde yöneten okullar, sayı ve güç olarak etkilerini günden güne kaybettiler. Darwin'in Amerikalı entelektüeller arasında kısa zamanda yayılan düşünceleri, en başta vahyedilen teolojiyi tahrip etmiştir. Evrime göre, Incil'in yaratma hikâyesi yanlış olup, Darwin, "Yaratma" bölümündeki İlâhî emirlerden farklı bir hikâyeyi önermekteydi. Darwin'in düşüncelerine göre İsa'nın mucizeleri, Tanrı'nın amaçları ve doğanın kanunlarının desteklenmesini artık yansıtmıyordu. Darwin'in dünyası, kurtuluşun sadece değişikliklere adaptasyon ile kazanıldığı bir mezbaha idi. Onun fikirleri geleneksel din, metafizik ve ahlâk sistemleriyle çatıştı ve teori, çağın hakim idealist anlayışına meydan okudu. Darwin'in İngiltere'de Herbert Spencer ve T. H. Huxley tarafından savunulan fikirleri, Amerika'da John Fiske, Francis E. Abbot, Chauncey Wright ve pragmatistler Charles, S. Peirce, William James ve John Dewey tarafından savunulmaya başlandı.​
Spencer'in kitabını tesadüfen okuduktan sonra onun ateşli bir takipçisi olan ve Outlines of Cosmic Philosophy (1874) adli eserinde, bilimin bulgularına dayanan kozmik bir teori inşa eden Fiske, Spencer'in mekanik evrimciliğine daha liberal ve daha idealist Hıristiyan bir nüans kazandırarak, onun agnostisizminin ötesine geçen ve antropomorfizminden ayrılan "kozmik bir teizm" geliştirir. Fakat, Fiske'nin görüşleri, başta James ve Wright olmak üzere çeşitli filozoflar tarafından eleştirilmiştir. James, Fiske'nin Spencerci görüşlerinin sosyal evrimin karmaşık süreçlerini açıklamada başarısız olduğunu ileri sürer. James'e göre Spencerci evrimciliğin sorunu, tüm evrenin insan tarihinin "tarafsız" değerlendirilmesi olarak kabul etmesidir. Evrimci bilim ile Hıristiyan idealizmini sentezleyen Fiske'nin düşünceleri, Abbot'un "bilimsel teizmi" kadar radikal olmadı.​
Darwinciliğin Amerika'daki felsefeye en temel etkisi, onun doğa fikrini değiştirmesi olmuştur: Ezelî gerçekliğin sabit sistemi, süreci ve dinamik değişimleri yansıtan bir anlayışla yer değiştirmiştir. Darvincilik, doğa bilimlerinin ötesinde psikolojik ve sosyal bilimlerdeki bilimsel açıklamalarda da yer almıştır. Zira bu akim, insan ve doğa, zihin ve beden arasındaki düalizmi ortadan kaldırır. Aynı şekilde dil ve bilinç alanındaki çalışmalarda nesnel terimleri kullanılmasını teşvik eder. Yine o, ahlâkın doğallaştırılmasına, bilimin uygulamalarının ahlâk ve siyaset alanında da kullanılmasına katkıda bulunur. Bu değişikliklerden belki de en önemlisi, onun Amerika'daki idealizmin kurulu otoritesinin altını oyması ve deneysel yaklaşımın felsefeye uygulanmasını mümkün kılmasıdır.​
Darwinizmin en büyük etkisi pragmatizm üzerine olmuştur. Buna göre, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Mill'in Humecu emprisizmi yeniden yorumlaması ile nominalizm, Amerika'da tartışılmaya ve etkili olmaya başlar. Bununla birlikte Amerika'daki pek çok kolej, kabul gören uluslararası eğitim ve öğretim merkezi olmaya başlarken, Avrupa'da yüksek lisans yapanlar ve doktora eğitimini Avrupa'da tamamlayamayanlar on dokuzuncu yüzyılın başlarında itibaren doktoralarını Amerika'da tamamladılar ve bu kurumlarda kürsü sahibi oldular. Çoğu, teoloji eğitimi almış profesyonel filozoflar olan bu üniversite düşünürleri arasında ilk nesil, 1865-1895 yılan arasında felsefi idealizme yönelmiştir. Bu yüzyılın sonunda idealizmin bir formu olarak pragmatizm, bu düşünürlerin hakim söylemi olup çıkar. Pek çok pragmatizm ortaya çıkmıştır: Hatta bir yorumcuya (Lovejoy) göre, pragmatizmlerin sayısının on üç olduğu ileri sürülür. Pragmatizm, doğa bilimleri ve sosyal bilimlerle uyuşan bir akim olarak ortaya çıkar. Bu akim, zihin ile eylemi birleştiren, bilgi sorunu üzerinde odaklaşan, araştırmanın pratiklerini, fizikî dünya ile zihnî dünya arasında ılımlı bir teoloji öneriyordu.​
Pragmatizmin iki ana akımı vardı: Bunlardan ilki, Harvard'da başlayan aralarında C. Peirce, W. James ve J. Royce'un ve daha sonra C. I. Lewis, N. Goodman, W. V. Quine, T. Kuhn ve H. Putnam'm dahil olduğu Harvard pragmatizmi, diğeri de John Dewey'in öncülüğünde oluşan, aralarında George H. Mead, James R. Angell, Edward Scribner Ames, Addison Moore ve James H. Tufts'in bulunduğu Chicago pragmatizmidir.​
Sivil Savaştan sonra, Amerikan yüksek eğitimi hızla değişmişti. On yedinci yüzyıldan itibaren eğitimi kontrol eden bakanlık, farklı düşüncelere sahip yöneticiler üzerindeki etkisini kaybetmeye başladı. Yeni yöneticiler, yüksek eğitimin, ulus olmaya hizmet etmesi gerektiğine inandılar. Sivil Savaş sonrasında Amerika ticaret kültürüne ihtiyaç duymaktaydı. Üniversiteler, hem bilgiyi üretecek ve hem de karmaşık toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bu kişileri eğitebilirdi. Yeni akademik liderler, eğitimin maddiyat önceliğini kavramış, hem kamu hem de özel kaynakları harekete geçirecek dirayette olan iş adamı bilgeler idi. Bu liderler, sosyal fayda ve doğruyu aramanın uygunluğunu, açık fikirliliği, her alanın özellikle, teolojinin pratik yönünü ve sosyal etiği destekledi. Bu dönemde, pek çok disiplin üniversite eğitimiyle uyuştu. Felsefe, onur veren bir yer ve hakimiyet kazandı; o, yeni bilimsel girişimlere rasyonel zemin hazırlayan bir anlayış olarak görüldü. Incil'in metinsel ve filolojik eleştirilerinin de yapılmaya başlandığı bu dönemde, hayatın değişmesiyle birlikte, endüstri ve sosyal alanda sorunlar daha da artmaya başlar. Artık, düşüncelerdeki değişmeler açıkça görülüyordu. Kültürel ve entelektüel gelişmeler, yeni sosyal iklimi oluşturdu. Sözgelimi, Alman idealizmi, Darwin'in görüşleriyle yorumlandı. Evrimci fikirleri idealistik, Hegelci dini çevreler de benimsemeye başladılar. Yine de bazı dindar yazarlar bu duruma karşı çıktılar. Sözgelimi C. Hodge, Darwin'in fikirlerini ateizm olarak yorumlamaktaydı.​
Pragmatizm, bu dönemde, İskoç realizmine karşı çıkarak gelişmiştir; zira, pragmatistlere göre İskoç epistemolojisi statik idi. Bunun tersine, pragmatik epistemoloji dinamik ve etkileşimci idi. Pragmatistler, Darwin'in fikirlerini felsefenin hizmetine sundular. Pragmatizmin Darwin'in fikirlerini kullanmasının, inançlara eski itibarlarını kazandıracağını savunan pragmatistler, işe yarayan inançların doğru olduğunu kabul ettiler. Bu anlamda pragmatizm, sosyal idealizmin bir biçimi oldu. Pragmatistlere göre bilinç, bir nesne değil, bir işlev idi. Sadece ruhun değil aynı zamanda davranışın da zihnî olduğunu vurgulayan pragmatist psikolojiye göre, zihin, bir varlık değil, eylemin bir formu idi. Böylelikle, psikoloji yeni üniversite sisteminde ayrı bir empirik disiplin olarak ortaya çıktı. Edwards'in işlevselci görüşü, felsefede tekrar güvenilirlik kazanırken, bu gelişmelerin sonucu olarak, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru değişik iradeci psikolojiler ortaya çıktı. Fakat, on dokuzuncu yüzyılda yeni bilimsel uygulamalar, sadece psikoloji ile sınırlı kalmadı. Yenilik, biyoloji için de anahtar terim oldu. Pragmatistler, işte böyle bir zaman ve ortamda yenilikleri diğer alanlara uyguladılar ve bilginin tüm yapısını değiştirdiler. Bunun neticesi olarak, kurallara değil, uygulamalara vurgu yapan pragmatist bilim anlayışı oluştu.​
Sivil Savaştan Birinci Dünya savaşına kadar, Amerika'da pek çok filozof profesyonel spekülasyon ile ilgilendi; zira, idealizm hakim felsefe idi. Şartlar ve ihtiyaçlar ışığında çeşitli idealizm tipleri oluştu. Ancak, Amerikalıların çoğu objektif ya da mutlak idealizm ile uyuşmadı. Sözgelimi J. Royce, Kantçı çizgide ilerledi. Çünkü, Kantçı çizgi, ideallerin ihtiyaçlarımıza hizmet etmesi gerektiğine inanıyordu. Aynı şekilde John Dewey, başlangıçta evrim ile idealizmi harmanlayan Hegelci bir çizgi takip etti. Ancak, psikolojiye döndükten sonra deneyim üzerine vurgu yaptı.​
Pragmatik idealizm, Birleşik devletlerde ortaya çıkan, eşsiz ve onunla anılan bir felsefedir. Pragmatizm, gönüllü bir kuruluş olan Metafizik Kulübü'nün 1870'lerde Cambridge'de kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Amerikan entelektüel hayatını derinden etkileyen bu kulübün üyeleri arasında, W. James, Oliver Wendell Holmes, Chauncey Wright, Charles S. Peirce, Nicholas St. John Green ve Joseph B. Warner bulunuyordu. Metafizik kulübünün üyelerine ait fikirlerin üç kaynağı vardı: Bunlar, İngiliz psikolog Alexander Bain'in fikirleri, Green ve Holmes'un analizleri ve Wright'tn evrimci teorileri idi.​
Bunlardan Holmes'un felsefeye olan tutkusu, hukuk alanına geçtikten sonra azaldı ve bunun neticesinde, o Kulüpten ayrıldı. 1875'de Wright, bir yıl sonra ise Green vefat etti. Her ikisi de vefat ettiklerinde 4O'lı yaşlarında idiler. Metafizik Kulüpte ortaya çıkan bu fikirleri seslendirecek etkin iki isim, Peirce ve James kalmıştı. Nitekim, Peirce'ün pragmatik maksiminin W. James tarafından popülerleştirilmesiyle bu fikirler her yerde yayıldı ve pragmatizm pek çok kimse tarafından tanındı.​
Peirce: Pragmatist Peirce'ün felsefesinin temel fikirleri, onun insan bilgisinin temellerine dair düşüncelerinden gelişir. Bu fikirler, her çeşit düalizmi reddeden empirisist bakış açısından doğar. Onun emprisizmi, insan deneyiminin doğal dünyadan ayrı olmadığını kabul eden; bir yandan felsefi geleneği, diğer yandan bilimin başarılarını uzlaştırmaya çalışan bir emprisizmdir. Zira, ona göre, bilimin aydınlatıcılığını tamamıyla göz ardı eden veya bilimin hiçbir zaman kanıtlayamadığı sonuçlara ulaşan bir felsefe, yanlış bir felsefe olmak durumundadır. Bu yüzden Peirce'ün pragmatizmi, geleneksel felsefi bilimi oluşturma girişiminde merkezî bir yer tutar ve onun başarısı ve teşebbüsünün büyüklüğü, bu aslî fikirdeki mantıksal ve metafizik uzanımların izini sürmesinde yatar.​
Pragmatizm kavramını, Kant'ın bir çalışmasından alan Peirce, pragmatizmin izlerini Sokrates, Aristoteles, Locke, Spinoza ve Kant gibi seçkin düşünürlerde görür. O, pragmatizmi, "zor kelime" ve "soyut kavramların" anlamını belirleme metodu olarak tanıtır. Descartes'tan itibaren filozofların böylesi kelimelerin açık ve seçik anlamlarını ortaya koymaya çalıştıklarını, fakat öne sürdükleri ölçütün, anlam ve açıklamada yetersiz kaldığını düşünen Peirce, kavramsal açıklığın en yüksek seviyesiyle ilgili tanımın onun pragmatik anlamı olduğunu ileri sürer. Bir objenin pragmatik anlamı ise, pratik semerelerini algılayabildiğimiz etkilerden oluşur. Genellikle pragmatik maksim olarak tanımlanan Peirce'ün bu ölçütü, bir inancın, düşüncenin ya da kavramın anlamını eylem veya eylemlere göre açıklamayı hedefler.​
Peirce, felsefede, dinde ve diğer bilimlerde kullanılan herhangi bir kavramın, kavradığımız pratik sonuçlarının tümü olmaksızın anlaşılamayacağını ve pratik sonuçlann, gelecekteki rasyonel veya amaçlı davranışlara tesir edecek tecrübî etkiler anlamına geldiğini söyler. Peirce'ün bu ölçütü, normatif mantığın maksimini oluşturacak öz-kontrol anlayışıyla ilgilidir. Bu yüzden Peirce'e göre pragmatizm, tüm fikirlerin değil, fakat kendi adlandırmasıyla "zihni kavramların" anlamını doğrulama metodudur. O, pragmatizminin duyu nitelikleri ile ilgili olmadığını; aksine aslen genel davranışlarla ilgili bazı uzanımlar taşıyan entelektüel kavramlarla ilgili olduğunu ifade eder.​
Amerikalı pek çok filozofa göre Peirce'ün pragmatizmi, felsefe için yeni bir yönü temsil eder. Çünkü pragmatizm, tüm felsefi problemlere gerçek yaklaşımı dillendirir ve araştırmayı geliştirecek felsefi sonuçlara izin verir. Zira, pragmatizm, fikirlere ilişkin tüm keşfedilebilir sonuçlar için özgür ve daimî bir araştırma talep eder. Peirce'e göre araştırmanın kaynağı, şüphe ve inançlarımızdır. Bizler bir yargıya varmak için, şüphe ve inanç durumları arasında ayırımlar yapmalıyız. Peirce, şüphe ve inanç arasında pratik bir farkın daima mevcut olduğuna ve şüphenin rahatsızlığının, inanç durumunu kazanmaya sebep olacağını söyler. Peirce, bu çabayı araştırma olarak adlandırır. Başka türlü ifade edecek olursak araştırma, gerçek şüpheden sağlam inanca geçiş sürecidir. Öyleyse biz, arzularımızı tatmin edecek, eylemleri yönlendirecek inançlara varmalıyız. Şüphenin tahrik edilmesi inanca sahip olma mücadelesini başlatır, bu mücadele araştırmanın ta kendisidir ve araştırmanın tek hedefi, bir fikrin oluşturulmasıdır.​
James: Pragmatizmin kurucusu Peirce olsa da onu meşhur eden ve yayan William James (1842-1910) olmuştur. Filozof, teolog ve aynı zamanda bir mistik olarak Amerika'nın tanınmış simalarından Henry James'in oğlu olan James'e göre pragmatizm köken itibarıyla Avrupalıdır, ancak taşıdığı nitelikler bakımından Amerikalıdır. Ona göre pragmatizm, düşünceleri açıklamak için insan davranışının kaçınılmazlığında ve bazı amaçların yerine getirilmesinde ısrar eder. Fakat Peirce ve James de dahil olmak üzere diğer pragmatistler, gayeyi kendinde bir eylem yapan ve tasarladığı gayeleri çok dar ve çok "pratik" olarak gören Amerikan yaşamının bu görünümünü tasvip etmezler. James, pratik terimini ayırt edici şekilde yoğun, ferdî, özel, soyut ve genel karşıtı olarak etkin anlamında kullanır. James'e göre bu ilkenin önemini vurgulamak için, onu somut meselelere uygulamak gerekir. O, herhangi bir kanaati, düşünceyi saatlerce tartışmak yerine, onu adım adım somuta indirgemeyi önerir. James'e göre iki değişik felsefi tanım veya önermeyi ya da birbirlerine zıt görünen maksimi ele alır ve birinin doğru olduğunu ileri sürersek, onların pratik sonuçları arasındaki farkı görebiliriz; eğer pratikte bir fark göremiyorsak, bu durumda ileri sürülen görüşler, sadece kavramsal ve aldatıcı; mücadele ise değersizdir. Ona göre, birçok felsefi münazaraya bu basit test uygulandığında, onların önemsiz olduğu hemen anlaşılır.​
James, felsefe tarihini büyük ölçüde insan mizacının bir çeşit çarpışması olarak görür. Ona göre mizaç, düşüncelerimizin oluşmasına bir şekilde etki eder. James, felsefe tarihinin kendi ifadeleriyle "yumuşak zihincilik" ile "kati zihincilik"in mücadelesinden ibaret olduğunu beyan eder, Birincisini, Akılcı (ilkelere göre hareket eden), Zihinci, idealist, İyimser, Dindar, Hür İradeci, Tekçi, Dogmacı olarak nitelerken; "kati zihinciliği", Deneyimci (olgulara göre hareket eden), Duyusalcı, Materyalist, Kötümser, Dinsiz, Kaderci, Çokçu, Şüpheci diye karakterize eder. O, rasyonalizm ve emprisizm arasındaki bu mücadelede insan oğlunun, iki taraftan birini seçmek gibi bir ikileme düştüğünü ve bu ikilemden kurtuluşun entelektüel soyuttuk düzenindeki kuvvetimizi işletecek, fakat içinde yaşadığımız ölümlü insan hayatları dünyasıyla bir müspet bağ kuracak ve böylelikle iki şeyi birbiriyle bağdaştıracak bir sistemle; bir yandan, olgulara karşı bilimsel bir saygı ve bağlılık, onları açıklamaya isteklilik, kısaca, yakınlaşma, uyuşup anlaşma ruhu, öbür yandan da İnsanî değerlere karşı beslenen eski güven ve bundan çıkan dinsel ya da romantik yaratıcılıkla aşılabileceğini ifade eder. Hem olgular, hem de prensipler olmadan hiç kimsenin bir dakika bile yaşayamayacağını kabul eden James'e göre, olgu ile prensipler arasındaki ayrılık bir önem ve derece ayrılığıdır. Onun bu noktadaki önerisi, iki çeşitten dileklerin tatmin edildiği ayrılıkların azamî ölçüde giderildiği bir felsefedir. Nitekim James'in "radikal deneyimcilik" felsefesi, radikal olması itibarıyla yumuşak zihinliliği, yani rasyonalizmi, tecrübecilik ile kati zihinciliği, yani emprisizmi karşılar. O, doğal olgularla uğraşırken kati zihinci, ahlâk ve teoloji konusunda ise yumuşak zihincidir.​
Her iki eğilimi birleştirmeye çalışan James, faydalı bir felsefenin can alıcı görünümlerinden birinin hayatla gerçek bağlantılar kurması gerektiğini söyler. O, gerçekten tatbik edildiğinde felsefeyi, insanın ilgi ve ideallerinin en seçkin bir ifadesi ve varlığımız ile ilgili somut tecrübî durumların bir yansıması olarak düşünür. Böylesi bir görüş ise, o kimsenin felsefesinin insanın doğası ile ilgili özel bir anlayış ve mizaç etrafında inşa edilmesini gerektirir. Bu yüzden James, şahısları, amaç ve gayeleri başarma peşinde olan dinamik ve hayatî merkezler olarak tasavvur eder. On dokuzuncu yüzyıl Danvinciliğinin tesiri altında kalan James, insan mahiyetinin biyolojik modelinden kuvvetle etkilenmiş ve insanı çabalayan, amaçlarını gerçekleştiren, organizmasının ihtiyaçlarını gideren ve önemli özelliğinin amaçlarıyla ilgili iradî uygunluk ve projeksiyona sahip bulunan bir varlık olarak tasvir eder. James'i böylesi bir insan anlayışına, özellikle de insanın zihnî fonksiyonlarıyla ilgili belirlemelere götüren en önemli unsur James'in psikoloji kariyeridir.​
O, deneyime dar bir tarzda, pozitivist bir tavırla yaklaşmaz. Zira o, pragmatik anlam teorisinde, hangi çeşit önerme olursa olsun, önermelerin çerçeve olarak tecrübî uzanımlarının olduğunu beyan eder. Bu yüzden, sözgelimi, "Tanrı'nın iyiliği" ile ilgili önermeler, James tarafından felsefi meşruiyet ve öneme sahip olarak kabul edilir. James pragmatizmi, tecrübeye konu olan tüm hususları, hatta Tanrı'ya ait araştırmalar alanını bile genişletir.​
Onun doğrulukla ilgili merkezî bir ölçüt olarak doğrulamayı kullanması, hakikatin özellikle fiilî ve mümkün deneyime dayanarak tahlil edilmesi ilkesinden çıkarılır. Ona göre, bir inancın doğrulanması, ancak tecrübî terimler içinde, eylemlerle diğer fikirlerin uygun örgüsünü takip ederek yapılır. Başka bir deyişle, bir bireyin inancı, belli bir süre içinde, yine o kişinin tecrübesine dayalı olarak doğrulanabilmenin mümkün olduğu durumlarda "doğrulanır." Dolayısıyla, bir inancın doğrulanabilirliği, inananların onu somut durumlar ışığında tanımlamasına bağlıdır. Bu da, bir inancın doğrulanmasının, şahıslara ve zamanın akışına bağlı olduğunu gösterir. Bir inanç, bir şahsın deneyiminde doğrulanabilirken, başka birininkinde doğrulanmayabilir, ve bir bireyin tecrübesinde belli bir zamanda doğrulanabilen inançlar, tecrübedeki değişimlere bağlı olarak doğrulanmayabilir. Bu şu anlama gelir: James, bir inancın geçerliliğini test edebilmek için, mevcut inancm varlığı dışında bir ölçütün mevcut olduğunu kabul eder. Bu durum, öznellikten kaçınmak içindir. James'e göre, böyle bir ölçüt, deneyimin bizatihi içeriğinden gelir.​
1910 yılındaki ölümünden sonra, James'in düşünceleri tipik olarak Amerika'yı temsil eden düşünceler olarak kabul edilirken, pragmatizmi, Birleşik Devletlerde aslî felsefe olmuştur. Bu yüzden James'in tanıttığı ve yaydığı pragmatizm, felsefeye Amerika'nın hediyesi olarak kabul edilir.​
Dewey: Filozof, eğitimci ve sosyal bir eleştirmen olan John Dewey (1859-1952), kamusal hayatta pragmatistlerin en etkilisi idi. Dewey, pek çok filozof tarafından Amerika'nın en önemli düşünürü olarak kabul edilir. Zira bu filozoflara göre W. James AvrupalI özelliklerini taşırken, Amerika'yı bir toplum olarak anlayan Dewey, tamamen Amerikalıdır. Bu durum, coğrafi nedenlerden değil, fakat daha ziyade Dewey'in felsefesinin ayırt edici biçimde Amerika'ya özgü olmasından kaynaklanır.​
Dewey'in ilk dönemden itibaren yazılarında zikrettiği ve düşüncesini meşgul eden sorun, bilimsel bilgi ile ahlâkî inançlar arasındaki yıkıcı boşluğa cevap bulunması idi. Dewey'e göre, felsefenin işlevi, hayatın sorunlarına çözüm aramak olduğu için, o bu sorunu gençlik yıllarında Hegelci idealizm ile çözmeye çalışmıştır. Dewey'in psikolojik teori ile evrensel bir bilince işaret eden Hegelci temaları birleştiren bu erken formüllendirmeleri, onu bireyin "öz-gelişim" ve "kendini gerçekleştirme" anlayışlarına yöneltmiştir. Ona göre, bedenli varoluşlar ve duyumlar, canlı eylem sürecinde araçlar, güdülerdir. Aktif organik hayat süreci, hem ruh hem de bedenin birbiriyle ilişkili olduğu bir işlevdir. Hayat süreci, daha yüksek gayelere; kendini gerçekleştirme, sonlu birlik ve evrensel irâde, sonlu ve sonsuz şahsiyete doğru yönlendirilir ve rehberlik edilir. Zihin ve beden, organik bir sürecin birbirini etkileyen özellikleri olarak kabul edilir. Dewey, ilk kitabı Psychology' âe bu meseleleri tartışarak, modern psikolojinin eğilimlerinin yoğun olarak ahlâkî olduğunu ileri sürer.​
Dewey'in ilk eserleri üzerinde diğer bir etki, Darwin'in evrim teorisinin psikolojik ve ahlâkî içerimleridir. Dewey'e göre, psikolojinin temel fikri, sinir sisteminin işlevlerinin tümünün intibak ve uyum yeteneğine sahip olduğu fikridir: Organizmanın seçici olduğunu, eylemlerin ihtiyaçlara yani, organizmanın amacına göre sonuçlandığını öne süren Dewey'e göre, amaçsal unsur, fizikî olanda teleolojik olarak içerilmiştir. Organizmanın tinsel amaçları ve ihtiyaçları, yani kendini gerçekleştirme, evrim teorisiyle ahenk arz eder. Ona göre evrim teorisi, düşünce ve eylemin teleolojik ve amaçsal yorumuna katkı yapar ve bunu onaylar.​
Dewey, daha sonraki dönemlerde eylem teorisini temellendirmede Hegelci idealizmin çerçevesi ve kelime dağarcığının, çabalarını engellediğini fark eder ve onun idealistik psikolojisi James ve Mead'ın etkisi altında, biyolojik ve davranışsal bir yola girer. Evrensel ve sonlu bilincin Hegelci diline ait 'ruh' ve 'kendini gerçekleştirme,' kavramları 'deneyim' ve 'zekâ', 'araştırma' ve 'büyüme' kavramları ile yer değiştirir. Eylem teorisi, Dewey'i ahlâk, eğitim, mantık, estetik ve metafizik düşüncelerinde daha olumlu ve daha orijinal çizgiye yöneltir. Nitekim, bu düşünceler, daha geniş kapsamlı eleştirel tartışmalara ve Amerika'daki işlevsel psikoloji hareketinin doğuşuna hizmet etmiştir. Aynı şekilde, bu düşünceler, Dewey'in düşünce ve eyleme, yani araçsalcıllığına (ya da pragmatizmine) ve dolayısıyla anlam ve amaca dair görüşlerine kaynak teşkil etmiştir.​
Dewey'in zamanında, insanın rasyonel bir varlık oluşu, aklın bilgi ve doğruluğun kaynağı olarak kabul edilmesi türünden kabuller, zihnin ezelî doğruları bulacağına dair anlayışlar felsefede kabul gören ve baskın olan görüşlerdi. Bu dönemde felsefenin görevi, Dewey'in ifadesiyle "kesinlik arayışı" olarak görülüyordu. Bu geleneksel felsefeden hoşlanmayan ve bundan dolayı felsefe yapmanın alternatif yolunu aramaya koyulan Dewey'e göre, felsefenin geleneksel vokabüleri ve sorunlarının modası geçmiştir. Bu yüzden o, yeni bir felsefe anlayışı, yeni felsefi bir vokabüler ve felsefi sorunların yeni bir dizisini önerir. O, daha önce Peirce ve James'in ortaya koyduğu eylem üzerine vurgu yapan yeni bir çeşit felsefe geliştirmeye yönelir ve geleneksel felsefelerin, parçalara ayırıcı düşünür imajı yerine insan davranışının önemine vurgu yapar. Aynı şekilde Dewey, fikir, teori ya da entelektüel kaygının insan davranışında belli bazı uzanımlara sahip olduğunu ileri sürer. O, geleneksel felsefelerin doğal bilimin teorik temellerini sağlama görevi yerine, bilimin filozoflar tarafından ortaya konulan taleplerle uyuşmasını önerir. Ona göre, bilimin deneysel metodu, çok sayıda başarı kazanmıştı. Dolayısıyla deneysel metot, 'teemmülî düşünce metodu', ya da Dewey'in ifadesiyle "araştırma"nın konusu olabilirdi. Bu, bir nevi düşünme üzerine düşünme anlamına geliyordu. Dewey'e göre bilimsel deneysel metot, zekâya dair bir örnektir. Fakat araştırma, sadece bilimden oluşmaz. Süreç, hayatın tüm alanlarında —özel, kamusal, teknolojik alanlarda, sanat, zanaat, hukuk ve ahlâk vb.'de— oluşur. Araştırmanın genel özelliği ve derin mahiyeti, ayni kalır; farklı araştırmalar metottan ziyade konulardaki farklılıklar ile ayırt edilir.​
Dewey, 1952'de vefat ettiğinde, Amerika'nın en seçkin filozofu idi. Mirasının, hem politik hem de kamusal alanda takip edildiği Amerika'da T. Roosevelt, W. H. Taft ve W. Wilson, politik alanda Dewey'in görüşlerini seslendirirken, profesyonel filozoflar ve Jane Addams ve W. E. B. DuBois gibi entelektüeller onun fikirlerini kültürel alanda yayarlar.​
Mead: Amerika pragmatizmi ve felsefesinin bir diğer önemli şahsiyeti de, James H. Tufts ile birlikte Chicago'daki pragmatik hareketin öncülüğünü yapmış olan George Herbert Mead'tir. Mead, kariyeri boyunca, şehirlerin (ülkelerin) yeniden yapılanması için aslî unsur olan eğitim, işçi, kadın sorunları ve reform hareketleriyle uğraştı. Mead'ın ortaya koyduğu sosyal teori, sosyoloji ve sosyal psikolojinin sembolik etkileşimci okullarının kurulmasına sebep oldu.​
Mead'ın düşüncelerinin felsefi kökenleri, Hegel ve Darwin'in düşüncelerine dayanır. O, dünyanın geliştiğini; gerçekliğin kendisinin evrim süreci içinde olduğunu düşünür. Her yeni sentezde, yeni şeylerin zuhur ettiğini, eski formların çatışmasından yeni formlar ortaya çıktığını söyleyen Mead’a göre, Darwin'in başarısı, bu çatışmaları çözümlemek için önerdiği mekanizmanın en azından biyolojik seviyede işe yaramasında yatar. Mead, bir formdan diğerine geçen ve çevresel şartlara cevap vermeye dayanan evrimin, ihtiyaçları karşılama ve problem çözme süreci olduğuna inanır. Ona göre, yüksek kültürlere ulaşmış insanlar, hayatla ilgili sorunlarını "sosyal süreç" içinde oluşan kurumlar vasıtasıyla çözmek isterler. Bu noktada, Mead'ın düşüncesinde Hegel'in tesiri açıkça görülebilir. Zira, çevresini kontrol etmeye çalışan birey değil, aksine toplumdur.​
(1) Problem çözme tartışmaları, bizi zekî bir problem çözücü kılacak İnsanî unsur ve özellikleri araştırarak, bu aktivitenin arkasında duran insan hayatı modeli ve (2) büyük bir toplumda özellikle bireyin gelişimini yansıtan öz-bilincin mahiyeti ve gelişmesine odaklanan Mead, insan zihni ile doğa arasında paralellik görür. Ona göre insan mahiyetinin şu iki veçhesi ön plândadır: Bizler, ilkin, sosyal varlıklarız; ikinci olarak da hayatla ilgili sorunlanmızı çözecek canlı, aktif yaratıklarız. İnsanın temelde sosyal bir varlık olması ve süreç içinde bulunması ile gelişen, değişen, yayılan ve uzlaşan bir varlık olmasını anlatmak isteyen Mead'e göre, insan ya da benlik, sosyal etkileşimin tecrübî kalıpları içinde, derece derece gelişir. Sosyal benin tizimde, "ben (1)" ve "beni/bana (me)" ikilemi vardır. Benliğin her iki evresinin de eğitilmesi gerektiğini ileri süren Mead, eğitimin görevinin benliği sosyalleştirmek olmadığının farkında olsa da, onun amaç ve işleyişinin sosyal gelişmeyi destekleyecek şekilde düzenlenebileceğini söyler.​
Mead'ın düşüncesindeki benliğin sosyal görünümü, onun ahlâk anlayışına girişini teşkil eder. Mead ahlâk teorisini, benliğin kaynağı, gelişmesi, mahiyeti ve yapısı anlayışına dayalı olarak sosyal bir temel üzerinde inşa eder. Bu anlayışın içerdiği iki husus vardır: "Ben" ve "beni" düalitesini geliştirmenin önemli olması ve "benf'mizi seçmemizde ihtiyaçlarımızı fark etmemiz gerektiği hususu. Ona göre, ahlâkî hayat, yani, sosyal eleştiri hayatı, "ben" ve "beni" arasındaki ikiliğin sürdürülmesini gerektirir. Bu süreklilik, ancak paylaşımla sürdürülebilir. Mead'a göre, her şey, paylaşıldığı zaman değerlidir. Sözgelimi, bu anlayışın bir gereği olarak demokrasi ideali, paylaşılan tecrübelerle işleyen katılımcı ve çoğulcu bir toplum içinde gelişmeye devam eder. Bu durum, ahlâkın keskin standartıdır. Mead'a göre, ahlâk, ahlâkî problemlerin çözümüyle ilgili genel teoridir. Daha açık bir şekilde söyleyecek olursak, eğer problemler "iyi"ye ilişkin, değerleri içeriyorsa, bu durumda, ahlâk teorisi dile getiriliyor demektir. Mead'm ahlâk teorisi, bireyin önemli özellikleri diye nitelenen karakter ile ilgilidir. Mead'a göre değerler sosyal bir eylemde organizmanın güdülerinin objelere bağlanmasında ortaya çıkar. Tüm değer objeleri İnsanî perspektifleri gerektirir ve bu yüzden onlar, "bilimsel objelerden" çok "sosyal objelerdir." Ahlâkî değerler de farz edilen bir durumda amaçların diğer amaçlar ile ilişkisinde ortaya çıkar.​
Mead'a göre insanın mahiyetinin ikinci temel niteliği, insanların problem çözücü varlıklar olmasıdır. O, canlı olmak bakımından insanların doğrudan deneyimlerine yönelik tavırlarla hayatlarını sürdürdüğünü söyler; yürümek, merdivenleri tırmanmak, yolcuları uğurlamak, otomobil kullanmak otomatik olarak yerine getirilen fiillerdir. Bu fiilleri yerine getirsek de toplumsal hayatta, kaçınılmaz olarak problemlerle karşılaşırız. Bu problemleri, doğrudan tecrübelerle çözmeye çalışırız. Ancak, bu tecrübeler, çoğunlukla bu problemleri çözemez. Mead'a göre, deneyim arasındaki çatışmalar, düşünceyi ortaya çıkarır. Dolayısıyla, düşünmenin gerçek amacı, problem çözmedir. Mead'm problem çözme yeteneğimize vurgu yapması, düşüncenin hayat içindeki rolünü ön plâna çıkarmak içindir. Ona göre zekâmızın kökleri, eylem içindedir. Düşünme yeteneği, bir dekor değil; bilakis işlevsel bir yetenektir.​
Mead'm düşüncelerinde, insanların aslen sosyal ve problem çözücü varlık olması, felsefenin anlamıyla derinden ilişkilidir. Ona göre, felsefenin önemi, yeni ve ciddi sorunları çözerken, onları anlama, aydınlatma ve değerlendirme işlevi görmesinde yatar. O pragmatistin, açlık ve cahillikle, körü körüne kabul edilmiş adetler ile dolu ve zihinsel olarak iflas etmiş bir dünyada, dekor durumunda olan felsefeyi ahlâkî nedenlerden dolayı bırakması gerektiğini söyler. Pragmatist, felsefeyi problemlerimizin aydınlatılması ve değerlendirmesinde bir alet olarak kullanmalıdır. Bu yüzden, felsefenin işlevi, kültürün zenginleştirilmesi ve hayatın yorumlanmasıdır. Yani, felsefenin hayattaki rolü, temel problemlerimiz karşısında düşünceyi beslemek ve güçlendirmek, paylaştığımız güçlükleri ortadan kaldırma veya ıslah etme hususunda daha iyi anlama perspektifleri önermektir.​
Pragmatizmin en önemli etkilerinden biri, onun metafizikteki geleneksel anlayışları tahrip etmesi olmuştur. Peirce, James ve Dewey, geleneksel metafiziğe karşı oldular ve idealistlerin önerdikleri mutlak ya da nihaî kesinliğe dair tüm kavramları reddettiler. Onlara göre savunulabilir metafizik, ancak tecrübî ve deneysel olabilir. Peirce, James, Dewey ve Mead tarafından geliştirilen pragmatizmin etkisi sadece akademik felsefe ile sınırlı kalmamıştır. Onun etkileri, kısa zamanda davranış bilimlerinde, hukuk, tarih, siyaset ve eğitimde görülürken, bütün bu alanlarda pragmatistler, temel ilkelerini pratik sonuçlara ve medeniyetin sorunlarına cevap olabilecek fikirlere uygulamışlardır.​
Profesyonel Felsefe (1912-2000)
Yirminci yüzyılın başlarında Amerika'da pek çok genç filozof, pratiği vurgulayan felsefeye yeni bir anlayış getirir. Bilimsel araştırmanın felsefeye model olabileceğini düşünen bu genç filozoflar, bilginin empirik temeline epistemolojik bir eleştirel bakış açısı geliştirmeye başlarlar. James ve Royce'un öğrencileri W, P. Montague, Ralph Perry Barton, Edwin Bissel Holt, E. G. Spaulding, W. T. Marvin ve W. B. Pitkin'in, yeni-Realizmi ortaya koymaları işte bu döneme rastlar. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bu filozoflar, idealistlerin ve bazı pragmatistlerin epistemolojik öznelciliğine karşı çıktılar ve bilinen şeyin bilenden bağımsız olduğu öğretisini savundular. Yeni-Realistler, uzun müddet ayni görüşleri savunsalar da daha sonra pek çok konuda ayrılığa düştüler. Holt ve Perry, bilinçteki kavramların objeleri ile özdeş olduğunu, doğru algılar gibi yanlış algıların da mevcut olduğunu ileri sürerken, Montague, yanlış algıların mevcut olduğunu, ancak nedensel etkiye sahip olmadığını söylüyordu.​
Eleştirel Realistler, sıradan bir kişinin maddî objelerin bağımsız gerçekliğine olan inancı koruma hususunda Yeni Realistlerden daha az kaygılı değillerdi. Algıda doğrudan verilenin bizatihi fizikî olmadığına inanan bu eleştirel realistlere göre veriler, objenin mevcudiyeti için algılayana kanıt sağlıyordu. Diğer bir ifadeyle, fizikî objeler, doğrudan değil referanslar ile bilinir. Eleştirel Realistler, veri ve nesne arasındaki bu ayırım ile epistemolojik düalizmin bir şeklini önerdiler. Bu teori, algılayanın psikolojik durumlarım tanımlayarak hatanın açıklamasına hizmet etmekteydi.​
Eleştirel Realistlerin önde gelenlerinden George Santayana, A. O. Lovejoy, Roy Wood Sellars, C. A. Strong, J. B. Pratt, Durant Dake ve A. K. Rogers, 1920'de Essays in Critical Realism adında bir kitap yayımladılar. Burada bile algıda elde edilen verilerin statüsü konusunda anlaşamayan bu filozoflar, iki kampa bölündüler. Drake, Rogers, Strong ve Santayana bilinçte verilenlerin "özler" olduğunu ileri sürerken, nesnenin mantıksal özellikleri gibi, bu özlerin hem nesneden hem de onu ortaya koyan zihnî durumlardan bağımsız olduğunu belirttiler. Bir nesneyi bilirken, belli bir öz ile mevcut bağımsız gerçekliğe işaret ettiğimizi öne süren Santayana, tıpkı Platon gibi görüntü ile gerçekliği birbirinden ayırdı; görüntü bir akıştır ve onun nedeni ise gerçekliktir. Santayana'ya göre özler, ezelîebedîdir. Dışnesneler, deneyimin ilkeleri ve kaynakları olup, duyumlar da sürekli bir uzayda yayılmış daimî bir tözün etkileridir. Mümkünden farklı olarak, aktüel maddeye eklenen özdür; özler ise mümkünü ortaya koyarlar. Bu şekilde algılandığında bilinç, pasif bir epifenomen, organizmanın belli bir seviyesi ile ilişkili bir niteliktir. Doğa, bilincin durumudur ve dolayısıyla bedensel süreçler, zihni yönlendirir.​
James B. Pratt, A. Lovejoy, Roy Wood Sellars, yirminci yüzyıl Amerikan felsefesinin en önemli eleştirel zihinlerindendirler. Onlar, özler doktrinini reddettiler ve algıda verilenin, durumun karmaşık zihnî varlığına dair bir nitelik, özel bir duyu verisi olduğunu ileri sürdüler. Lovejoy, The Revolt Against Dualism ve The Great Chain of Being adli eserleriyle pragmatizm ve yeni realizmin hatalarını ortaya koydu. Ona göre gerçek bir fizikî dünyanın varlığına inanç düalizmi gerektirir; zira, veriler hiçbir zaman bilinen nesnelerle özdeş olamazlar. O, fizikî objelerin varlığının kanıtlanamayacağını, ancak tüm insanların sağduyusu ile onların varlığının olumlanabileceğini ileri sürdü,​
Lovejoy fikirlerini dolaylı yoldan ortaya koyarken Sellars, eleştirel realizmi doğrudan savundu. İlk kitabı Critical Realism (1916)'de birbiriyle bağlantılı bir çok tez ileri süren Sellars'ın düşünceleri, felsefe sahnesine yeni bir atmosfer getirir. Ona göre, bilgi ile sezgi arasında "mantıksal bir ayırım" olup, sezgilerden fizikî bir dünya inşa edemeyiz; zira fizikî nesneler nedenseldir ve sezgileri öncelerler. Duyu-görünümlerine dair nedensel bir teori ortaya koyan Sellars'a göre, biz fizikî dünyayı ne doğrudan, ne dolaylı, ne de temsilî olarak kavrayabiliriz, ama onu sözcüklerin çerçevesindeki dil ile onaylayabiliriz. Bilgi, bize ekstra-zihnî bir gerçeklik söyler, ama bu gerçekliği kavrayamaz. Çünkü bilgi, dilsel, önermesel ve dolayısıyla algılarla, yani bilgi vasıtalarıyla elde edilir.​
Eleştirel realizmin diğer bir temsilcisi cilan Charles Irving Lewis ise, 1911-1920 yılları arasındaki savaş döneminde Amerika'nın en etkili ve en yetenekli filozoflarından biri olmuştur. Survey of Symbolic Logic (1918) adli eseri ile meşhur olan Lewis, deneyimi zihinden ayıran rasyonalizmi ve empirisizmi eleştirerek "kavrama pragmatizmi" ortaya koymuştur. Mind and World-Order (1929) adli eserinde, ilkin Royce'dan esinlenerek bir "pragmatik a priori" anlayışını geliştiren Lewis'e göre, pragmatik a priori, bilimsel gelişimin "öncü fikirleridir." Onun bakış açısından a priori, sınıflama, tanım ve mantıksal kategorilere ait modları yansıtır. Anlamlar, onların faydalarına göre geliştirilir ve seçilir. Bu yüzden a priori, eyleme dair kategorik tarzları tasvir eder ve tanımlayıcı kavramlar ya da araştırmayı mümkün kılacak kategorik testleri formüllendirir. Bilginin eylemin ötesindeki boyutunun ihmal edilmemesini tavsiye eden Lewis, bilginin a priori ve verilen unsurların "kesişmesinden" ibaret olduğunu söyler.​
Roy Sellars'ın düşüncelerini devam ettiren oğlu Wilfred Sellars ise zihni beyin ile özdeşleştirmekteydi. Ona göre bilgi, dilsel bir faaliyet ve öngörülen nedenlere ilişkin sosyal uygulamalardan oluşur. İnsan organizmasının, gerçek fizikî objelerle temas halinde olduğunu ileri süren Sellars'a göre "Domates, kırmızıdır" ifadesi, içsel duyu izlenimlerimizle ilgili bir dili formüllendirme girişimlerini mantıksal olarak önceler. İdealist ve pragmatistlerin öncelediği duyu verilerinin dili, epistemik olup organizmanın evrimsel gelişiminin belli seviyelerinden neşet eder. Ona göre duyu içerikleri de teorik yapılara benzer. Dilsel kategorilerin gelişimine doğalcı bir açıklama getirebileceğimizi öne süren Sellars'a göre, zihin, evrim halindeki dilin gelişimiyle evrene tedricî olarak girer. Fizikî dünyaya dair bilgimiz de daimî olarak rafine olur ve bilimin araştırmaları ile yeni açılımlara doğru yol alır.​
Yirminci yüzyılda, Amerika'da etkili olmaya işte bu şekilde başlayan doğalcılık, en geniş anlamda tüm fenomenleri doğal neden veya ilkelerle açıklayan bir felsefi teoriye işaret eder. Şüphesiz, Dewey doğalcılığın gelişmesine oldukça etki etmiştir; fakat yeni natüralizm, pragmatizm veya araçsalcılık ile karıştırılmamalıdır. Doğalcıların çoğu pragmatizme karşı sempati duymuyorlardı. Pek çok realist aynı zamanda natüralist idi. Bu realistler arasında Santayana, Woodbridge, Cohen, Perry ve Drake zikredilebilir. Natüralizm de, pragmatizm gibi Amerika'da felsefenin "altın çağı" içinde kabul edilir.​
Amerikan doğalcılığı, bilimin mantıksalempirik yöntemiyle tesis edilen bilişsel iddiaları ileri sürer. Bilimsel yöntem, gizli bir işleyiş değil; düşüncenin gündelik hayatta kullanılan daimî işleyişidir. Ne sezgi ne de mistik vukûfiyet, doğrunun herhangi bir çeşidine varabilen düşüncedir. Amerikan natüralizmi, indirgemecilik karşıtı bir akim olarak nitelenebilir. O, insan deneyiminde ayırt edici pek çok görünümün olduğuna işaret eder. Doğalcılığın bu anlayışı, bağlamcılık ilkesiyle çok yakından ilişkilidir. Nitekim, pek çok Amerikalı natüralist, görünüş ile görünüşün gerisindeki gerçeklik arasında kabul edilen ayırımı reddeder. Böylesi bir ayırım, sadece araştırmanın amaçlarına uygun bir bağlam için anlamlı olabilmekle birlikte, onlar önceliği olan mutlak bir bağlamın olmadığını savunurlar. Amerikan doğalcıları, dünyanın yeni görünüşlerinin ortaya çıktığını reddetmezler. İnsan hayatının şartları, doğanın diğer bölümleriyle daima bir ilişki içindedir; insan, çevresindeki kuvvetlere hakim olabilecek bir araştırma zihniyetine sahip olmalıdır. Bununla birlikte, bu araştırıcı zihin, bilimin araştırma alanlarının ötesine geçemez.​
Pek çok Amerikalı doğalcı, zihin-beden ayırımına karşı çıkmış ve indirgemeci olmayan materyalizmi tercih etmiştir. Geleneksel dinin iddialarını da reddeden doğalcılar, bununla beraber, din karşıtı da olmadılar. Bazıları, özellikle Santayana ve J. H. Randall, dini deneyimin değerini ve onun ahlâk ile estetik bağlamındaki önemini vurgular. Ancak bu durum, onlann doğaüstü bir gerçekliğin varoluşunu kabul ettiği anlamına gelmemelidir.​
Söz gelimi Santayana, kendisini tümüyle inançtan ârî Katolikliğe bağlanmış "coşkulu bir ateist" olarak nitelemiştir, Onun ateizmi, Spinoza'nın anlayışı gibi, evrene yönelmiş gerçek bir dindarlıktır. Aynı şekilde Dewey, "din"i, deneyimin "dini" niteliğinden ayırır. Ona göre ikincisi önemlidir; zira din, paylaşılan deneyimin en büyüğüdür. Bu yüzden dinin bütünleyici işlevi, onun hayatî özüdür.​
Yirminci yüzyılın ortalarında idealizm, azınlık konumunda olsa da James E. Creighton, William E. Hocking ve Wilbur Urban gibi bazı saygın filozoflar tarafından savunuldu. Bu dönemde ortaya çıkan ve halâ aktif olan personalizmin en etkili savunucularından biri Edgar S. Brightman olmuştur. Tüm oluşu kişisel bilinç olarak lanımladığı için belli bir idealizmin savunuculuğunu yapan personalizm, kişiliği tüm felsefi sorunların çözümü İçin bir anahtar olarak önerir. Diğer bir idealist, Brand Blanshard ise, Nahire of Thought (1939) adli eserinde dünyadaki tüm fenomenlerin mantıksal zorunlulukla birbirine bağlandığı fikri ile tutarlılık teorisini savunmuştur.​
Bu fikirlerden etkilenen iki meşhur rasyonalist düşünür Morris R. Cohen ve Alfred North Whitehead'in düşünceleri idealist unsurlar içermekle birlikte, onlar idealist değildi. Bunlardan Whitehead, Process and Reality (1929) adli eseri ile metafizik ve kozmolojiye önemli katkılarda bulundu. Pek çok filozof onun felsefi sistemini yirminci yüzyılda üretilen en elverişli metafizik teori olarak nitelendirir. Metafizik ile kozmolojiyi, yani, gerçekliğin zorunlu, ezelî, tamamen evrensel yönü ile bilimsel bilgiyi birleştirmeye çalışan Whitehead, düşüncelerinde rasyonel metodu uygulayan eşsiz bir akılcı olmasına rağmen aynı zamanda bir deneyimcidir. O, hayatın problemlerini tecrübe içinde, gerçek ilişkileri ile çözmeye çalışır. Zira hayata kavramamızı ve onu anlamlı kılmamızı kolaylaştıran bu deneyimler bütünüdür. Whitehead, tıpkı Locke, Hume, Mili gibi deneyimin gücü ve değerine inanır, ama bununla birlikte, realizmi ve idealizmi benimser. Whitehead'in idealizmi, idealizmin doğanın merkezî olduğu farklı bir versiyonudur. İnsanın dünyasında ve kültüründe olan her şeyle ilgilenen Whitehead bu yaklaşımının bir sonucu olarak, din gibi insan hayatını derinden etkileyen bir alanı da ihmal etmemiştir.​
Avrupa'nın Birleşik Devletlere Etkisi (1928-1964)
1930'larda Amerika'da idealizm, realizm, araçsalcılık, pragmatizm ve doğalcılığı benimseyen filozoflar Amerikan üniversitelerindeki lisans üstü programlardan mezun olan kimselerdi. Buna rağmen, üniversiteler, eğitim programlarını daha da güçlendirmek için Avrupa'dan seçkin felsefecileri davet etmeye başladı. Bir yandan metafizik diğer yandan empirisist geleneği bir arada yaşatan Harvard Üniversitesi, konferanslar vermek üzere Bertrand Russell'ı davet etti. Russell'm tavsiyeleri ile Cambridge de 63 yaşındaki Alfred North Whitehead'i davet etti, Bu dönemde Dewey'in emekliliği ile Chicago Üniversitesinde işler karışmıştı. Mead, Dewey'in görüşlerini yaymaya çalıştıysa da, 1931'de ölümü ile Chicago pragmatizminin görüşleri oldukça zayıfladı. ChicagoÜniversitesi, Robert Hutchins'in yönetimine geçtikten sonra, Dewey'in görüşlerine karşı çıkan Mortimer Adler'i Columbia Üniversitesinden getirtti. Bu durumdan en çok etkilenen öğrenciler oldu.​
Buna rağmen Chicago, Columbia, Yale ve Princeton Üniversiteleri gözde kurumlar olmaya devam etti. Whitehead'in 1939'daki emekliliğinden sonra Harvard'da felsefe bölümünün başına Richard McKeon ve Charles Hartshorne geçti. Tinsel felsefeyi devam ettiren bu filozoflar, metafizik karşısında empirisizmi çoğu kez eleştirdiler. Yale Üniversİtesi'nde, Whitehead’in öğrencisi olan Paul Weiss 1950'de American Metaphysics Society'yi kurdu.​
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Katolik okulları Aquinali Thomas'm görüşlerinin modern versiyonlarını geliştirdiler. 1926'da American Catholic Philosophical Association'ı (APCA) kuruldu. Katolikler, başta Amerikan pragmatizmi olmak üzere modernizm, sekülarizm ve irrasyonalizme savaş açtılar. Notre Dame ve Catholic University of America, yeni-Thomism'in merkezi oldu, American Philosophical Association'll. (APA) 1937'deki toplantısına katılan ACPA, ırkçılık ile suçlandı ve profesyonel felsefeden tecrit edilmeye çalışıldı.​
İkinci Dünya savaşı arefesinde, Amerika'da hümanist akademisyenler, sosyal bilim teorisyenleri, filozoflar ve bağımsız entelektüeller demokratik hayatı oluşturmak için bir araya gelirken, Dewey'in Common Faitlı'de ifade ettiği görüşleri bu toplantıların ana konusunu oluşturmaktaydı. 1933'de Almanya'da Hitler'in zaferi, Birleşik Devletlerde büyük etki yarattı. Avrupa'da hem Yahudi hem de Yahudi olmayanlar Birleşik devletlere göç ettiler. Amerika'da felsefeyi etkileyen iki okul, Frankfurt Okulu'nun Marksİzmi ile Avusturya’daki Viyana Çevresi bu göçlerle Amerika'daki felsefe sahnesinde görünmeye başladı. Savaştan sonra ise Fransız egzistansiyalizmi Amerika'da yayıldı.​
Frankfurt Okulu: 1921'de zengin AlmanYahudi işadamları, Almanya'da Frankfurt Üniversitesine bağlı olan Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'nü kurdular. Enstitüde çalışan akademisyenler, Marksizmden hareketle sosyalizm ve işçi sorunları gibi çağdaş sorunları araştırmaktaydılar. Enstitü, 1934'te New York'a taşındı ve Columbia Üniversitesi ile işbirliği içinde çalışmaya başladı. Frankfurt Okulu, Birleşik Devletlerde etkili olmaya başladığı dönem, işte bu sıralara rastlar. Naziler kurdukları enstitüyü kapatınca, Max Horkheimer, Theodore Adorno, Erich Fromm ve Herbert Marcuse Amerika'ya göç etmiş ve faaliyetlerini burada sürdürmüşlerdir. Frankfurt Okulu'nun, Amerika'daki araştırmaları mevcut kitle kültürü üzerinde yoğunlaşan düşünürlerinin eleştirel teorileri, sadece ekonomik durumu değil, aynı zamanda kapitalizmin tehdidi altındaki kültürel ve kişisel hayatı vurgular. Onlara göre Amerikanın kitle kültürü, faşist öğeleri içeriyordu. Yine onlar, Amerikan kültürü hakkındaki deneysel çalışmaları abartılı bulmaktaydılar. 1950'de Horkheimer ve Adorno, Avrupa'ya geri dönerken, 1939'da Enstitü ile ilişkisini kesen Fromm, New York'lu bir psikanalist olarak bağımsız, başarılı bir kariyer kazanır. Dini kaygılarla hareket eden ve Amerika'yı arkadaşlarından daha az eleştiren Fromm, Amerikan hayatının sorunlarına karşı, sosyal terapiyi önermekteydi.​
Arkadaşı Fromm gibi, 1940'larda Enstitü ile ilişkisini kesen ve hayatının geri kalan kısmını Amerika'da geçiren Marcuse, İkinci Dünya savaşı sırasında Amerikan Stratejik Araştırmalar kurumunda ve daha sonra da CIA'de çalışmış ve Amerikan toplumunu Marksist bakış açısıyla okumuş, kültürü çözümlemeye dair teorik yaklaşımlar ortaya koymuştur.​
Mantıkçı Pozitivizm: Frankfurt Okulu, 1930-1950 yılları arasında Amerika'da felsefe sahnesinde profesyonel etki yapmasa da yoğun biçimde temsil edilmiştir. Amerika'daki doğrudan Avrupa kökenli ikinci akim olan mantıkçı pozitivizm ise apolitik bir tavır sergilemesine rağmen, çok güçlü bir profesyonel etki yapmıştır. Viyana Çevresiyle özdeşleşen mantıkçı pozitivizm, Russell'ın Amerika ziyaretiyle tanındı ve Avrupa pozitivistlerinin Amerika'ya göç edişiyle ve üniversitelerde görev almalarıyla yayıldı. Rudolph Camap, Chicago; Hans Reichenbach, California; Alfred Tarski, Berkeley; Gustav Bergmann, Iawo; Herbert Feigl, Minnesota; Cari Hempel, Priceton; Ernest Nagel New York City Üniversitelerinde görev aldı. Felsefenin baştan aşağı reformdan geçirilmesi işiyle meşgul olan pozitivistler, felsefeye anlam analizi ve anlamın aydınlatılması görevini yüklerken, mantığı ve bilimleri de kusursuz bir dilin oluşturulmasında model olarak görüyorlardı.​
Ana konuları, yoğun tartışmalara yol açan "doğrulanabilirlik ilkesi" olan mantıkçı pozitivistlerin görüşleri oldukça kati olmakla birlikte, aslında Peirce ve James’in öne sürdüğü pragmatik anlam teorisinden farklı değil idi. C. I. Lewis, Mind and the Word Order (1929) adli eserinde matematiğin ve mantığın doğasına dair, Wittgenstein ve M. Schlick'in görüşlerine benzer fikirleri pragmatik teorisinde ortaya koymuştu. Aynı şekilde P. W, Bridgman da doğrulanabilirlik ilkesine benzeyen teori geliştirmişti.​
Öte yandan, Amerikan doğalcılığı ile mantıkçı pozitivizm tarafından savunulan görüşlerde pek çok ortak yan bulunmaktaydı. Söz gelimi, her iki akim da geleneksel spekülatif metafiziğin iddialarını eleştiriyordu, her iki akim da, doğa bilimleri ile insanı inceleyen bilimler arasında köklü fark görmemekteydi. Tüm bu düşünceler, Cari Hempel, Sydney Hook ve Emest Nagel'in eserlerinde açıkça ortaya konuldu. Bununla beraber, mantıkçı pozitivistlerin ahlâk alanındaki görüşleri Amerikan filozofları tarafından aşın bulundu. Tartışmanın konusu, mantıkçı pozitivistlerin ileri sürdükleri "duygucu teori" idi. Ahlâkî yargıların, konuşanın duygu ve tavırlarını ifade etmeye ve onları anlayan ikinci kişilerde de ayni tavrın oluşmasına hizmet ettiğini, bundan dolayı ahlâkî yargıların betimsel olmadıklarını ve dolayısıyla doğru ya da yanlış olamayacaklarını bildiren bu teorinin ahlâkî yargıların ayırt edici özelliğini, yani, dinamik karakterini göz ardı ettiği düşünülmüştür.​
Duygucu teori, Camap ve Ayer tarafından öne sürülmüş olsa da, Amerika'da, daha ziyade C. L. Stevenson (Ethics and Language, 1944) tarafından savunulmaktaydı. Teoriye çeşitli ilaveler yapan Stevenson, görüşleri ile doğalcılığa daha da yaklaşmış olmasına rağmen, teori, doğalcılar tarafından sert biçimde eleştirilmeye devam etti. Diğer felsefe okulları, mantıkçı pozitivistleri ahlâk felsefesini önemsizleştirdikleri ve onun işlevini ihmal ettikleri gerekçesiyle eleştirmiştir.​
Aralarındaki çizgi açık olmasa da Amerika'da analitik filozoflar, mantıkçı pozitivistlerden daha çok eleştirilmiştir. Dil analizcileri olarak kabul edilen G. E. Moore, geç dönem Wittgenstein, Gilbert Ryle, John Austin ile bu akımın Amerika'daki temsilcileri Max Black, Norman Malcolm, Alice Ambrose, Moris Lazerowitz ve OK. Bouwsma felsefeyi önemsizleştirdikleri için pek çok akım tarafından eleştirilir. Linguistik analistler ile mantıkçı pozitivistler arasındaki muhtemel en bariz fark, onların metafiziğe karşı tavırlarında görülebilir. İkinciler, metafiziği tümüyle reddetmedikleri gibi, anlamsız de bulmazlar. Metafizik teorilerin şüpheli olduklarını söyleseler bile, bu teorilerden öğrenecek çok şeyin olduğunu düşünürler.​
Dil analizcileri arasında ortak bir doktrin yoktu; Bazıları, determinizmi desteklerken; diğerleri determinizme karşı durdu. Bir kısmı psikolojik ifadelerin davranışçı yorumunu benimserken, diğerleri onların davranıştaki tezahürlerinden başka bir şeye işaret etmediğini ileri sürdü; bu arada çok küçük bir grup da dini inancı destekledi. Bununla birlikte, onlar günlük dilden hareket etme ortak tavrını ve dilin analiz edilmesi suretiyle felsefedeki gerçek sorunların sözde problemlerde ayırt edilebileceği görüşünü paylaştılar. Söz gelimi, bu filozofların büyük bir kısmı, geleneksel tümevarım sorununun sözde bir sorun olduğunu ve bir kimsenin "akil" ya da "kanıt" gibi kelimelerin başka anlamları olduğunu kabul etmesi durumunda, problemin ortadan kalkacağını söylüyorlardı. Öte yandan linguistik analistler, sembolik mantığın felsefi sorunların aydınlatılmasında yararlı araç olduğunu pek düşünmediler. Dilin, bir çeşit hesap aleti olmadığını savunan bu filozoflar, formel sistemlerin felsefedeki ahlâk ve psikolojiyle ilgili sorunlara uygulanmasına karşı çıktılar. Bu formel olmayan yaklaşım, pragmatizme sempatik bakan W. V. Quine ve Nelson Goodman'ın düşüncelerinde açıkça görülmekteydi.​
Egzistansiyalizm: Yirminci yüzyılda Amerika'daki felsefeyi etkileyen üçüncü akım egzistansiyalizm olmuştur. Egzistansiyalizm, İkinci Dünya Savaşından sonra Jean Faul Sartre'ın eserleriyle Amerika'da insanların dikkatini çekti ve popüler bir akim haline geldi. Egzistansiyalizmin bir tür hümanist anlayış oluşu ve "(İnsanî) varoluşun özden önce geldiği" anlayışı, onun kamunun ilgisini çekmesinde iki önemli saik olmuştur. Bununla birlikte, egzistansiyalizmin, akademik felsefede çok fazla rağbet bulduğu söylenemez. Pek çok Amerikalı filozof, egzistansiyalist doktrinlerdeki irrasyonalist unsurlara karşı çıkmıştır. Özellikle, Kierkegard'm diktumunda ifadesini bulan "hakikatin öznel olduğu" anlayışını kabul etmeyen Amerikalı filozoflar, "Varlık" ve "Hiçlik"e dair ifadelerin muğlak olduğunu söylerler.​
Sartre'ın, Fransız entelektüel dünyasının, 1930'larda Avrupa'yı kaplayan faşist ideolojinin çöküşüyle ile görüşlerini yansıtan yazılarının oldukça dikkat çektiği Birleşik Devletler'de, savaşın sona ermesinin ardında onun fikirleri daha bir tanınmaya başlamıştır. Bu süreçte bilim adamları, Sartre'ı tanıdıkça onun görüşlerinin Alman hocası Martin Heidegger'den mülhem olduğunu öğrendiler. Bireyin günlük hayata dair ilgilerinin kaçınılmaz ölüm korkusuna dayandığını ve hayatın kaygı ve endişe ile dolu olduğunu düşünen Heidegger'in görüşleri, Sartre tarafından benimsenmiş ve kendine özgü şekliyle yorumlanmıştı. O, Heidegger'in aksine, kendisini ateist biri olarak niteledi. Sartre'ın görüşleri, bununla birlikte Birleşik Devletlerde bazı düşünürlerin, daha önce benzeri görülmedik şekilde dine karşı olan görüşlerini desteklemede kullanıldı. Partisan Review adli dergi, dine karşı olan entelektüellerin görüşlerini seslendirdi.​
Doktorasını Columbia Üniversitesinden alan ve Partisan Review'in editörlerinden biri olan William Barret, Sartre'ın Amerika'ya tanıtılmasına ön ayak olan felsefecidir. Fakat, Sartre'ın Amerika'ya tanıtılmasında en önemli adım, Yale Üniversitesinin Fransızca Bölüm başkanı ve uluslararası şöhrete sahip bir eleştirmen olan Henri Peyre tarafından atılmıştır. Peyre'nin girişimi ile Sartre, Yale'de 1945 ve 1946 yıllarında iki konferans vermiştir, Ayni yıllarda Roman Katolik düşünürleri, egzistansiyalizmin dini yorumuna ilgi duymuşlardır. Doktorasını Katolik Üniversitesinden alan James Collins, The Existentialist: A Critical Study adli eserinde Sartre ve diğer egzistansiyalistlerin görüşlerini G. Marcel'in görüşleri ile karşılaştırmıştır.​
Birleşik devletlerde en etkili olan egzistansiyalist hiç kuşku yok ki, teolog Paul Tillich olmuştur. Protestan teolojinin egzistansiyalist düşünceden yoğun bir biçimde etkilendiği hiç akıldan çıkarılmaksızm, Kierkegard ve Heidegger'in düşüncelerini takip eden Tillich'in, Tanrı'nın mevcudiyeti ya da teolojiyi antropomorfizme indirgeyen teolojik iddiaların "kanıtlanmasına" karşı olan biri olduğunu söylemek gerekir. Tanrı'nın varlığının kanıtlanamayacağını ileri süren ve dindarlığı yeniden tarif etmeye kalkışan ve "nihaî ilgilere" sahip bulunan herkesin dindar olduğunu söyleyen Tillich, Amerika'da özellikle bu dindarlık tanımıyla etkili olmuştu.​
Öte yandan, egzistansiyalistlerin yazıları, Amerikan entelektüel çevrelerinde modern insanın "yabancılaşması" ve kaygılarına ilişkin değerli yorumlar olarak kabul edilmiştir. Çok daha ilginci, Sartre ve Camus'nün hümanizmi ile pek çok doğalcı ve pozitivistin görüşleri arasında benzerlik kurulmuştur. C.​
Campbell gibi Anglo-Sakson yazarlar Sartre'ın irâdenin özgürlüğü öğretisi ile uyuşan teoriler ileri sürmüştür. Onun düşünceleri, profesyonel felsefede ayırımcılığın olduğunu düşünen kadınlar arasında da rağbet bulmuştur. Nitekim, Toledo'lu Hazel Barnes; Vassar'lı Mary Coolidge; Columbia'h Maxine Greene ve Berkeley'de çalışan Catherine Rau egzistansiyalist görüşleri savunmuştur, ikinci Dünya savaşından sonra Birleşik Devletlerde lisans eğitiminde egzistansiyalizme rağbet artmış ve pek çok üniversitede egzistansiyalizm ile ilgili dersler açılmıştır. Barrret'in kendine has yorumlarıyla The Portable Nietzsche (1954) ve Irrational Man (1958) adlı eserleri, egzistansiyalizm hususunda talepleri karşılayan eserler olarak şöhret kazanmıştır. Ayni dönemde lisans öğrencileri arasında meşhur olan Nietzsche'nin yazılarını ise, Princeton'un sıradışı profesörü Walter Kaufmann, Amerikalı okuyuculara tanıtmıştır.​
Gerçekten de, mantıkçı pozitivizm ve egzistansiyalizm, bir açıdan bakıldığında, pek çok ortak özelliğe sahip bulunmaktaydı; çünkü her ikisi de din ile ilgilerini kesmiş felsefelerdi. Pozitivistler, bilim ve bilimsel bilgi ile insan hayatına alternatif bir yol arıyorlardı. Fakat Amerika’da her iki grup daha sonra birbirinin görüşlerini eleştirmeye başladı. Pozitivistler, egzistansiyalizmin kendileri açısından felaket cinsinden görüşlerine itibar etmediler. Karşı tarafta, 1941'de Birleşik Devletlere göçen egzistansiyalist, Alman düşünür Hannah' Arendt, Amerikalıların ikinci sınıf Avrupa pozitivistlerini niçin benimsediklerini Barret'e sordu. Her iki grubun da dışında kalan Herbert Marcuse ise, hem pozitivistleri hem de egzistansiyalistleri "burjuva idealistleri" olarak niteledi. Tartışmalar, Yale ve Harvard'dan felsefe kurumlarınm yıllık toplantılarına taşındı ve taraflar birbirleriyle ilgili suçlamalarda bulunmayı sürdürdüler.​
1946-1975 yılları arası, Amerikan felsefesinde Amerikalı filozoflar ile İngiliz filozoflar arasındaki düşünce alışverişinin yoğunlaştığı dönem olarak bilinir. Bu dönemde Harvard'dan Isaiah Berlin ve White Morton, Oxford'daki filozoflardan Moore, Russell, Wittgenstein ve Gilbert Ryle'ın fikirlerini araştırır. Daha sonra Paul Grice, J. L. Austin, P. F. Strawson ve A. J. Ayer'in fikirleri, bu filozofların Amerika'daki konferansları ve üniversitelerde görev almaları ile Amerikalı düşünürler arasında ilgi uyandırdı. Harvard'dan mezun olan ve Lewis'in pragmatizmi üzerinde çalışan Willard Quine, daha sonraları Harvard'a tayin olacak olan Lewis'in öğrencilerinden Nelson Goodman ile tanıştı. Bu iki felsefeci, Harvard'da Peirce'ün ortaya koyduğu Cambridge pragmatizmi geleneğini sürdürmeye çalıştı. Amerika'da yirminci yüzyılın ikinci yarısına "pragmatik analiz" damgasını vururken, sembolik mantık, felsefi akılyürütme için zorunlu bir araç oldu. Klâsik pragmatistlerden pek çok konuda farklı düşünen Quine, aktüel bilim üzerine odaklandı ve bilimin kavramsal şemasını bir araç olarak kabul etti. Goodman ise, tümevarımın geçerliliğinin köklerini dilde araştırdı ve tümevarım probleminin çözümlenemez bir problem olduğu sonucuna vardı. Goodman, kesinlik araştırmasının beyhûde bir uğraş olduğunu ileri sürmekteydi. Bu iki filozofun çalışmalarıyla Amerikan felsefesinin, eskisine oranla daha metafiziksel bir görünüm kazandığı söylenebilir.​
1960'larda Anglo-Amerikan felsefesine ideolojik olarak esas itibariyla Harvard-Oxford ekseninin hakim olduğu söylenebilir. Berkeley'de Donald Davidson, MIT'te Daniel Dennett, Harvard'da Burton Dreben ve Robert Nozick, Princeton'da Saul Kripke, Chicago'da Martha Nussbaum, Cornell'de Sydney Shoemaker bu eksendeki filozofların en meşhurlarıdırlar. Pek çok Amerikalı, Harvard nişanını taşıyan Oxford'da doktoralarını tamamlayıp, Birleşik devletlere geri döndü. Bunlar arasında Stephen Schiffer, John Searle, Peter Unger zikredilebilir. Yirminci yüzyılın sonunda Stuart Hampshire, J. O. Urmson, Richard Wolheim, Ninian Smart, R. M. Hare gibi pek çok İngiliz filozof, HarvardOxford ilişkisi vasıtasıyla Birleşik Devletlerdeki seçkin üniversitelerde görev almıştır.​
Buna karşın, 1960'larda Avrupa'da çok önemli bir felsefe akımı haline gelen fenomenoloji, Amerika'da çok az etki yapmıştır. Fenomenolojiye dair görüşler, Philosophy and Phenomenological Research adli dergiyi kuran Marvin Faber tarafından yayılmıştır. O, dergi vasıtasıyla fenomenolojik görüşler için forum oluşturdu. Aynı şekilde fenomenoloji kurumlan doktrinlerinin yayılması için çalışmalar başlattı. Felsefenin olgusal bir bilim olması gerektiğini ileri süren Husserl, mantık ve matematiğin temel kanunlarını psikolojik genellemelere indirgeyen görüşlere hücum etmişti. Husserl'in bilincin "niyetli/yönelimsel" mahiyetine dair fenomenolojik vurgusu, yani yaşanan ahlâkî, estetik ve dini vs. deneyimin, kısacası bilinç dünyasının tüm evrelerinin içebakışsal olarak incelenmesi Amerikalı felsefeciler arasında yankı uyandırdı. Fenomenolojik metodu kullanan pek çok yazar, sözgelimi John Wild, dünya hayatının keşfinin bir türü olan bu görüşü kabul ettiler.​
Profesyonel Felsefenin Sıkıntısı (1962-1999)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan yüksek eğitiminde pek çok ihtiyaç ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş döneminde eğitim daha ziyade ülkenin savunulması yönünde desteklenirken, özellikle felsefede seçkin bir ün kazanan Harvard, tüm üniversiteler için standart model olmuş, Doğu Sahilinde Johns Hopkins, Orta Batıda Chicago ve Batı Sahilinde çeşitli Fen-Edebiyat fakülteleri ilgi odağı haline gelmiştir. 1960'larda pek çok kurum kurulurken, Devlet Üniversitelerinin felsefe bölümleri dikkat çekmeye başlar. 1920'de sadece 260 üyesi bulunan APA, 1960'larda 1500 ve 1990'larda 8000 üyeye ulaşır. 2000'e gelindiğinde de 120'ye yakın felsefe dergisi, 90'a yakın doktora eğitimi veren kurum ve her yıl binlerce yayım ile profesyonel felsefeyi izlemek oldukça zorlaşır. Üniversite, araştırmalar ve maddî desteğin çoğalmasıyla, felsefedeki eski hiyerarşik sistem değişir. Devlet okulları yapısal değişikler yaparken, bu değişiklikler ile Virginia, Duke, the University of North Carolina gibi güneydeki kolejler Amerika tarihinde ilk defa meşhur olurlar. Fordham, Catholic ve Notre Dame Üniversiteleri Ortaçağa dair araştırmalar ve yeniThomist gelenek ile ilgi odağı olurken, MIT, University of California, NYU ise analitik felsefenin seçkin araştırma merkezleri olarak şöhretlerini bugün de sürdürmektedir.​
1960'larda analitik felsefe, felsefe sahnesinde gözden düşmeye başladı. Vietnam savaşının etkisiyle sosyal sistem sorgulanmaya başlanırken, 1969'da kurulan Philosophy and Public Affair adli dergide analitik filozoflar, genel eğilimi tekrar-kazanmak için daha genel sorunları tartışmaya başladılar. John Rawls'm A Theory of Justice (1971) adli eserinin büyük bir etki yaptığı dönem, işte bu dönemdir. Söz konusu eserinde bir toplumu rasyonel olarak oluşturmayı düşünmemizi öneren Rawls'm görüşleri Harvard'ın hücumuyla karşılaşır. Rawls, analitik felsefeye karşı artan düşmanlığını gizlemezken, 1975'te Vietnam savaşının sona ermesiyle birlikte, pek çok bilim adamı analitik felsefenin dar fikirlerine baş kaldırır. Başta Emory ve Northwestern'deki meta fizikçiler, analitik felsefeye karşı çıktılar, Çatışmalar, APA yönetiminin seçimine kadar yayıldı, Plüralistler de, analitik felsefeye karşı çıkmakla birlikte, onlar metafizikçiler kadar kararlı bir direnç göstermediler.​
Yine, 1960'larda Fransız ve Alman geleneğindeki, sözgelimi Hans G. Gadamer ve J. Habermas gibi, pek çok filozof Amerikalılar tarafından yorumlandı. Bu dönemde Kıta Avrupası filozoflarının yani sıra feministler, Marksistler ve Afro-Amerikan düşünürler, ırk, sınıf, cinsiyet gibi çeşitli konuları tartışmaya başladılar. Plüralistler ise, klâsik Amerikan felsefesinin tekrar canlandırılması yoluna girdiler: Amerikan felsefesinin altın dönemi araştırılmaya başlandı. SlU'da profesör olan Paul A. Schilip, Library of Living Philosophers serisini yayımlamaya başlaması bu sıralara denk düşer. Başta Amerikan filozofları J. Dewey, G. Santayana, A. N. Whitehead olmak üzere, pek çok filozofun hayatını, eserlerini, görüşlerini ve yazışmalarım ihtiva eden hacimli ciltler yayımlandı. Hayattaki filozoflarla da devam eden bu serinin, 1981'de Lewis Hahn, editör kurulunu değiştirdi ve seri, Carnap, Lewis, Quine, Donaldson, G. E. Moore, Ayer, Strawson, Hartshorne, Weiss, Grene ve Kıta Avrupalı muhatapları Sartre, Gadamer, Ricouer ile devam etti. Serinin yayınlanmasına bugün de devam edilmektedir,​
1980 ve 1990 yılları arasındaki felsefede mevcut kaosu bir şekilde kışkırtan AF A, 1990'h yıllarda felsefenin bilgeliği ve kamusal işlerde yarar sağlaması gerektiğini ileri sürmekteydi. Uygulamalı felsefe, işte bu tarihten itibaren Birleşik Devletlerde gelişmeye başladı. Felsefe sahnesindeki diğer bir gelişme ise, 1980'li yılarda başlar. Üniversitelerin İngilizce bölümleri de felsefe ile meşgul olmaya başladılar. Çoğunlukla Avrupa'dan ilham alan bu bölümler, Amerikan Kıta felsefecilerinin tehlikeli olduğunu iddia ettiler. Columbia'da Edward Said; Duke'de Frederic Jameson; Yale'de Harold Bloom, Paul de Man, Geoffrey Hartman ve J. Hillis Miller bu geleneğin temsilcileri olarak meşhur olmuştur.​
Bu genel çerçeve içinde birkaç özel filozofa ayrı bir yer vermek gerekir. Bunlardan biri, 1960'larda düşünceleri ile tüm dünyanın dikkatini çeken Thomas Kuhn'dur. Harvard'da yetişen fizikçi Kuhn, The Copernicean Revolution, The Structure of Scientific Revolutions, The Aspect of Scienti fic Explanations adlı eserleri ile yeni bir bilim anlayışı ortaya koymuştur. Kendisini tarihçi olarak gören ve bilimin fiilî pratiği üzerinde yoğunlaşan Kuhn, bilimin doğası konusunda asil yapılması gerekenin bilimsel bilginin üretildiği sürecin anlaşılmaya çalışılması olduğunu ileri sürmekteydi. O, bilimdeki paradigmatik değişimleri vurgularken, Feyeraband, Kuhn'un görüşlerini daha da geliştirerek seslendirdi. N. R. Hanson, M. Polanyi ve Clifford Geertz'in çalışmaları bu doğrultuda devam etti. Tarih bölümleri, Birleşik Devletlerde bu çalışmalarla ön plâna çıktı. Bununla beraber, dindar düşünüşler Kuhn ve takipçilerinin görüşlerine hücum ettiler,​
Yine ayni dönemde, Sellars ve Quine ile önem kazanan zihin felsefesi, bilim ve dil felsefesi alanındaki çalışmalar Richard Rorty ile devam eder. Diğer taraftan N. Goodman'ın Pennsylvania'daki öğrencisi, dil yeteneğimizin doğuştan olduğunu ve zihnin derin yapısını yansıttığını öne süren Noam Chomsky, Quine'in düşüncelerine karşı çıkar. Quine'e ikinci karşı çıkış, Ruth Barcan Marcus'tan gelir. Marcus'a daha sonra "yeni gönderme teorisi" ile Saul Kripke katıldı. Hilary Putnam ise, "dışsal realizm" ile yeni pragmatizmi ortaya koyar.​
Doktorasını Paul Weiss'in danışmanlığında yapan Richard Rorty, 1965'ten itibaren çalışmalarına analitik felsefe ile başlasa da daha sonra analitik felsefeden şikayet etmeye başlayan biridir. 1967'de dil felsefesini vurgulayan analitik felsefeye dair bir antoloji olan The Linguistic Turn adli bir eserin editörlüğünü yapan Rorty, daha sonra felsefe tarihine ilgi duymaya başlamıştır. 1979'da Philosophy and the Mirror of Nature adli eserini yayımlayan Rorty bu kitapta, analitik felsefenin temel fikirlerini, Sellars ve Quine'in eserleri üzerinde yoğunlaşarak sorguladı. Bir yandan felsefede epistemoloji projesinin Kant'dan beri yaygın olduğunu, ama doğru için kesin bir temel bulamayacağımızı, sadece kavrayış çerçevemizi kanıtlayabileceğimizi ileri sürerken, diğer yandan da 1989 yılında yayınlanan Contigency, irony and Solidarity'de zaman ve mekândaki pek çok şeyin insanın zihin hallerini içermeyen nedensel etkilere sahip olduğunu; insan ve evren arasındaki ilişkinin çeşitli yönlerinin olabileceğini savundu. Rorty, yirminci yüzyılın sonunda Darwin'in Origins of Species adli eserinin ikinci milenyumun en sorunlu kitabı olduğunu ileri sürmekteydi: İnsanoğlunun İlâhi olanın kıvılcımlarını hayatından silmek için bir bin yıla ihtiyacı olduğunu söyleyen ve bütün bunları yaparken de özde Heidegger, Wittgenstein ve Dewey'in düşüncelerini sentezleyen Rorty, bilimin palavralarının felsefe tarafından desteklenemeyeceğini, felsefenin sadece söylem ve vokabüleri düzenlemekle yetinmesi gerektiğini söylüyordu. Ona göre felsefe, meşruiyet arama görevinden vazgeçmelidir ve filozoflar da kendilerini mürekkep yalamış amatörler olarak kabul etmelidir. Virginia Üniversitesi'nde görev aldığı 1982 tarihinden itibaren kamusal meselelerle daha fazla uğraşmaya başlayan, ve dolayısıyla Dewey'in politik ve sosyal meselelerle ilgili hassasiyetini yansıtan Rorty, 1998'de yayınlanan Achieving Our Country adli eserinde daha uzlaşımcı fikirler ortaya koyar. O söz konusu yorumcu tarzı ile yeni-pragmatizmin en önemli temsilcileri arasında kabul edilmektedir.​
Bugün, yeni-pragmatizmin temsilcileri arasında, Rorty'nin yani sıra çağdaş felsefecilerden Richard Bernstein, Nicholas Rescher, Joseph Margolis, Cornell West sayılır. Klâsik pragmatistler ile yeni pragmatistler arasında köprü görevini ifa eden filozoflar ise, Sidney Hook, H. S. Thayer, Philip P. Wiener, Max Fisch'tir. Günümüzde Amerikalı filozofların, Amerikan felsefesine, tarihine ve mirasına giderek artan bir ilgiyle eğilmekte olduğu görülmektedir. Amerikan felsefe tarihi üzerine araştırmalarım yoğunlaştıran isimler arasında John J. McDermott, John E. Smith, John Lachs, Ruth Anna Putnam, Peter Hare, John J. Stuhr, Paul Kurtz, ve Beth. E. Singer'i sayabiliriz.​
Amerika'da dün olduğu gibi bugünün felsefesini ortaya koyabilecek tek bir genelleme yapmak mümkün değildir. Üç yüzyıldır ulusal tarihî gelişmeleri yansıtan bir felsefe özelliği taşıyan Amerikan felsefesinin, insanlığın tecrübesindeki farklı bir görünümü temsil ettiğini söylemek doğru olsa gerektir.​
P. Cawsfed.), Two Centuries of Philosophy in America, APQ Library of Philosophy, 1980.​
Kuklick, A History of Philosophy in America, Oxford, 2000.​
P. Kurtz, "American Philosophy," Eynclopedia of Philosophy (ed. Paul Edwards), London, 1970, c. 1. pp. 83-93.​
J, J. McDermottt, Streams of Experience, The University of Massachusetts Press, 1986.​
J. J. McDermott, The Culture of Experience, New York, 1976.​
E. Nauman, Dictionary of American Philosophy, Totowa, New Jersey, 1974.​
S. P. Peterfreund, An Introduction to American Philosophy, New York, 1959,​
M. G. Singerfed.), American Philosophy, Cambridge U. Press, 1985.​
G. W. Stroh, American Philosophy, Princeton, 1968.​
Jolın E. Smith, The Spirit of American Philosophy, New York, 1963.​
West, The American Evasion of Philosophy, The University of Wisconsin Press, 1989.​
M. White, Science and Sentiment in America, New York, 1972.​
Ayrıca bkz., ARENDT, AYDINLANMA, BERNSTEIN, BİLİM FELSEFESİ, BRIGHTMAN, CARNAP, DAVIDSON, DEWEY, DİL FELSEFESİ, DARWiNIZM, DAVIDSON, DEWEY, DOĞALCILIK, EDWARDS, ELEŞTİREL REALİZM, EMERSON, FRANKFURT OKULU, GOODMAN, HANSON, HARTSHORNE, HEMPEL, JAMES, KALVİNİZM, KRIPKE, KUHN, LEWIS, LOVEJOY, MANTIKÇI POZİTİVİZM, MEAD, MONTAGUE, NAGEL, NOZICK, PEIRCE, POLANYI, PRAGMATİZM, PÜRİTANİZM, RAWLS, REICHENBACH, REALİZM, RORTY, ROYCE, SANTAYANA, SELLARS, SÜREÇ FELSEFESİ, TARSKI, TRANSANDENTALİZM, WHITEHEAD, YENİ-REALİZM, YENİ-PRAGMATİZM.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst