Yüksek Skolastiğin ilk büyük filozofu, bir filozof ve bir teolog olarak büyük ün kazanmış olan Aziz Bonaventura’dır (1217-1274). Bir filozof olarak Aquinalı Thomas’la aynı düzeyde olduğuna inanılan, mistik teoloji alanında ise eşsiz bir teolog olarak değerlendirilen Bonaventura’nın sisteminde felsefeyle teolojiyi birbirlerinden ayırmak kesinlikle imkânsızdır. Ya da daha doğru bir deyişle, Tanrıyı, ilahi yaratmayı, ruhu ve erdemlerini, Tanrının inayetini, ruhun Tanrıyı doğru yükselişini ve Tanrıya nihai birleşme hedefini açıklamayı kendisine hayatı boyunca amaç edinmiş Bonaventura’da, düşünceyle dogma ya da öğretinin bir büyük sentezi söz konusudur. Bu sentezin oluşmasındaki en belirleyici etken ise onun ruhban sınıfının, Paris Üniversite’sinde ünlü hocaların nezaretinde felsefe tahsili gördükten sonra, Fransisken tarikatına girmesi ve burada en yüksek yönetici düzeyine kadar yükselerek, güçlü bir üye olmasıdır.​
Bununla birlikte, onun felsefesinin saf ve bütünüyle rasyonel bir felsefe olmadığı fakat daha ziyade Platon’dan beslenen mistik ve teolojiye önemli ölçüde evrilmiş bir felsefe olduğu unutulmamalıdır. Hatta onun kendi felsefesinin tamamen ilahiyat haline gelmiş bir felsefe olduğu bile söylenebilir. Üniversiteye hâkim olan katıksız Aristotelesçiliğe ve koşulsuz rasyonalizme büyük bir tepki gösteren, Hıristiyan vahyinin geçerliliğine inanırken, filozofların ama özellikle de Aristoteles’in insanın bu dünyadaki varoluşsal durumunu kavrayamadığını ve kavramasının mümkün olmadığını öne süren Bonaventura, şu halde Skolastiğin Altın Çağı’nda Aziz Augustinus’a ve dolayısıyla, Platoncu felsefeye dönüşün ve mistisizmin temsilciliğini yapmıştır.​
Gerçekten de felsefeyle teoloji arasında gerçekleştirmiş olduğu sentezle, Platonik ve Yeni-Platonik öğretileri Hıristiyan düşüncesinin genel çerçevesi içinde dönüştüren özel senteziyle ünlenen Bonaventura, aslında birçok Hıristiyan filozofu gibi insan yaşamının nihai hedefinin ebedi saadet olduğunu, bu saadetin ahiret hayatında Tanrıyla birleşmeye bağlı bulunduğunu öne sürmekteydi. Bu yüzden Bonaventura’nın dini ve etik temelleri hesaba katıldığında, esas itibariyle pratik bir yapı sergileyen felsefesinde en önemli yeri ontoloji ya da metafizik ile epistemolojinin tutması çok anlaşılır hale gelir. Bonaventura metafiziğinde bütün bir yaratılmış varlık âleminin Tanrıdan türediğini, bu varlık âleminin O’nu yansıtıp, yeniden Tanrıya döndüğünü bildirirken, klasik bir Platoncu olarak epistemolojisinde, aydınlanma teorisiyle bir yandan Tanrının varoluşunun bir delilini vermeye, bir yandan da insan bilgisinin kesinliğini açıklamaya çalışmıştır.​
(a) İnanç-Akıl ilişkisine Dair Görüşleri
İnançla akıl, teolojiyle de felsefe arasında kesin bir ayrım yapan Aziz Bonaventura, inançlarımızı otoriteye, bildiklerimizi de aklımıza borçlu olduğumuzu öne sürmüştür. Buradan, elbette ki felsefe ve teolojinin konuları ve yöntemleri farklı olan iki ayrı disiplin olduğu sonucu çıkar. Buna göre, teoloji tümüyle vahye dayanır ve Tanrıdan hareketle, O’nun eserlerine ya da yarattıklarına doğru ilerler. Oysa felsefe tümüyle akla dayanır ve Tanrıdan değil de duyusal dünyadan, Tanrının gözle görülen eserlerinden ya da yaratıklarından hareket edip, en sonunda Tanrının kendisine ulaşır.​
Felsefe ve teolojiyi birbirlerinden olabildiğince ayırmaya çalışan Aziz Bonaventura, yine de felsefenin teolojiden bağımsız olabilmesini kesinlikle kabul etmez. Buradan da anlaşılacağı üzere, akıl karşısında imana, felsefe karşısında da teolojiye öncelik ve üstünlük veren Bonaventura, filozofun inancın ışığının rehberliğinden yararlanmaması durumunda ve imanın ışığı altında yapılmayan bir felsefe söz konusu olduğunda sağlam ve tatmin edici bir felsefe ya da metafizikten asla söz edilemeyeceğini öne sürmüştür. Bir filozofun, Tanrının varoluşunu, vahyin yardımına hiç başvurmadan ispat edebilmesinin pekâlâ mümkün olduğunu kabul eden Bonaventura, bu konuda Aristoteles’in örnek olarak verilmesine de karşı çıkmaz.​
Bununla birlikte, bir yandan da bu tür bir felsefenin ve Tanrının bu şekilde, akıl yoluyla kazanılmış bilgisinin eksik olduğunu, onun vahiy yoluyla tamamlanma ihtiyacında olduğunu öne sürer. Hatta Aziz Bonaventura’ya göre, Aristoteles’inki gibi bir felsefe, insanın doğal amacından başka bir amaç tanımadığı, onun doğaüstüne yönelik ilgisinin hiç farkına varmadığı ve imanın ışığından yararlanmadığı için yanlış bir felsefedir. Felsefenin başkaca bilimlere giden yol üzerinde bulunduğunu fakat felsefeyle yetinip, daha ileri gitmeyen kişinin karanlıkta kalacağını söyleyen Bonaventura, buna göre, filozofun birtakım hakikatlere ulaşabileceğini inkâr etmemekle birlikte, salt bu hakikatlerle ya da felsefeyle yetindiği zaman, onun kaçınılmaz olarak yanlışa düşeceğini öne sürer.​
Buna örnek de hiç kuşkusuz Aristoteles’tir. Duyusal varlıklar söz konusu olduğunda, Aristoteles, Bonaventura’ya göre, çok önemli ve seçkin bir araştırmacı, gerçek bir doğa filozofu olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte, onun metafiziği yanlış ve yetersizdir çünkü sağlam bir metafizik için akla ek olarak, imanın ışığına ihtiyaç duyulur. Aristoteles, işte bu ışıktan yoksun kalmış olduğu için kendi ötesine işaret eden bir felsefe geliştirememiş, dünyanın nedenini dünyanın dışında aramak aklına gelmediği için Platon’un İdealar teorisine karşı çıkmış ve dünyanın ezeli olduğunu öne sürmüştür. İdeaların reddedilmesi, yalnızca Tanrının özgür seçimine bağlı olan yaratma faaliyetini değil fakat Tanrının tikellere ilişkin bilgisiyle inayetini de imkânsız hale getirmiştir.​
Demek ki hakikatin bilgisinde bir düzen, disiplinler arasında onların konularına ve insanın kurtuluşu nihai amacına olan katkılarına bağlı olarak bir sıralamanın bulunması gerekir. Bonaventura, her ne kadar vahyi akla, teolojiyi felsefeye üstün tutsa da otoriteyle akıl, teolojinin amaçlarıyla da felsefenin amaçları arasında bir süreklilik bulunduğunu söyler. Ona göre, felsefe insan zihnini gerçek bilgelik yolunda belli bir yere kadar taşır. Bununla birlikte, onu yönlendirme kadar, çok daha üst noktalara taşıma görevi teolojinindir. Bonaventura, bu durumu, metafizikçinin yetkin örneği olarak Aristoteles’i değil fakat İsa’yı gördüğünü metafiziğe ilişkin tartışmasında açıklıkla ifade eder.​
Bonaventura, yöntemlerinden dolayı ayrı görünen felsefe ve teolojinin şu halde, bazen birbirini devam ettirdiğini ve insanı Tanrıya götüren iki rehber olacak şekilde birbirini tamamladığını; bazen de felsefenin teolojiye indirgenmesi gerektiğini söyler. Buna göre, o insanın bütün hayatının Tanrıya doğru bir hac yolculuğu olduğunu bildirirken, insana amacını veren şeyin iman olduğunu, insanın bu sürece aşkla katıldığını söyler; bununla birlikte, insan değişmez bir aşkın temel alacağı bilgiden yana eksiklik içinde olduğu için aşk yoluyla katılım çoğu zaman kesin olmaz. Gerçekten de akıllı varlıklar olarak insanların, bir şey ya da kimse onlara insan bilgisinin çeşitli dallarının bir merdivenin hepsi de aynı yöne götüren basamakları olduğunu gösterdiği zaman yolu daha bir kolaylıkla bulacaklarını söyleyen Bonaventura’ya göre, felsefe doğru yolu ve insanın daha geniş bağlamdaki yerini ne kadar gösterirse göstersin, teolojinin hizmetine girmediği sürece pek bir işe yaramaz.​
(b) Metafiziği
Bonaventura Tanrıyla metafiziğin konusu olan, akılla anlaşılabilir bir varlıktan, soyut bir ilkeden çok, insan ruhunun nihai ve en yüksek amacı ve ibadetinin konusu olan manevi varlığı anladığı, O’nun varoluşu apaçık bir şey ve ilk veri olduğu için çoğunlukla Tanrının varoluşu konusunun kanıtlanmaya ihtiyaç göstermeyen bir olduğunu düşünmüştür. Ona göre, Tanrının varoluşu, gerek insanın kendisinin Tanrının sureti olduğunu fark etmesi ve gerekse ruhun bilgi ve aydınlanma yoluyla Tanrıya yönelmesi dolayısıyla apaçık bir olgudur. Aziz Bonaventura böyle düşünmesine rağmen, yaratılmış bütün varlıkların Tanrının bir delili olduğuna inanarak, O’nun varoluşu için duyusal dünyadan hareket eden, yani maddi dünyaya ilişkin gözlemlerden yola çıkan a posteriori argümanlar öne sürmüştür. Çok incelikli ve ayrıntılı olarak işlenmemiş olan bu argümanlara göre, yetkinlikten yoksun, kusurlu, bileşik, hareket halindeki olumsal varlıklar, zorunlulukla yetkin, kusursuz, basit, değişmez ve zorunlu bir Varlığa işaret ederler.​
Bonaventura’ya göre, varlığa getirilmiş olan varlıklar varsa, onları varlığa getiren bir ilk Neden, kendisi yaratılmamış olan bir Varlık olmalıdır; bileşik varlıklar varsa, bir de basit varlık bulunmalıdır. Yine, değişebilen varlıkların olduğu yerde, değişmez olan bir Varlık olmalıdır. Hem var olabilen ve hem de var olmayabilen bir ens possibilenin, olumsal varlığın olduğu yerde ise varolmaması hiçbir şekilde mümkün olmayan bir ens necessarium, yani Zorunlu Varlık bulunmalıdır. Öte yandan, potansiyel bir varlığın bulunduğu yerde ise kendisinde potansiyel hiçbir yönün bulunmadığı, aktüel bir varlık olmalıdır ki bu varlık da Tanrıdır.​
Başka bir deyişle, sonlu ve olumsal varlıkların kusurlu, eksik ve yetkinlikten yoksun oluşları, mutlak bir yetkinliğin, yetkin bir Tanrının varoluşunu zorunlu kılar. Burada, Aziz Bonaventura, gerçek bir Platoncu ya da Augustinus felsefesine bağlı biri olarak, zihnin, kusursuz ve yetkin bir Varlığın bilgisine sahip değilse eğer, maddi dünyadaki bir varlığın kusurlu ya da eksik olduğunu kesinlikle iddia edemeyeceğini söyler. Buna göre, kusur ya da eksiklilik, çirkinlik fikri veya düşüncesi, yetkinlik fikrini varsayar çünkü varolanları yetkinlik bakımından değerlendirmek bir yetkinlik ölçütünü gerektirir. Ve söz konusu yetkinlik fikri ya da ölçütüne, Bonaventura’ya göre, olumsuzlama ya da soyutlama yoluyla ulaşılamaz; bu düşünce, insanlarda doğuştan olmak durumundadır. Duyusal varlıklar, vesile ya da anımsatıcı olmak suretiyle, söz konusu yetkinlik düşüncesinin veya Yetkin Olan’a ilişkin bilginin su yüzüne çıkmasını sağlarlar. İşte söz konusu yetkinlik düşüncesi, Tanrının, yetkin olan Varlığın varoluşu için gerçek bir kanıt ya da teminat meydana getirir.​
Türüm
Tanrının varoluşunu bu şekilde kendisinden önceki filozofların Tanrı delillerinden derlediği kanıtlarla ispat eden Bonaventura, daha sonra yaradılışa ve yaratılmış dünyanın varlıklarına geçmiştir. İslam felsefesinden Hıristiyan düşüncesine çeviri yoluyla intikal etmiş olan bütün eserleri okuma imkânı bulan Bonaventura Tanrıdan başlayan yaradılışın mahiyetiyle ilgili genel teorisini, yine bağlı bulunduğu Platonik geleneğe uygun olarak türüm veya sudur terimiyle ifade etmiştir. Başka bir deyişle, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün bütün yaratıkların, zorunlu ve ezeli-ebedi bir süreç içinde, yetkinlikleri sürekli olarak azalan bir ara nedenler zinciri yoluyla Tanrının yaratıcı aklından çıktığı veya taştığı tezini benimseyen filozof, söz konusu türüm anlayışını Hıristiyan teolojisiyle bağdaştırmak, madde ve dünyanın ezeliliğini reddedip, hiçten yaradılışı korumak ve nihayet yetkin Tanrının yaratıklarının da yetkin olacağı kabulünden korunabilmek için çokça mücadele etmiştir. Türüm kuramını bu bağlamda bir tür örnekçilikle tamamlamaya çalışan Bonaventura, dünyanın ezeliliğini göksel akıllar ve ruhlar benzeri ara nedenlerin varoluşunu reddederken, Platon’un özler, ilk örnekler olarak İdealarını öne sürmüştür.​
Örnekçilik
Aziz Bonaventura’nın çok önemsediği iki Yunan filozofundan Platon, ona göre, gözünü hep yukarıya diktiği için aşağıya, bu dünyaya bakmayı; Aristoteles ise sadece maddi dünya ile ilgilenip yukarıya, ezeli-ebedi değerler alanını görmeyi unutmuşlardır. Hele hele Aristoteles’in günahı, o Platon’un İdealarını tümden reddettiği ve dolayısıyla içinde bulunduğumuz dünyayı gerçek nedenleri, ilk örnekleri aracılığıyla anlayabilmeyi başaramadığı için çok daha büyük olmak durumundadır. Bu iki filozofun başarabildikleri, Aziz Bonaventura’nın gözünde, felsefenin başarabileceği her şeyi meydana getirir. İşte bundan dolayı, felsefenin imanla, aklın otoriteyle tamamlanması gerekmektedir. Nitekim Aziz Bonaventura bütün Platonculuğuna rağmen, kendisine Platon’u değil fakat Platon’un bilgeliğini, Aristoteles’in bilimiyle birleştirdiğini düşündüğü Aziz Augustinus’u örnek almıştır. Bonaventura, ondan hareketle (i) Platon’un ilk örnekler veya özler olarak İdealarının Tanrının evreni yaratırken kullanmış olduğu örnek nedenler ya da modeller olduklarını, (ii) bu İdeaların Kutsal Üçlemenin ikinci kişisiyle özel bir biçimde birleştiğini öne sürer.​
Buna göre, bir, Baba Oğulu kendi kendisini düşünerek, kendi özüne dair bir bilgi edimiyle yaratmış olduğu için Oğulun Babanın bilgeliğinin ve Tanrının yaratıcı imkânlarının bir ifadesi olduğu söylenebilir. İki, potansiyel ve aktüel tüm yaratıkların İdealarının Tanrının zihninde varoldukları; bu İdeaların yalnızca, cinslerin ve türlerin değil fakat tikellerin ya da bireysel şeylerin İdeaları oldukları söylenmelidir. Bunlar, Tanrının sonsuz kudretini yansıtacak şekilde, sayıca sonsuzdur. Tanrı, şu halde, Kendisini bilirken, ilahi özünün maddi gerçeklikte yansıma veya tezahür etme tarzlarını bilir. O, kendi zihnindeki İdeaları, örnek nedenleri ve dolayısıyla her şeyi, ezeli-ebedi tek bir edimle idrak eder. Bu ise hiç kuşku yok ki yaradılışın, türüm ya da taşmanın zorunluluğundan farklı olarak, Yaratıcı için bilgi ve iradeyi gerektirdiği anlamına gelmektedir. Buna göre, Tanrı tümüyle bağımsız olan varlıktır, buna karşın yaratıklar O’na bağımlı olup, Tanrının varlığına bir şey katmaz. Sadece ereksel neden değil fakat aynı zamanda fail neden olarak Tanrı, varolan her şeyi kendi zihnindeki İdeaları, ilk örnekleri model olarak kullanmak suretiyle, hiçten yaratmıştır.​
Örnekçilik öğretisi, hiç kuşku yok ki Tanrıyla yaratıkları arasında belli bir benzerliğin olmasını gerektirir. Bonaventura, bununla birlikte hem Tanrının yaratıklarıyla olan ilişkisi hakkında doğru bir kanaate sahip olabilmek ve hem de Tanrıdan bağımsız dünya telakkisinden başka, panteizmden de sakınabilmek için çeşitli ilişki türleri arasında bir ayrım yapar. Tanrı ile yaratık arasındaki benzerlik buna göre, Varlıktan pay alma bağlamında gerçekleşen bir benzerlik değildir, zira böyle bir durumda panteizmle birlikte yaratılmış varlık Tanrı olup çıkar. Aralarında ortak bir terim bulunmadığı için benzerlik yaratığın Tanrının ya da daha çok Tanrıdaki ilk örnek veya ideanın bir taklidi olmasından meydana gelir; Tanrı kendisindeki İdeayı dışsal olarak sonlu yaratıkta ifade eder.​
Buna göre, Tanrı ile yaratıkları arasındaki ilişki ya bir örnekleme ilişkisi olarak analojiye ya da farklı cinslerin üyesi olan şeyler arasında var olan orantıya dayalı benzerlik ilişkisidir. Her yaratık, şu halde Tanrının bir ifadesi, tezahürü, sureti veya benzeri olarak, Tanrının bir sonucu, damgası ya da ayak izidir (vestigium). Bununla birlikte, Bonaventura’ya göre, bu ilişkinin tarzı varlıktan varlığa değişir; örneğin bütün varlıklar Tanrıya yönelmiş olmakla birlikte, sadece akıllı yaratıklar Tanrıya dolayımsız, aracısız olarak yönelirler. Tanrıyı sadece akıllı varlıklar bilir, O’na bilinçli olarak sadece akıllı yaratıkları ibadet ve hizmet eder; dolayısıyla, akıllı yaratığın Tanrıyla olan yakınlığı, O’na olan benzerliği daha fazladır. Aziz Bonaventura, bu yakın benzerliğe imago (suret, imge) adını verir.​
Kaynakça:​
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci​
Ortaçağ Felsefesi Tarihi / Ahmet Cevizci​
Felsefe Tarihi / Alfred Weber​
Batı Felsefesi Tarihi / Bertrand Russell​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Filozoflar 0
1000Fikir Filozoflar 2

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst