Leukippos ve Demokritos ile birlikte Sokrates öncesi Yunan Doğa Filozofları’nın son iki büyük temsilcisi ile karşılaşmaktayız. Onların temsil ettikleri atomcu doğa felsefesi veya atomculuk da, yine Thales’ten başlayarak sözünü ettiğimiz zamana kadar devam eden, esas olarak varlık ve oluş problemini merkeze alan bir felsefe anlayışının en son örneğini oluşturmaktadır. Öte yandan, daha özel olarak atomculuk daha önce sözünü ettiğimiz çoğulcu materyalizm hareketi içinde yer alır ve bu grubun ortaya çıkmasına neden olan Eleacı meydan okumaya verilen üçüncü ve son cevaptır. Başka deyişle o, Eleacı Okul’un varlık varsa hareket, oluş, değişme, çokluk olamayacağına iddiasına karşıt olarak deney dünyasının varlığını kabul ve bu dünyanın akla uygun bir açıklamasının verilmesi yönünde yapılan bir en son girişimdir. Leukippos ve Demokritos tarafından temelleri atılan ve geliştirilen atomculuk, aralarında Lange’nin de bulunduğu bazı felsefe tarihçilerine göre Sokrates öncesi klasik felsefenin gelişmesinin zirve noktasıdır. (Lange, Materyalizmin Tarihi) Daha ılımlı bir felsefe tarihçileri grubu ise onun bu kadar büyük bir övgüyle değerlendirilmesini aşırı bulmakla birlikte atomculuğun tarihi anlamının büyük olduğunu, gerek klasik Yunan felsefesi tarihi, gerekse daha genel olarak materyalist düşüncenin tarihi bakımından onun önemli bir katkı veya büyük bir buluş olduğu görüşündedirler.​
LEUKİPPOS’UN HAYATI VE ESERİ
Burada da önce bu okulun iki ünlü temsilcisi hakkında biraz bilgi verelim: Atomcu materyalizmin Aristoteles sonrası en ünlü temsilcisi olan Epikuros, yazmış olduğu mektuplardan birinde Leukippos adında bir filozofun varlığından bile şüphe ettiğini belirtirken (OL. X 13) gerek Aristoteles gerekse ünlü öğrencisi Teophrastos’un ifadelerinden onların her ikisinin de Leukippos’un varlığı ve atomcu öğretinin ortaya atılışı bakımından önemi üzerinde en ufak bir şüpheleri olmadığını görmekteyiz. Teophrastos, filozofların görüşlerine ayırdığı ünlü daksografisinde Leukippos’un görüşlerine özel bir bölüm tahsis ettiği gibi, Aristoteles de atomculara gönderme yaptığı her seferinde Demokritos’la birlikte Leukippos’un adını da anmaktadır.​
O halde, Leukippos’un da Demokritos kadar tarihi bir kişilik olduğunu, atomculuk öğretisini ilk ortaya atanın o olduğunu, fakat görüşlerinin kendisinden bir kuşak daha genç olan Demokritos’un görüşleri içinde erken bir tarihte eridiği ve onlara karıştığı, öyle ki daha Aristoteles zamanında bile, bu iki filozofun görüşleri arasında artık ayrım yapılamaz bir durumun ortaya çıktığını, bunun sonucunda hocanın görüşünün öğrencisinin görüşünden ayrılamaz hale geldiğini söyleyebiliriz.​
Bu noktaya işaret ettikten sonra, kaynaklarda Leukippos’la ilgili az sayıda bulunan bilgiyi verelim: Leukippos’un İÖ 490 yılı civarında Milet’te doğduğu, yine İÖ 450 yılları civarında Anadolu’yu terk edip Güney İtalya’da Elea’ya gittiği, burada Zenon’un öğrencisi olup onun derslerini dinlediği, daha sonra o sıralar zengin bir ticaret kenti olan ve yine Miletliler tarafından kurulmuş olan Trakya’daki Abdera şehrine yerleştiği, burada Demokritos’un hocası olduğu haber verilmektedir. Leukippos’un daha sonra Büyük Dünya Düzeni (Megas Diakosmos) adı altında bilinecek eserde geliştirilecek olan birçok düşünceyi ilk kez formüle ettiği de ileri sürülmektedir. Bundan başka Leukippos’un Akıl (Nous) adlı bir eseri olduğu söylenmektedir.​
DEMOKRİTOS’UN HAYATI, KİŞİLİGİ VE ESERİ
Demokritos’a gelince, onun gerek hayatı gerekse eserleri hakkında elimizde daha fazla ve daha güvenilir bilgiler bulunmaktadır. İÖ 460 yılında Teos’ta doğduğu, yaklaşık yüz yıl kadar uzun bir ömür sürdükten sonra 360 yılına doğru Abdera’da öldüğü bildirilmektedir. Demek ki Demokritos Leukippos’tan otuz, Sokrates’ten on yaş daha gençtir ve ünlü Yunan hekimi ve bilgini Hipokrates’le aynı yılda doğmuştur.​
Demokritos’un Sofistler ve Platon’la çağdaş olduğunu bilmemiz gerekir. Onun zengin bir aileden geldiği ve bütün servetini bilgi edinmek için çıktığı sayısız gezilerinde tükettiği, öyle ki sonunda kardeşinin mali desteğine muhtaç bir duruma düştüğü söylenmektedir. Bizzat kendisinden kalan bir fragmentte hiç de alçakgönüllü olmayan bir dille onun şunları söylediğini görmekteyiz:​
"Çağdaşlarım arasında kimse benden daha fazla gezmemiştir. Ben araştırmalarımı başka herkesten ileri alanlara götürdüm; daha çok ülke ve iklim gördüm, daha çok sayıda bilgili insanların konuşmalarını dinledim. Mısırlı geometriciler de dahil olmak üzere hiç kimse kanıtlara dayanan doğrular teşkil etmede beni geçmemiştir" (DK. 68 B 299).
Demokritos’un bu yolculuklarda, özellikle geometri öğrenmek için gittiği Mısır’da en uzun süre kaldığı, bundan başka İran’a, hatta Hindistan’a kadar uzanmış olduğu söylenmektedir. İlginç olan onun bu yolculuklarının birinde artık zamanın en önemli kültür merkezi haline gelmiş olan Atina’ya da uğramış olması, fakat İÖ 420’lerde yapıldığı tahmin edilen bu yolculuğunda Atina’da hiç kimse tarafından tanınmamış olmasıdır. Bunu da iyice dikkat edilmezse alçakgönüllü gibi görünebilecek bir cümlesinde şöyle ifade etmektedir: "Atina’ya geldim, baktım kimsenin benden haberi yok" (B 116).​
Öte yandan Atina’nın ve Atinalıların kendisini tanımamış olmalarından pek de fazla etkilenmemiş olması gerektiğini gösteren ünlü cümlesi burada zikredilmeyi hakketmektedir: "Bir kanıt bulmayı, Pers kralı olmaya tercih ederim" (B 118). Demokritos’un bu sıralara doğru artık Abdera’ya yerleştiği ve burada okulunu kurduğu veya Leukippos’tan devraldığı okulu devam ettirdiği sanılmaktadır. Bu okulun, kendisinden sonraki iki önemli temsilcisi ise Khios’lu Metrodoros ve Nausiphanes’tir.​
Demokritos’un kendisi hakkında en değerli bilgileri edindiğimiz başlıca kaynağımız olan Aristoteles’le paylaştığı en önemli özelliği, onun gibi bütün ömrünü rasyonel ve kapsamlı bilimsel araştırmalara hasretmiş olması ve yine onun gibi zamanının hemen hemen bütün araştırma alanları üzerinde düşünüp eserler vermiş olmasıdır. Sayıları elliyi aştığı hesaplanan ve elimizde maalesef çok küçük bir kısmı bulunan bu eserlerin adları hakkında verilen haberler, Demokritos’un ilgisinin ne kadar farklı ve çeşitli alanlara yönelmiş olduğunu göstermektedir. Bu eser adlarından ve ayrıca elimizde onlara ait korunmuş küçük fragmentlerden Demokritos’un fizik, kozmoloji, zooloji, botanik, müzik, matematik, tıp, teknoloji, edebiyat, psikoloji ve ahlak üzerine çalışmalar yaptığını anlıyoruz. En büyük rakibi olan, hatta bazı düşüncelerini isim vermeksizin kendisine mal ettiği, bazı düşüncelerini ise kasıtlı olarak tahrif etmiş olduğu bazı felsefe tarihçilerince ileri sürülen Aristoteles onun "her şey üzerine düşünmüş göründüğü"nü söylemektedir (Oluş ve Yokoluş Üzerine, 315 a 35).Yine Aristoteles Sokrates öncesi filozoflar arasında bir tek onun (ve kısmen Pythagorasçıların) kendisinin en büyük buluşu olduğunu düşündüğü "Form" kavramı veya kuramını sezmiş ve ifade etmiş olan kişi olduğunu söylemekte ve böylece kendi tarzında ona en büyük bir iltifatta bulunmuş olmaktadır (Fizik, 294 a 20; Metafizik, 985 b 11042 b 10).​
ATOMCULARIN VARLIK KURAMI VEYA ONTOLOJİSİ
Parmenides’in eğer varlık varsa ki varolmaması söz konusu olamaz onun bölünemez, parçalanamaz, hareket edemez, oluş içinde olması mümkün olmayan bir bütün olmak zorunda olduğu görüşünü doğa felsefesine karşı bir meydan okuma olarak ortaya attığını görmüştük. Zenon da varlığın birliği, tek olduğu tezinden uzaklaşıldığı takdirde bundan çıkacak saçma sonuçları göstererek Parmenides’i desteklemişti.​
Burada bizi özellikle ilgilendiren varlığın parçalanması veya çoklaşması varsayımında, bu parçalanmanın sonsuza kadar gitmesinin zorunlu olacağı şeklinde Zenoncu tezdir. Çünkü Zenon’a göre varlığın bölünebilirliğini kabul ettiğimiz takdirde, bu bölünmeyi herhangi bir noktada durdurmamızın haklı bir nedeni olamazdı. Başka deyişle uzamı olan her şey, bir uzama sahip olduğu için sonsuza kadar parçalanmaya devam etmek zorundaydı. Bu ise bizi maddenin sonsuza kadar bölünebileceği ve bu bölünmenin sonunda, maddenin kendisinin ortadan kalkacağı bir durumu kabul etmeye götürmek zorundaydı. Eğer bu saçma sonucu kabul etmek istemiyorsak, varlığın bölünmez bir Bütün olduğunu, çokluğun problemli olduğunu kabul etmeliydik.​
Öte yandan, yine Elea Okulu, benzeri düşüncelerle boşluğun da varlığını inkâr etmekteydi. Çünkü boşluk, ona göre, varolmayandı. Varolmayanın veya boşluğun var olması mantık (ve/veya ontolojik) bakımından saçma olduğu gibi varlığın bölünmesine ve çoklaşmasına imkân sağlayan şey de ancak onun içinde varolmayanın veya boşluğun varlığını kabul etmek olabilirdi. Eğer varlığın içinde varolmayan veya boşluk yoksa, varlık neresinden ve nasıl bölünebilir ve çok olabilirdi?​
Bu iki önemli tezden ikincisiyle ilgili olarak gerek Empedokles, gerekse Anaksagoras Zenon’la aynı görüşü paylaşmaktaydılar: Boşluk yoktur; çünkü o varolmayandır. Her iki filozof da, maddenin birliği tezini reddetmekle birlikte boşluğun varlığını kabul etmemekte ve hareketi ve oluşu, boşluk varsayımını kabul etmeksizin açıklamayı tercih etmekteydiler. Öte yandan, Anaksagoras Zenon’a karşı çıkarak maddenin sonsuza kadar bölünebilirliği tezini savunmuş ve Empedokles gibi sınırlı sayıda bir varlıklar çokluğunu değil, sonsuz sayıda çeşitli bir varlıklar çokluğunu kabul etmişti. Zenon’un öğrencisi olan Leukippos’un ve onu takiben Demokritos’un ise Elea Okulu’nun varlık anlayışını temelde kabul etmekle birlikte hem deney dünyasının varlığını açıklamak, hem de Zenon’un itirazlarından kurtulmak için Empedokles ve Anaksagoras’ınkinden tamamen farklı bir modeli teklif ettiklerini görmekteyiz.​
Maddenin Nihai Yapıtaşları Bölünemez Olan Atomlardır
Burnet’in haklı olarak belirttiği gibi, Leukippos Zenon’un yukarıda belirttiğimiz itirazına şu cevabı vermektedir: Varlık veya madde bölünebilir. Böylece karşımıza bir varlıklar veya tözler çokluğunun çıkması mümkün olur. Ama bu onun sonsuza kadar bölünmesinin mümkün olması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin matematiksel olarak bir büyüklüğü veya uzamı olması, dolayısıyla matematiksel olarak bölünebilmesinin mümkün olmasıyla, fiziksel olarak bölünmesinin mümkün olması başka başka şeylerdir. Kısaca, maddenin bölünmesinin sonsuza kadar gitmesi, böylece onun ortadan kalkması gerekmez. Çünkü bu bölünmenin fiziksel olarak bir sınırı vardır ve burada karşımıza artık bölünemeyecek olan parçalar, yani atomlar çıkar.​
Boşluk Vardır ve Atomlar Arasındaki Ortamı ifade Eder
Boşluğa gelince, eğer boşluktan varlığın içindeki boşluğu anlıyorsak, şüphesiz ki varlık adını hakkeden bir şeyin içinde boşluk olamaz. Çünkü varlık, doluluktur veya dolu alandır, tıkız (compact) alandır. O halde yukarıda sözü edilen varlıklar veya atomlar, yani artık fiziksel olarak bölünmesi mümkün olmayan tözler içinde boşluk yoktur. Ama eğer boşluktan tözleri birbirlerinden ayıran onların dışındaki boşluğu kastediyorsak, evet, böyle bir boşluk vardır; ama onu varolmayan olarak tasarlamak veya adlandırmak doğru değildir.​
Boşluk, dolu olmayandır. Ama o, gerçektir. Varlıkları çoklaştıran, onları tek parça bir bütün olmaktan kurtaran da bu boşluktur. Biz yani atomcular nasıl ki, matematiksel olarak bölünmesi mümkün olan bir şeyin, fiziksel olarak bölünmemesinin mümkün olduğunu kabul ediyorsak; sizin görüşünüze göre mantıksal olarak var olması mümkün olmayan bir şeyin, yani boş uzayında fiziksel olarak mümkün olduğuna inanıyoruz. Ancak bunları kabul ettikten sonra önümüzde bulunan dünyanın, deney dünyasının makul bir açıklamasını yapabiliriz.​
Sonuç: Dolu olan kadar boş olan da vardır ve gerçektir. Böylece atomcular, yani antik dünyanın en büyük materyalistleri olan insanlar, bir şeyin bir cisim olmaksızın da gerçek olabileceğini kabul eden ilk insanlar olmuşlardır (Burnet, APG. s.388).​
Boşluk hakkında bundan daha fazla veya daha ileri bir açıklama vermenin mümkün olmadığı açıktır. Çünkü o ancak dolu olana göre tanımlanabilir. O halde dikkatimizi varolan veya daha doğru bir ifadeyle dolu olan üzerine yöneltmemiz gerekmektedir.​
Atomlar Ezeli-Ebedi, Sürekli, Eştürden, Değişmez, İçlerine Nüfuz Edilemez vb. Şeylerdir
Acaba atomların ana özellikleri nelerdir? Onların birden fazla, daha doğrusu sayısız olmaları dışında tümüyle Elealıların Varlık’ının özelliklerine sahip olduklarını söyleyebiliriz. Elealıların Varlık’ı veya Bir Olan’ı gibi atomlar da varlığa gelmemiş ve varlıktan kesilmeyecek şeylerdir. Bu ana görüş şu ifade altında Leukippos’a izafe edilmektedir:​
"Hiçten hiçbir şey meydana gelmez ve varolan şey asla yok edilemez" (DL. IX 44).
Şu hâlde atomlar yaratılmış, meydana gelmiş olmadıkları gibi ortadan da kaldırılamazlar, yok edilemezler. Maddenin korunması ilkesi atomcular tarafından en bilinçli bir şekilde ifade edilmiş ilkedir.​
Bundan başka atomların bölünemez, parçalanamaz ve içlerine nüfuz edilemez varlıklar olduklarını görmekteyiz ki bunların da Parmenides’in Bir olan’ının özellikleri olduğunu biliyoruz.​
Atomların bir başka önemli özellikleri kendi içlerinde sürekli ve eştürden (homojen) olmalarıdır. Bu zaten onların içinde herhangi bir boşluk bulunmamasının doğal bir sonucudur.​
Atomlar bölünemez oldukları gibi, değişemezler de. Daha açık bir ifadeyle atomların içinde herhangi bir türden bir değişme mümkün değildir; yani atomun içinde ne hareket vardır, ne nitelik veya töz değişmesi. Hareket, atomun içinde değil, kendisindedir. Atom, değişmez, herhangi bir oluş içinde olamaz; o sadece yer değiştirebilir. Varlıkların ortaya çıkışı, yok oluşu, nitelik ve nicelik değiştirmeleri vb. atomların bir araya gelmeleri ve ayrılmalarının sonuçlarından başka şeyler değillerdir.​
Aslına bakılırsa atomların herhangi bir niteliği yoktur (A 57). Empedokles ve Anaksagoras’ın unsurlarının kuruluk, yaşlık, soğukluk, sıcaklık gibi bazı temel niteliklere sahip olduklarını biliyoruz. Atomcular ise bunun kesinlikle karşısındadırlar: Atomlar, atomlar olarak bu tür hiçbir nitelik veya özelliğe sahip değillerdir. Bütün bu nitelik veya belirlemeler onlara ancak birleşmelerinden sonra veya birleşmelerden ötürü ait olurlar, daha doğrusu biz bu tür niteliklerin onlara ait olduklarını düşünürüz.​
Deyim yerindeyse, buraya kadar atomların hep olumsuz özelliklerinden söz ettik: Onlar meydana gelmemiş, ortadan kaldırılamaz, bölünemez, parçalanamaz, içlerine nüfuz edilemez, hareketsiz, niteliksiz vb. cisimlerdir. Ancak Leukippos ve Demokritos’a göre onların olumlu bazı özelliklerinden de söz etmek gerekir.​
Ama Atomların En Önemli Özellikleri, Bir Büyüklük ve Biçime Sahip Olmalarıdır
Onların, olumlu diyebileceğimiz en önemli özellikleri, bir büyüklüğe veya uzama, dolayısıyla bir şekle, biçime sahip olmalarıdır (Demokritos onları Formlar olarak adlandırmaktadır: B 141, 167, A 57). Atomlar gözle görülmeyecek kadar küçük olmakla birlikte, onların ana özelliklerini küçüklükleri oluşturmamaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi sistemin mantığına göre, Güneş büyüklüğünde bir atomun olması mümkündür; hatta Demokritos’un böyle bir görüşü fiilen ileri sürmüş olduğu da söylenmektedir. Ancak atomların şekli veya biçimi onların ana özelliğidir. Bu konuda eski atomcularla, yani Leukippos ve Demokritos’la daha sonra bu görüşün bir devam ettiricisi olacak olan Epikuros arasında bir fark yoktur. Ancak, Epikuros’un atomların şekillerinin sonlu sayıda olması gerektiği görüşünde olmasına karşılık eski atomcuların onların hem sayı, hem şekil bakımından sonsuz olduğunu savundukları anlaşılmaktadır.​
Demokritos’a göre atomların bazısı yuvarlak, bazısı düz, bazısı küre, bazısı küp şeklinde, bazısı çengelli veya kancalı, vb.dir. Demokritos’un atomların şekil bakımından niçin farklı olduklarını düşündüğünü anlamak zor değildir. Atomcular dünyada varlıkların nitelik bakımından farklı olduklarını görmektedirler. Öbür yandan atomların kendilerinde herhangi bir nitelik veya nitelik farklılığını kabul etmediklerini de biliyoruz. O zaman varlıklar, nesneler arasındaki sonsuz derecede değişik nitelik farklılıklarını, örneğin onlar arasında en aşikâr olan renk, katılık, tatlılık vb. gibi farklılıkları nasıl açıklayabiliriz? Anlaşıldığına göre atomcular bu nitelik farklılıklarını, en basit olarak onların şekil bakımından farklı olmalarıyla açıklamak eğiliminde olmuşlardır.​
Bununla birlikte atomcular sadece bununla yetinmemişler, bu farklılıkları atomların aynı zamanda birleşim veya bir araya geliş farklılıklarıyla da açıklamak istemişlerdir. Aristoteles’in verdiği bilgiye göre Demokritos nesnelerin birbirlerinden nasıl ayrıldıklarını açıklamak isterken başka iki etkeni de göz önünde tutmuştur: Bunlar atomların diziliş ve duruş veya konum bakımından farklılıklarıdır. Birincinin örneği NA ile AN’nin birbirlerinden farklılığıdır. Görüldüğü gibi burada iki farklı nesneyi oluşturan bileşenler aynı oldukları halde, onların dizilişleri birbirlerinden farklıdır. İkincinin örneği olarak ise yine Aristoteles Z harfi ile N harfini vermektedir. Yine görüldüğü gibi burada da N harfi Z harfinin yana yatırılmış şeklidir; o halde Z de N den duruş veya konum bakımından farklıdır (Metafizik, 985 b 1520; 1042 b 1015).​
Şimdi elimizde neler olduğuna bakalım: Sonsuz bir boş uzay ve bu sonsuz boş uzayda birbirlerinden büyüklük ve şekil bakımından farklı sonsuz sayıda atomlar. Oluş ve yokoluş, meydana gelme ve ortadan kalkma, sonsuz derecede farklı varlıklar, bütün bunlar bu atomların farklı tarzlarda ve sayılarda birbirleriyle birleşmeleri ve ayrılmalarının sonucundan başka bir şey olmayacaklardır. Ancak bunun için önce bu atomların birbirleriyle ilişkiye getirilmeleri, yani birbirleriyle birleşmek üzere harekete geçirilmeleri gerekmektedir. O halde, atomların aynı zamanda hareket içinde olan veya harekete getirilen varlıklar olmaları lazımdır.​
Ayrıca Atomlar Kendiliğinden Bir Harekete Sahiptirler
Peki atomlar bu hareketi kendilerinden başka bir varlıktan, örneğin Tanrı’dan veya Empedokles’in kabul ettiği Nefret’e benzer bir dış ilkeden mi almaktadırlar? Aristoteles bu noktada atomcuların, atomların hareketinin kaynağını açıklamak gibi bir zahmete girmediklerinden yakınmaktadır. Ona göre onlar atomların hareketini kendiliğinden (spontan) bir şey olarak görmektedirler (Metafizik 985 b 1920; De Caelo, 300 b 811; Fizik 252 a 35).​
Gerçekten Aristoteles’in kendi fiziğine göre evrende iki türlü hareket vardır: Doğal hareket ve kasri (cebri) hareket. Doğal hareket, cisimlerin doğal yerlerine gitmeleri için yaptıkları harekettir. Çünkü, doğal cisimlerin evrende doğal yerleri vardır. Örneğin toprak doğal bir cisim, bir unsurdur. O, ağırdır ve onun doğal yeri evrenin merkezi olan Ye r’dir. Bundan dolayı havaya atılan bir taş aşağı, Yer’e, daha doğrusu Yer’in merkezine doğru bir hareket yapar. Buna karşılık bir başka temel unsur olan ateşin doğal yeri, ayüstü aleminin en dış küresidir. Bundan dolayı ateş de hep oraya, yani yukarı doğru hareket eder.​
Kasri (cebri) harekete gelince, o bir cisme bir kuvvet uygulamak suretiyle onu tabii hareket yönünden ters bir yönde hareket ettirmekten ibarettir. Örneğin bir taşı havaya doğru atma, fırlatma hareketi böyle bir harekettir. Burada taş, kendisine uyguladığımız kuvvet sonucu cebri olarak, tabii hareketinin yönüne aykırı bir yönde hareket etmektedir. İşte Aristoteles, atomcuların hareketin kaynağını açıklama konusunda kendilerini bu tür bir zahmete sokmadıklarını ve atomların başlangıçta, ilk durumda birbirleriyle bir araya gelmek üzere yapmak zorunda oldukları hareketi niçin ve nasıl yaptıklarını anlatmadıklarını söylemektedir.​
Gerçekten de eski atomcular, yani Leukippos ve Demokritos’un Epikuros’tan farklı olarak atomların şekil ve büyüklüklerinden başka herhangi bir iç özelliklerini kabul etmediklerini görüyoruz. İleride göreceğimiz gibi, Epikuros atomların aynı zamanda bir ağırlığa da sahip olduklarını ve bu ağırlıktan dolayı sonsuz uzay içinde yukarıdan aşağıya doğru düştüklerini veya hareket ettiklerini kabul etmektedir (A 4 7). Başka bir deyişle o Aristoteles’in yukarıda sözünü ettiğimiz şikayetini karşılamak için atomların hareketinin kaynağını açıklamak üzere onların ağırlıklarını yardımına çağırmaktadır. Buna karşılık, Burnet’in haklı olarak işaret etmiş olduğu gibi, Demokritos da dahil olmak üzere bütün ilk dönem Yunan filozofları sıcaklık ve soğukluktan farklı olarak hiçbir zaman ağırlık veya hafiflikten cisimlerin içinde bulunan bir şey olarak söz etmemişlerdir (Burnet, APG. s.394 vd.). Ağırlık ve hafifliği cisimlerin doğal ve zorunlu bir öz niteliği olarak kabul eden ilk Yunan filozofu Aristoteles’tir.​
Demokritos’un atomların bir araya gelmeleri sonucu büyüklükleriyle orantılı bir ağırlığa sahip oldukları görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak evreni ve içindeki varlıkları meydana getirmek üzere ilk birleşme döneminden önce, yani ayrı başlarına varlıklarını sürdürürken onların bir ağırlıkları olduğunu düşündüğü çok şüphelidir. O zaman onların bu ilk dönemde, yani kozmik süreç başlamadan önce yapmış olmaları gereken hareketlerinin kaynağı nedir? Anlaşıldığına göre Leukippos ve Demokritos bu konuda bir açıklama vermek ihtiyacını duymamakta, Aristoteles’in işaret ettiği ve yakındığı gibi, bu dönemde hareketi atomların tamamen doğal ve kendiliğinden bir ana özellikleri olarak almaktadır. Başka deyişle onlara göre, atomların hareketlerinin bir başlangıcı yoktur. Onlar her zaman bir hareket içinde olmuşlardır.​
Burnet’in üzerine basarak söylediği gibi gerek Empedokles, gerekse Anaksagoras kozmogonilerinde evrenin bütün unsurlarının birbirleriyle bir karışım veya birleşme durumunda bulundukları bir ilk durum anlayışından hareket etmekteydiler (Bu nokta onların ayrıca Parmenides’in Bütün anlayışına ne kadar bağlı olduklarını da göstermektedir). Dolayısıyla bu her şeyin bir arada bulunduğu, bir birlik ve bütün teşkil ettiği durumdan, farklı ve özel şeylerin meydana gelişini açıklamak için bir hareket ettirici ilkeye, yani Empedokles Nefret’e, Anaksagoras ise Nous’a ihtiyaç duymuşlardı.​
Oysa, deyim yerindeyse sonsuz sayıda ve ayrı başlarına Parmenidesçi Bir olan’lardan hareket eden Demokritos’un Bir olan’ları birbirlerinden ayırmak için bir etkene ihtiyacı yoktu. Tam tersine onun ihtiyacı bu Bir olan’ların veya atomların nasıl olup da bir araya geldiklerini açıklamaktı. Bunun için ise yapması gereken şey, eski İonya kozmogonisine geri gitmek ve onun arkhenin doğası gereği hareketli olduğu tezini benimsemekten ibaretti. Çünkü bildiğimiz gibi ilk Yunan Doğa Filozofları için su, hava veya ateş, sadece varlıkların ana maddesi değildiler; onlar aynı zamanda hareket ve değişmelerinin ilkesini de kendilerinde taşımaktaydılar. Onlar canlı, hareketli madde oldukları için sürekli olarak değişip, başkalaşıyor ve çeşitli varlıkları meydana getiriyorlardı. Daha basit olarak onların, yani ana maddelerin kendileri gibi hareketleri de doğal ve ezeli idi.​
Aslında Atomların İki Türden Hareketleri Vardır
Sonuç olarak, eski atomcularda hareketin iki türünden bahsetmek doğru olacaktır. Bunlardan birincisi, atomların kozmik süreç başlamadan önceki başlangıç durumunda sahip oldukları doğal hareketleri veya bir başlangıcı olmayan hareketleri; ikincisi atomların bir araya gelmeleri, varlıkları meydana getirmeleri sonucu ortaya çıkan hareketleridir. Birinci tür hareketin ne kaynağı ve başlangıcı, ne de nedeni vardır. İkinci tür hareket ise, atomların bir araya gelip varlıkları oluşturdukları andan itibaren ortaya çıkar ve bu hareket artık tamamen mekanik bir hareket olup, çarpma ve vurma hareketidir. Bu hareket bir başka anlamda doğaldır ve onun bir başlangıç ve bitimi vardır. Bu bir bilardo topunun başka toplara çarptığı zaman meydana getirdiği hareketlere benzer.​
Atomların ağırlık ve hafifliklerini, ancak bir araya gelmeleri sonucunda kazandıklarını söyledik. Gerçekten de atomcuların, kozmogonilerinde atomların ağırlık ve hafifliklerinden ancak varlıkları meydana getirmek üzere bir araya geldikleri andan itibaren söz ettiklerini görmekteyiz. Bu kozmogoniye göre, atomlar başlangıç durumunda yukarıdan aşağıya doğru değil her yana, her yöne doğru hareket etmekteydiler. Başka deyişle, onların hareketi belirsiz ve karışıktı. Demokritos’un ruh atomlarının hareketini, güneş ışığında her yöne doğru hareket ettiklerini gördüğümüz toz zerreciklerinin hareketiyle karşılaştırması, atomların bu başlangıç durumundaki hareketler hakkında bize bir fikir verebilir. Burnet’in haklı olarak işaret ettiği gibi, bu benzetmenin önemi, toz zerreciklerinin havada hiçbir rüzgâr olmadığı bir durumda bile güneş ışığında her yöne doğru hareket ettiklerini göstermesindedir (APG. s.398). Böylece biz, çarpma ve vurma sonucu ortaya çıkacak atom hareketlerinden tamamen farklı olan ve onlardan önce gelen bu başlangıç hareketi hakkında uygun bir fikir sahibi olmaktayız.​
Nesnelerin İkincil Nitelikleri Birincil Niteliklerinden Farklıdır ve Özneldir
Atomcuların asıl kozmogonilerine geçmeden önce, Demokritos’un nesnelerin birincil ve ikincil nitelikleri arasında yaptığı önemli ayrımdan da söz etmemiz gerekir. Bu ayrım daha sonraları Galilei, Hobbes, Boyle, Descartes, Locke ve diğer birçok modern filozof ve bilim adamı tarafından kabul edilen bir ayrım olduğu için, özellikle üzerinde durulması gereken öneme sahiptir.​
Bu konuyla ilgili olarak Demokritos’un kendi ifadesi şudur: "Tatlı, acı, sıcak, soğuk, renk, bütün bunlar ancak birer sanı olarak vardır. Varolan ise ancak atomlar ve boşluktur" (B 11). Eğer bu kısa cümlesini doğru olarak, yani Demokritos’un atomların şekil ve büyüklükleri ile ilgili olarak söylediği şeylerle birleştirip yorumlarsak, onun şöyle bir görüşü savunduğunu söyleyebiliriz:​
Atomların şekil ve büyüklük gibi birtakım özellikleri olduğunu biliyoruz. Bu özelliklerin, algılayan özneden veya algının kendisinden bağımsız olarak bizzat atomların kendilerinde varolan özellikler olduğunu da söyledik. Bunun yanında nesnelerin acılık, tatlılık, kırmızılık, siyahlık, sıcaklık, soğukluk vb. gibi başka birtakım niteliklere sahip olduklarını da biliyoruz veya onlarla ilgili olarak bu tür duyumlar veya algılara da sahibiz. Şimdi acaba bu ikinci türden nitelikler veya özellikler de birinciler gibi gerçekten atomlara ait nesnel nitelikler midirler, yoksa onlardan farklı olarak bizimle nesneler arasındaki ilişkinin mi ürünüdürler?​
Daha basit olarak söyleyelim: Algılayan bir özne olsa da, olmasa da atomların bir büyüklüğü ve şekli olduğunu, onların bir boşlukta yer aldıklarını biliyoruz. Ama acaba algılayan özne veya algı organı ile algılanan nesne arasındaki ilişki olmasa bala nesnelerin tatlılıkları, acılıkları, sıcaklık veya soğukluklarından söz etmemiz mümkün veya anlamlı mıdır?​
Öyle anlaşılıyor ki Demokritos, bu konuda şüphecidir. Demokritos’a göre, her türlü varlığın atomların birleşmesinden meydana geldiğini biliyoruz. Öte yandan onun, atomların farklı biçimlerde olduklarını kabul ettiğini de biliyoruz. Bu bağlamda Demokritos, örneğin ateş atomlarının küre şeklinde olduklarını ve bundan dolayı diğer atomlardan daha kolay, daha hızlı hareket ettiklerini söylemektedir. Benzeri şekilde Demokritos ruh atomlarının da ateş atomlarına benzer olduklarını, bundan dolayı insan vücudunda her tarafa rahatça nüfuz edebildiklerini ve çok hızlı hareket ettiklerini, böylece insan bedenine hareket ve hayatı sağladıklarını düşünmektedir.​
Üçüncü olarak, atomcular duyu organlarımızın kendilerini de şüphesiz atomlardan meydana getirtmektedirler. Demokritos’a göre duyum, nesnelerden gelen atom akıntılarıyla duyu organları arasındaki etkileşmenin ürünü olarak ortaya çıkar.​
Bu verileri, yani atomların farklı şekillerde oldukları, duyu organlarının da farklı şekillerdeki atomlardan meydana gelmiş olduğu, duyumun farklı şekillere sahip atomlarla, farklı şekillere sahip duyu organlarının karşılıklı bir ilişkisinin sonucu olarak ortaya çıktığı yönündeki verileri bir araya getirdiğimizde renk, koku, tatlılık, acılık, sıcaklık veya soğukluğa ilişkin algılarımızın gerçekte nesnelerin bir özelliği olmayıp, bizimle nesneler arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkan şeyler olduğu anlaşılmaktadır.​
Somut olarak söylersek; örneğin bizim dilimizin yuvarlak atomlardan meydana geldiğini, buna karşılık biberin çengelli atomlardan oluştuğunu varsayarsak bu çengelli atomların dilimiz üzerinde belirli bir tahriş meydana getireceklerini düşünmemiz makul olacaktır. İşte, biberin acılığını açıklayacak da bu olacaktır. Buna karşılık şekerin düz veya pürtüksüz, kaygan atomlardan meydana geldiğini varsayarsak dilimizde meydana getireceği tahriş daha az olacağı için, bizde haz verici bir duyuma yol açacaktır.​
Böylece bu açıklamayı bütün diğer nitelikler ve benzeri duyumlar için de kullandığımız takdirde Demokritos’un ne demek istediğini ortaya koymuş oluruz: Demek ki tatlı, acı, sıcak, soğuk, bütün bunlar nesnelerin nesnel nitelikleri değildirler; onlar nesnelerle bizim aramızdaki özel bir ilişkiden dolayı bizde ortaya çıkan öznel fikirler veya Demokritos’un deyimiyle sanılar, varsayımlar veya adlardan ibarettirler.​
Bu Ayrımın Bilgi Kuramsal Sonuçları
Bu görüşün epistemolojik sonucunun, düşünceye araçsız algıdan daha fazla değer vermemizin gerekli olacağı açıktır. Görüldüğü gibi ikincil niteliklere ilişkin duyumlar, yani renk, ses, koku, tat duyumları nesnel karşılıkları olmayan öznel duyumlardır. Atomların şekil ve büyüklükleri gibi niteliklerine gelince, onların nesnel olarak var olmalarına karşılık, duyumlar tarafından algılanamadıklarını da biliyoruz. Çünkü atomlar, görme duyusuyla algılanamayacak kadar küçüktürler. O halde Demokritos’un bilgi kuramı açısından, kesinlikle duyumcu olmadığını söylemek zorundayız.​
Ancak bu onun duyu verilerini veya algıları bir kenara iterek, gerçeğe tümüyle akılsal, tümüyle spekülatif bir yöntemle yaklaşmak gerektiğini savunan bir insan olduğu anlamına gelmemektedir. Demokritos, duyumların genel olarak aldatıcı olduklarını bilmekle birlikte, onların doğru yorumlandıkları takdirde bize doğruyu verecek güvenilir bilgi kaynakları oldukları görüşündedir. Duyuların aldatıcılığını öne sürerek, onları küçümsemek isteyen akla karşı şu sözleri söyleyen, daha doğrusu duyulara kendilerini savunmak üzere onları söyleten yine Demokritos’tur: "Zavallı akıl, beni çürütmek için dayandığın kanıtları yine benden alıyorsun" (B 125).​
İleride Epikuros’un da haklı olarak tekrar edeceği bu argümanda, Demokritos’un söylemek istediğinin şu olması gerekir: Biz herhangi bir duyumuzun, örneğin görme duyumuzun bizi aldattığını nereden biliyoruz? Yine bu duyumuz veya bu duyumuzu düzelten başka bir duyumuz sayesinde değil mi? Suya batırılan bir küreği gözümüzün kırık olarak gördüğü bir gerçektir. Ancak bu algımızın yanlış olduğunu, çünkü söz konusu küreğin kırık olmadığını nereden anlıyoruz? Sudan çıkarıldığı durumda küreğe bakan gözümüz veya suya batırılmış iken elimizle onu yokladığımızda onun kırılmamış olduğunu söyleyen dokunma duyumuz sayesinde değil mi?​
Şüphesiz ki, Demokritos duyularımızın bize gerçeğin özünü veya Kant’ın diliyle söylersek numen’i veremeyeceğinin bilincindedir. Çünkü atom varsayımının kendisi onun doğrudan duyu sayesinde, duyu algısı sayesinde elde ettiği veya ürettiği bir varsayım değildir. Öte yandan onun varolduğunu tasdik ettiği boş uzayın da duyusal algısının olamayacağı açıktır. O halde Demokritos’un temel kuramının duyusal bir kuram olmadığı, akılsal bir kuram olduğu şüphesizdir.​
Öte yandan Demokritos, yukarıda ayrıntılı olarak göstermeye çalıştığımız üzere nesnelerin çeşitli duyusal niteliklerine ilişkin algılarımızın, nesnelerin doğasını doğru yansıtmadıklarının da farkındadır. Nihayet Demokritos, daha basit olarak, çeşitli duyularımızın bizi düpedüz aldattıklarının da bilincindedir. Ama bütün bunlara rağmen, Demokritos’un duyuma, duyum olarak karşı çıkan Platon tarzında akılcı bir filozof olduğunu söylememiz kesinlikle doğru olmayacaktır. İleride Epikuros’un atom varsayımını temellendirmek için kullanacağı akıl yürütmelerinde de açık bir biçimde göreceğimiz gibi muhtemelen Demokritos duyusal deneyin veya duyusal sezginin verileriyle bağlantı içinde olacak; onlarda kalmayacak, ama onlardan hareket edecek; onları aşacak, ama onlara aykırı olmayacak veya onlara ters düşmeyecek ve sonuçta onları, yani duyu verilerini daha derin veya daha üstün, daha bütünsel bir sistemin birliği içinde açıklayacak bir akıl kullanımı peşindedir. Demokritos’un salt deneyci bir bilgi kuramını savunduğu söylenemez. Ama bu, onun salt akılcı, salt mantıksal, a priori’ci bir bilgi kuramının taraftarı olduğu şeklinde yorumlanamaz.​
ATOMCULARIN FİZİĞİ VEYA KOZMOLOJİSİ
Bu açıklamalardan sonra atomcuların kozmogonisine veya kozmolojilerine geçelim. Evrenin, daha doğrusu boş uzayın sonsuz, sınırsız olduğunu ve içinde sonsuz bir zamandan beri sonsuz sayıda ve şekillerde madde parçacıklarının hareket halinde olduklarını veya yüzdüklerini biliyoruz. İşte kozmik sürecin başlangıcında bu atomların her yönde hareket ederek birbirleriyle karşılaştıkları ve bunun sonucunda bir çevrinti veya daha doğru çevrintilerin meydana geldiğini anlıyoruz (B 167).​
Bütün maddeyi içine alan büyük çevrinti içinde meydana gelen bu kısmi çevrintiler, ayrı kozmik sistemleri veya dünyaları meydana getirmektedir. Bu çevrinti hareketleri sonucunda, benzer atomlar birbirlerine yaklaşmakta, birbirleriyle birleşmektedirler. Demokritos’un düşüncesine göre, bu çevrinti veya girdap hareketleri sonucunda merkezkaç kuvvetin etkisi altında hafif atomlar çevreye doğru fırlamakta, ağır atomlar ise merkeze doğru gidip orada yığılmaktadır (İşte burada ilk defa ağır ve hafif atomlardan söz edildiğini ve bu ağırlık ve hafifliğin bir işlev kazandığını görmekteyiz). Her kısmi çevrinti sistemi içinde çevreye doğru giden hafif atomlar bir araya gelerek bir tabaka, deriye benzer bir şey oluşturmakta, böylece ayrı kozmoslar boş uzay içerisinde birbirlerinden ayrılmakta ve sınırlanmaktadırlar. Böylece Demokritos kendi kozmosumuzu da açıklayarak, sözü edilen süreç sonunda onun merkezinde ağır atomların meydana getirdiği toprağın oluştuğunu, çevresinde ise ateş atomlarından meydana gelen gök cisimlerinin meydana geldiğini düşünmektedir.​
Bu kozmogoninin veya kozmolojinin bilimsel bakımdan öncekilerinden daha ileri olmadığı, hatta bazı bakımlardan daha geri olduğu açıktır. Örneğin Demokritos, sistemimizin merkezine dünyayı koyması, sonra dünyayı bir silindir şeklinde düşünmesi bakımından Pythagorasçılardan daha geridedir. Öte yandan, merkezkaç kuvvetin etkisiyle hafif cisimlerin değil de ağır cisimlerin daha uzağa gitmesi gerektiği yönünde en basit fiziksel bir doğruyu bilmemesi açısından bu kozmolojinin yine öncekilerinden daha başarılı olmadığı açıktır. Sonra, benzerlerin benzerler tarafından çekilmesi veya benzerlerin birbirleriyle birleşmesi ilkesi, çevrinti anlayışı vb. bakımlarından da onun orijinal olmadığı, çünkü bu görüşlerin daha önce Empedokles ve Anaksagoras tarafından savunulmuş olduğunu bilmekteyiz. Sonuç olarak, Yunan atomcularının hiçbir fiziksel hareket yasasını formüle etmedikleri veya matematiksel olarak formüle edilen herhangi bir mekanik yasasına ulaşmamış oldukları bir gerçektir.​
Bununla birlikte, bu atomcu kuramda ve atomcu kozmogonide çok önemli olan temel bazı varsayımlar vardır ki, bunlar zaman bakımından ilk defa atomcular tarafından ortaya atılmamış olsalar da en kararlı ve tutarlı ifadelerini atomcularda bulmuşlardır.​
ATOMCULARDAN BİZE MİRAS KALAN ÖNEMLİ DÜŞÜNCELER
Bu varsayımlardan ilki daha önce işaret ettiğimiz gibi maddenin korunması veya yok edilemezliği varsayımıdır. Daha önceki Yunan filozoflarında da üstü kapalı olarak bulunan bu varsayım veya düşünce, atomcular tarafından mümkün olan en bilinçli ve kararlı bir şekilde dile getirilmiştir: "Hiçten hiçbir şey çıkmaz. Varolan hiçbir şey yok edilemez. Her değişme parçaların birleşmesi ve ayrılmasından başka bir şey değildir."​
Atomcular tarafından savunulan ikinci önemli bir düşünce, nedensellik düşüncesidir. Leukippos’a mal edilen önemli bir fragmentte "hiçbir şeyin rastlantı ile meydana gelmediği, her şeyin bir nedenin ve zorunluluğun sonucu olduğu" söylenmektedir (DK. 67 B 2). Gerçi hareketin kendisiyle ilgili olarak, atomcuların herhangi bir neden göstermediklerini ve kozmik sürecin başlangıcından önceki durumda atomların hareketlerinin yönüyle (yukarı, aşağı, sağa, sola) ilgili olarak yine nedensel bir açıklama yapmadıklarını biliyoruz. Ancak atomların birbirleriyle temasa gelmeleri, çarpışmaları, birleşmeleriyle başlayan süreçte artık hiçbir rastlantının yeri olmadığını, her şeyin tam bir zorunluluk altında cereyan ettiğini, meydana gelen her şeyin, ortaya çıkan her olayın kesin bir biçimde belirlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.​
Öte yandan, gerçekliğin evrensel ilkesi olarak kabul edilen bu nedensellik, tamamen mekanik bir nedensellik olarak düşünülmektedir. İlkçağ’da herhangi bir sahte ereksellik düşüncesini işin içine katmaksızın, her şeyin tamamen vurma ve çarpmalara dayanan mekanik bir nedensellik yasasına göre cereyan ettiği fikrini tam bir tutarlılık ve kararlılık içinde ifade etme cesaretini gösterenler yalnızca atomcular olmuştur. Şüphesiz ki, Demokritos’tan önce de sonra da Yunan düşüncesinde nedensellik, determinizm düşüncesini savunanlar olmuştur. Ama onlar içinde bugünkü nedensellik düşüncesine, yani Hobbes’tan, Galile’den bu yana kabul ettiğimiz mekanist nedensellik fikrimize en yakın düşen kişiler atomcular olmuştur.​
Aristoteles’in savunduğu ve uzun yüzyıllar boyunca insanlık düşüncesine kabul ettireceği erekbilimci (teleolojik) nedensellik fikrinin, atomcuların savundukları mekanik nedensellik fikri kadar doğal ve onun kadar, hatta mantıksal bakımdan ondan daha doyurucu olduğu kabul edilebilir. Ancak bu erekbilimci nedensellik fikri; modern çağlardan bu yana gelişen nedensellik fikrine temelden aykırı olduğu gibi, İleride yeri geldiğinde göstereceğimiz ve birçokları tarafından da haklı olarak işaret edilmiş olduğu gibi çoğu zaman, özellikle inorganik doğa söz konusu olduğunda içi boş, sahte bir açıklama ilkesi olmaktan kurtulamamaktadır. Bunun en iyi örneği Aristoteles’in bazı fiziksel ve astronomik açıklamalarıdır. Atomcuların bilinçli olarak ve tam bir tutarlılıkla, evrensel değerini tasdik ettikleri ve uyguladıkları mekanik nedensellik ilkesi ise, bugün insan bilimleri de dahil olmak üzere bilimsel düşüncenin tam kalbinde bulunmaktadır.​
Nihayet atomculardan daha önceki Yunan filozoflarında özellikle Pythagoras ve Empedokles’te varlığını gördüğümüz, varlıklar arasındaki nitelik farklılıklarının aslında nicelik farklılıklarına geri götürülebilecekleri veya geri götürülmeleri gerektiği fikri de Demokritos’ta en açık bir biçimde kendisini göstermektedir. Empedokles varlıkların kökenlerinin, yani hiç olmazsa su, hava, ateş ve toprağın nitelik bakımından birbirlerinden farklı olduklarını kabul etmekteydi. Buna karşılık atomcular, yukarıda gördüğümüz gibi varlıkların yapı taşlarının, bugün de kabul ettiğimiz gibi, niteliksel bakımdan birbirlerinden farklı olmadıklarını, onlar arasındaki bütün farklılıkların son tahlilde nicelik farklılıklarına indirgenebileceğini açık bir şekilde savunmuşlardır.​
Demokritos’un kozmolojisinin ayrıntıları hakkında daha fazla bilgimiz yoktur. Onun yalnız sonsuz uzayda ezelden beri hareket halinde bulunan atomların birbirlerine çarpma ve vurmalarından gerek aynı zamanda, gerekse birbiri ardından sonsuz dünyaların meydana geldikleri ve bunların tekrar dağılarak yeniden birleştikleri ve bu sürecin böylece sonsuza kadar devam edeceği görüşünde olduğunu söyleyebiliriz. O halde onun evrende, henüz bazı dünyalar meydana gelmemişken, bazılarının, örneğin bizim dünyamızın veya kozmosumuzun varlığa gelmiş olduğu, bazılarının ise artık bir dağılma süreci içine girdiğini düşündüğünü söyleyebiliriz.​
BİYOLOJİ VE ANTROPOLOJİLERİ
Yunan Doğa Filozofları’nın tercihli konularından biri evrenin nasıl meydana geldiği ise bir diğeri de canlıların, hayvanların, özellikle insanın nasıl ortaya çıktığı idi. Örneğin bu konuda Empedokles’in iki ilginç görüşü olduğunu görmüştük. Demokritos’un bu konuda herhangi bir özel görüşü veya açıklaması olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak onun bu konuyu da genel dünya görüşünün veya felsefesinin ilkeleri çerçevesinde ele almış olduğunu tahmin edebiliriz.​
Şimdi bu genel çerçevenin erekselliğe herhangi bir yer vermeyen bir çerçeve olması gerekmektedir. Başka deyişle Demokritos, Aristotelesçi anlamda ereksel nedenlerin varlığını herhangi bir biçimde kabul edemezdi. Leukippos’a atfedilen ve daha önce bir iki kez zikrettiğimiz ünlü cümle herhalde bu yönde yorumlanmalıdır: "Hiçbir şey rastlantıyla meydana gelmez. Her şeyin bir nedeni ve zorunluluğu vardır." (DK 67 B 2).​
Lange’nin de haklı olarak işaret ettiği gibi, burada sözü edilen neden (logos), atomların hareketlerinde mutlak bir zorunlulukla kendisine boyun eğdikleri matematik ve mekanik yasadan başka bir şey olamaz.2 Bunun böyle olduğunu ayrıca Aristoteles’in birçok yerde Demokritos’un ereksel nedenleri tamamen bir yana iterek her şeyi doğal bir zorunlulukla, yani mekanik bir zorunlulukla açıklamaya çalışmasından dolayı bulunduğu acı şikayetlerinden de çıkarmaktayız.​
Platon’un Sokrates’inin Phaidon’da Anaksagoras’ın Nous’unu keşfettiğinde duyduğu heyecanı, ancak bunun hemen arkasından Anaksagoras’ın bu Nous’u hiç de erekbilimci bir açıklama ilkesi olarak kullanmadığını gördüğü zaman, düştüğü büyük hayal kırıklığını hatırlıyoruz. Aristoteles ise, kendisiyle ilgili olarak böyle bir hayal kırıklığına düşmeyecek kadar Demokritos’u iyi tanımaktadır. O, Demokritos’un ruhun bedeni nasıl hareket ettirdiğine ilişkin kuramını eleştirirken şu benzetmeyi yapar: Söylendiğine göre Dedalos, Afrodit’in bir heykelini yapmıştır. Philippas bu heykelin kendi kendine nasıl hareket ettiğini açıklamak için muhtemelen Dedalos’un onun içine cıva koymuş olduğunu söyler. Aristoteles işte Demokritos’un da insanı, içinde bulunan atomlarla, ruh atomlarıyla tam da bu şekilde hareket ettirdiğini söyler (De Anima, 406 b 17 vd.).​
Bu açıklama Aristoteles’in doğru olarak gördüğü gibi, Demokritos’un insanın hareketlerini tamamen mekanik olarak anlamak ve açıklamak istediğini göstermektedir. İleride Platon’un Sokrates’inin insanın bilinçli ve iradi hareketlerini bu şekilde mekanik bir tarzda açıklamaya karşı yönelttiği itirazları geniş olarak göreceğiz. Burada şu kadarını belirtmekte yerinelim ki Demokritos, anlaşıldığına göre, insanın düşünme hareketi, bilinçli ve iradi seçme hareketi de dahil olmak üzere bütün hareketlerini genel hareket yasaları çerçevesinde açıklamak eğilimindedir.​
Başka deyişle o, hayvanlara ve insana özgü olan özel hareket türlerini, genel fizik-mekanik hareket yasalarının dışında ve onlardan ayrı ilkelere dayanan hareketler olarak anlamak istememektedir. İnsan ruhu ve insan düşünceleri de içinde olmak üzere her şey ve her olay, atomlar ve onların birbirleri üzerine çarpma ve vurma hareketlerinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demokritos’ta eksik olan veya kusurlu olan, erekbilimin reddedilmesi değildir; İleride Darwin’in yapacağı tarzda erekbilimin mekanik olarak nasıl açıklanabileceği yönünde bir denemeye girişilmemiş olmasıdır Şüphesiz bu konuda Darwin’in bilgi ve birikimine sahip olmasını ve dolayısıyla böyle bir açıklama denemesine girişmesini beklemekle ona haksızlık ettiğimizi düşünebiliriz. Ama bu yönde ilkel olmakla birlikte, önemli bir adım atmış olan Empdokles’in canlı varlıkların ve insanın nasıl ortaya çıktıkları ve bu varlıklarda bazı ereklerin nasıl olup da, devam ettirilip korunduklarına ilişkin bir çabası olduğunu hatırlarsak, belki Demokritos’tan da sisteminin genel zihniyetini terk etmeksizin, bu konuyla biraz daha fazla ilgilenmesini beklememizin hakkımız olabileceğini düşünebiliriz.​
PSİKOLOJİ VE BİLGİ KURAMLARI
Demokritos’un biyolojisi ve antropolojisiyle ilgili bu genel bilgileri verdikten sonra, şimdi daha özel olarak onun psikolojisine veya ruh kuramına, duyum ve akıl öğretisine geçebiliriz. Demokritos ruhun, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, ince, düz ve yuvarlak, ateş atomlarına benzer atomlardan meydana gelmiş olduğunu, bu atomların en hareketli atomlar olduklarını ve bütün bedene nüfuz eden hareketlerinden de her türlü hareket olaylarının doğduğunu söylemektedir (DK. 67 A 28; 68 A 102). O halde Demokritos, ruhun da beden gibi atomlardan meydana geldiğini söylerken materyalizme sadıktır. Bununla birlikte onun bedenle ruh arasında bir ayrım yaptığını ve bu ayrımı ahlakın lehine kullandığım itiraf etmemiz gerekir. Çünkü ona göre ruh, insanın en asli parçasıdır ve mutluluğun yeri, taşıyıcısı odur. Dolayısıyla ilgimiz, endişemiz ilk planda ruhla ilgili olmalı, onu konu almalıdır.​
Demokritos’un ruhu bedene göre daha ince, daha hareketli atomlardan meydana getirmesinin nedenini anlamak zor değildir. Bedeni hareket ettireceğine göre, ruhun bedene göre daha hareketli, daha akıcı atomlardan meydana gelmiş olması gerekir. Sonra bedenin her yanı canlı olduğuna veya başka deyişle hareketli olduğuna göre ruhun atomlarının her bölgesinde, her yanında hareketi meydana getirebilmek için bedenin her tarafına sızabilecek, nüfuz edebilecek incelik ve kayganlıkta olmaları gerekir.​
Ruhun, ateş atomlarına benzer atomlardan meydana geldiğini söyledik. Demokritos’a göre canlı organizma ile teneffüs edilen hava arasında solunum aracılığıyla sürekli bir değiş tokuş vardır (A 106). Çünkü solunan hava da aynı şekilde düz ve hareketli atomları, yani ateş atomlarını içinde bulundurur. Böylece soluma alayında, ruhu meydana getiren ateş atomlarıyla, havada bulunan ateş atomları arasında sürekli bir alışveriş cereyan eder. Soluma kesildiğinde, yani ruhun atomları havadan beslenmediğinde ortaya çıkan şey, ölümdür (A 109). Demokritos’un sistemi içinde ruhun ölümsüzlüğünden söz etmenin bir anlamı olamayacağı açıktır.​
Ruhun en üstün etkinliği, bilgi edinmektir. Demokritos bilgi olayını da mekanist genel sisteminin çerçevesi içinde açıklamaya çalışmaktadır. Daha önce de kısmen işaret ettiğimiz gibi bilgi olayı da bütün diğer doğa olayları gibi, atomlar arasında vurma ve çarpma olaylarının özel bir biçiminden başka bir şey değildir.​
Daha ayrıntılı olarak anlatmak gerekirse, algılanabilen cisimlerden birtakım akıntılar çıkar. Bunlar duyu organlarına gelip çarparlar ve onlarda bir imge oluştururlar. İşte duyum veya algı olayı, temelde bundan ibarettir (DK. 67 A 29).​
Öte yandan, duyu organlarının kendilerinin de atom birleşmeleri oldukları ve yalnız algılanan nesnelerin yapılarının değil, duyu organlarının yapılarının da duyum olayını meydana getirmede belli bir role sahip olduğunu hatırlamamız gerekir. Çünkü duyum veya algı, temelde duyusal nesnelerden gelen akıntıların duyu organına çarpması, onu tahrik ve tahriş etmesidir. Tatlılık ve acılık duyumunun şeker veya biber atomlarının yapılarıyla, dili meydana getiren atomların yapısı arasındaki bir ilişkinin sonucu olarak ortaya çıktığına daha önce işaret etmiştik. Bunun Demokritos’un duyumların nesnelliği imkanını geniş ölçüde ortadan kaldıran bir kuramın yaratıcısı olduğu anlamına geldiği açıktır. Çünkü bundan mantıksal olarak çıkacak sonuç, duyan veya algılayan öznenin yapısına göre duyumun veya algının değişmek zorunda olduğu olacaktır. Hatta bundan, ortada farklı yapılarda özneler olması durumunda aynı tahrişin, farklı duyumlara yol açabileceği sonucunu çıkarmak da mümkündür. Buradan belki Protagoras’ın insanın, birey "insanın her şeyin ölçüsü olduğu" görüşüne giden yol açılmaktadır. Ancak Demokritos’un kendisinin böyle bir yola girmediği kesindir. O, eşyanın hakikatini veya numen’i bize veren doğru duyumlarımız olmadığını kabul etmekle birlikte bütün insanlar için ortak duyu organlarının yapısından ortak duyu algılarının çıkması gerektiği düşüncesine sahip gibi görünmektedir. Başka deyişle ona göre tatlı, acı, sıcak, soğuk birer sanı olmakla birlikte onlar bütün insan türü için ortak sanılardır.​
Demokritos’tan duyum veya algıyla düşünme veya akıl arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu hakkında ayrıntılı bir kuram beklememizin haksızlık olacağı kabul edilmelidir. Ancak onun duyusal algıyla düşünce veya akıl arasında bir ayrım yaptığını ve bunlardan ikincisini birincisine tercih ettiğini biliyoruz. Bununla birlikte Demokritos’un düşünceyi veya aklı da genel maddeci kuramı içinde açıklaması, yani düşünce veya fikirleri de fiziksel-maddi süreçler olarak tasarlamış olması gerekir. Sonra yine onun düşüncelerin duyusal imgelere bağlı olduğu, hatta akılsal bilginin belki ruhun uygun bir atomlar karışımını veya yapısını gerektirdiğini düşünmüş olması mümkündür.​
Demokritos’un akılsal bilgi konusunda kendi kendisiyle tutarlı olarak ileri sürebileceği görüş herhalde aklı, algıdan gelen izlenimlere dayanarak şeylerin gerçek yapısı hakkında varsayımlar ileri süren bir yeti olarak tasarlaması olacaktı. Nitekim onun böyle düşündüğüne dair işaretler vardır.​
Ancak, bu bilgi kuramının veya tasarlama tarzının kendi içinde birtakım güçlüklerle karşı karşıya bulunduğunu itiraf etmemiz gerekir: Eğer duyu algılarımız bize gerçeğin kendisi hakkında güvenilir bilgiler vermiyorlarsa, onlara dayanarak aklın oluşturacağı varsayımlar da aynı tehlike karşısında bulunacak değil midirler?​
Öte yandan duyusal algılardan tamamen bağımsız spekülatif bir akıl kavramını da, Demokritos’un kesinlikle kabul edemeyeceği, çünkü bunu açıklayamayacağı açıktır. Böyle bir aklın kaynağı ne olacaktır? O, insanda nasıl var olabilecektir? O halde Demokritos’un dar anlamda duyumcu olmadığını, duyular arasında bazılarının bizi diğer bazılarından daha fazla yanıltabileceğini, genel olarak duyumların bize şeylerin hakikatini veremeyeceklerini kabul ettiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte onun, yine de bütün insan türü için normal diyebileceğimiz bir yapıya sahip olan duyu organlarına, bunlar tarafından sağlanan algılara ve bunlara dayanılarak yapılan akıl yürütmelere mümkün olan en büyük ölçüde güvenmek durumunda olduğunu belirtmemiz gerekir.​
Demokritos’un materyalist ve mekanist duyum ve düşünce kuramına yapılabilecek ana itiraz, herhangi bir materyalist duyum ve düşünce kuramına yöneltilebilecek İtirazın aynı olacaktır. İster atomcu olsun, ister başka türden olsun materyalist bir duyum ve bilgi kuramının ana zaafı; aşırı basitleştirme ve indirgeyici yanıltmaca diye adlandırılabilecek kusurudur. Materyalizm, maddenin hareketleriyle bu hareketlerin sonucunda ortaya çıkan duyum ve düşünceyi birbirlerine özdeş kılma hatasını işlemediği takdirde hiç şüphesiz son derece makul ve deneyimlerimize en uygun düşen bir kuramdır. Ancak materyalistlerin kendilerini, bu aşırı basitleştirmeden ve indirgemeci tutumdan çoğunlukla kurtaramadıklarını belirtmek zorundayız.​
Ne demek istediğimizi anlatalım: Bugün, zihnimizde meydana gelen herhangi bir duyum, algı veya düşünce olayının sinir sistemimizde veya beynimizde meydana gelen birtakım fiziksel-kimyasal hareketlerle birlikte bulunduğu veya onların sonucu olarak ortaya çıktığı konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Bununla birlikte bir şeyi görme veya duyma deneyimizle, onunla aynı zamanda sinir sistemimizde ve beynimizde meydana gelen bedensel olayların birbirlerine özdeş olmadıklarını da görüyoruz. Örneğin biri bir televizyon programı seyrediyor ve bir bilim adamı o anda bu programı seyreden kişinin beynini inceliyor olsa, onlardan her biri farklı şeyler göreceklerdir. Seyreden kişi birtakım "resimler" görecek, bilim adamı ise çeşitli ölçme yöntemlerinin bir dizi "okuma"sıyla (örneğin tomografi şekilleri) karşılaşacaktır.​
Şimdi beyin fizyolojisiyle ilgili bilgilerimiz öyle bir noktaya erişebilir ki bilim adamı bize televizyon seyreden kişinin ne seyrettiğini söyleyebilir, yani beyinde tespit ettiği fiziksel tepkilerden hareketle televizyon programının içerdiği olaylar dizisini kurabilir. Ama bu durumda dahi onların her biri diğerinden doğrudan doğruya farklı bir şey görmeye devam edeceklerdir. O halde duyum ve düşüncenin insan beyninde cereyan eden fiziko-şimik hareket veya süreçlere bağlı olduğunu söylemek başka şeydir, onlara özdeş olduğunu söylemek daha başka bir şey.​
Şimdi şüphesiz bu durum, Demokritosçu duyum ve düşünce kuramı için de geçerlidir. Bu kuram, duyum ve düşünceyi atomların hareketlerine, muhtemelen de esas itibariyle beyindeki atomların hareketlerine indirgemektedir (Çünkü Demokritos, Hipokrates ve Platon’la birlikte bedenin güdücü organının beyin olduğunu söylemektedir). Ancak Lange’nin de belirttiği gibi ses, ışık, ısı olayları gibi fiziksel-kimyasal olayları atomculukla açıklamak başka şeydir, en basit ses, ışık, ısı veya tat alma duyumunu veya deneyini atomculukla açıklamak daha başka bir şey.3 Bir hareket olarak bu tür olaylarla, bu tür olayların duyumu, yani özne tarafından yaşanan deneyi arasında her zaman için bir uçurum vardır ve bilimde kaydedilen bütün ilerlemelere rağmen bu uçurum bugün de kapanmamıştır. Muhtemelen duyumu doğuran mekanik hareketlerin doğuş ve işleyişlerinin tam bir açıklaması veya hesabı verilmiş olsa bile söz konusu uçurum kapanmayacaktır. Öznenin bir duyumu, benim bir duyum olarak sesle, bu ses duyumunu açıklamak için beyinde gerçekleştiği kabul edilen süreçler arasında köprü hala kurulabilmiş ve bunlardan birini diğerine özdeş kılabileceğimiz tarzda onlar arasındaki ilişki açıklanabilmiş değildir.​
DEMOKRİTOS’UN AHLAKİ GÖRÜŞLERİ
Demokritos’un ahlakına gelince, onun bu konuya ilişkin görüşleri hakkında elimizde diğer alanlara ilişkin görüşlerine oranla çok daha fazla sayıda fragment bulunmaktadır. Bu fragmentlerde karşılaştığımız ahlaka ilişkin özdeyişler arasında, farklı felsefi sistemlere uygulanabilecek birçok Yunan bilgeliği öğütleri vardır. Başka deyişle bunlar, özellikle materyalist bir dünya görüşünün ahlaksal öğütleri olmaktan daha geniş ve daha yumuşak bir bakış açısını yansıtmaktadırlar.​
Belirttiğimiz gibi Demokritos yapısal bakımdan olmasa da değer bakımından ruhla beden arasında bir ayrım yapmakta ve ruhu bedene oranla daha değerli bulmaktadır. Dolayısıyla insan mutluluğu ve ahlakla ilgili öğütlerini genellikle ruhun eğitimi, ruhun erdemleri üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Bununla birlikte ruha gösterilen bu özel ilginin Güney İtalya filozoflarında olduğu gibi, bedenin tamamen yok sayılması, ortadan kaldırılmasını öneren çileci bir ahlak özelliğini hiçbir zaman kazanmadığı, bu anlamda da genel materyalist kurama uygun düşen bir "dünya" ahlakı olduğunu belirtmemiz gerekir.​
Demokritos ahlakının genel karakteri akılcı, ölçülü ve dengeci bir ahlak olmasıdır. O hazzın sırf haz olarak iyi olduğuna inanmaz ve bu bakımdan ardılı olan Epikuros’tan ayrılır. Öte yandan hazzın haz olarak kötü olduğu düşüncesinde de değildir. O, ahlakça güzel olan hazların seçilmesini tavsiye eder ve bu konuda da akla büyük bir görev verdirir. Demokritos’a göre her zevk, peşinden koşulmaya layık değildir. Davranışlarını araçsız haz ve acı duyumlarına göre ayarlayan biri, ancak delidir. Akıllı insan kendisini duygunun araçsız güdüsüne terk etmez, kendisi için doğru olanın, uygun olanın akılsal bilgisine bırakır.​
Peki insan için doğru olan, uygun olan nedir?
Buna Demokritos’un verdiği cevap onu en çok yararlı olanda aradığını göstermektedir. Fakat bu cevap da ancak geçici olarak geçerlidir; çünkü yarar kavramı da en üstün amaçla ilgili olarak belirlenmelidir. Demokritos bu en üstün amacı veya insan için en yüksek iyiyi galiba yürek ferahlığı, ruh huzuru diye adlandırabileceğimiz bir şeyde bulmaktadır. Bu ruhun gelip geçici bir hoşnutluk durumu değildir; sürekli ve kalıcı bir memnunluk halidir. Bu hale de ancak doğru düşünme, doğru eylemle, kısaca doğru davranışla ulaşılabilir.​
Demokritos en üstün erdem olarak ölçülülüğü görmektedir. Ölçülülük, insanın doğa tarafından kendisine çizilen sınırları aşmaması ve gücü içinde olmayan şeyleri elde etmeye çalışmamasıdır. Yürek ferahlığı veya ruh huzurunu sağlayabilecek en önemli şeyler, bazda ılımlılık ve doğru ölçüler peşinde koşmaktır.​
Demokritos’un pratik felsefe alanına ait bazı daha özel düşüncelerine gelince, onun kadere inanmadığını, iyi ve kötünün insana yine kendisinden geldiğini düşündüğünü söyleyebiliriz. Öte yandan onun mutluluğun kaynağını dış dünyada değil, insanın kendisinde bulduğunu da belirtmemiz gerekmektedir. Bu noktada onun İleride küçük Sokratesçi okullardan Kinik Okul’un dış dünyaya ve onun nimetlerine karşı önerdiği kayıtsızlık ahlakının başlangıcında veya kaynağında bulunduğunu bile söyleyebiliriz. Onun ahlak felsefesi veya mutluluk sanatına ilişkin düşüncesini en iyi biçimde ifade eden, belki şu cümledir:​
"Talih cömert, fakat dönektir. Doğa kendine yeter: Bu yüzden doğa daha az, fakat daha sağlam olanıyla ümidin daha çok olan şeyini yener" (B 176).
Kaynakça:
İlkçağ Felsefe Tarihi / Ahmet Arslan
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Antik Yunan felsefesinde birlik ile çokluk arasındaki ilişkinin neden meydana geldiği ve dolayısıyla “neyin gerçekten varolduğu” problemi üzerinde yoğunlaşan başka bir okul da Atomcu Okul’dur. Atomcu Okul’un Leukippos ve Demokritos gibi iki temsilcisi olmakla birlikte, bunlardan öne çıkan, atomcu kuramın esas itibariyle kendisine mal edildiği filozof Demokritos’tur. Demokritos’a göre, çokluk, yani doğada varolan tüm nesneler bir şeyden, maddeden meydana gelmiştir. Demokritos (MÖ 460-370), sözü edilen bu birliği, maddenin, kendisinin atomon adını verdiği küçük ve bölünemez parçacıkları olarak tanımlar. Şu halde, bu görüşe göre, çokluk bir olanın meydana getirdiği farklı ve değişik birleşim ya da düzenlemelerden başka hiçbir şey değildir. Doğadaki her şey, maddenin bölünemez parçacıkları olan bu bileşensel öğelere indirgenebilir. Bundan dolayı, doğada her ne kadar sayılamayacak kadar çok sayıda şey varolsa bile, bunların hepsi de son çözümlemede tek bir şey türüne, yani atomlara ya da maddeye indirgenebilir. Öyleyse, gerçekten var olan atomlar ya da madde olup, dış dünyadaki çokluk görünüşten başka bir şey değildir. Şu halde, Demokritos da tıpkı Empedokles ve Anaksagoras gibi, Elealıların güçlü argümanlarını, sağduyunun değişmenin gerçek olduğu görüşüyle uzlaştırmaya çalışmıştır. Ondaki en önemli farklılık Anaksagoras’ın sonsuz sayıda tohumunun yerine aynı şekilde sonsuz sayıda olan atomları yerleştirmesinden oluşur; Demokritos’ta ikinci olarak da mekanik materyalizmi benimsemesi, yani maddenin özsel özelliğinin hareket olduğunu öne sürmesi nedeniyle, maddeye harekete geçirecek bir fail nedene ihtiyaç kalmamasıdır.​
Şu halde Demokritos, değişmez töz veya arkheler olarak atomların varoluşunu öne sürmüş ve duyusal dünyada açıkça gözlemlenebilir olan varlığa geliş ve yok oluşu söz konusu tözlerin, yani atomların bir araya gelişleri ve ayrılışlarıyla açıklamıştır. Demokritos’un atomcu teorisi neredeyse sonsuz sayıda fenomenin varoluşunu açıklama iddiasıyla ortaya çıktığı için atomların sayısının sonsuz olduğunu varsayar. Bununla birlikte, Demokritos’un metafiziğinin yegâne ilkesi atomlar değildir çünkü atomlar içinde hareket edecekleri, bir araya gelip ayrışacakları bir boş mekânın varoluşunu öngörür. Bu yüzden Demokritos’un atomcu metafiziğinin ikinci temel ilkesi, boşluk ya da boş mekândır. Atomcu metafizik, dolayısıyla dış dünyada gördüğümüz çokluk ya da fenomenleri, gerçekten varolan atomların boşluk içinde değişik şekillerde bir araya gelişleriyle açıklar.​
Atomlar, doğallıkla Parmenides’in Varlığının özelliklerine sahiptirler. Bunlar her şeyden önce ezeli ve ebedi olan gerçekliklerdir, yani evrenin yapıtaşları olan, her şeyin kendilerinden meydana geldiği atomlar için oluştan, varlığa geliş ve yok oluştan söz edilemez. Dahası atomlar katı olup, bundan dolayı değişmeye de tâbi değildirler. Atomlar, üçüncü olarak hem kavramsal hem de fiziki olarak bölünemez tözlerdir. Atomların bir başka özellikleri de onların kendi içlerinde sürekli ve homojen olmalarıdır. Yani, atomların içinde herhangi bir boşluk yoktur. Bu yüzden atomlar katı olup, onlarda herhangi bir değişme de mümkün değildir. Yani, atomun kendisinde ne hareket ne niteliksel veya tözsel değişme vardır. Hareket atomun yer değiştirmesi olup, atomun kendisi hiçbir hareket, değişme, oluş içinde değildir. Atomlar ayrıca niteliksizdirler de. Yani, kendi içlerinde, kuru-yaş, sıcak-soğuk gibi hiçbir nitelik ya da belirlemeye sahip değildirler.​
Bu noktaya kadar atomları sadece olumsuz özellikleriyle tanımlayan Demokritos, atomların olumlu özelliklerinden de söz eder. Buna göre, atomların en temel olumlu özellikleri onların bir büyüklüğe ve dolayısıyla da bir şekle sahip olmalarıdır. Başka bir deyişle, atomlar birbirlerinden şekil ve büyüklük bakımından ayrılırlar. Atomların, sadece sayıca değil, şekil bakımından da sonsuz olduğunu öne süren Demokritos’a göre, onların bazıları yuvarlak, bazıları düz, bazıları küre, bazıları küp şeklinde, bazıları gözenekli, diğer bazıları da çengellidir. Dış dünyadaki nesne ya da fenomenlerin farklı şekil ve büyüklüklere sahip atomların birbirleriyle birleşmelerinin sonucu olduğunu öne süren Demokritos, şu halde nesneler arasındaki nitelik farklılıklarını atomların şekil bakımından farklı oluşuyla açıklar. Burada gözetilen iki faktör ise atomların diziliş tarzı ve konumlarındaki farklılıktır.​
Onları birleştiren ve ayıran, Demokritos’a göre, atomlara dışarıdan bir fail güç tarafından aktarılan hareket değil de onların özünde varolan harekettir. Buna göre, boş mekân içine yayılmış olan atomlar sürekli hareket halinde olup, onların hareketleri birtakım çarpışmalara yol açar. Bu çarpışmalar iki yönlü bir sonuç doğurur: Birbirlerine hiçbir şekilde uymayan atomlar çarpışınca birbirlerinden uzaklaşırlar veya birbirlerine uyan, şekilleri birbirlerine denk düşen atomlar, çarpışma sonucunda birleşip bileşik cisimleri meydana getirirler. Bu şekilde oluşan bileşik cisimler, renk, koku, tat, sıcaklık benzeri duyusal niteliklere sahip olurken atomların kendileri töz bakımından aynı kalır.​
Demokritos atomların özünden ayrılmaz olan hareketin, iki türden olduğunu öne sürer. Bunlardan birincisi, atomların kozmik süreç başlamadan önce başlangıç durumunda sahip oldukları doğal hareket veya bir başlangıcı olmayan harekettir; ikincisi ise atomların bir araya gelmeleri, fenomenleri meydana getirmeleri sırasında ortaya çıkan harekettir. Gerçek anlamda bir mekanik materyalist olan Demokritos’a göre, birinci tür hareketin ne bir kaynağı ne bir faili ne de bir başlangıcı vardır. İkinci hareket türü ise atomların bir araya gelip varlıklar oluşturdukları andan itibaren ortaya çıkar; bu andan itibaren o, tamamen mekanik bir hareket olup, sadece bir çarpma, vurma hareketi olarak gelişir. Bu hareket başka bir anlamda doğal olup, onun bir başlangıcı ve bitimi vardır. O, bu haliyle, bilardo topunun başka toplara çarptığı zaman meydana getirdiği hareketlere benzer.​
Mekanizmi mutlak ya da evrensel olan Demokritos, insanı da tamamen atomlardan meydana gelen bir varlık olarak değerlendirip onun hareketlerini de tamamen mekanik bir biçimde anlayıp açıklamak istemiştir. Başka bir deyişle, insanın düşünme hareketi, bilinçli ve iradi seçme hareketi de dahil olmak üzere, bütün hareketlerini genel hareket yasaları çerçevesinde açıklama amacı güden Demokritos’a göre, insan varlığı bir bedenden ve bir ruhtan meydana gelir. O, ruhun ince, düz, yuvarlak ve ateş atomlarına benzer atomlardan yapılmış olduğunu, bu atomların en hareketli atomlar olup, insani dünyadaki her şeyin ruh atomlarının bütün bedene nüfuz eden hareketlerinden kaynaklandığını söyler.​
Bedeni hareket ettireceğine göre, ruhun bedene göre daha hareketli, daha akıcı atomlardan meydana gelmesi gerektiğini söyleyen Demokritos açısından, canlı organizma ile teneffüs edilen hava arasında sürekli bir değiş tokuş vardır. Çünkü teneffüs edilen hava da aynı şekilde düz ve hareketli atomları, yani ateş atomlarını ihtiva eder. Teneffüs olayında ruhu meydana getiren atomlar ile havada bulunan ateş atomları arasında sürekli bir alışveriş cereyan eder, öyle ki teneffüs son bulduğunda, yani ruhun atomları havadan beslenmediği zaman ortaya çıkan şey, ölümdür.​
Kaynakça:
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Yunan doğa felsefesinin en önemli filozoflarından biri olan Leukipp (Leukippos) üzerine çok az şey biliyoruz. Onun ya Miletli ya da Abderra'lı olduğu sanılıyor. Trakya'da Ege kıyısında bulunan Abderra'da İÖ 5. yüzyılın ortalarında yaşamış ve burada çalışmıştır. Kendisinden kalan tek metin parçasında şunlar yazılıdır: "Hiç bir şey düzensiz oluşmaz, her oluşumda bir anlam ve bir gereklilik vardır." «Neden sonuç yasası» (Kausalgesetz, nedensellik yasası) her halde ilk kez bu sözle en kesin ve özlü bir biçimde dile getirilmiştir. Leukipp in atom öğretisini, onun öğrettiklerinin tümünü kendi öğretileri içine katmış olan yetenekli öğrencisi Demokritos'tan öğreniyoruz.​

Demokritos da Abderralıydı. Öğretmeninin bulunduğu bu kentte doğmuş ve İÖ 470 ile 360 yılları arasında - 109 yaşına kadar - yaşamıştır.​

Bu adın, bir öyle bir böyle, bir Demokritos bir Demokrit olarak yazılması konusuna gelince şunları belirtmemiz yararlı olacak. Bu adın Yunancası Demokritos ve Latincesi Democritus'tur. Her iki dilde de ikinci hece olan «o» vurgulanır. Son eki, yani «os» ya da «us» ekini atma ve üçüncü heceyi vurgulama eğilimi bize Fransızcadan geçmiştir. Dilde titizliğin bir gereği olarak Yunanca adlan Yunanca biçimiyle kullanmak belki daha doğru olurdu. Bu durum daha başka pek çok Yunanca ad için de geçerlidir. Örneğin Yunancası Hesiodos olan adın Fransızcası Hesiode'dur. Bu ad bu nedenle Hesiod biçimiyle Almancaya girmiştir. Şimdi, bu konuya böylece değindikten sonra Demokrit demeyi yeğliyoruz, çünkü bu adın Batı dillerindeki en yaygın yazılış ve söyleniş biçimi budur. Bu ve buna benzer durumlarda bizce en doğru yol bir adın bir dilde yerleşmiş biçimini kullanmaktır. «Graeca graece» (Yunancalar Yunanca) ilkesini tutarlılık ve bilimsel titizlikle uygulamaya ve dilde yerleştirmeye çalışmanın, orta okullarda Yunanca eğitiminin oldukça gerilemiş olduğu günümüzde anlamlı ve başarılı olacağına inanmak güçtür.​

Demokrit büyük servetini uzak ülkelere, Mısır, İran, ve Hindistan’a yolculuklar yapmak için harcamış. Kendisini şöyle tanıtmıştır: "Ben ki çağdaşlarım içinde yeryüzünün en uzak köşelerini gezmiş ve araştırmış ve en çok ülke görmüş, ve en çok bilge kişi tanıyıp dinlemiş olan kişiyim..."

Abderra'ya döndükten sonra gözü tok ve artık gezmeye doymuş bir kimse olarak alçak gönüllülükle bir köşeye çekilmiş, ve kendini yalnızca öğrenime ve düşünmeye adayarak yaşamıştır. Siyasi tartışmalardan çekişmelerden uzak durmuş ve bir okul da kurmamıştır. Eski kaynaklardan Demokrit'in çalışmalarının matematik, fizik, astronomi, gemicilik, coğrafya, anatomi, fizyoloji, psikoloji, tıp, musiki ve felsefe konularını kapsadığını öğrenince çok yönlü bir kişilikle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Demokrit Leukipp'in öğrettiklerini tutarlı bir sistem içinde geliştirmiştir.​

Boş ve Dolu
Elealı filozoflar ve en başta Parmenides tümüyle boş olan bir yerin varlığını gerektiren devinim, değişim, oluşum, çözüşüm gibi gelişmelerin ve çokluğun gerçekte olamayacağını göstermeye çalışmış ve bir boşluğun var olmasını olanaksız ve anlamsız gördüklerinden devinimi, gelişimi vb. yadsımaya ve yalnızca değişmez tek bir varlığın varlığım tanımaya yönelmişlerdi. Demokrit de yokluktan somut bir varlığın oluşamayacağı görüşündeydi, yoksa Leukipp'in her türlü oluşumun bir gerekçeye dayandırılması ilkesine ters düşmüş olurdu. Öte yandan Elealılar gibi devimin ve çokluğu bütünüyle yadsımayı da anlamlı bulmuyordu. Bu nedenle Parmenides'e karşın, boş bir yerin var olabileceğini kabul etti. Leukipp ve Demokrit'e göre evren boş yerleri dolduran bir dizi «dolu»dan, içi dolu varlıklardan oluşuyordu.​

Atomlar
Ancak boşluğu dolduran doluluk tek bir varlık, bir bütün değildir. Bu doluluk küçücük ve küçüklüğü yüzünden de duyularla algılanama- yan sayısız parçacıklardan oluşur. Bu parçacıkların da içi boş değildir, bunlar bulundukları yeri tümüyle doldururlar, ayrıca parçalanmazlar. Bu nedenle de bunlara «atom», yani parçalanmaz, bölünmez denmiştir. Böylece bu kavram bilimsel tartışmaya ilk kez Leukipp ve Demokrit tarafından atılmıştır. Onlar bu kavramın ileride gerek uygulama, gerek kuram açısından ne büyük bir öneme kavuşacağını o zaman bilemezlerdi.​

Atomlar yok olmaz, değişmez. Hepsi aynı özden yapılmıştır.' Yalnız büyüklükleri ve buna bağlı olarak ağırlıkları değişik olabilir. Varlığı oluşturan bütün bileşimler ayrı ayrı atomların bir araya gelmesiyle oluşur. Yok oluş ve çözülüş bir araya gelmiş atomların birbirinden ayrılması demektir. Atomlar yaratılmamışlardır ve hiç bir zaman bozulmazlar, sayılarıysa sonsuzdur.​

Birincil ve ikincil nitelikler
Bütün varlıkların birbirinden değişik oluşu, varlıkların biçimlerinin, konumlarının, büyüklüklerinin, atomlarının dizilişinin vb. değişik oluşuna bağlıdır. Ancak yalnızca ağırlık, yoğunluk, etki geçirmezlik ve katılık nesnelerin temel nitelikleri, ya da sonradan verilmiş olan adıyla «birincil» (primâr) nitelikleridir. Renk, ısı, koku, tad, ses bize bir nesnenin en önemli nitelikleri gibi görünse de tüm bunlar, nesnel (objektif) olmayan, öznel (sübjektif), yani kişiye göre değişen, bizim duyularımızla algılama yeteneğimize bağlı olup nesnelere eklediğimiz, ve gerçekte o nesnele​

rin özünde bulunmayan «ikincil» (sekundär) niteliklerdir. Tatlılık, acılık, renk tüm bunlar hep görecedir (izafi, relativ), kişiye ve duruma göre değişir. Gerçekte yalnızca atomlar ve boşluk vardır.​

Atomların devinimi
Sonsuz zamanlardan beri sayısız atom ağırlık (çekim) yasasına göre sonsuz boşlukta devinmektedir. Bunların birbirleriyle çarpışmasıyla dönüşler ve salınımlar olur ve bir çekime kapılan atomların bir araya toplanması ve birikmesiyle atom kütleleri oluşur. Birbirlerine benzeyenler bir araya gelerek birbirlerine eklenirler. Böylece gözle görünen varlıklar ortaya çıkar ve bu yolla dünyalar oluşur ve yok olur. Bunlardan birinde biz de yaşıyoruz. Bu durumda dünyanın oluşması için düzenleyici, tasarlayıcı ve yönetici bir ruha gerek olmadığı gibi sevgi ve kızgınlık gibi devindirici güçlere de gerek yoktur. Yine tüm bunları yazgıyla (kaderle) açıklamanın gereği de yoktur. Demokrit yazgıyı (kaderi) tümden yadsır ve geleceği bilmeye çalışmayı bilgisizliği örtmeye yarayan yanıltıcı bir uğraş olarak niteler. Her şey varlığın içerdiği ve bağlı olduğu kesin neden ve sonuç ilişkisiyle belirlenmiştir.​

İnsan ruhu
İnsanın bedeni gibi ruhu da atomlardan oluşur. Ruh bu bakımdan çok ince, maddeye yakın bir şeydir. Ölümden sonra ruh atomları da dağılır.​

Ahlak Anlayışı (Ethik)
İnsanların ulaşabileceği mutluluk, sevinçle dolu bir rahatlıktır (ataraxia). Buna götüren yol ise kendimizi dinlemek, tanımak, duygularımızı, isteklerimizi dizginlemek ve yüce duygu ve değerlerin değerini bilmektir. "Kaba güç yük hayvanlarına yakışır, insanların soyluluğuna yakışan ise düşünce gücüdür.” ve, "İran tahtına çıkacağıma (geometride) bir kanıt bulayım daha iyi."​

Görüldüğü gibi Demokrit'in ahlak konusundaki görüşleri eğreti kalmakta doğa felsefesiyle tutarlı bir bütünlük oluşturmamaktadır. Ancak onun doğa felsefesi çok tutarlı bir düşünce yapısı olarak sapasağlam durmaktadır ve maddeci (materyalist) görüş diye adlandırılır. Çünkü onun dünyasında yalnızca madde vardır ve bu eski çağların klasik maddeci (materyalist) anlayışıdır. Bu anlaşılmadan tüm sonraki gelişmeler ve düşünceler anlaşılamaz. Demokrit'in etkisi ise hiç azalmayan kesintisiz bir çizgiyle gelerek çağımızın biliminin evren anlayışına bağlanmıştır. Belki de bu öğreti doruğuna çağımızın bilimiyle ulaşmıştır. Ancak atom olarak adlandırılan en küçük varlıkların bile bugün artık parçalanabildiği biliniyor. Bu yüzden de Demokrit'in atomlarını belki de günümüzün atomlarından daha da küçük varlık öğeleri olarak düşünmek daha doğru olacaktır.​

Demokrit’in, ahlak görüşünü atom öğretisiyle tutarlı bir biçimde ilişkilendirmeye çalışmamış olduğu görülüyor. Bu nedenle ona eski doğa felsefesi içinde yer verilmiştir.​

Kaynakça: İlkçağ Felsefesi / H. J. Störig
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst