1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
a) Buda'nın Yaşamı
Bugün yeryüzünün en yaygın dinlerinden biri olan Budacılığın (Budizm, Buddhism) kurucusunun yaşam öyküsü üzerine - İsa'nın yaşam öyküsünde olduğu gibi - doğrudan doğruya çağdaşlarından ve onu görenlerden kaynaklanan hiç bir belge yoktur. Ne var ki, böyle belgelere ya da sözlü kaynaklara - İncil’de olduğu gibi - dayandığı belli olan birtakım bilgiler günümüze ulaşmıştır. Buda'nın ardından, ona inananların ve izdeşlerinin hayranlıklarını dile getiren söylencelerle ve menkıbelerle örülmüş örtüyü kaldırarak tarihi gerçeği aramak oldukça güç, belki de hiç bir zaman başarılamayacak bir iştir.​
Bu kaynaklardan şu bilgiler elde edilebilir: Buda İÖ 560 yıllarında Himalayaların güney eteklerinde küçük bir ülke olan Kapilavastu'da, bu ülkenin beyinin (ya da kralının) oğlu olarak dünyaya geldi. Kralın adı Şakya (Shakya) soyundan Shuddhodhana'ydı, takma adı da Gautama'ydı.​
Oğluna ise »amacına ulaşan« anlamına gelen Siddharta adını koydu. Sonraları ona pek çok onurlandırıcı adlar takılmıştır. «Aydın» anlamındaki Buda (Buddha) adını ise aydınlandıktan sonra kendisi almıştır.(45)​
Budacı yazında Buda'nın doğuşunu çok renkli ve süslü olarak betimleyen gerçeküstü öykülerden buraya yalnızca kraliçe annenin görmüş olduğu olağanüstü bir düşü aktaralım: Kraliçe dört kral tarafından gümüş dağdaki gümüşten bir saraya kaçırılmış; orada gördüğü gümüşten hortumuyla bir lotus çiçeği tutan beyaz bir fil, üç kez onun çevresinde döndükten sonra sağ yanından yanaşarak kucağından içeri dalmış ve karnına girmiş. Kral altmış dört bilge Brahman çağırarak bu düşün yorumunu istemiş. Onlar da kraliçenin düşünü şöyle yorumlamışlar: "Kraliçe bir oğlan doğuracak, bu çocuk büyüdüğünde babasının evinde kalırsa dünyaya egemen büyük bir hükümdar, yok eğer, babasının evini bırakıp giderse dünyanın yüzünden bilgisizliğin peçesini kaldıran bir ermiş olacak."​
Kral baba oğlunun dünyaya sırt çevirmiş bir bilge olmasını istememiş, sarayda kalıp ileride kendisinin yerine geçmesini ve ülkeyi yönetmesini uy- gun bulmuş. Bu yüzden de oğlunun zenginlik ve bolluk içinde eğlenerek büyümesini sağlamış ve dünyadaki yoksulluğu, acıları ondan gizlemek için elinden geleni yapmış.​
Tüm önlemlere karşın, Siddharta bir gün koruda arabayla gezerken ölüme çok yaklaşmış, titrek bir ihtiyar, ikinci gezintisinde tir tir titreyen ateşli ağır bir hasta ve üçüncüsünde çürüyen bir ceset; ve son gezintisinde de dünyadaki acıların ötesine geçtiği yüzünden okunan bir derviş görmüş. Yaşlılığın, hastalığın, ölümün ve acının bu görüntüleri genç adamı derinden etkileyerek, sarsmış. Saraydaki zenginlik, bolluk içindeki eğlenceli yaşamdan tiksinmiş, rahatı huzuru kalmamış. Gerçeği ve acılardan kurtulmanın yolunu bulmak için yalnız başına bir çileci olarak yaşamaya ve varını yoğunu, taht üzerindeki hakkını bırakmaya karar vermiş; ve bir gece, geceyarısı, uyumakta olan karısını ve yeni doğmuş oğlunu terk ederek saraydan çıkıp gitmiş.​
O gece içinde çok yol almış ve sıkı bir çileci yaşam sürüp derin düşüncelere dalabilmek için Uru- vela adındaki bir yerde yerleşmiş.​
Kendisini sıkıntıya sokmakta ve çilelere katlanmakta o kadar aşırı gitmiş ki bir süre sonra bir deri bir kemik kaldığı gibi saçları da tutam tutam dökülmüş. Böyle kendi kendini üzmenin, sıkmanın sınırına gelince bu yolla hiç bir yere varamayacağını iyice anlamış. Çileciliği bırakmış. Büyük bir ağacın gölgesi altına oturmuş ve gerçek aydınlanmaya kavuşmadan buradan kalkmamayı kafasına koymuş.​
İşte burada aydınlanmış. Olağanüstü keskin bir biçimde canlıların sonsuz bir döngü (çark) içinde doğup, büyüyüp, öldüğünü ve sonra yeniden doğduğunu görmüş. Niçin, diye kendi kendisine sormuş, niçin yeryüzündeki bu bitmez tükenmez acılar, sıkıntılar her yeni doğumla yenilensin? Bu dönüp durmaya bir dur demenin, bu zinciri kırmanın bir yolu yok mu? Aydınlığa çıkmak için gece gündüz demeden haftalarca kendisiyle boğuştuktan sonra, öğretisinin özünü «Dört Yüce Gerçek»te toplayarak özetlemiş.​
— Yaşam acıdır (üzüntüdür, ıstıraptır).​
— Acıların (üzüntünün, sıkıntının) kaynağı doyumsuz istekler, tutkulardır.​
— Tutkulara bağımlılıktan kurtulan kişi kur- tulur, ölüm doğum döngüsünün dışına çıkar.​
— Kurtuluşa götüren yol ise «Sekiz Basamaklı Yüce Yol»dur; doğru inanmak, doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru davranmak, doğru yaşamak, doğru yönelmek, doğru kavramak, doğru erişmek.​
Böylece Siddharta yedi yıllık yoğun bir arayış ve çaba sonunda aydınlığa kavuşmuş ve Buddha olmuş, sonra da öğretisini insanlara ulaştırmak, yaymak için yollara düşmüş. Seksen yaşında ölünceye dek gezgin bir bilge, konuşmacı, öğretmen, ve bir yardımsever olarak Hindistan'ın bütün kuzeydoğusunu bir baştan bir başa dolaşmış. Öğrencilerinin, izdeşlerinin sayısı gün geçtikçe artmış, ünü yayıldıkça yayılmış. Sayısız öyküde insanlara nasıl yol göstermiş olduğu anlatılır.​
Bir gün ülkesine ve babasının sarayına da uğramış, aradan geçen bütün bu uzun süre içinde kendisine sadık kalmış olan karısını kutsamış, ve bu arada büyümüş olan oğlunu da örgütüne alarak yine yola koyulmuş.​
Sevgili öğrencisi Ananda nın kolları arasında ölmüş, söylenceye göre o sırada gökten çiçekler yağmış ve bir musiki işitilmiş. Buda'nın son sözleri ise şunlar olmuş:"Burada duran her şey ergeç çözüşür. Kurtulmaya bakın, durmayın!"​
b)Buda'nın Öğretisi
Kaynaklar
Buda'nın öğretisi üzerine bilgilerimiz ancak daha sonraki yüzyıllarda derlenmiş ve daha da sonra yazıya geçirilmiş olan (46) metinlerin toplandığı üç Pi- taka'ya (üç sepet) dayanır. Araştırmacılar, büyük bir olasılıkla Buda’nın gerçek öğretisi olduğunu sandıkları özgün görüşleri bu derlemelerden yola çıkarak, daha sonraki değişmelerden ve eklentilerden ayıklamayı başarmışlardır. Sanskritçenin Pali lehçesinde yazılmış olan Pitaka’ların en iyi korunmuş ve gerçek öğretiye en yakın metinler oldukları anlaşılmaktadır. Bizim, ayrıntılara dalmayacak olan incelememizin bu bölümünde, önce Buda'nın gerçek öğretisi anlatılmaya çalışılacak; daha sonra Budacılığın tarihine ve yayılışına bir göz atılacak​
ve son olarak da sonradan gelişen başka Budacı öğretilere ve akımlara yer verilecektir.​
Tanrıtanımaz Bir Din
Bir Budacının inancının temelini yukarıda sözü edilmiş olan «Dört Yüce Gerçek» oluşturur. Budacı inanışın dayandığı bu kısa ve özlü sözlerde Tanrı adının geçmediğini, yalnızca insanların, daha doğrusu tüm canlıların yaradılışları gereği çektiği acıdan, sıkıntıdan söz edildiğini görürüz. Budacılık gerçekten de, hiç olmazsa ilk biçimiyle, tanrıtanımaz (atheist) bir dindir. Avrupa'da, Hıristiyan bağnazlığının egemen olduğu bir çağda güçlenmiş olan «Tanrıcılık (Theism)» akımına göre, Tanrının bir kişiliği olduğuna inanmak din tanımıyla özdeşleştirilmiş, din sayılmıştır. Böyle bir tanımın dar bakış açısından bakanlar için tanrıtanımaz bir din bir saçmalıktan, bir çelişkiden başka bir şey olamaz.​
Oysa Budacılık ve tanrıtanımaz başka dinler (örneğin Caynacılık) bu din tanımının çok dar tutulmuş olduğunu bize göstermektedir. Bu dinler, yeryüzünün geniş bölgelerinde, bir ahlak yasası koyan, insanı olgunlaştıran, yücelten, genedoğum, kurtuluş ve gerçeğe ermek gibi inançlar aşılayan, ancak tanrı kavramını tanımadığı için de «tanrıtanımaz» olarak nitelenen dinler olabileceğinin kanıtıdırlar.47​
Bu dinlerin değişik toplumlarda gelişme ortamı buldukları zaman kutsal yazıları, rahip ve keşişleri, manastır ve tapınakları, tapınış biçimleri ve törenleriyle Hıristiyanlığa ve öteki tanrı tanır dinlere pek çok bakımdan ve kimi zaman da şaşırtıcı biçimde benzediği göze çarpar. Ne var ki, Budacılık, bir süre sonra gerçek öğretiden saparak, Buda'nın bir tanrıymışçasına yüceltilmesiyle, tanrı tanır bir din görünümünü almıştır.​
Buda'nın kendisinin tanrılaştırılmaya kesinkes karşı olduğunu elimizdeki belgelerden anlıyoruz.​
Tumturaklı konuşmasını bilen bir kimse Buda'yı överek göklere çıkarınca ve ona "Ey bilgelerin en bilgesi" deyip durunca, Buda: "Ağzından çıkan sözler büyük ve tumturaklı... Sen geçmişin bütün bilgelerini tanıdın mı?... Onları anladın mı?... Ya geleceğin bilgelerini tanıdın mı?.."​
Bu sorulara olumlu bir yanıt alamayınca, bu kez:​
"Hiç olmazsa beni gördün. Ama beni tanıdın mı? Beni gerçekten anladın mı?" diye sormuş, ve adam ne diyeceğini iyice şaşırınca, Buda şunları eklemiş:​
"Öyleyse sözlerin niye böyle büyük ve tumturaklı? Niye kendini tutamayıp övgü şarkılarına başlıyorsun?" (48)​
Buda her türlü gösterişi ve töreni de hiçe saymıştır. O yalnız insanın kişiliğine ve davranışına değer verirdi. Bir gün bir Brahman ona Gaya'nın kutsal suyunda yıkanmak için oraya kadar gitmeyi önermiş.​
Buda demiş ki: "Burada yıkansana, ey Brahman! Yaradılmış her şeye aynı saygıyı göstersene. Doğruyu konuşmuşsan, bir canlı öldürmemişsen,​
sana verilmemiş olanı almamışsan, erdemli olmayı bilmişsen, - o zaman, Gaya'ya gitmeye ne gerek var? Her su sana Gaya’dır!" (49)​
Dharma
Buda, anlaşıldığına göre, "var oluş sonlu mu, sonsuz mu?", "Zamanın bir başı sonu var mı?" gibi soyut soruları, öğretisiyle doğrudan doğruya ilişkili görmeyerek geri çevirmiş, yanıtlamamıştır. Bilinmeyen her şeyin çözümünün, her sorunun yanıtının Tanrı esini Veda'larda bulunacağına inanan, çok bilmiş Brahman rahiplerini alaya almıştır. Başlangıçtaki biçimiyle Budacılık, evrenin ne olduğu ve nasıl oluştuğu üzerine gelişkin ve kesin düşünceler ortaya atmaktan çok uzaktır.​
Varoluşu birleşerek oluşturan en son ve en küçük parçacıklara dharma adı verilir. Sayısız dharma vardır. Dharma'dan tam olarak ne anlaşılması gerektiği üzerinde Budacı okullar arasında bir görüş birliği yoktur. Yalnız şurası bellidir: Dharma deyince canlı bir öz, bir ruh ya da canlılık anlaşılmaz, dharma'lar cansız parçacıklardır. Canlı ve cansız bütün yaratıkların, dağların, taşların, vb. böyle küçücük cansız dharma'ların bir araya gelmesiyle oluştuğu kabul edilir. Demek ki tüm varoluş küçücük dharma'lardan oluşmuş bir görüntüdür.​
Bir dharma ayrıca sürekli ve kalıcı bir şey de değildir, oluşan, sonra yine hemen yok olan kısa süreli bir görüntüdür. Sürekli, kalıcı bir varlık ise hiç yoktur ve olmamıştır. Yalnızca sürekli bir çevrim ve akış, dharma'ların kesintisiz bir oluş ve yok oluş sü- reci vardır. Her varlık geçicidir ve bir an için parlar ve parlayarak algılandığı anda yine sönerek geçmişte kalır. Yalnız içinde yaşadığımız şimdiki an gerçektir, ve evren sürekli yinelenen «şu ambardan, «geçiciliğin sürekliliğinden» başka bir şey delildir. (51)​
Bu durumda kalıcı bir kişilik, benlik de olamaz. Bilincimiz, duygularımız, ruhumuz her an yeniden oluşur ve çözülür. Zihindeki düşünce ve duyguların oluşma ve çözülme hızı, birbirlerini izlemeleri, çağrıştırmaları sanki kalıcı ve sürekli bir benliğimiz. kişiliğimiz varmış duygusuna kapılmamıza yol uçarak bizi yanıltır. (52)​
Bu bakış açısı bizim alışmadığımız bambaşka bir zaman anlayışını da içermektedir. Geçmişten, «şimdiki zaman» dediğimiz içinde bulunduğumuz şu an’a gelerek geleceğe uzanan, kesintisiz bir akış, bir süreklilik olarak algıladığımız zaman kavramı Budacılara göre bir akış değil, yalnızca kısa kısa anların art arda dizilmesidir. Kalıcı bir şey olmadığı gibi bizim anladığımız anlamda bir tarih, bir geçmiş de yoktur. Buda da, böyle bir anlayışla geleneği ve geçmişin birikimini önemsememiş, geleneğe bağlı olduğunu göstermeye büyük önem veren Hint düşünürlerinin tam tersine, neredeyse hiç bir zaman, hiç bir konuda geleneklere dayanmamıştır.​
Budacı düşüncenin bir koca yokluk üzerine kurulduğu anlaşılıyor. Tanrı yok, yaratıcı yok, yaradılış yok, benlik yok, kalıcı bir varlık yok, ölümsüz bir ruh yok... Ünlü bir Rus araştırmacı bilgin Budacılığın temel öğretisini şöyle özetlemiştir: "Var olan bir şey yok, sürekli olan bir şey yok, dünyada mutlu olunacak bir şey yok"(53) Ancak, buradaki "mutlu olmak" sözünden bizim dışımızdaki varlıkların bize verdiği mutluluk anlaşılmalıdır, yoksa bir Budacı için pekâlâ, ileride göreceğimiz gibi, kalıcı bir kurtuluşun tattırdığı bir mutluluk duygusu vardır, ne var ki, bunda da bir tür "yokluk tadı" yok değildir.​
Etki Tepki Yasası, Genedoğum, Nirvana
Dharma'nın oluş ve yok oluş süreci rastgele ve kuralsız olmayıp bir neden sonuç ilişkisine sımsıkı bağlıdır (ve bu bakımdan bu kuram Yunan atom kuramlarına benzemez). Her dharma kendisinden önceki başka dharma'ların oluşturduğu koşullar ve ortam içinde bir kurala bağlı olarak ortaya çıkar. Etki tepki yasasıyla her şey birbirine kaçınılmaz bir ilişkiler ağıyla bağlanmıştır. Budacılıkta kalıcı olan bir şey varsa işte o da var oluşun bu yasasıdır. Belki kavram karmaşasına yol açılacak ama yine de şunu belirtelim: Budacı yazında bu yasaya da «dharma» denir. Etki tepki yasası (dharma) dünyadaki olaylar için geçerli olduğu gibi davranışlarımızı da düzenler. Böylece bu yasa bir tür ahlak yasasına dönüşerek erdemli davranışlara dayalı bir toplum düzeninin temelini oluşturur.​
Ana kavramlarıyla Buda'ya dayanan (54) ünlü «Yaşam Tekerleği»yle Budacılar, her türlü oluşuma yol açan etki-tepki zincirini «On İki Katlı Yasa» olarak açıklamışlardır. (55)​
Yaşam tekerleğiyle ilk kez karşılaştığımızda tekerleğin üzerine serpiştirilmiş kavramlar arasında kolay kolay bir ilişki kuramayız. Bunun bir nedeni, örneğin, tekerleğin dış bölümünde göze çarpan kişilik, doğum, bilgisizlik gibi bizim başka bağlamlar içinde gördüğümüz kavramların ilk bakışta ne olduğunu anlayamadığımız bir ilişkiyle sıralanmış olmasıdır. (56) Yine de, yaşamın sürekli bir dönüşümden oluştuğu düşüncesini ilk bakışta çıkarmak pek güç olmasa gerek.​
Geçmişte (1 ve 2), Dört Yüce Gerçeğe göre tüm yaşamın ve acıların tek nedeni olan bilgisizlik ve bilgisizlik yüzünden oluşan bağımlılık ve tutsaklık yani tutkular, dürtüler ve doyumsuzluk, etki tepki süreci içinde yeni bir varoluşun, yeni bir yaşamın, yeni acıların tohumunu eker.​
budacılık.jpg
Şimdiki zamanda (3 - 9) yaşam tekerleği döner. Bir döl, dölyatağına düşerek gelişmeye başlar, kendisini bilmez (3), Ana karnında gelişen dölüt (cenin) kendine özgü bir biçim ve nitelik kazanır (4), duyu organları yavaş yavaş oluşur (5). (Hintlilere göre duyuların sayısı altıdır, bizim saydığımız beş duyuya düşünmeyi de eklerler.)​
Yeni doğan canlı önce dokunarak (6) sonra duyarak ve algılayarak (7) içinde yaşayacağı çevreyle ilişki kurar.​
Çevreyle kurulan ilişki sonunda yeni istekler, tutkular belirir ve türlü türlü nesnelere karşı açlık başlar. (8) Bu tutkuların dürtüsüyle büyüyen canlılar dünyaya bulaşır ve iyi yaşamak için çalışıp çabalarlar. (9)​
Böylelikle yeni bir ortam yaratılır, türlü türlü işler (karma) etki-tepki yasasıyla (dharma) yeni oluşumları ve gelişimleri başlatır. (10)​
Ve bu döngü yeni canlının yine en baştan doğum (11) yaşlılık ve ölüme (12) giden aynı yoldan geçeceği gelecekte (11 ve 12) kapanır ve orada yine en baştan başlar.​
Öteki Hint öğretilerinde ve dinlerinde de üzerinde durulan genedoğum inancı, Buda'nın yıkmadığı bir inanç olarak kalmıştır. Genedoğum onun için etki tepki yasasının kesinkes geçerli olmasının doğal bir sonucudur. Ancak genedoğum inancı sürekli bir benlik, ölümsüz bir ruh olmadığı düşüncesiyle bağdaştırılabilir mi? Şimdi yapılan işlerden etkilenerek biçimlenen ruhun genedoğumdan sonra yine aynı ruh olacağı söylenebilir mi?​
Uzun bir süre Batılı araştırmacılar tam bu noktada Budacı öğretinin tutarsız bir yanını, bir çelişkisini yakaladıklarını sandılar. Budacılar içinse burada böyle bir çelişki yoktur.​
Bir Budacı genedoğumdan söz ettiği zaman, yeni doğan bir canlının öyle değil de böyle oluşunun kendi "suçu", daha önceki yaşamlarındaki etkinliklerinin (karma'sının) bir sonucu olduğunu söylemez - söylese, bu insanın kalıcı bir benliği olduğu anlamına gelirdi - ancak, karmaşık bir ilişkiler ağı içinde, türlü türlü olaylar ve etkilerle biçimlenen bir canlının kendisine örülmüş olan ağlardan, ilişkilerden ayrı ve bağımsız olduğunu da söylemez.(57) Gerçekte eski ve yeni "ruh" diye ayrım yapılarak sorulmuş bir soru, kişilik her an yok olup yeniden doğduğuna göre bir Budacı için anlamsızdır.​
Genedoğuma götüren neden sonuç zinciri, gerçekte zaman, yer ve kişi bakımından belirlenmiş- lik, seçilmişlik ve yazgı olmadığına göre, belirli bir kişiyi ve belirli bir yaşamı değil, ayrı ayrı dhar- ma'ları etkileyerek yeni doğumlara, oluşumlara yol açar.​
Yaşam acı olduğuna göre, şimdi en önemli soru soruluyor: Acılara yol açan bu sonsuz ve kısır döngüden nasıl kurtulmalı?​
Yukarıdaki tekerleğe göre bu döngünün nedeni "tutkular" bunun da nedeni "bilgisizlik 'tir. Şimdi biz insanlar, tüm tutkulardan, kızgınlıklardan, isteklerden arınabilsek, geçici isteklerle yanıp tutuşarak sürekli koşuşup durmasak, nesnelerin çekiciliğine tutulmasak, yaşam tekerleğini çeviren gerçek nedeni gören bir aydın, bir bilge, bir ermiş ola- bilsek o zaman bu sonsuz dönüşün dışına çıkıp bağımsızlaşabilir, kurtulabilirdik.​
Ya o zaman ödülümüz ne olurdu? Ne ölümsüzlük ne ruh ne cennetle cehennem ne de avunulacak bir şey olmadığına göre kurtulan bir kişi ne elde eder?​
Nirvana'yı.​
Sözcük anlamı aşağı yukarı şöyle: bir alev sönünce ortaya çıkan durum. Bir alev sönünce geriye ne kalır? Hiç! İşte bu koca hiçlik Nirvana kavramının anlamıdır. Buda'nın kendisi bu durumu bir kimsenin her türlü tutkusundan arındığı ve ölüm doğum döngüsünden kurtulduğu durum, yani dinginlik (iç barış) olarak nitelemiştir. Bu bize belki büyük bir ödül gibi gözükmeyebilir ama Buda'ya göre bir insanın erişebileceği tek ve biricik şey de budur.​
Budacı yazında sonraları Nirvana kavramına türlü türlü yorumlar ve açıklamalar getirilmiştir. Sonradan gelişen Budacı din, Nirvana'yı - birazına bu dünyada yaşarken, birazına da öldükten sonra öbür dünyada kavuşulabilecek - bir mutluluk yaşantısı olarak tanımlamıştır. Köktenci ya da bozulmamış Budacılıkta ise Nirvana kesin bir hiçlik kavramıdır.​
Nirvana, üzerinde hiç bir şey söylenemeyecek, hiç bir sözcüğe sığdırılamayacak bir kavramdır. Bu yüzden Budacıların Nirvana’dan ne anladıklarını ne kadar açıklamaya çalışırsak çalışalım okuyucu-​
yu yeterince aydınlatanlayız, çünkü - tüm öteki Hint bilgelik öğretilerinde olduğu gibi - sezerek ve içe dalarak (meditasyonla) yol almadıkça, ona ermedikçe O'nu kavrayamayız.​
Doğru Davranış Yasası
Doğru ve erdemli bir yaşam ile ilgili görüşlerini özetlemesi istenince Buda kurtuluşa götüren yolda, şu beş yasağı koydu:​
1. Öldürme!​
2. Verilmeyeni alma!​
3. Yalan söyleme!​
4. İçki içme!​
5. Beline hakim ol! (58)​
Buda’nın yasaklarının sayısı Musa'nın On Emrinin yarısıdır, ama öyle geniş kapsamlıdır ki, bunlara uymak belki de On Emre, uymaktan çok daha güçtür. (59)​
Budacılığın Caynacılığa, öğretisi bakımından pek benzemediği halde koyduğu davranış yasası bakımından çok yaklaştığını görüyoruz. Ayrıca bu beş yasakla getirilen anlayışın Hıristiyanlığın ahlak anlayışına da ters ve uzak olmadığı hemen görülüyor. Buda da bir gün şöyle dememiş miydi: "Kızgınlık tatlılıkla yok edilir. Kötülük iyilikle... Nefret nefretle yok edilemez! Nefret sevgiyle yok edilir...!" (60)​
Budacılığın Hıristiyanlığa benzeyen bir başka yanı da Buda'nın da İsa gibi bütün insanlara, her kesime, tüm uluslara seslenmiş olmasıdır. Her iki din de uluslarüstüdür. Buda aşağı kastların kurtuluşa daha uzak oldukları gibi bir görüşü kesinlikle ileri sürmemiştir. Ne var ki Kast düzenini yıkmak için köklü bir girişimde bulunduğu da söylenemez; yalnız demiştir ki: "Ey erenler, nasıl, gürül gürül akan akarsular... denize ulaşıp karıştıklarında adlarını ve varlıklarını yitirirlerse, bu kastların dördü de çıktıkları yerin töresini ve yasasını aştıklarında adlarını ve varlıklarını yitirirler..."61 Kast ayrımı onun için öyle önemsiz bir konuydu ki belirli bir kasta bağlı olmanın Budacılık açısından bir ayrıcalık sağlayıp sağlamadığını tartışmak bile yersizdir. Burada halka dönük, demokratik bir yaklaşım seziliyor - ve bu durum, Budacılığın Brahman dinine karşı devrimci niteliğini göstermektedir. Öte yandan Budacılığın soylulara dönük, aristokratik bir havası olduğu da yadsınamaz. Bu durum Buda nın ister istemez hep üst düzeydeki ve üst kesimlerdeki kendisini anlayabilecek olan kimselere yönelmiş ve seslenmiş olmasından ve ilk yandaşlarını da bu kesim içinde bulmasından bellidir (62); ancak yol eri olmak için öyle sıkı bir davranış yasası getirmiştir ki hangi kesimden gelirse gelsin bunlara gerçekten uyabilecek kimselerin seçkin bir azınlık oluşturmaktan öteye geçmesi zordur.​
c)Budacılığın Tarihi ve Yayılması
Burada Budacılığın tarihindeki yalnız en önemli gelişmelerin altını çizeceğiz.​
Buda’nın ölümünden sonraki ilk yüzyıllarda kulaktan kulağa yayılan bilgiler derlenerek pek çok kurulda (konsilde) incelenmiş ve bunlar içinden bağlayıcı ve kutsal sayılması gerekenler saptanarak yazıya geçirilmiştir. Fakat, bu arada, bu derlemeler içinden bir seçim yapılırken ve hangi bilgilerin özgün ve çarpıtılmamış olduğu ve hangilerinin olmadığı saptanırken derin görüş ayrılıkları belirmiş, bölünmelerin ve pek çok ayrılıkçı ve sapkın Budacı akımın, yol ve kolun türemesinin önüne geçilememiştir. Önemli bir dönemece İÖ ve İS ilk yüzyıllar içinde gelinmiştir.​
Buda, herkesi kendisiyle baş başa bırakan ve herkesin kendi kendisine ışık olması, gerçeğe ve kurtuluşa giden yolu kendi içinde araması gerektiğini öğütleyen bir öğretiyi yaymaya çalışmıştı. Özellikle kendisine tapınılabilecek ve yakarılarak kendisinden yardım dilenilebilecek bir tanrı kavramını açıkça red etmişti, şöyle demişti: "Bizim dışımızdaki bir kimsenin bizi mutluluğa ya da mutsuzluğa eriştireceğini sanmak budalalıktır."(63) Ve en sevdiği ve kendisine çok bağlı olan öğrencisi Anan- da'ya şu öğüdü vermişti: "Şimdi ya da ben öldükten sonra, kim olursa olsun Ananda, bir kişi, kendi kendisine ışık olur, kendi özünden başka yerde sığınak, dayanak aramazsa ve gerçeğe yönelerek kendisinden başka kimseye tutunmaz, yaslanmazsa - en yüce gerçeğe çıkan yolu bulur."(64)​
Ancak bir süre sonra Budacılık örgütlü bir din, bir kilise olarak kurumlaşmaya yüz tutmuştur. Buda tanrılaştırılmıştır.​
Gökyüzü gerçek Buda’ya katılan ve Hıristiyan Katolik Kilisesinin ermişleri (azizleri) gibi darda kalanların yardımına koşan sayısız Budalarla dolup taşmıştır. Ayrıca bir kilise olmanın gereği olarak Ortaçağ Hıristiyan kilisesininkini andıran toplu tapmış, dualar, tütsü yakma, su serpme, kutsal yazılardan okumalar, gösterişli giysilerle kutlama törenleri, günah çıkarma, cenaze törenleri gibi uygulamalar yerleşmiştir.(65)​
Bu gibi - konumuzun dışında olan - gelişmelere yakından bakıldığında görülen, kimi zaman çok şaşırtıcı benzerlikler pek çok Batılı düşünürü düşündürmüş ve şu soru ortaya atılmıştır: Yoksa Hıristiyanlıktaki bu bir dizi katı ve tartışılmaz inanç ve töre, rahipler arası ast üst ilişkisi ve daha başka bir sürü olgu Budacılığın Buda'nın gerçek öğretisinden uzaklaşması gibi İsa'nın gerçek öğretisinden bir uzaklaşma, bir sapma mıdır?​
Budacılığın örgütlü bir din görünümünü alan koluna «Mahayana, (kurtuluşa götüren) büyük araç (taşıt)» dendi, buna karşılık, Buda'nın gerçek öğretisine oldukça yakın olan ve Buda'yı büyük bir öğretmen ve bir din kurucusu olarak tanıyan, ancak onu tanrı katma çıkarmayan kol ise küçümsenerek «Hinayana, küçük araç (taşıt)» diye adlandırıldı. Bu her iki kol da günümüzde varlığını sürdürmektedir.​
Hindistan'dan çıkan Budacılık Asya'nın pek çok köşesine yayılmıştır. Güneyde Seylan'a; Hindi- çin’e, Burma ve Siyama (Tayland, Kamboçya); kuzeyde ilk yüzyıla yakın olan yıllarda Çin'e ve bundan 500 yıl sonra Japonya'ya ve bir yüzyıl sonra da Tibet'e girerek buralarda çağımıza dek kalmıştır. Girdiği tüm bu ülkelerin kültür yaşamının önemli bir parçası olmuş ve düşünce yaşamının temelini oluşturmuştur. Gittiği her yerde o yerin halkının özelliklerine, kültürüne, eski inanışlarına uyum sağlayarak değişime uğramıştır. Bozulmamış sayılabilecek bir biçimde Zen Budacılığı adıyla Japonya'da yaşamaktadır.​
Budacıların sayısının 200 ile 500 milyon arasında olduğu sanılmaktadır, ancak Budacılık Buda'nın yolundan gitmek isteyen bir kimsenin aynı zamanda başka bir din toplumuna bağlı olup olmadığına aldırmadığı için kesin bir sayı verilmesi olanaksızdır. Burada, Budacılığın hiç bir zaman, tarihinin hiç bir döneminde, örneğin Orta Amerika'nın Hıristiyanlaştırılmasında olduğu gibi zor kullanarak, kan dökerek, baskı ve kıyıma başvurarak ya- yayılmadığını belirtmek gerekir. Budacılık iki bin beş yüz yıllık geçmişiyle gerçek bir barış öğretisi olduğunu kanıtlamıştır.​
Ne var ki, Budacılık, anayurdu olan Hindistan'da önemini giderek yitirmiş, bir kaç yüzyıl süren parlak bir Budacı hükümdarlar döneminden sonra gösterişe dönük törenler ve uygulamalarla yozlaşıp, İS ikinci yüzyıla doğru iyice çökmeye başlamış, ve bunun üzerine kendisini toparlayarak yenileyen eski Brahmanizm yeni bir solukla ileri atılmıştır. Budacılığın bütün gelişmelerini ve yan kollarını ayrı ayrı incelemek bu kitabın çerçevesine sığmaz.​
19’uncu yüzyıla dek Batı'ya çok yabancı olan Budacılık ve Budacı felsefe geçen yüzyılda araştırılmaya ve incelenmeye başlanmış ve ancak son zamanlarda, başarılı ve ayrıntılı incelemeler ve çalışmalarla bir ölçüde anlaşılabilmiştir.​
d) Budacı Felsefe Sistemleri
Gerek Hindistan’da gerek Çin'de, Budacılığın köklerinden çıkarak değişik yönlerde gelişmiş olan felsefe sistemlerinin çokluğu ve çok yönlülüğü bizi şaşırtmaktadır. Yüzyıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılarak yoğurulan ve bu arada ünlü birkaç düşünürün katkısıyla en ince ayrıntılara kılı kırk yararak inen, tutarlı düşünce yapılarının ve kuramların (teorilerin) geliştirilmiş ve zengin bir Budacı felsefe yazınının oluşmuş olduğunu görüyoruz.​
Budacı öğreti Nirvana'ya (çözülüşe) götüren iki yol tanır. Bunlardan biri, mantık işlemleriyle aşama aşama doğruyu ve gerçeği bulmak, öteki ise içe dalım (meditasyon) gibi belirli birtakım uygulamalarla derinliklerimizdeki, dolambaçlı yoldan geçerek gerçeğe ermektir. Aşağıda, bu her iki yönü de göstermeye çalışan seçilmiş örnekler verilecektir.​
İlkin, pek çok başka düşünce sisteminin de dayanağını oluşturmuş olan ve bu konunun önde gelen uzmanlarınca önemli sayılan dört Budacı sistem anlatılacaktır.(66) Aynı zamanda Budacı düşünürlerin geliştirdikleri değişik ve özgün bir kanıtlama yöntemi de açıklanacaktır.​
İkinci yolu göstermek için Zen-Budacılığına değineceğiz.
Değilleme Mantığı
Körlük, bilgisizlik Buda'ya göre, acılarla dolu bir yaşam sürecinin sürüp gitmesine yol açan başlıca nedendir. Çocukluk çağındaki kavrayış yetersizliği, saplantılar, beklentiler; yetişkinlik çağındaki kör inançlar, önyargılar, türlü türlü tutkular, günlük yaşamın çarkına bağımlılık, hep aynı kökten, yaşamın ne olduğunu görememekten, bilinçsizlikten, daha doğrusu tutkuları kışkırtan bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bu bilgisizlikten kurtulmanın yolu ise aydınlanmadır.​
Bilgisizliğin karanlık örtüsünü azar azar aralayarak kaldırmak için Budacı filozoflar değişik ve özgün bir «değilleme mantığı» geliştirmişlerdir. Özellikle Güney Hindistan'da doğmuş ve İS 125 yıllarında yaşamış olan - ve pek çok kimsenin Budacı felsefenin en büyük düşünürü olarak gördüğü - Na- garjuna bu yöntemi geliştirerek yetkinleştirmiştir. Onun mantıkla ilgili açıklamaları, hepsi de değille- me (Negation) üzerine kurulu dört kuramda toplanır. (67)​
1. Budacılığa sonradan girmiş olan çok önemli «İki Gerçek Öğretisi» Nagarjuna'nındır.​
Biri alçak biri yüksek olmak üzere iki gerçek olduğu varsayılır. Bir düşünce, bir sav (tez) inceden inceye gözden geçirilmemişse ilk bakışta gerçekmiş gibi görünebilir, ancak daha yüksek bir açıdan ele alınınca bunun gerçek olmadığı anlaşılır.​
A = aşağı gerçek​
B = yüksek gerçek​
Biri öbürünü değilleyen bu iki bakış açısı AB diye bireştirilerek bir bütün, daha üst bir gerçek olarak ele alınırsa ve buna, bu kez daha da yüksek bir​
açıdan bakılırsa, gerçek olduğu sanılan bu yeni düşüncenin de gerçek olmadığı anlaşılır, bu durum şöyle özetlenir:​
AB = aşağı gerçek C = yüksek gerçek Bu böyle sürüp gider:​
ABC = aşağı gerçek D - yüksek gerçek​
Böylece aşama aşama, gittikçe daha yüksek ve anlamlı gerçeklere ulaşılır.​
2. Nagarjuna'nın ikinci bir kuramı «Dört Türlü Yanıt Yöntemi»dir. «Evet» ya da «hayır» yanıtı bekleyen herhangi bir soruya gerçekte şu yanıtların birisinin verilmesi gerekir: ya tam bir «evet»; ya tam bir «hayır»; ya, koşullara bağlanarak duruma göre, «böyleyse evet şöyleyse hayır»; ya da son olarak «ne evet ne hayır». Ve bu sonuncu yanıt ya "bu soru beni ilgilendirmez" ya da "ben evet ve hayırın ötesinde- yim" demektir.​
En yüce gerçek açısından Nagarjuna'ya göre yanıtlar hep «ne evet ne hayır» biçiminde olduğuna göre O, her türlü nitelemenin ve kavrayışın ötesinde olandır.​
3. «Varoluşun Sekiz Katlı Değillenme Yöntemindeyse Nagarjuna bu kez «Ne Evet Ne Hayır» yanıtını ele alıyor ve bununla yaşamın türlü türlü gerçeklerini son gerçek açısından sınayarak şunu gösteriyor: "Ne doğum var ne ölüm; ne sürekli bir oluş var ne yok oluş; ne birlik var ne çokluk; ne geliş var ne gidiş." Bütün bunlardan çıkan anlam yine en yüce gerçeğin her türlü nitelemenin ötesinde olduğudur.​
4. Yukarıda belirtilen bu yolların kazandırdığı içgörüyle «Doğru Gerçeğ»e («Hakk»a) ya da «Orta YoI»a ulaşılır. Bu yola «Orta Yol» denmiştir, çünkü bu yolda sağdaki ve soldaki aşırılıklardan, her tür- lü tek yönlü ve tek yanlı sapmalardan sakınmak ve «ak mı kara mı» sorusunun bizi soktuğu çıkmazı aşmak gereklidir.​
Dört Önemli Budacı Düşünce Sistemi
Buda'nın özdeyişleri arasında hem "her şey gerçektir (vardır)." hem de "hiç bir şey yoktur" sözleri bulunmaktadır.(68) Bu sözlerde ilk bakışta görülen sözde çelişki Buda'nın ölümünden sonra ta İS ilk yüzyıllara dek birbiriyle tümden çelişen yorumlara yol açmıştır. Kimi akımlar bu iki karşıt özdeyişten ilkine bağlanmışlar ve böylece gerçekçi (realist) bir evren görüşüne ulaşmışlar; kimileriyse ikinci özdeyişe ağırlık vererek yokluğu vurgulayan «Hiçlik Yanlıları» (Nihilistler) takımını oluşturmuşlardır. Dört Budacı düşünce sistemi, yine bu uzun dönem içinde gelişmiş olan Budacı «Çoklu Değilleme» mantığının «varlık» ve «yokluk» sorununa nasıl uygulandığını daha iyi göstermek için aşağıdaki sırayla ele alınmıştır.​
1. Vasubandhu nun «Gerçekçi (Realist) Sistemi» - İS 420 ile 500 yılları arasında yaşamış olan ve varoluşun, bir yanda pek çok ve türlü türlü somut ve kalıcı nesnelerden, öte yanda da geçici bir süre yeryüzünde kalarak bu nesnelerle ilgilenen kişiliklerden, benliklerden (ruhlardan) oluştuğunu göz önünde tutan Vasubandhu «değilleme»yi yalnızca «kişiler» üzerinde uygulamakta ve zaman içinde sürekli ve kalıcı «benlikler (ruhlar)» olabileceği düşüncesini yadsımaktadır. Görünen dünyanın gerçek olduğundan ise kuşku duymadığı için bu sistem «gerçekçi (realist)» diye adlandırılmıştır.​
2. Harivarman'ın (İS 250-350) «Hiçlik Öğretisinde ise değilleme işlemi bir adım daha ileri götürülüyor. Ona göre ne kişilikler, benlikler, ne yaratılmış nesneler ne de bunlarla ilgili kavramlar gerçektir. Gerçekte hepsi bir hiçtir, boştur. Bunun için, bu sisteme «hiçlik yanlısı (nihilist)» denmiştir. 1. ve 2. sistemler «Küçük Aracın (Hinayana'nın)» içindedir.​
3. «Kavramcı (İdealist) Sistem» adındaki üçüncü sistem, yine biraz önce adı geçen Vasuban- dhu'ya dayanır. Yaşamının son yıllarına doğru Va- subandhu'yu, «Kavramcı Yalın-Bilinç» akımını başlatmış olan kardeşi Asanga, kendi öğretisine çekmiştir. Vasubandhu'nun, bu öğretiyi açıklayan yazıları bu akımın dayanağını oluşturur. Bu öğretiye göre (1. sistemde olduğu gibi) ne yalnız somut varlıklar gerçektir ne de (2. sistemde olduğu gibi) var olan her şey yokluktur, hiçliktir.​
Gerek nesnelerin gerek bu nesnelerin karşısındaki kişilerin iki kez değilleme işleminden geçirilmesiyle yine olumlu bir durum elde edilir; buna bakılarak yalnız kavramların gerçek olabileceği görüşü ileri sürülmüştür. Bunun için de bu sisteme «Kavramcı (idealist)» denmiştir.​
4. Değilleme mantığı doruğuna bu konunun başında adı geçen «Hiçlik yanlısı (Nihilist)» Nagarju- na ile ulaşmıştır. Yukarıda değinilen akımlar onun «Dört Türlü Yanıt Yöntemi»nde belirttiği «varlık ya da yokluk, olmak ya da olmamak (Latince: ens ya da nonens)» sorusuna ya «evet» ya «hayır» ya da «hem evet hem hayır» diye yanıt vermenin ötesine geçememişlerdir.​
Nagarjuna'ya göre çözüm «ne evet ne hayır» yanıtıdır. Nagarjuna'nın Orta Yolunda (başka Budacı öğretiler de kendi yollarını böyle nitelemişlerdir), o değil bu değil, diye sürekli değillemeyle gerçek araştırılınca durmadan değişen ve dönüşen görüntülerde (nesne, kişilik ya da kavramlarda) kalıcı bir öz bulunamaz, bu yolla gerçeği aramak boşunadır, geriye kalan ve kendi başlarına bir anlam taşımayan aldatıcı biçimlerle gerçeğe ulaşılamaz. Ancak bu görüş 2. sistemin yine nihilist olan görüşüyle karıştırılmamalıdır.​
Nagarjuna «Ne olmak ne de olmamak» derken daha çok şunu anlatmak istiyor: Dünyayı yorumlamaya ve varoluşun gizini çözmeye çalışan bütün uğraşlar, ister istemez ve kaçınılmaz olarak sınırlarla karşılaşacaklardır; ve yalnız bilge kişi var mı yok mu sorusuna takılmadan "ne var ne yok" diyerek her şeye tepeden bakacak ve tartışmaksızın susmayı yeğleyecektir.(69) 3. ve 4. sistemler «Büyük Aracın (Mahayana)» içindedir.​
Bu dört sistem zaman bakımından sıraya sokulunca, sistemlerin gelişimini göstermek için izlediğimiz sıranın, - çok şaşırtıcı ama -, tam tersi olan bir sıralamayla karşılaşırız. Konuya açıklık getiren en tutarlı öğretiyi - bu arada değilleme mantığını da - geliştirmiş olan Nagarjuna, üstün bir yetenek ve keskin bir bakışla yüzyıllar sonra adım adım yaklaşılarak varılan görüş açısını daha baştan ortaya koyabilmiştir. (70)​
Biz burada, ileride yakından incelendiği zaman daha iyi anlaşılacak olan bir noktaya, yanıltıcı çağrışımların daha baştan önüne geçmek için şimdiden değinmeyi yararlı görüyoruz. Nagarjuna'nın Budacı diyalektiği, Hegel'in diyalektik düşünce yönteminden temelden ayrıldığı gibi, Çinlilerin, Hegel'in diyalektiğine yaklaşan ve karşıtlıkların barışmasıyla daha yüce gerçeklere ulaşılabileceğini ileri süren görüşünden de ayrılır. Hegel'de bir savın (tez) hemen ardından bu savı olumsuz- layan bir karşı sav (antitez) ortaya atılır; sonra da bu ikisi (tez ile antitez) daha üst düzeydeki bir bireşimle (sentez) bir araya gelerek birbirlerine karşıt olma özelliklerini yitirirler. Oysa Nagarjuna'da daha değillemenin ilk adımında baştaki sav (tez) değillenerek dışlanır ve sonra, karşı savın da, bir üst aşamada ve daha geniş bir bağlamda değillenerek dışlandığı görülür. Sonunda ise ortada kala kala, artık daha yakından ele alınamayacak ancak sezgiyle kavranabilecek olan «hiçlik» kalır ki bu da «Nirvana»dır. (71)​
Zen Budacılığı Üzerine Bir Kaç Söz
Kökleri Hindistan'da olsa da daha çok Çin'de gelişerek özgün biçimine kavuşan - orada ve özellikle Japonya'da yaşatılarak günümüze ulaşan - Zen Budacılığına, Hint felsefesine ayrılmış olan bu bölümün içinde yer verilmesi belki doğru olmamıştır. Ancak, Budacılığın tarihi gözden geçirilirken değinilmesi gereken, önemli ve yaygın akımlardan biri olduğu ve ayrıca Budacı görüşün gerek içe dalıma (meditasyona) yönelmesini gerekse günlük yaşama yansıyarak uygulamaya dönüşmesini gösterdiği ve bu bakımdan yukarıda değindiğimiz salt mantığa dayalı, kılı kırk yaran sistemlerden oldukça değişik ve özgün bir örnek oluşturduğu için Zen Budacılığı üzerine bu bölümde bir kaç söz söylemeyi gerekli gördük.​
Zen Budacılığı bizim bildiğimiz felsefe tanımına sığmaz. Felsefelere özgü tutarlı ve gelişkin bir düşünce sistemi ortaya koymaz. Ne var ki, din tanımına da girmez. Zen Budacılığının tapınakları manastırları, keşişleri varsa da, belirli bir inanca ya da düşünceye bağlılığını gösteren bağlayıcı sözler yoktur. Bu bakımdan - yalnız Budacılık değil - bir dünya görüşü ortaya koymaya çalışan tüm düşünce yapıları içinde Zen Budacılığı benzersizdir.​
Zen Budacılığının ne olduğu yandaşlarına sorulursa, "Zen yaşantısını tatmaktır", diyeceklerdir. (72) Dışarıdan bakan kimse için Zen Budacılığının ne olduğunu anlamak, felsefe ağırlıklı Budacı akımları anlamaktan çok daha güçtür. Zen Budacı- lığının değişik ve özgün niteliğini az çok görebilmek için yalnız birkaç ayrıntıya yer vererek kestirme yoldan bu konuya bir göz atmaya çalışalım.​
Zen yandaşlarının felsefelere ve akılcı öğretilere ve hiç bir inanca bağlı olmak istememelerinin nedeni şu: Sözcüklere, kavramlara, öğretilere, kesin kurallara, ya da davranış yasalarına bağlılık bizim her zaman ve her yerde geçerli olan gerçeğe, o derin anlama ulaşmamızı engeller. Bu durum Buda’nın​
sözleri için de geçerlidir. Onun konuşmaları ve aktarılan sözleri konuştuğu dilin olanaklarıyla sınırlandığı gibi dinleyicilerinin anlayışına ve içinde bulunduğu ortama uymuştur. Katıksız yalın gerçek ise sözcüklerle söylenemez.​
Bu görüşe uygun Zen geleneğine göre Buda'nın susarak anlatmak istediği yalın gerçeği bir öğrencisi anlamış ve bu ileti kesintisiz bir pirler zinciriyle kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılmış. Şu Zen sözleri bu görüşü yansıtıyor: "Gönülden gönüle yol bularak...", "söze dönüşmeden yazıya dökülmeden...", "öğretmeye çalışmadan öğretilerek...", "kendi özüne bak, doğal özünü anla, aydınlan (Buda ol)", "kutsal bilgi bilgi değildir." (73)​
Zen Budacıların kendilerine özgü bir içe dalım (meditasyon) yöntemi de vardır.
Sınava giren isteklilere bir bulmaca verilir. Sınananlar büyük bir odada Zen ustalarının sıkı gözetimi altında gerekli görülen oturuş ve duruş biçimlerinde günlerce gecelerce meditasyon yaparlar. Üç katlı sessizlik, düşünürken - ve düşünmeye verilen düzenli aralarda - yemek yerken ve temizlenirken bozulmaz, gereksiz hiç bir gürültü çıkarılmaz, konuşulmaz. Kim - genellikle bir kaç gün sonra - çözümü bulduğuna inanırsa sorumlu ustaya başvurur, o da kendisine sunulan çözümü değerlendirerek görüşünü bildirir.​
Meditasyonu çok önemsemelerine karşın Zen Budacılar günlük işlerle ilgili, yaşama dönük kimselerdir, çünkü öğreti Zen yaşantısının günlük yaşama yansıtılmasını buyurur. "İş yok, aş yok!", "Öğreti yaşamdır!", "Yürümek, durmak, oturmak, yatmak, işte yüce öğreti bu!", tüm bunlar hep Zen pirlerinin özdeyişleridir ve bu sözlerle günlük yaşamdan kopmamak gerektiği açıkça bildirilmiştir. (74)​
Katı ve kesin öğretileri benimsemeyen ve günlük uğraşlardan kopmayan Zen Budacılarının Zen söz konusu olunca ortak bir davranışı vardır: Susmak!​
Zen Budacıların özgün nitelikleri ve tutumları çoğunlukla ince bir alayla yüklü, derin çelişkiler içeren ve bize ilk bakışta anlamsız gelen eski Zen öykülerinde sergilenir.​
Böyle bir Zen öyküsü Sozan ve 9. yüzyıl Zen ustalarından biri olan Daian'dan söz etmektedir. (75) Daian şöyle bir söz söylemiş: ''Varlık ve yokluk bir ağacı saran sarmaşık gibidir." Bu söz Sozan'ın kulağına çalınınca kalkmış, Daian'a şu soruyu sormak için uzun ve yorucu bir yolculuğu göze alarak gelmiş: "Ağaç kesilse, sarmaşık solsa ne olur?'​
Sozan'ı burada ilgilendiren konu şuydu: «Varlık» ve «yokluk» kavramları zihnimizden silinirse ne olur? Biz bu karşıtlığa hep bağımlı mıyız, bunun ötesine geçilemez mi? Usta bir duvar örmekle uğraşıyormuş. Ne mi demiş? O sırada sürmekte olduğu el arabasını devirmiş ve bir kahkaha atarak oradan uzaklaşmış. Düş kırıklığına uğrayan Sozan başka bir Zen ustasına başvurmuş. Ona bu durumu anlatıp aynı soruya sorunca benzer bir davranışla karşılaşmış. Ancak bu kez Sozan gerçeği çakmış ve gülümsemiş, saygıyla eğildikten sonra oradan uzaklaşmış. Birdenbire ustanın bir söz söylemeden ne demek istediğini anlamış: Düşüncelerimiz varlık​
ve yokluk, doğum, ölüm, etki tepki gibi kavramlara takılmışsa o zaman sözlerin ve kavramların ağına yakalanır ve gerçekten gitgide uzaklaşırız. Kavramlarla boğuşan konuşmacılardan, dinleyicilerden ya da sözleri ölçüp biçen mantıkçılardan, eleştiricilerden biri değilsek, yaşamın yalın gerçeğine yönelmişsek, işte o zaman sözlerle anlatılamayan gerçek apaçık ortada!​
Kaynak: İlkçağ Felsefesi / H. J. Störig
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
Benzer Konular
Çin'de Budacılık

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst