1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Aşkın felsefi bir tarzda ele alınması, epistemoloji, metafizik, din, insan doğası, politika ve etik başta olmak üzere, bir dizi altdisiplini yakından ilgilendirir. Aşkla, onun doğası ve insan yaşamıyla ilgili tümce ve argümanlar, felsefenin neredeyse bütün merkezî teorileriyle bağ kurar ve çoğu zaman da cinsellik felsefesi ve toplumsal cinsiyet kuramıyla karşılaştırılırlar. Bir aşk felsefesinin görevi aşkla ilintili konuları, insan doğası, arzu ve etik bağlamında, uygun teorilerden sonuç çıkarsamak suretiyle, ikna edici bir tarzda takdim etmektir.​
Aşkın Doğası: Eros, Philia ve Agape
Aşka ilişkin felsefi tartışma mantıksal olarak onun doğasıyla ilgili sorularla başlar. Bu, her ne kadar aşkın kavramsal olarak akıldışı olduğunu savunanların karşı çıktığı bir şey olsa da, aşkın, aklî ya da anlamlı önermelerle tanımlanabilmesi anlamında bir özü ya da doğası olduğunu ima eder. Metafiziksel ve epistemolojik bir argüman ortaya koymakta olan bu türden eleştirmenler için, aşk duyguların rasyonel incelemeye meydan okuyan bir boşaltmı veya dışavurumu olabilir; öte yandan, bazı diller, felsefi bir inceleme ya da araştırma imkânım tümden olumsuzlayacak şekilde, kavramı kabul dahi etmezler. Sanskritçe Iubh (arzu)'un Germanik formlarından türeyen İngilizce aşk (love) sözcüğü, tanım ve anlam konusunda, Grekçe eros (έρος), agape (αγάπε) ve (philia) φιλία sözcüklerine sözcüklerine gönderimle bir dereceye kadar çözülebilen, birinci düzeyden problemler yaratacak şekilde, genişçe tanımlanır ve dakiklikten yoksundur.​
Eros: Grekçe έράοθα'dan gelen eros (έρος) terimi aşkın, bir şey için için duyulan, kendisine çoğunluk cinsel bir arzu diye gönderimde bulunduğumuz -zaten modern erotetik kavramı da buradan gelmektedir- tutkulu ve yoğun bir arzuyu oluşturan parçasını tanımlar. Bununla birlikte, Platon'un eserlerinde eros'un (έρος'un), aşkın güzelliği arayan ortak ya da genel bir arzu olduğu, bir bireyin tikel güzelliğinin bize Formlar ya da İdealar dünyasında varolan hakikî güzelliği anımsattığı savunulur. Sokratik-Platonik konum, yeryüzünde güzelliğe duyduğumuz aşkın, bizler ölünceye kadar, hiçbir zaman tam olarak tatmin edilemeyeceğini öne sürer; biz, işte bu arada, önümüzdeki tikel uyarıcı imgenin ötesindeki kendinde güzelliğin temaşasını özleriz.​
Platonik έρος teorisinin en önemli içerimi, tikel güzellik imgelerinde yansıtılan ideal güzelliğin, insanlar ve şeyler, düşünceler ve sanat, vs., kısacası her şey için kullanılabilir hâle gelmesidir: Buna göre, aşık olmak Platonik Güzellik îdeasına aşık olmaktır; münferit bir bireyi değil de, güzel diye nitelediğimiz dünyevî şeylerin hakikî ya da ideal güzellikten aldıkları şeyi sevmektir. Platon'un aşk görüşü için, karşılıklılık zorunlu bir şey değildir; zira arzu, bir başkasının dostluğu, paylaşılan değerler ve meşgalelerden ziyade, nesne veya Güzellik objesi için duyulan arzudur.​
Platonik felsefe geleneğinde yer alan pek çok kimse aşkın aslî olarak fizikî arzudan çok daha yüksek bir değer olduğunu savunur. Onlara göre, insan fizikî arzuya hayvanlar dünyasıyla ortak bir biçimde sahip olur; dolayısıyla, fizikî arzu, aklî olarak yaratılmış aşktan, yani İdeaların keşfi ve İdealarla ilgili rasyonel söylemin yarattığı bir aşktan çok daha aşağı düzeyde bir tepkiyi ifade eder. İşte bundan dolayı, kendi içinde bir nesneye, düşünceye ya da kişiye duyulan fizikî arzu, aşkın gerçek bir şekli, uygun bir görünümü olamaz.​
Philia: έρος'un arzulayan ve tutkulu özleminin tam tersine, (Philia) φιλία öteki için takdir ve başkasına beslenen düşkünlüğü ifade eder. Yunanlılar için Philia sadece dostluğu değil, fakat aileye ve polise -kişinin politik cemaatine, mesleğine ya da işine duyduğu sadakati de içine almaktaydı. Başkasına beslenen Philia, Aristoteles'in Nikomakhosa Etik'in VII'inci kitabında açıkladığı üzere, aşık olunanın kişinin bizatihi kendisi için veya öteki için hissedilen bir şey olabilir. Burada Philia için belirleyici olan motiflerle ilgili ayırımlar öteki için duyulan aşktan türetilir. Çünkü dosttuk, iş anlaşmaları örneğinde olduğu gibi, bir bütün olarak yararlıdır veya onların karakterleri ve değerleri hoşa gider ya da konuyla ilgili çıkarlar tamamen bir tarafa bırakılıp, kişi ötekinde kendisi bulur. Bu açıdan bakıldığında, İngilizce dostluk veya arkadaşlık kavramı (friendship) Aristoteles'in Philia anlayışını aşağı yukarı karşılar.​
Aristoteles, bizim dostlukta aradığımız şeyleri sıralarken, Philia'nın gerçek ya da doğru temelinin nesnel bir temel olduğunu telkin edecek şekilde, bizim eğilimlerimizi paylaşanlardan, kin beslemeyenlerden, yapmakta olduğumuz şeylerle ilgili bir arayış içinde olanlardan, ölçülü ve adil olanlardan, biz kendilerine hayranlık besledikçe bize takdir hisleri besleyenlerden, vb., söz eder; ona göre, tarzlarında ve kişiliklerinde kavgacı, dedikoducu ve saldırgan olanlarla dost olunmaz. Buradan en iyi karakterlerin en iyi dostluk türünü ve dolayısıyla da aşkı yarattıkları sonucunu çıkartmak mümkündür; gerçekten de, Philiaya uygun düşen veya layık olan iyi bir karakterin nasıl olacağı Nikomakhos'a Etik'in konusunu oluşturur. En akıllı adam en mutlu olacak olan adamdır, "iyi olan ve erdem bakımından benzer olanlar" arasındaki en iyi dostluk şekline muktedir olan böylesi adamlara, şu hâlde az rastlanır (Nikomakhos'a Etik, VIII, 4). En iyi olandan ahlaken uzaklaşanlar için nitelik bakımından küçülen dairelerle birlikte, bu türden eşitler -Aristoteles'in akıllı ve mutlu adamları arasındaki aşkın yetkin olacağını tahmin edebiliriz. Aristoteles böylesi aşkı, "bir tür duygu taşkınlığı" veya "yoğunluğu" olarak tanımlar.​
Daha aşağı düzeyden veya nitelikçe düşük dostluklar, aynı zamanda bir başkasının arkadaşlığından alman yarara dayanır. Bir iş arkadaşlığı yarara, işle ilgili benzer menfaatlerin karşılıklılığına dayanır; iş bir kez sona erince, dostluk da biter. Aynı şekilde, ötekinin arkadaşlığından alınan hazza dayanan dostluklar da, haz tükenince bitip gider.​
Aristotelesçi aşkın en yüksek şeklinin ilk koşulu, kişinin kendisini sevmesidir. Bencil bir temel olmaksızın, o duygudaşlık ve duygulanımını ötekilerini de kapsayacak şekilde genişletemez. Bununla birlikte, böylesi bir kendini sevme, dolayımsız hazların peşinden koşmaya veya kalabalıkların methiyelerine bağlı olacak şekilde, hedonistik bir kendini sevme değildir; o, bunun yerine, saygıdeğer ve erdemli olana dönük, tefekkürün belirlediği bir hayatın peşinden koşmada doruk noktasına varan, arayışının bir yansıması veya tezahürüdür. Kişi başkalarıyla dostluk etmeye, "amacı", erdemli insana ve dostuna yakışacak şekilde, "değerli eylemleri temaşa etmek, hoş yaşamak, tartışma ve düşünceyi paylaşmak olduğu için" ihtiyaç duyar. Ahlaken erdemli insan kendisisin altında olan insanların sevgisini hak etmekle birlikte, onlara karşılık eşit bir aşk ve muhabbet beslemek zorunda değildir. Aristoteles'in aşk anlayışı, şu hâlde, seçkinci veya mükemmeliyetçi bir aşkı tanımlar: "Eşitsizliği içeren bütün dostluklarda, aşk da orantılı olmalıdır, yani daha iyi olanın sevdiğinden daha çok sevilmesi gerekir." Karşılıklılık, zorunlu olarak eşit olmasa bile, Aristotelesçi aşk ve dostluğun zorunlu bir önkoşuludur, her ne kadar anne babanın evladına olan sevgisi tek yönlü bir düşkünlüğü ifade etse de.​
Agape: Temelde, Tanrı'yı insan için ve insanı da Tanrı için sevmeyi tanımlamakla birlikte, o bütün insanlık için duyulan kardeşçe aşkı ihtiva edecek şekilde genişlemiştir. Agape aynı anda bir düşkünlük, tikel olanı aşma ve karşılıklılık zorunluluğu bulunmayan bir tutku olan yetkin bir aşk türü aramak bakımından, hem erostan ve hem de philiadan birtakım unsurlar alır. Kavram "Rabbın Tanrı'yı bütün kalbinle, bütün ruhunla ve gücünle sevmelisin!" diyen, "kişinin komşusunu kendisi gibi sevmesini" isteyen Musevî-Hrıstiyan Tanrı'yı sevme geleneğine de geçmiştir. Tanrı aşkı, Platon'un erotik bir tutkuyu, korku, ve dünyevî alaka ve engelleri aşan bir arzuyu içeren Güzellik aşkını anımsatan tarzda (Platon'un Aziz Augustinus gibi çevirmen ve izleyicileri bu bağlantıları kullanırlar), kişinin kendisini Tanrı'ya mutlak olarak adamasını gerektirir. Öte yandan Aquinalı Thomas, Tanrı'nın en rasyonel ve dolayısıyla, kişinin aşkını, saygı ve ilgisini en fazla hak eden varlık olduğunu öne sürerken, Aristotelesçi aşk ve dostluk kuramlarından çok şey alır.​
Evrenselci "komşunu kendin gibi sevmelisin!" buyruğu, özneyi gerektiği takdirde tek yanlı sevmek durumunda olduğu çevresindekilere gönderir. Buyruk karşılıklılık mantığını kullanır ve öznenin kendisini uygun, yaraşır bir tarzda sevmesi gerektiğini bildiren Aristotelesçi bir temele işaret eder. Zira kişi kendisine uygun olmayan, sapık bir tarzda düşkünlük gösterirse, bundan sadece münasebetsiz sonuçlar çıkar. "Vermek almaktan çok daha iyidir"in mantığına çok benzer bir biçimde, «pürenin evrenselciliği birinden ilk münacatı talep eder. Emir aynı zamanda "Düşmanını sev!" Hıristiyan buyruğunda olduğu gibi, eşitlikçi bir aşkı gerektirir. Böylesi bir aşk, bazılarının diğerlerinden daha sevilebilir veya sevilmeye değer olduğunu ima eden mükemmeliyetçi veya aristokratik tavırları aşar. Agape, bir başka kişiye soyutta insan varlığa olması sebebiyle, çıkar gözetmeden saygı beslemesi veya aşk duymasının ahlâkî önemini olumlayan Kant ve Kierkegaard'ın etiğinde de yankılanır.​
Aşkın Doğası: Kavramsal Mütalaalar
Aşkın bir özü ya da doğası olduğunu kabul ettiğimize göre, onun en azından bir dereceye kadar, dilin kavramları içinde, uygun bir betimleme diliyle tasvir edilebilmesi gerekir. Bununla birlikte, uygun bir betimleme diliyle anlatılmak istenin ne olduğu hususu, felsefi olarak aşkın kendisi kadar cezbedici olabilir. Bu türden mütalaaların en azından anlamların ilgisi ve uygunluğu bağlamında dil felsefesine davetiye çıkarırken, diğer yandan da "aşk"ın analizine ilk ilkelerini sağlar. Aşk var mıdır, varsa eğer, bilinebilir, kavranabilir ve betimlenebilir mi? "Aşığım", "Seni seviyorum" ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, aşk kavranabilir ve bilinebilir olabilir, ama bu tümcelerde geçen "aşk" terimi daha fazla analiz edilebilir bir terim değildir: Yani, kavram, bir Rantçının da kabul edebileceği üzere, daha fazla müdahale ya da incelemeye izin vermeyen, indirgenemez, aksiyomatik veya kendinden açık bir durumu, hatta muhtemelen apodeiktik bir kategoriyi ifade eder.​
Aşkın epistemolojisi, bizim aşkı nasıl bilebileceğimiz, onu nasıl tanımlayabileceğimiz ve (herkese açık davranışa karşı, özel bilgiyle ilgili felsefi konulara değinen) kendimize veya başkalarına aşık olmayla ilgili önermeler kurmanın mümkün ya da makûl olup olmamasıyla ilgili sorular sorar. Aşkın epistemolojisi, yine dil felsefesi ve duygu teorisiyle yakından ilişkilidir. Aşk eğer bütünüyle duygusal bir durumsa, onun., başkalarının dilsel bir ifade dışında hiçbir yolla anlayamayacağı veya nüfuz edemeyeceği özel bir fenomen olarak kaldığı ve dilin duygusal bir durumun, gerek dinleyen ve gerekse özne için, yoksul bir göstergesi olabileceği savunulabilir. Duygucular "Aşığım!" gibi bir dilsel ifadenin, önermesel olmayan bir deyiş olduğu, ve dolayısıyla sahiciliği veya doğruluğu inceleme ve araştırmanın ötesinde kaldığı için, başka tümce ya da önermelere indirgenemeyeceğini savunurlar. Fenomenologlar da, aynı şekilde aşkı bilişsel olmayan bir fenomen olarak gösterir. Örneğin, Scheier "aşkın kendisi nesnedeki en yüksek değerin sürekli zuhurunu —sanki o, aşık tarafında herhangi bir zorlama (hatta bir arzulama bile) olmaksızın, nesneden onun ahengine göre akıyormuşçasına— gerçekleştirir" diyerek, Platon'un bilişsel olan ideal aşkını alaya alır.​
"Aşkın" analiz edilemeyeceği, felsefi bir incelemeye tâbi tutulamayacağı iddiası, "aşk"m böyle bir incelemeye konu edilmemesi gerektiğini, onun gizemine, görkemine, İlâhî veya romantik doğasına ödev gereği duyulan saygının bir gereği olarak, zihnin erişim alanının ötesinde bırakılması gerektiğini iddia etmekten farklıdır. Fakat insanlar aşkla ilgili önermeler ortaya koydukları veya "daha çok sevgi göstermemiz gerekir" türünden telkin ya da tavsiyelerde bulundukları zaman, kavramsal olarak ifade edilen aşk diye bir şeyin varolduğu kabul edilirse, o zaman felsefi! bir inceleme bütünüyle uygun, hatta doğru ve yerinde bir şey gibi görünür: O, belli davranış kalıplarıyla, ses veya tarzdaki değişimlerle, münferit bir değerin bariz olarak peşinden koşulmasıyla ya da belli bir değeri korumaya, yaşatmaya çalışmakla eşanlamlı bir şey midir?​
Aşk, kişisel bir ifade, ayırt edilebilir bir davranış kalıbı veya başka bir faaliyet türünden belli bir yolla tanınabilir olan bir "doğa"ya sahipse, onun insanlık tarafından tam ve gereği gibi anlaşılıp anlaşılmayacağı halâ sorulabilir. Aşk bir doğaya sahip olabilir, ancak onu anlamaya yetecek gerekli entelektüel kapasiteden yoksun olabiliriz; Sokrates'in Şölen'de söylediği gibi, onun özü zihin gözümüze belki şöyle bir ilişebilir, fakat gerçek doğası insanlığın entelektüel kavrayışının sonsuza kadar ötesinde kalabilir de. Dolayısıyla, aşk, kavrama ilişkin diyalektik veya analitik bir serim yoluyla ancak kısmen betimlenebilir, fakat kendisinde hiçbir zaman tam olarak anlaşılamaz. Aşk, öyleyse, seven insan eylemi tarafından yaratılan, fakat zihin ya da dil tarafından asla kavranamayan epifenomenal bir kendiliktir. Aşk, işte bu şekilde, aşkın kavramların, ölümlülerin saflıkları içinde pek kavrayamayacakları Formların, akil ve mantığın açımlayabileceği kavramsal gölgelerinin izlerini yakalayabilecekleri daha yüksek alanına ait olan bir Platonik Form olarak betimlenebilir.​
Yine, Platoncu felsefeden türeyen başka bir görüş, aşkın diğerleri tarafından anlaşılamayacağını öne sürerken, ancak belirli birtakım insanlar tarafından anlaşılabilmesine izin verir. Bu durum, sadece ciddi anlamda yol almışların, deneyimlilerin, filozofların veya şair ya da müzisyenlerin aşkın gerçek doğasıyla ilgili vukuflar kazanabileceklerini ima ederken, hiyerarşik bir epistemolojiyi gündeme getirir. Bu görüş bir düzeyde sadece deneyimlilerin onun doğasını bilebileceğini ifade ederken, diğer yandan anlamayla ilgili sosyal bir bölünmeyi ima eder; buna göre, onu gerçekte sadece filozof-krallar bilebilir. Buradan çıkar bir sonuca göre, aşkı yaşamayan veya deneyimlemeyenler onun doğasını kavrayabilmeye muktedir değildirler, oysa ikinci sonuca göre, deneyimsiz ve toylar, onun gerçek doğasını kavramaya yetili olmayanlar, "aşkı" değil; fakat sadece fizikî arzuyu yaşayabilirler. Dolayısıyla, "aşk" herkesin, kendisini anlamanın belli bir şekilde ya da tarzda eğitilmeyi gerektirdiği daha yüksek melekeleriyle ilgili bir şeydir ve toplumun daha yüksek kademelerinin, rahipler, filozoflar, sanatçılar ve şairler sınıfının tekelinde olması gereken bir şeydir. Deneyimsizler, toylar sadece fizikî arzuyu yaşamaya mahkûmdurlar. Aşkı fizikî arzudan bu şekilde ayırmanın romantik aşkın doğasıyla ilgili başkaca içerimleri de vardır.​
Romantik Aşk
Romantik aşkın salt cinsel ya da fizikî cazibeden daha yüksek bir metafiziksel ve etik konumu olduğu kabul edilir. Romantik aşk düşüncesi başlangıçta aşkın, fizikî bedenin özelliklerini aşan bir değer olarak güzellik için duyulan bir arzu olduğunu bildiren Platonik gelenekten çıkar. Platon için, güzellik aşkı, insanın düşünmesinin en yüksek kapasitesiyle ilgili bir konu olan felsefe aşkında doruk noktasına çıkar. Şövalye ve küçük hanımların, hem Platonik ve Aristotelesçi aşkın felsefi bir yankısı ve hem de lafzen Romalı ozan Ovidius'la onun Ars Ama foria'sının bir türevi olan, romantik aşkı, Ortaçağın başlarında, on birinci yüzyıl Fransa'sında ortaya çıkar. Romantik aşk teorik olarak tüketilmemek durumundaydı, çünkü böylesi bir aşk, genç hanım için duyulan derin saygı tarafından aşkın bir biçimde harekete geçirilmekteydi; bununla birlikte, romantik aşk, temaşa ve tefekkürden ziyade, şövalyece işlerde aranıp hayata geçirilmek durumundaydı.​
Modern romantik, iki insanın birbirlerinin erdemlerinde bulduğu özel aşkın —bir ruh ve iki beden diyerek şiirsel bir tarzda anlattığı— Aristoteles'teki versiyonuna geri döner. Onun, davranışçıların veya fizikalistlerin betimlediği aşktan, etik, estetik ve hatta metafiziksel bakımdan daha yüksek bir konumda olduğu kabul edilmekteydi.​
Fizikî, Duygusal ve Manevî Aşk
Bazıları aşkın fizikî bir şey olduğunu, yani failin kendisini fiziken çekimlenmiş hissettiği bir başkasına karşı gösterilen fizikî bir tepkiden başka hiçbir şey olmadığını savunurlar. Buna göre, sevme eylemi alaka gösterme, kulak kesilme, dikkat gösterme, başkalarına tercih etme, vs., gibi oldukça geniş bir davranışlar kümesini kapsar. (Bunu söyleyecek olan davranışçılardır.) Diğerleri, söz gelimi fizikalistler ve genetisistler, aşka dair bütün incelemeleri tüm kompleks canlı varlıklar tarafından paylaşılan, insan varlıklarında potansiyel bir eşe veya cinsel haz nesnesine bilinçli bir tarzda, bilinçaltının etkisiyle veya akılsallık öncesinde yöneltilen cinsel tepiye, basit cinsel içgüdünün fizikî güdülemesine indirgerler.​
Dünyanın bütünüyle fizikî bir yapıda olduğunu ve her olayın kendisinden önce gelen fizikî bir nedeni bulunduğuna inanan fizikî deterministler, aşkın insan varlığının kimyasal-biyolojik bileşenlerinin bir genişlemesi olduğunu ve, dolayısıyla ancak bu türden süreçler yoluyla açıklanabileceğini düşünürler. Genetisistler bu şekilde, genlerin (bir bireyin DNAlarının) herhangi bir cinsel ya da romantik tercihte, özellikle de bir eş seçiminde belirleyici ölçütleri oluşturduğunu bildiren teoriye yönelirler. Bununla birlikte, aşkın potansiyel bir eşin fizikî çekiciliğine veya aile ve akrabalığın kan bağına indirgenebilir olduğunu savunanlar için bir problem bu tür bir anlayışın yeniden üreyemeyen veya üremek istemeyenlerin duygu ve etkilenimlerini açıklayamamasıdır; başka bir deyişle, fizikalizm ya da determinizm romantik aşk imkânını göz ardı eder, yani, philia ve agapeyi değil, fakat erosu açıklayabilir.​
Belli bir zihin teorisinden çıkan ve zihinle beden arasındaki Kartezyen düalizmin yadsınmasını onaylayan davranışçılık aşkın, kişinin kendisinde ve başkalarında gözlemlenebilir olan bir eylemler ve tercihler dizisi olmasını gerektirir. Aşkın gözlemlenebilir olduğunu bildiren davranışçı kuram, aynı zamanda aşkın teorik olarak niceliksel terimlerle ifade edilebilir olduğunu dile getirir: Buna göre, A'nın B etrafında belli bir biçimde eylemesi (x, y, z eylemlerini gerçekleştirmesi) ve bunu C etrafında yaptığından daha çok yapması, onun B'yi C'den daha fazla sevdiğini telkin eder. Davranışçı aşk anlayışının en önemli güçlüğü, söz konusu anlayışın, bir kişinin eylemlerinin, o pekâla çok iyi bir aktör olabileceği için, onun içsel durum ve duygularını dışa vurmak zorunda olmaması yıkıcı eleştirisine maruz kalmasıdır. B. F. Skinner gibi radikal davranışçılar gözlemlenebilir ve, zihin halleri türünden, gözlemlenemez davranışların davranışçı çerçeve içinde, koşullama yasalarıyla incelenebileceğini iddia ederler. Bu görüşe göre, aşık olan biri dikkatsiz gözlemci tarafından fark edilmeyebilir, fakat aşık olma eylemi hangi olay ya da koşulların faili aşık olduğunu inanmaya sevk ettiği araştırılarak incelenebilir: Bu inceleme aşık olmanın bir başkasının davranışı ya da mevcudiyetindeki fazlasıyla olumlu koşullar kümesine alenen gösterilen güçlü bir tepki olduğu teorisini de ihtiva eder.​
Dışavurumcu aşk da, aşkın aşık olunan karşısında zuhur eden içsel durumun bir dışavurumu olduğunu düşünmek bakımından davranışçılığa benzer; o dil (sözcükler, şiir, müzik) veya davranış (çiçek verme) yoluyla iletilir, fakat uyaranlara karşı birtakım fizikî tepkilerin sergilenmesinden ziyade özde içsel, duygusal bir halin bir yansımasıdır. Bu çizgi üzerinde diğer bazıları aşkın tinsel bir tepki veya kişinin kendi ruhunu bütünleyen, tamamlayan veya zenginleştiren bir ruhun farkına varılması olduğunu iddia edebilirler. Tinselci aşk telakkisi geleneksel romantik aşk anlayışıyla mistik aşk anlayışını bir araya getirir, fakat davranışçı veya fizikalist açıklamaları reddeder.​
Aşkın estetik bir tepki olduğunu düşünenler, aşkın, yol açtığı fakat rasyonel ya da betimsel dile dahil edilemeyen, bunun yerine, mümkün olduğu takdirde eğretileme ya da müzik tarafından dışa vurulabilen tutkular ve bilinçli duygular yoluyla bilinebileceğini savunur.​
Etik ve Politika
Aşkın etik boyutu sevmenin ahlâkî uygunluğunu ve onun alması veya almaması gereken şekilleri kapsar. Konu alanı "kişinin bir nesneyi veya kendisini sevmesi etik olarak kabul edilebilir mi?", "Kişinin kendisini mi yoksa bir başkasını mı sevmesi, ödevdir?", "Ahlâkî eğilimleri güçlü olan, etik düşünen kişinin bütün insanları aynı derecede sevmesi gerekir mi?, "Çıkar gözeten sevgi ahlâken kabul edilebilir mi, taraflı aşka izin olabilir mi? Bunlar doğru olmasalar bile mazur görülebilir şeyler midirler?", "Aşkın sadece failin anlamlı bir ilişki içinde olabileceği kimseleri mi kapsaması gerekir?", "Aşkın cinsel arzuyu veya fizikî görünüşleri aşmayı amaçlaması bir zorunluluk mudur?" türünden soruları ihtiva eder.​
Politika felsefesi alanında, aşk bir perspektifler çeşitliliğinden ele alınabilir. Söz gelimi, bazıları aşkı bir grubun (erkeklerin) başka bir grup (kadınlar) üzerindeki toplumsal tahakkümünün bir örneği olarak görebilirler; öyle ki bu tahakküm çerçevesi içinde, sosyal olarak inşa edilmiş dil ve aşk adabı erkekleri güçlendirip, kadınlan güçsüzleştirmek amacına hizmet edebilir. Bu teoriye göre, aşk ataerkilliğin bir ürünü olup, aşkın kadınların afyonu olması anlamında (dinin kitlelerin afyonu olduğunu bildiren) Marx'in din anlayışıyla benzerlik gösterir. Buradan çıkartılabilecek bir sonuç, kadınların dile omuz silkebilseler, ve "aşk", "aşık olmak",​
"birini sevmek" benzeri ifadeleri tümden unutabilseydiler eğer, güçlü hale gelecekleridir. Kuram, toplumsal ilişkilerin (ve bütün bir kültür, dil, politika ve kurumlar zırhının) insanları sınıflara, cinslere ve renklere bölen daha derin sosyal yapıları yansıttığını düşünen feministler ve Marksistler için çoğunluk cazip olmuştur.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ARİSTOTELES, ATAERKİLLİK, FEMİNİZM, FREUD, MARKSİZM, PLATON, PSİKANALİZ, ROMANTİZM, SCHELER, TASAVVUF, YENİ-PLATONCULUK.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst