1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Frankfurt'ta 3 Şubat 1923'te kurulan Toplumsal Araştırma Enstitüsünün iki numaralı kurucu üyesi ve en etkili yöneticisi, aynı zamanda kuramcılarından olan Alman felsefecisi Max Horkheimer (1895-1973) ile Thodor W. Adorno (1903-1969)'nun ortak çalışmalarının ürünü olan Aydınlanmanın Diyalektiği isimli eserde diyalektik aklın düşüşüne karşı araçsal aklın yükselişi ve etkileri ele alınır. Horkheimer ile Adorno'nun Marx'in düşüncesinde yer aldığını söyledikleri ve katılmadıklarını belirttikleri görüşü, Herbert Marcuse tarafından kendi makalesinde şöyle savunulur: "Bütün bir doğa insan yaşamının bir aracıdır, insanların yaşamlarının araçları... İnsanın doğa karşısında öyle sadece boyun eğmesi ya da bu nesnel dünya ile uzlaşmaya çalışması imkânsızdır; insan doğayı kendisine uydurmalı, onu sahiplenmelidir."​
Bu düşünürlerin temel hususiyetlerinden biri, Marksizmi, kabul edilmiş kapalı bir doğrular sistemi olarak görmemeleri, onu yetersiz bulup eleştirmekle birlikte, aynı hedefe yönelmekten de geri durmamalarıdır. Horkheimer ve arkadaşları somut toplumsal gerçekler değiştikçe, kuramsal yapıların da, anlamlılıklarını koruyabilmek için değişime uğramaları gerektiği görüşündeydiler. Çünkü onlara göre, Birinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir toplumsal gerçeklik oluşmuştu. Bu yeni toplumsal gerçeğe kuramsal düzeyde de yeni ve değişik bir cevap bulunmalıydı.​
1940'lara gelindiğinde Eleştirel Kuramcılar, kuram ile devrimci pratik arasında amaçlanan birlikten ve bunların kendi aralarında bir sentezinden eskisi kadar emin olmamaya, kuşku duymaya başlarlar. Onlar, Marksist kuramın temel taşı olan sınıf çelişkisinin yerine, tarihin motorunu başka bir yerde, daha kapsamlı bir çelişki olarak insan ile doğa arasında, hem birbirinden ayrı hem içiçe olan çelişkide arar oldular. Onlar böylece, başlangıcı kapitalizmden daha öncesine giden, onun sona ermesinden sonra da süreceğe, hatta daha da yoğunlaşacağa benzeyen bir çelişkide aramaya yönelmişlerdir.​
Gerçi Horkheimer'in Frankfurt Okulu'nun temel ûtertlarında bazı değişiklikler yapmak gerektiğini düşünmeye başlaması savaştan önceki yıllara gider. Yeni bir bakış açısı oluşturma işinde, bu okul üyelerinin en büyük şanslarının Marksist geleneğin dışında bir felsefe öğrenimi görmüş olmaları olduğu söylenebilir. Örneğin, Horkheimer, Hegel ve Marx tarafından büyülenmeden önce, Schopenhaeur ve Kant ile ilgilenmişti. Aslında bilimsel bilginin doğaya efendi olmak için kullanılacak bir iktidar aracı olduğu düşüncesi, Batı düşüncesi tarihi içinde Francis Bacon'a kadar götürülmek istenir. Çünkü o, bilimi doğanın kontrolünün bir anahtarı olarak görmüştü.​
Buna rağmen, araçsal akılcılık, özellikle Frankfurt Okulu'nun söylemi temeli üzerinde ele alındığında, Okulun 1930'lardan 1950'ye ve 1960'a kadar farklı yönelimler içine girdiğini söylemek gerekir. Özellikle Max Weber'le olan ilişki, araçsal akılın aydınlatılması bakımından büyük önem taşır. Weber'in aklîlik kavramı, bilgi ve deneyde matema tikselleştirmedeki gelişmeye, bilimsel pratiklerin doğa bilimlerine göre modellenmesine ve bilimsel rasyonalitenin yönlendirilmesindeki boyutlarına gönderme yapar, öz olarak, (1) bu durum, modern dünyanın sekulerleşnıesinin, kutsaldan arındırılmasının bir hususiyeti olarak görülür. (2) Yaşamın sekülerleşmesi araç-amaç rasyonalitesinin gelişimine yol açmıştır. Enstitü üyelerince kullanılan akil ve rasyonalite kavramı, esasta bu iki nokta etrafında döner. Eleştirel Kuram'ın geçirdiği en önemli değişiklik de insan ve doğa arasındaki ilişki konusuna Enstitü'nün yaptığı yeni vurgudur. Toplumsal Araştırma Enstitüsü'nün rasyonaliteye ilişkin çözümlemeleri, araç-amaç rasyonalitesinin boyutları üzerine yoğunlaşır veya araçsal veya subjektif (öznel) akıla vurgu yapar.​
Araçsal aklın ortaya çıkışının ve hakimiyet sağlamasının, endüstri kapitalizminin gelişimi öncesi mevcut olan yaşam biçimlerinde ve düşüncelerde izlenmesi gerektiği görüşünde Horkheimer, Adorno ve Marcuse, M. Weber'le uyuşurlar. Gerçekten araçsal akim gelişimi; Aydınlanma sonrası kutsalsızlığa ve geleneksel dünya görüşlerinin kademeli olarak yıkımına yol açtığı gibi, kapitalizm araçsal aklın gelişimine büyük bir hız kazandırmış've formelliğin, araç-amaç rasyonalitesinin yaşamı yönlendirmedeki yayılımı bir egemenlik formuna dönüşmüştür: Araçlar amaç olmuştur.​
Eleştirel Kuramcılara göre, araçsal aklın yükselişi; ilerlemiş kapitalist toplumlarda ekonomik kargaşa, rasyonalleştirme ve teknoloji ile kurulup örülür. Buna ilişkin argümanlar Marcuse'nin "Modern Teknolojinin Bazı Toplumsal Sonuçları" adlı makalesinde bulunabilir. Adorno ve Horkheimer de, Aydınlanmanın Diyalektiğ/'nde buna paralel bir konum sergiler. Formel rasyonalite değer ve amaç rasyonalitesini yok etmekte, eleştirel akil ve bağımsız düşünce; eşya üretimi içindeki insan varlıklarının paranteze alınması ve teknoloji ile maskelenmesi sonucu, kemirilmektedir. Marcuse'nin söz konusu gelişmeyi değerlendirmesi özet olarak şöyledir: On altıncı ve on yedinci yüzyıl düşüncesi, bireycilik fikriyatını, aklî olarak kişisel çıkarların araştırılmasını besledi. Ayrıca bireyciliğin tamamlanmasının sıklıkla toplumsal ve ekonomik koşullara bağlı olduğu işlenildi. Bireyin serbest çalışma ve seçim yapabilmesi için, özellikle serbest pazar, rekabet ve siyasette liberalizm birey haklarının yeterli garantisi gibi düşünüldü. Zamanla eşya üretimi, bireyin bağımsızlığının dayandığı ekonomik temeli yıktı ve kapitalist toplum yapısı gerçek yüzünü gösterdi: Ekonomik öznenin bağımsızlığı ve rekâbetçiliği sözde kaldı. Kurumların, araçların ve endüstri organizasyonlarının etkisi altında, bireysel başarı kavramı, emek üretimi şekillerine dönüştürüldü. Bireyin performansı daha önce belirlenmiş görev ve fonksiyonlarla ilgili kendisine dayatılan dışsal standartlarla harekete geçirilen, gönderilen ve ölçülene dönüştü. Alanlar, araçsal akılla yönlendirilir veya Marcuse'nin ifadesi ile teknolojik rasyonalite tüm meseleler için tecrübenin ortak bir çerçevesini çizer hale geldi. Akil kavramı, neredeyse araçları amaçlara bağlama sürecinde bir makine yerine yerleştirilebilirlikle eşanlamlı oldu.​
Aydınlanmacı akla yoğun bir eleştirinin Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde yer aldığı, Horkheimer ve Adorno'nun bu eserdeki argümanları bilim, totaliterlik ve araçsal akla yöneliktir. Akil eleştirisi ise daha özel olarak Horkheimer'in Akıl Tutulması'nda gerçekleştirilir. Düşünür Horkheimer'e göre, doğal dünyayı insanın işleyebileceği ve denetim altında tutabileceği anlayışı, insanın doğadan ayrı ve üstün olduğu varsayımından kaynaklanır. O, insanın her şeyin üzerinde kendi efendiliğini kurabilmesi gerektiği inanç ve anlayışının Tekvin'in ilk bölümlerine kadar geriye uzandığına dikkat çeker. Hakikatte, doğa ve insan tümüyle bir ve aynı değildir. Oysa, Aydınlanmanın son dönem düşünürleri, insanı doğanın içine, onu da tümden bir nesneye indirgeyerek ele almışlardır. Bu durum, tarihi değiştirme ve dönüştürmeye yönelik potansiyele sahip özneye de yansıtılmak istenmiştir.​
Geçmişte, ilkel animizmde bile, insan kendisi için bilinçten yoksun olmasına rağmen, doğa ve insanın içiçe girmiş bulunduklarını sezinleyebilmiştir. Bu durumu tamamıyla ortadan kaldıran Aydınlanmada dünya, yaşamdan yoksun, birbiri için anlam ifade etmeyen mantarlara benzeyen atomlardan oluşmuş bir varlık alanı olarak değerlendirilir: Aydınlanmanın bu olumsuz etkisi, doğa üzerindeki egemenlik anlayışının giderek insan ile insan arasındaki karşılıklı etkileşim ve ilişkilerde de geçerlilik kazanmaya başlaması şeklinde ortaya çıkar. Diğer bir ifadeyle, doğanın bir araçtan ibaret görülüp, araçsal bir güdümleme ve biçimleme sürecinin nesnesi olarak algılanması, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin de aynı şekilde araçsal güdümlenmesi ve biçimlenmesine yol açmıştır.​
Horkheimer de aynı şekilde, rasyonaliteyi kendisine temel almayan ilerici bir sosyal kuramın kurulup, geliştirilmesinin imkânsız olduğu kanaatindedir. O, Akü Tutulması'nm
Bölümü olan "Araçlar ve Amaçlar'da, aklın, sadece insan zihnindeki öznel bir yeti olduğunu belirten öznel akil ile, sadece bireyin zihninde değil, nesnel dünyada, gerçekliğin yapısında bulunan bir kuram olduğunu ileri süren nesnel akil ayırımına gider. Esas olarak gerçek anlamda akil, öznede bulunabilir. Bir kurumun akla uygunluğundan söz edildiğinde, onun akla uygun olarak düzenlendiği, akim kendi hesaplama yetilerini ona uyguladığı, sonunda bir amaca uygun araçları bulma yeteneği olduğu görülür. Horkheimer'e göre, Platon'un, Aristoteles'in felsefeleri Skolastik düşünce ve Alman idealizmi gibi büyük felsefi sistemler, nesnel bir akil kuramı üzerine kurulmuştu. Bu görüş, insan ve amaçları da içinde olmak üzere bütün varlıkları kapsayan bir sistem olarak anlaşılıyordu. İnsan hayatının akla uygunluk derecesini belirleyen, bu bütünlükteki uyumdu. Bu akil, öznel akli dışarıda bırakmıyor, ancak onu evrensel rasyonalitenin sınırlı bir ifadesi olarak görüyordu. Bu anlayışta vurgu noktası araçlarda değil, Anaçlardaydı. örneğin, Platon Devlet'inde nesnel akla göre yaşayan insanın aynı zamanda başarılı ve mutlu bir hayat sürmesinden söz etmekteydi.​
Tarihsel olarak, aklın hem öznel hem nesnel yönlerinin başından beri varolduğunu söyleyen Horkheimer'e göre, birincisinin ikinciye egemenliği uzun bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Her ne kadar sübjektifleşme ve biçimlenme anlam bakımından bir çok yönden aynı olmasa bile, pratik açıdan bu kavramlar eser boyunca eşanlamlı gibi kullanılarak, aklın öznelleşirken, biçimselleşme durumuna geldiği ifade edilir. Aklın bu biçimselleşmesinin hem kuramsal hem pratik sonuçları vardır: öncelikle modern dönemlerde akil kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimine girmiştir. İlave olarak, dinin yerine en yüksek zihinsel otorite olarak aklın geçirilmeye çalışılması, akla Fransız edebiyatında işlenen ve bugün de devam eden yeni bir yan anlam kazandırmış, akil, uzlaşmacı bir tutum anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu akil telakkisi, Horkheimer'in açıklamasına göre, egemenlerce daha kolay uyarlanabilen, çekilip çevrilebilen bir anlayışa işaret etmekteydi. Bu yüzden daha başından itibaren akıldışı olana teslim olma tehlikesine açıktı. Çünkü o, aklın dinden soyutlanmasında ve Aydınlanma felsefesinin etkisiyle, aklın nesnel yanının zayıflamasında ve biçimselleşmesinde yeni ve olumsuz bir adım oluşturdu. Başka bir ifadeyle, başlangıçta siyasal düzenin nesnel akla dayalı, somut ilkelerin bir ifadesi olduğu, yani adalet, eşitlik, mutluluk, mülkiyet vb. düşüncelerin hepsinin akla uygun olduğu, akıldan doğduğu düşüncesi savunuluyordu. Sonradan aklın içeriği keyfî olarak sadece bir bölümüne indirgendi. Tikel (öznel) olan, evrensel olanın yerine konumlandırıldı. Böylece, özerkliği kalmayan akil, bir araç haline geldi.​
Öznel akim pozitivizm tarafından öne çıkanlan formel cephesinde, onun nesnel (toplumsal) içerikle bağınhsızlığı vurgulanırken, pragmatizmin öne çıkardığı araçsal cephesinde ise, kendi dışında belirlenmiş içeriklere teslim oluşu belirgin hale geldi. Ve en sonunda da, aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurmasındaki rolü, tek ölçüt konumuna yükseldi. Gerçekten de, pragmatizmin akil öznelleştirme yolundaki tezi, bir düşüncenin, bir kavramın ya da bir kuramın, bir eylem planından ya da tasarısından başka bir şey olmadığı ve dolayısıyla doğruluğunun da sadece bu düşüncenin ÖAŞflrısmdan ibaret olduğu anlayışında yatar. Bu nedenle pragmatizm başından itibaren doğruluk yerine olasılık mantığından yana olmuştur: Bir düşünce ancak sonuçlarıyla, önermeler ise yüksek veya düşük olasılık derecesiyle değerlendirilir. Çünkü doğruluk, kendi başına değerli olmayıp, başka bir şeye götürdüğü sürece değerlidir.​
Batıda ma tema tikse iliğin, başat konum kazanması Adorno'ya göre gizemsel bir nitelik taşır. Sayıların fetişleştirilmesi, benzemezliğin (aynı olmayışın) hor görülüp, reddedilmesine, bir tür hermetik idealizme neden olmuştur. Yine Frankfurt Okulu'nun araçsal akli, sadece teknolojinin bir aracına dönüşmekle kalmayıp, aynı zamanda bilrokratik zorbalığın, toplumsal iktidarm, totalitenin de bir aracına dönüştüğüne dikkat çektiği burada belirtilmelidir.​
Gerek Aydınlanmanın Diyalektiğinde, gerekse Akil Tutulması ve Minima Moralin İsimli eserlerde, Batı toplumunun modern düşünce seyrine köktenci eleştiriler yöneltildiği görülüyor. Bu eserler, Horkheimer ve Adorno'nun sonradan yazdıklarını daha açık hale getirir. Marcuse'nin Eros ve Uygarlık ve Tek Boyutlu İnsan isimli çalışmalarından da bu konuda sözü edilse bile, onların Horkheimer ve Adorno'nun çalışmaları kadar insan ve doğa sorununun kökenine inen çalışmalar olduğu söylenemez. Bu anılan eserlerde ana eleştiri noktası, anlaşılacağı üzere, modern medeniyette aklın bozuk işleridir. Ancak Horkheimer, Adorno ve Marcuse'nin eleştirileri insan tecrübesinin olumsuz (negatif) yönüne vurgu yaptıklarından yetersizdir.​
Nitekim, Jürgen Harbermas da Aydınlanmanın olumsuzluklarını kabul etmekle birlikte, yakınma yerine kendi İletişimse! Eylem Kuramını önerir. Araçsal akil sorunsalını iletişimsel rasyonalite ile aşmaya çalışır. Temel argümanları modernite projesinin yıkılmamasına yönelik olan Habermas açısından, modernizmin rasyonalitesinin. fazlalığından değil, eksikliğinden bahsedilebilir. İşte, Eleştirel Kuramcıların birinci ve ikinci kuşağı arasındaki belirgin fark da kendini bu noktada gösterir: Birinci kuşak Aydınlanma aklının tutulduğunu söyleyerek ona vedâ etse de, Habermas, bu konuda temkinli davranır ve yöneltilen eleştirileri savunulur bulmaz. Toplumların özgürleşiminde akim oynadığı role dikkat çekerek, aklın bekçiliği rolünü oynamaya devam etmek ister. Oysa ki, araçsal akıl, iletişimsel rasyonalitenin ahlâkî ve estetik boyutlarını gasbetmektedir.​
Sftj/mın Aydınlanmanın ölçütü haline geldikten sonra Aydınlanma düşüncesinin kusurlarının daha fazla Aydınlanman yaklaşıma sahip çıkılarak, düzeltilebileceği düşüncesi ve modernliğin tamamlanmamış bir proje olduğu görüşü, sorunun sağlıklı çözümü İçin zayıf tutamaklar oluşturuyor. Horkheimer ve arkadaşlarınca bu olumsuz gelişmelere karşı savlar yöneltilirken, onlar hiç kuşku yok ki yalnız değillerdi. Birçok felsefeci de aynı şeyleri düşünmekteydi. Örneğin, Max Scheier ve Martin Heidegger'in araçsal rasyonalite ve sonuçlarına yönelik eleştiriyi daha önceden başlattıkları unutulmamalı. Aklın araçsallaştırılması karşısında insanların takındığı tutumlara gelince, yönelim olarak (a) iyimser olanlar, çevresel felaket ve sıkıntıların sona erdirilebilir düşüncesini taşıdıklarından, liberal devlete vurguya yönelirler, (b) karamsar olanlar, araçsal aklın liberal devlette de kontrol edilemeyeceğini düşünenlerdir. Bir üçüncü yol olarak Ce) ilk ikisinin birleşmesiyle durumu kurtarmak isteyenler: Özgürlüğü ortadan kaldıran sınırlayıcı önlemleri gerekli ancak geçici görenler.​
Frankfurtluların sonuç olarak, dünyanın bu tarzda aklîleştirilmesinden rahatsız oldukları ortadadır. Bu yönüyle, Frankfurt Okulu aynı zamanda Aydınlanmadan bu yana geliştiği söylenen aklın bir eleştirisi olarak da görülebilir. Uzun bir süre anlama yetisi olarak düşünülmüş olan aklın temel işlevi, bugün herhangi bir zamanda kişinin benimseyeceği amaçlan için araçları bulmak anlamına geli-_ yor. Ayrıca Aydınlanma felsefesi realist olmaktan öte nominalist bir felsefe olarak görülür. Hesaplamaya, hesaplara dayanan araçsallaşmış, biçimleşmiş rasyonalite; kendi mantıksal sonucuna ilerlediğinde ise herkesin zaman zaman tiksinti ve acizlik içinde seyretmek durumunda kaldığı yirminci yüzyıldaki dehşet ve ürküntü verici barbarlıklar ortaya çıkmaktadır. Her şeyin ölçüsünün insan olduğu tezi, "insan doğanın efendisidir" anlayışına kadar uzanmış ve praxis teehne'ye İndirgenir olmuştur. Haklı olarak Eleştirel Kuram, özdeş olmamayı (non-identity) öznenin nesneye, nesnenin de özneye indirgenemeyeceği anlamında hep savunmuştur.​
Aklın biçİmleşmesinin sonuçlarına gelince, öncelikle bu hadise, Batı düşüncesinde son yüzyıllarda meydana gelen köklü bir değişimin göstergesidir. Düşüncelerin otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de, o oranda güçleşir. Bu husus zihinlerin de başlıca işlevi haline geldiğinde, aklın kendisi de araçsallaşır, körleşir en sonunda bir fetiş olur. Oysa, akil kavramı ne kadar güçten düşerse, ideolojik kullanıma ve yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma gelir. Örneğin, aklî temelinden mahrum bırakıldığında, demokrasi ilkesi, halkın sözde çıkarlarına bağımlı hale gelir. Belki de fazla bilinçli ekonomik güçlerin ifadesi olur, zorbalığa karşı bir güvence sağlayamaz. Aynı sonuç, akim doğasında varolduğu ya da gücünü akıldan aldığı varsayılan adalet, eşitlik, mutluluk, vb. kavramlar için de düşünülebilir. Buna bir de Fransız Devrimi'nden sonra, devletin de araçsal aklın bir paradigması olarak ortaya çıktığı gerçeği ilave edilmelidir.​
Aklın amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır olmasının yeni bir egemenlik biçimini doğurduğuna yukarıda işaret edilmişti. Aklın nesnel içerikle ilgili her türlü ilişkiden, bu içeriği yargılama gücünden yoksun bırakılarak, "ne?" sorusuyla değil "nasıl?" sorusuyla uğraşan bir yürütme organı durumuna düşürülmesi, onu olguları kaydeden cansız bir aygıta dönüştürür. Teknolojinin, bu bağlamda doğaya nasıl hakim olunacağını açıklayan bilginin esasını teşkil ettiği kolaylıkla görülebilir. Biçimleşmiş akil döneminde gökyüzüne bakıp da, babasına "Baba, Ay neyin reklamı, acaba?" diye soran çocuğun insan doğa ilişkisinde düştüğü durum, bir alegori olarak burada anılabilir.​
Bilindiği gibi, rasyonalitenin kuramsal (inanç, düşünce), pratik (eylem) ve değersel olmak üzere üç temel bağlamından söz etmek mümkündür. Yukarıdaki açıklamalar ışığında seçilmiş amaçlara uygun araçları bulmaya çalışan araçsal akil, çok yönlü insan aklının bir boyutunu temsil ediyor. Araçsal rasyonalitenin bir pratik olarak, hem biliş hem değerlendirmesel yönlerinin bulunduğu gözden kaçırılmamalı. Pratik aklîliğin sadece arzûları gerektirmeyeceği unutulmamalı. Çünkü, pratik ve değerlendirme) boyutu doğal olarak biliş rasyonalitesinin içinde yer alır. Modern Batı medeniyetini ortaya çıkaran bilimsel rasyonalite, her ne kadar bu üç boyutun bir bileşkesinden oluşuyorsa da, pratik ve pragmatik kaygıları ön plana çıkmış bir akil projesini tanımlar. Felsefi bağlamda akim görevlerinden biri de, bir konuda lehte veya aleyhte dayanaklar sunmasıdır. Praxis ve akil, Eleştirel Kuram için bir sorundu. Eleştirel Kuramcıların da yaptıkları bundan ibarettir.​
T. Bottomore, Frankfurt Oktıltı(çev. A. Çiğdem), Ara Yay., İstanbul, 1989​
F. Copleston, A History of Philosophy, New York: Image Books, 1963, V: U, Part U.​
B. F. Dellaloglu, Frankfurt Okulu'nda Sanat ve Toplum, Bağlam Yay., Istanbul, 1995.​
B. F. Dellaloğlu, Toplumsal'™ Yeniden Yapılanması, Bağlam Yay., İstanbul, 1998.​
J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, Kabala Yay., İstanbul, 2001.​
D. Held, Introduction to Critical Theory, Berkeley: Univ, of California Press, 1980.​
M. Horkheimer, Eclipse of Reason, New York: Continuum, 1974.​
M. Horkheimer, Critique of Instrumental Reason, New York: Continuum, 1996.​
M. Horkheimer T. W. Adorno, Aydtnlanmantn Diyalektiği I, (çev. O. Özügül), Kabala Yayınevi, İstanbul, 1995.​
M. Jay, The Dialectical imagination, Boston: Little Brown, 1973.​
N. Reseller, Rationality, Oxford:Calerendon Press, 1988.​
Ayrıca bkz., ADORNO, AKİL, AKILCILIK, AKILDIŞI, ARAÇSALCILIK, AYDINLANMA, BACON, BİLİMCİLİK, ELEŞTİREL KURAM, FRANKFURT OKULU, HABERMAS, HORKHEİMER, İRRASYONALİZM, MARCUSE, POZİTİVİZM, PRAGMATİZM, RASYONALİTE.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst