Çoğulcu materyalistler içinde göreceğimiz ikinci önemli isim, Anaksagoras'tır. Onun Empedokles'ten önce doğmuş olduğu, ancak zihinsel olgunluk ve eseri bakımından Empedokles'ten daha sonra kendisini göstermiş olduğu anlaşılmaktadır. Anaksagoras ana madde ve ilk hareket ettirici neden öğretisinin özgünlüğüyle dikkatimizi çekmektedir. Empedokles'ten, ana maddelerin sayısını dört değil sonsuz olarak almasıyla ayrılmaktadır Buna karşılık Empedokles'in iki hareket ettirici nedeninin sayısını azaltıp teke indirgemektedir. Zenon'dan sonra sonsuz kavramıyla ilgili derin düşünceleriyle dikkatimizi çektiği gibi, kozmoloji alanında da esas itibariyle İonya filozoflarını, özellikle Anaksimandros ve Anaksimenes'i devam ettirmektedir.​
HAYATI, KİŞİLİĞİ VE ESERİ
Anaksagoras'ın 70. Olimpiyat oyunları yılları içinde doğduğu ve 88. Olimpiyat'ın ilk yılında 7 2 yaşındayken öldüğü haber verilmektedir (DL. ll 7). Bu habere göre onun İÖ 500 yılında doğmuş olması ve 428 yani Platon'un doğduğu yıl ölmüş olması gerekmektedir. Doğum yeri olarak bugün Urla yakınında bulunan eski adıyla Klazomenai şehri gösterilmektedir. Anaksagoras'ın bu şehrin soylu ve varlıklı ailelerinden birine mensup olduğu anlaşılmaktadır. Bütün servetini, hayatını vakfettiği bilimsel araştırmalar uğruna tüketmiş olduğu yönündeki rivayeti kabul etmemek için ciddi bir neden yoktur (Platon, Büyük Hippias, 283 a). Anaksagoras da 6. yüzyıldan itibaren teorik bir hayat süren filozof tipinin iyi bir örneği olarak takdim edilmektedir.​
Hayatının ilk dönemiyle ilgili olarak bilinen en ilginç olay, İÖ 468 yılında Aigos Potamos'a düştüğü bilinen kocaman bir göktaşı üzerinde yaptığı söylenen gözlemlerdir (OL. II 10). Herkes gibi onun da büyük ilgisini çeken bu göktaşı üzerinde yaptığı incelemeleri sonunda göktaşının aslında kızgın bir taş kitlesi olduğu kanaatine varmış olduğu söylenmektedir. Bu ona Ay, Güneş gibi gök cisimlerinin temelde dünyayla aynı yapıda oldukları görüşünü telkin etmiş olmalıdır. Bu düşüncesi ikinci vatanı olarak kabul ettiği ve otuz yıl oturduğu söylenen Atina'da kendisine karşı yönetilecek dinsizlik suçlamasının ana dayanağını oluşturması bakımından önemlidir.​
Gerçekten de Anaksagoras'ın Atina'ya yerleşmek için gelen ilk filozof olduğunu görmekteyiz. Daha önce Parmenides'in Zenon'la birlikte Atina'ya kısa bir ziyaret yaptığını söylemiştik. Buna karşılık Anaksagoras, doğduğu kenti terk ederek yerleşmek üzere Atina'ya gelecek ve orada hayatının en verimli otuz yılını geçirecektir. Onu Atina'ya çeken şey şüphesiz bu sıralarda Atina'nın Yunan dünyasının tartışılmaz ekonomik, siyasi ve kültürel merkezi olmaya doğru girmesidir. Perslere karşı kazanılan zaferden sonra Atina, Yunan dünyasında sivrilmeye başlamış ve özellikle Perikles zamanında hemen her alanda, bu arada mimari, müzik, dramatik sanatlar gibi güzel sanatlar ve kültürün çeşitli dallarında da ön plana geçmiştir.​
Anaksagoras'ın Atina'da iyi karşılandığı, bu arada dönemin en güçlü kişisi olan Perikles'in dostu, hocası ve belki de danışmanı olduğu anlaşılmaktadır (Phaidros, 270 a). Bu devrin bir başka önemli siması olan tragedya yazarı Euripides'le de iyi dostluk ilişkileri içinde olduğu söylenmektedir. Öte yandan Anaksagoras'ın herhalde Perikles'in de arzu ve umutlarına uygun olarak, Atina'ya sokmak istediği İonyacı aydınlanma ve eleştiri zihniyetinin tutucu Atinalılar tarafından pek hoş karşılanmamış olması gerektiği kabul edilmelidir (Burnet, APG. s.291).​
Anaksagoras, Yunan dünyasında dinsizlikle suçlanan ve görüşlerinden ötürü mahkemeye verilen ilk filozof olacaktır. Bu suçlamanın esasını ise onun kentin ve devletin tanrılarına inanmadığı ithamı oluşturacaktır (Piaton, Sokrates'in Savunması, 26 d). Ona karşı açılan bu davada Perikles'i yıpratmak isteyen siyasi rakiplerinin Anaksagoras'ın mahkemesini bir vesile olarak kullanmayı istemiş olmaları da muhtemeldir. Duruşmaların kendisi hakkında herhangi bir şey bilmiyoruz. Yalnızca onun "dünyanın üst yanında olup bitenlerle ilgilendiği ve bu konuda bilgiler verdiği" şeklinde bir suçlamaya muhatap olmuş olduğunu biliyoruz (DK. 59 A 17). Bununla kastedilen herhalde söz konusu göktaşını incelemesi sonucunda varmış olduğu yargı, yani gök cisimlerinin de aslında dünyayla aynı yapıda oldukları yargısı olmalıdır (DK. A 1 ). Bu dönemde Atinalıların birer tanrı olarak kabul ettikleri gök cisimleriyle ilgilenilmesini ve hele onların dünyaya benzer şeyler olduklarının ileri sürülmesini bir tür küfür olarak görmüş olmaları çok muhtemeldir.​
Mahkeme sonunda ister mahkûm edilmiş olsun ister olmasın, Anaksagoras'ın Perikles'in yardımıyla Atina'dan sağ salim uzaklaşmaya muvaffak olduğu ve Çanakkale civarındaki Lapseki'ye gittiği haber verilmektedir. Burada daha ne kadar yaşamış olduğu hakkında bir bilgimiz olmamakla birlikte bir okul kurmuş ve öğrenciler yetiştirmiş olduğunu bilmekteyiz. Şehir sakinlerinin ona büyük saygı göstermiş olduklarını kendisi için dikmiş oldukları bir sunaktan ve ölümünden sonra ölüm yıl dönümlerinin her sene vasiyetine uygun olarak okul çocukları için bir tatil ve eğlenme günü olarak kutlanmasına izin vermelerinden anlıyoruz (OL. II 1415).​
Daha önceki filozoflarda olduğu gibi Anaksagoras'tan da elimizde sadece bazı fragmentler bulunmaktadır. Bu fragmentlerin sayısı 22'dir. Bunlar yine Doğa Üzerine adını taşıyan ve muhtemelen onun tek eseri olan kitabından kalmıştır. Bu eser Parmenides ve Empedokles'in eserlerinden farklı olarak düz yazıyla kaleme alınmıştır. Bu fragmenderin bize kadar ulaşmasını ise İS 5. yüzyılda yaşamış bir Aristotetes yorumcusu olan Simplicius'un onları kendi eseri içine dercetmiş ve muhafaza etmiş olmasına borçluyuz.​
VARLIK KURAMI VEYA ONTOLOJİSİ
Empedokles'in Varlık ve Oluşla İlgili Kuramı Temelde Doğrudur Anaksagoras'ın ana problemi Empedokles gibi oluşun imkanını ortaya koymak veya onu anlaşılır kılmaktır. Bunun için o da Empedokles'in öncüllerinden hareket eder. Hiçten hiçbir şeyin meydana gelmediğini ve hiçbir şeyin hiçliğe gitmediğini, yani mutlak anlamda bir oluş ve yokoluş olmadığını kabul eder. Ancak öte yandan gözlemin ve deneyin varlığını gösterdiği değişmenin ve oluşun gerçekliğini inkâr etmeyi de reddeder. Bundan dolayı o da Empedokles gibi değişmenin ve oluşun gerçekliğiyle Elealıların varlığı kabul etmeleri yönündeki temel görüşlerini birbirleriyle barıştırmaya çalışır. O halde onun felsefesi de gerçekten varlığa gelmediği ve ortadan kalkmadığı şeklindeki Parmenidesçi varlık varsayımıyla deneyin bize gösterdiği şekilde oluşun varolduğu yönündeki oluş varsayımı arasında bir uzlaştırma denemesidir:​
"Yunanlılar doğuş ve yokoluştan söz ederken doğru olmayan bir dil kullanmaktadırlar; çünkü hiçbir şey doğmaz ve yok olmaz. Sadece varolan şeylerin karışması ve ayrılması vardır. O halde onlar doğmayı karışma, yok olmayı ise ayrılma olarak adlandırsalar iyi yaparlar" (DK. B 17).​
Ancak Varlıkların Köklerinin Sayısı Dört Değil Sonsuzdur
Buraya kadar Empedokles'le birlikte yürüyen Anaksagoras bu noktadan sonra ondan ayrılmaktadır. Empedokles'e göre bir araya gelen ve birbirlerinden ayrılan şeylerin köklerinin sayısı sınırlıdır, dört tanedir. Oysa Anaksagoras nitelik veya özellik bakımından belirli deneysel-duyusal şeyleri, bu nitelik veya özelliklere sahip olmayan unsurlara geri götürüp onlara indirgemeyi doğru bulmamaktadır. Ona göre, doğada varolan organik veya inorganik maddeleri çözüp ayrıştırdığımızda, kendileriyle karşılaşacağımız şeyler, bu kendilerinden hareket ettiğimiz bütünler veya karışımlardan farklı şeyler değil, tersine onlarla aynı türden olan şeyler veya parçalar olacaklardır. Yani kemiğin, etin, saçın, kanın, karın, suyun, demirin vb. en son parçaları yine kemik, et, saç vb. olacaktır. Daha doğrusu onların, yani şeylerin en son parçaları yoktur; çünkü Demokritos'tan ve diğer atomculardan farklı olarak Anaksagoras şeylerin bölünme sürecinin bir sonu olduğuna inanmamaktadır. Şeyler, ona göre, sonsuza kadar bölünebilirler ve bu bölmenin hangi anında veya aşamasında durursak duralım, ne kadar geriye gidersek gidelim, Empedokles'in zannettiği gibi karşımıza saf tözler çıkmayacaktır; her zaman karşımızda bulunacak şey, yine kendisinden hareket ettiğimiz karışımla aynı türden bir karışım olacaktır.​
Ve Bu Sonsuz Sayıda Varlıklar Her Şeyde Vardırlar
Peki bu kendilerinden hareket ettiğimiz bütünler veya onları böldüğümüzde kendileriyle karşılaşacağımız eştürden parçalar veya parçacıklar, belirli sayıda şeylerin bir karışımından mı ibarettirler? Anaksagoras'ın bu soruya da olumsuz cevap verdiğini görmekteyiz: Ona göre şeyler hem sayı bakımından sonsuzdurlar, hem de küçüklük bakımından. Yani herhangi bir şeyde her şey olduğu gibi bu şeyin her bir parçasında, sonsuz küçük parçasında da her şey vardır:​
"Her şeyde her şeyden bir parça vardır" ... “Bütün şeyler belli ölçüde her şeyde bulunurlar” (DK. B ll, 12).
Daha somut olarak söylersek kemik veya ette başka her şey, örneğin kan, saç, tırnak, altın, su vb. bulunduğu gibi kemik veya etin her bir parçasında da aynı ölçü ve oranda olmak üzere yine bütün bunlar vardır.​
ilk bakışta bu, bütün ve parçanın eştürden olduğu ilkesiyle her şeyde her şeyin bulunduğu ilkesi arasında bir çelişki varmış gibi görünmektedir. Şu anlamda ki, bir yandan herhangi bir şeyin, örneğin bir et parçasının bölünmesi olayında karşımıza daima et parçaları veya daha doğrusu et parçacıkları çıkmakta, ancak öte yandan etin hiçbir zaman sadece et olmadığı, aynı zamanda kemik, kıl, saç, su vb. olduğu ileri sürülmektedir. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz gibi Anaksagorasıa göre, evrende hiçbir saf töz bulunmadığı, eti bölmek istediğimiz zaman daima etle aynı özellikte olan et parçacıkları, yani doğada bulunan bütün tözlerden meydana gelen şeyler ortaya çıktığı, üstelik de bu parçacıkların başlangıçtaki etle aynı oranda birbirleriyle karışmış şeylerden meydana geldiklerini göz önüne alırsak bu izlenim ortadan kalkmaktadır.​
Anaksagoras’ın bu son derece orijinal ana madde görüşüne götüren neden nedir? Bu konuda bir fragmenti epeyi aydınlatıcı görünmektedir:​
"Saç olmayandan saç veya et olmayandan et nasıl meydana gelebilir?" (DK. B 10).
Anaksagoras'ın şöyle düşünüyor olması çok muhtemeldir: Canlıları meydana getiren tohumlarda, ilerde gelişmiş bir halde karşımıza çıkacak olan bireylerde görülecek olan bütün doku türleri (kan, kemik, kıl vb.) tohum halinde var olmalıdır. Aynı şekilde insanların beslenme alayında, almış oldukları bir besinde, örneğin ekmekte, beslenen organizmayı meydana getiren bütün maddeler var olmalıdır. Aksi halde bu ekmekten insan bedenini oluşturan farklı dokuların beslenmesi, gelişmesi ve büyümesini nasıl açıklayabiliriz? Madem ki ekmek yiyen bir insanın saçları uzamakta, kemikleri irileşmekte, dokuları gelişmektedir; o halde ekmekte aynı zamanda bütün bu maddeler, yani saç, kemik, deri, kıl vb. olmalıdır.​
Ancak bu yorumumuz Anaksagorasıın bir şeyde neden ötürü birçok şey bulunması gerektiğini düşündüğünü açıklar; onda niçin her şeyin bulunması gerektiği veya neden dolayı her şeyde her şeyin bulunması gerektiği görüşünü açıklamaz. Oysa onun asıl görüşü bu ikincidir: Anaksagoras ekmekte yalnızca kemik, saç, tırnak veya kan bulunduğunu söylememektedir; onda aynı zamanda altın, gümüş, hava, su vb bulunduğunu söylemektedir.​
Bunu açıklamak için ise ya Anaksagoras'ın ekmekle ilgili olarak yaptığı bir gözlemden hareketle bunu genellediği, yani ekmekte sözünü ettiğimiz bazı şeylerin bulunduğu gözlemini genelleyerek onda her şeyin bulunması gerektiği görüşüne geçtiğini söyleyebiliriz veya daha makul bir varsayım olarak onun kozmogonisinde varlığını tasdik ettiği bir durumu, yani başlangıçta her şeyin her şeyle karışık bir halde bulunduğu varsayımını daha sonra evrenin şu andaki durumuyla ilgili olarak bütün varlıklar için de tasdik ettiği görüşünü ileri sürebiliriz (Röd, PA. s.l66167).​
Gerçekten aşağıda göreceğimiz üzere Anaksagoras, Empedokles veya Anaksimandros gibi evrenin bir ilk durumundan, kaos durumundan veya kendi ifadesiyle "her şeyin her şeyle karışmış olarak bulunduğu bir karışım durumu"ndan hareket etmektedir. O, bu durumun belli ölçüde şimdi de devam ettiğini, bazı şeylerin diğerlerinden ayrıldığını ve kendisini özel bir adla adlandırmamızı mümkün kılacak belli özellikler veya belirlemeler kazandığını kabul etmekle birlikte temelde her şeyin her şeyde bulunması durumunun bir anlamda hala varlığını koruduğunu söylemek istemektedir.​
Herhangi Bir Deneysel Özellik, Bu Özelliği Taşımayan Bir Şeyden Meydana Gelemez
Burada bir başka noktaya daha işaret etmemiz uygun olacaktır: Eğer Anaksagoras'ın düşüncesini doğru anlıyorsak, onun Parmenides ve Empedokles'in "Hiçten hiçbir şey meydana gelmez" ilkelerini daha özel olarak "Herhangi bir deneysel özellik, bu özelliği taşımayan bir şeyden meydana gelmez" tarzında ele aldığını söyleyebiliriz.​
Dünyaya baktığımızda onda birbirinden farklı özellik veya belirlemelere sahip sayısız varlık görmekteyiz. Et kemikten, kemik saçtan, saç tırnaktan kendisine ait bir belirlemesi olması bakımından farklıdır. Şimdi Empedokles bu farklı belirlemelerin veya özelliklerin aslında temel maddelerin farklı miktarlarda veya oranlarda birbirlerine karışmalarının sonucu olduğunu ileri sürmekteydi. Bir önceki bölümde, onun şeyler arasındaki nitelik farklılıklarını aslında onları meydana getiren unsurlar arasındaki nicelik veya miktar farklılıklarına indirgediğini ve bunun da çağdaş bilim anlayışına uygun bir görüş olduğunu söylemiştik. İşte Anaksagoras'ın asıl buna karşı çıktığını görmekteyiz. O her bir nitelik veya özelliği farklı bir varlığa tekabül ettirmek istemektedir. Ona göre, deney dünyasında karşılaştığımız herhangi bir farklı özellik veya belirleme, bu özellik veya belirlemeye sahip olmayan bir şeyden çıkamaz. Bundan dolayı da evrende ne kadar farklı özellikte nesneler varsa o kadar farklı özellikte varlıklar olmalıdır. Ancak öte yandan bütün bu varlıklar doğada saf bir halde bulunacak şeyler de değildirler; çünkü her varlık aslında bir karışımdır.​
Şeyler Birbirlerinden Nasıl Ayrılabilirler?
Anaksagoras'ın bu son görüşünde, yani her varlığın bir karışım olduğu ve evrende saf tözlerin bulunmadığı görüşünde problemli bir şeylerin olduğu açıktır. Eğer evrende bulunan şeylerin her birinde, daha doğrusu bir varlık türünde bir başka ve farklı varlık türünde olan şeylerin hepsi bulunmaktaysa, herhangi bir varlık türü, örneğin et, bir başka varlık türünden, örneğin kemikten nasıl veya neyle ayrılmaktadır?​
Anaksagoras'ın bu konuda verdiği açıklama hiç de açık veya tatmin edici değildir. O yalnızca "bir şeyin, kendisinde en fazla bulundurduğu şeyin adını aldığı"nı söylemektedir (DK. B 12'nin sonu). O halde et ve kemiğin her ikisinde de aynı şeyler olmakla birlikte, onların birinde bu şeylerden birinin daha fazla olması veya ağır basması ona kemik adını vermemizi mümkün kılmaktadır. İyi ama asıl sorun burada değil midir? Ette daha fazla bulunan ve ona et dememizi mümkün kılan şey nedir? Bu, adına ne dersek diyelim, bir şeyin, saf bir maddenin ette diğerinden daha fazla bulunduğu anlamına gelmez mi? Ancak Anaksagoras buna karşı çıkmakta ve her şeyin her şeyde bulunduğunu söylemektedir. Başka deyişle evrende saf halde hiçbir şeyin bulunmadığını birazdan göreceğimiz Akıl veya Nous müstesnaileri sürmektedir.​
Problemi daha da karmaşıklaştıracak bir durumdan söz edelim: Eti ele alalım. Anaksagoras'a göre ette kemik olduğunu da biliyoruz. Öte yandan Anaksagoras'a göre etin her bir parçası da ettir (Burada belki parça kelimesini kullanmak bile doğru değildir. Çünkü bu parçalar bütünle aynı özelliktedir. O halde burada parçadan (Teil) çok belki pay, hisse (Anteil) kelimesini kullanmamız gerekir. Çünkü bir şeyin hissesi, payı, o şeyin bütünüyle aynı özelliklere sahiptir; ama bir parçanın bütünle aynı özelliklere sahip olması gerekmez) ve onun da içinde kemik vardır. Peki etin içinde bulunan bu kemik kısmında ne vardır? Bu kemik kısmını analiz etmeye kalksak onun içinde yine et görmeyecek miyiz? O halde etin kemik kısmında, içinde et kısmı olan bir kemikle karşılaşacağız. Bu akıl yürütmeyi devam ettirdiğimiz zaman onun sonsuza kadar gideceği aşikardır. O halde burada etin içinde bulunan kemik, kemiğin içinde bulunan et, bu ikinci etin içinde bulunan ikinci kemik, bu ikinci kemiğin içinde bulunan üçüncü et vb ile karşılaşacağız. Bu, gerçekten sonsuza gidecektir; çünkü Anaksagoras'ın sonsuza kadar bölünmeyi kabul ettiğini de bilmekteyiz. Şimdi bu tasarım ne kadar ilginç görünürse görünsün, onun şeylerin birbirlerinden farklılığını açıklamakta çok büyük bir güçlük karşısında bulunduğu aşikardır.​
Karışım-Varlıklar ve Karışım-Nitelikler
Anaksagoras'ın sonsuza kadar bölünebilir eştürden varlıklar anlayışının meydana getirdiği bu güçlük, bazı yorumcuları Anaksagoras'ın gerçekten varolan şeylerden temel maddeleri değil de temel nitelikleri kastettiği varsayımına götürmüştür. Bu varsayımı ileri süren Tannery, Burnet, Comford gibi ünlü felsefe tarihçilerine göre fragmentlerde temelde bulunan varlıklar veya unsurlar olarak zikredilen şeyler, daha çok sıcak-soğuk, kuru-yaş, aydınlık-karanlık gibi niteliklerdir. O halde Anaksagoras'ın unsurları olarak, Aristoteles gibi temel maddeleri değil, bu tür temel nitelikleri almamız gerekir.​
Gerçekten de elimizde bulunan fragmentlerinde Anaksagoras, birçok yerde bu nitelik çiftlerinden söz etmektedir. Öte yandan ilk Yunan filozoflarının şeylerle nitelikler arasında bir ayrım yapmadıklarını, nitelikleri şeyler olarak ele aldıklarını da biliyoruz. O halde burada Anaksagoras'ın unsurlar veya temel varlıklar olarak nitelikleri kabul etmiş olmasında tarihsel bakımdan bir imkânsızlık yoktur. Ancak bu durumda Aristoteles gibi Anaksagoras'ı iyi bilen ve zaman bakımından da ona yakın olan birinin onun temel anlayışını nasıl olup da bu kadar yanlış anladığını veya bilerek tahrif ettiğini açıklamak gerekmektedir. Öte yandan Anaksagoras'ın kendisinin, eğer gerçekten bu görüşte olmuş idiyse bu görüşünü neden açık bir biçimde dile getirmediğini anlamak da zordur.​
Gerçi Anaksagoras bir fragmentinde "dünyada bulunan şeylerin bir baltayla kesilmiş gibi birbirlerinden ayrılmadıkları"nı söylerken bunun bir örneği olarak soğuğun sıcaktan, sıcağın soğuktan ayrı olmamasını zikretmektedir (DK. B 8). Yine Sextus Empiricus, Anaksagoras'a atfen verdiği bir haberinde onun "karın belli ölçüde siyah olduğu"nu söylediğini belirtmektedir (DK. A 97). Bu da Anaksagoras'ın beyazın aynı zamanda belli bir anlamda siyah olduğunu kabul ettiği anlamına gelir. Ama bütün bunlar yukarıda sözünü ettiğimiz gerekçelerden dolayı Anaksagoras'ın "unsurlar"dan temel nitelikleri anladığını kabul etmemiz için yeterli değildir.​
Kaldı ki, Guthrie'nin haklı olarak işaret ettiği gibi, burada Anaksagoras'ın temel varlıklardan temel nitelikleri anladığını düşünmemiz mümkün olduğu gibi bunun tersine onun temel nitelikleri, temel varlıkların nitelikleri olarak aldığını düşünmemiz de mümkündür. Başka deyişle burada belki daha doğrusu Anaksagoras'ın "sıcak olan"ı sıcak bir töz, "soğuk olan"ı ise soğuk bir töz olarak aldığını düşünmektir. Nihayet bu iki yorumdan hangisi doğru olursa olsun bizim yukarıda sözünü ettiğimiz güçlük ortadan kalkmamaktadır. Bu güçlük, evrende saf tözlerin varlığı kabul edilmediği takdirde şeylerin birbirlerinden nasıl ayrılabileceklerine ilişkin güçlüktür. Karışım-varlıklar yerine karışım-niteliklerin kabul edilmesiyle bu güçlük ortadan kalkmaktadır; çünkü bu durumda araştırmamız gereken şey artık saf tözler değil, saf nitelikler olacaktır. Anaksagoras'ın temel varsayımına göre saf tözler kadar saf niteliklerin de olamayacağı açıktır.​
Sonsuz Küçük ve Sonsuz Büyük Mevcuttur
Elealı Zenon, Akhilleus ve kaplumbağa paradoksu ile ikiye bölme paradoksunda uzayın sürekli olduğu ve dolayısıyla sonsuza kadar bölünebilir olduğu varsayımından hareket etmişti. Ancak Zenon bu varsayımı, bu varsayımdan çıkacak olan saçma sonuçları göstermek üzere kullanmıştı. Başka deyişle bunun onun gerçek düşüncesi olup olmadığını bilmiyoruz. Buna karşılık Anaksagoras'ın, maddenin sonsuza kadar bölünebilirliğini temel bir ilke olarak aldığını ve bütün ana madde kuramında bu ilkeye dayandığını görmekteyiz. Anaksagoras'tan kalan fragmentlerde büyük ve küçük kavramlarının göreli kavramlar oldukları, bir şeyin ancak bir başka şeye göre büyük veya küçük olarak adlandırılmasının mümkün olduğu, hiçbir şeyin bizzat kendisinde büyük veya küçük olmadığı en açık bir biçimde dile getirilmektedir:​
"Küçük olan şeyler içinde bir en son küçüklük derecesi de yoktur; tersine daima bir daha küçük vardır. Çünkü varolanın bölme yoluyla varlıktan kesilmesi imkansızdır. Aynı şekilde her zaman, büyük olandan daha büyük olan bir şey vardır ve o nicelik bakımından küçük olana eşittir. Kendi kendisiyle karşılaştırıldığında her şey aynı zamanda hem küçük, hem büyüktür (DK. B 3).​
Burada özellikle sondan ikinci cümleye dikkat etmemiz gerekir: Büyük olan, nicelik bakımından küçük olana eşittir. Bu, küçük olanda büyük olanda olanların hepsinin bulunması anlamına gelir. Demek ki en küçük olanda dahi en büyük olanda bulunan şeylerin hepsi olacaktır. Böylece her şeyin her şeyde bulunduğu görüşü bir kez daha doğrulanmış olmaktadır.​
Yine bu görüşünün sonucu olarak Anaksagoras, Empedokles'in düşündüğü gibi şeylerin bir en son bölünmesinde artık unsurların ayrılacakları ve saf halde bulunacakları görüşünü reddetmekte ve karşımızda her zaman bir karışım, bir mikro kozmos bulunacağını ihtar etmektedir:​
"'Büyük olan ve küçük olanın parçaları birbirlerine eşit olduğu için her şey her şeyde olacaktır. Onların2 ayrı başlarına olmaları mümkün değildir. Tersine her şeyin içinde bir başka şeyin bir parçası vardır. Bir en son küçüklük derecesinde olmaları mümkün olmadığı için onlar birbirlerinden ayrılamazlar ve kendi başlarına olamazlar. Başlangıçta nasıl idiyseler onların şimdi de aynı şekilde hep birlikte olmaları gerekir" (DK. B 6).
KOZMOLOJİ VEYA KOZMOGONİSİ
Bu son cümleyle Anaksagoras'ın kozmolojisine geçmek istiyoruz. O halde, şeylerin bir başlangıç durumu, bir de şimdiki durumu vardır. Onların başlangıçtaki durumuyla şimdiki durumu arasında bir benzerlik olduğu da anlaşılmaktadır: "Başlangıçta nasıl idiyseler onların şimdi de aynı şekilde hep birlikte olmaları gerekir."​
Ancak başlangıçtaki hep birlikte olmaları durumuyla şimdiki hep birlikte olmaları durumu arasında hiçbir fark yok mudur? Böyle bir farkın olduğu ve bunun da bir başka ilkenin, Anaksagoras'ın Nous diye adlandırdığı, bizim Akıl, Zihin veya Zekâ diye karşılayabileceğimiz bir ilkenin işe karışması sonucu ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.​
Anaksagoras'a göre, evrenin her şeyin her şeyle tam bir karışım durumunda olduğu bir başlangıç noktasından hareketle meydana geldiği söylenebilir. Bu başlangıç durumu, Anaksimandros'un apeiron'una veya Empedokles'in dört unsurun birbirleriyle tam bir karışım durumunda bulunduğu Sevgi'nin hüküm sürdüğü ilk dönemine benzemektedir. Anaksagoras evrenin bu başlangıç durumu için "İlk Karışım" veya "Bütün" adını kullanmakta bir mahzur görmemektedir. Aradaki farklar saklı kalmak şartıyla bu ilk durumun Parmenides'in Bir olan'ına veya Bütün'üne karşılık olduğu da söylenebilir.​
Peki bu ilk karışım dönemi neden dolayı sona ermekte ve evrenin bugünkü düzenini meydana getirecek olan süreç başlamaktadır?​
Anaksimandros'un kendisine böyle bir soru sormadığını, yani apeiron'dan evrenin ortaya çıkış sürecinin açıklayıcı nedenini vermek ihtiyacını duymadığını görüyoruz. O böyle bir nedene dayanmak ihtiyacını duymadığı gibi bu süreci başlatmak üzere apeiron'un kendisinden ayrı bir ilkeyi, bir hareket ettirici veya fail nedeni yardıma çağırmak gereğini de hissetmemektedir. Ona göre apeiron'dan bir nedenle ve bir şekilde bir zıtlık, sıcak-soğuk zıtlığı çıkmış ve bunu evreni meydana getiren diğer süreçler izlemiştir.​
Empedokles'in ise başlangıçtaki karışım durumundan ayrılmak ve evrenin meydana gelme durumunu açıklamak için dört unsurdan başka bir unsura, Nefret ilkesine başvurduğunu görmüştük. O halde o hareket ettirici nedenin varlığını kabul etmekte, ancak bu nedenin neden dolayı evreni meydana getirdiğine ilişkin herhangi bir açıklama vermek gereğini duymamaktadır.​
Kaostan Kozmosa Nous veya Akıl Sayesinde Geçilmiştir
Buna karşılık Anaksagoras'ta Empedokles'ten bir adım ileriye gidildiğini söyleyebiliriz: Anaksagoras'a göre ilk karışıma evreni meydana getirecek olan hareketi verdiren Nous'tur ve Nous akıllı, düzen verici, düzenleyici bir ilkedir. Bundan dolayı o bu her şeyin her şeyle bir arada bulunduğu karışıklık durumunu veya kaos durumunu bir düzene sokmuştur.​
Anaksagoras, Platon ve Aristoteles'in haklı eleştirilerini üzerine çekeceği bir tarzda (Phaidon, 97 1,c; Metafizik, 985 a 1819) bu düzen verici ilkeyi her zaman aynı tutarlılıkla kullanmamış olmakla birlikte, şeyleri meydana getiren ilke olarak aklı veya zihni ön plana alması veya şeylerin açıklayıcı ilkesini yeni bir şeyde, Akıl'da bulması bakımından kendisinden önce gelen filozoflara göre açık bir ilerleme teşkil etmektedir.​
Öte yandan Anaksagoras Nous kavramıyla bize sadece oluşun fail nedeninin ne olduğunu söylemekle kalmamakta, aynı zamanda bu nedenin neden dolayı evreni meydana getirdiğine ilişkin bir imada da bulunmaktadır: Evrenin kaostan kozmosa geçişini meydana getiren akıldır ve kozmos kaosa göre bir iyilik, mükemmelliktir.​
Nous, Evrende Saf Halde Bulunan Tek Şeydir ve O Her Şeyin Bilgisi Yanında Onlar Üzerinde Kudrete de Sahiptir
Anaksagoras'a göre Nous​
"Varolan şeyler içinde onların en incesi ve en safıdır" (DK. B 12).
Daha doğrusu o, varolan şeyler içinde karışmamış olarak bulunan, saf olan tek şeydir:​
"Bütün diğer şeyler belli ölçüde her şeyden pay aldıkları halde Nous, sonsuz ve bağımsızdır ve hiçbir şeyle karışmamıştır" (DK. B 12).
Anaksagoras'ın Nous'un saflığını kanıtlamak için getirdiği akıl yürütme ilginçtir:​
"Eğer o kendisinde olmamış, başka herhangi bir şeyle karışmış olsaydı, onların herhangi biriyle karışmış olduğu için hepsiyle karışmış olurdu; çünkü daha önce söylendiği gibi her şeyde her şey vardır ve bu durumda onunla karışmış olan şeyler, ona engel olurlardı. Bunun sonucunda ise o şimdi olduğu gibi onlar üzerinde hiçbir güce sahip olmazdı" (DK. B 12).
Nous, diğer şeylerden farklı olarak saf ve karışmamış olmakla kalmaz; aynı zamanda bütün diğer şeylerin bilgisine ve yukarıdaki fragmentte görüldüğü gibi onlar üzerinde bir kudrete de sahiptir:​
"O her şeyin bilgisine ve kudrete sahiptir" (DK. B 12).
İşte bu bilginin ve kudretin sonucu olarak ve düzenleme, kaosu kozmos haline geçirme işlevini yerine getirmek üzere Nous başlangıçtaki karışımı harekete geçirmiştir.​
Evrenin Oluşunun Başlıca Safhaları
Nous'un ilk karışıma verdirdiği hareketin bir dönme veya çevrinti, anafor hareketi olduğunu görmekteyiz. Bu çevrinti veya anafor hareketi sonucunda hava (yoğun ve soğuk olan şey olarak) ve eter (ince ve sıcak olan şey olarak) birbirlerinden ayrılmışlardır:​
“Nous, şeyleri hareket ettirmeye başladığında harekete geçen her şeyde bir ayrılma ortaya çıkmış ve Nous'un kendilerini harekete geçirmesinden ötürü her şey ayrılmıştır" (DK. B 13).
Bu ilk ayrılma sonucunda hava, yoğun olan şey olarak bu çevrintinin merkezine doğru gitmiş, eter ise ince olan şey olarak onun çevresine yönelmek zorunda kalmıştır:​
“Sıcak olan soğuk olandan, aydınlık olan karanlık olandan ve kuru olan yaş olandan ayrılmıştır” (DK. B 12).
Kozmik çevrintinin merkezinde madde yoğunlaşması sonucunda toprak meydana gelmiştir:​
“Yoğun ve yaş olan, soğuk ve karanlık olan şimdi dünyanın bulunduğu yerde bir araya gelmişler; buna karşılık seyrek ve sıcak olan, kuru ve aydınlık olan eterin dış bölgesine doğru yönelmiştir" ... “Ayrılan bu şeylerden toprak katılaşmıştır; çünkü buluttan su, sudan toprak ayrılmıştır. Topraktan ayrılan taşlar ise soğuğun etkisi sonucu katılaşmışlar ve sudan daha öteye atılmışlardır” (DK. B 15, 16).
Daha açık bir deyişle çevrinti içinde meydana gelen taş kitleleri, çevrinti hareketinin büyük hızından ötürü bu çevrintinin çevresine doğru itilmiş veya atılmışlar, orada ateşli eter küresi içine düşünce de kor haline gelerek yıldızları oluşturmuşlardır.​
Anaksagoras'ın kozmogonisi ana hatlarıyla budur. Bu konudaki daha özel görüşlerine gelince, onları da şöyle özetleyebiliriz: Anaksagoras Ay'ın, ışığını Güneş'ten aldığını bilmektedir:​
“Ay'ın üzerine aydınlık getiren Güneş'tir” (DK. B 18).
O, ionyalıların dünyaların sonsuzluğu görüşünü kabul etmektedir:​
"Şeyler böyle olduklarından birçok ve her türden şeyin bir araya gelen şeylerde bulunduğunu ...hayata sahip olan diğer hayvanlar gibi insanların da onlardan meydana geldiğini ve bu insanların bizim dünyamızda olduğu gibi şehirlerde ve ekilmiş tarlalarda oturduklarını, yine bizim dünyamız gibi onların da bir Güneş'leri, Ay'ları ve geri kalan şeyleri olduğunu farz etmek zorundayız” (DK. B 4}.
Yalnız bu pasajdan Herakleitos ve Empedokles'in kabul ettikleri gibi zamanda birbirlerini takip eden sonsuz dünyalar olduğu görüşü çıkmamaktadır. Bu pasajdan anlaşılan; Anaksagoras'ın sonsuz karışımın bir noktasından başka noktalarında da çevrinti hareketlerini başlattığı ve bu hareketlerin sonucu olarak, zaman bakımından özdeş olan birden çok dünyanın veya alemin meydana geldiğini düşündüğüdür.​
Anaksagoras, kendisinden önce gelen diğer filozoflar gibi, maddenin miktarının sabit olduğunu da düşünmektedir. Nihayet o, Parmenides, Zenon ve Empedokles'in görüşlerini takip ederek boşluğun varlığını kabul etmemekte, hareketin maddenin parçacıklarının bir yer değiştirmesinden ibaret olduğunu düşünmektedir. Evreni meydana getiren hareketi bir çevrinti hareketi veya bir dönme hareketi olarak düşünmesi de herhalde bu anlayışının bir sonucudur.​
Nous, Tinsel Bir Şey Değildir
Anaksagoras'ın Nous'unun hangi ölçüde gerçek anlamda bir ruh veya zihin olarak alınabileceği tartışma konusudur. Evrenin varlığını kendisine borçlu olduğu ilk hareketin kaynağı olan Nous'u Anaksagoras basit, saf, bilgi ve bilinç sahibi, düzenleyici ve bir erek uğruna faaliyette bulunan bir ilke gibi takdim etmektedir (B 12). Nous'un bu özellikleri bazılarını Anaksagoras'ın onu yapısal olarak maddeden ayrı, madde-dışı, cisim-dışı, tinsel, ruhsal bir varlık olarak tasarladığı görüşüne götürmüştür. Bu bazıları içinde Anaksagoras'ın hemen arkasından gelen Platon ve Aristoteles ve belki de onlardan önce Sokrates'in kendisi vardır. Platon, Phaidon diyalogunda Sokrates'e şu sözleri sarf ettirmektedir:​
“Bir defasında birinin Anaksagoras'ın bir kitabını okuduğunu işittim. Söylendiğine göre bu kitapta dünyayı düzenleyen ve her şeyin nedeni olan şeyin Zihin olduğu ileri sürülmüştü. Bu nedenden bahsedildiğini duymaktan çok memnun oldum ve onun (Anaksagoras'ın) gerçekten haklı olduğunu düşünüyordum. Ancak daha ilerlediğimde ümitlerim tümüyle tepetaklak oldu ve bu adamın Zihin'i hiç kullanmadığını gördüm. O, şeylerin düzene kavuşmasında bu Zihin'e herhangi bir nedensel güç yüklememekte, tersine onları havayla, ateşle, suyla ve başka bir sürü şeyle açıklamaktaydı" (Phaidon, 97 b).
Görüldüğü gibi, Sokrates'in veya Platon'un hayal kırıklığının nedeni, Anaksagoras'ın Zihin'i bir ilke olarak kabul etmesine rağmen kullanmamış olmasıdır. Başka deyişle Platon Anaksagoras'ın Nous'u kendisinin Zihin'den, Akıl'dan veya Ruh'tan anladığı şekilde bir şey, madde-dışı bir şey, bir tin olarak aldığından şüphe etmemektedir; onun şikâyet ettiği şey, Anaksagoras'ın bu şekilde anladığı Nous'u evrenin meydana gelişini açıklamada tutarlı bir şekilde, yani ilerde göreceğimiz gibi kendisi gibi erekbilimci bir tarzda kullanmamış olmasıdır.​
Aristoteles de Metafizik' i n d e aynı konuya temas etmekte ve Platon'un hayal kırıklığını paylaşmaktadır. O, maddi neden yanında hareket ettirici nedenin varlığını kabul eden filozoflardan bahsederken, Empedokles ve Anaksagoras'ı bu tür bir nedeni kabul eden ilk filozoflar arasında saymakta, ancak onların her ikisinin de bu nedenle ilgili olarak söyledikleri şeyin pek farkında olmayan insanlar gibi göründüklerini sözlerine eklemektedir:​
“Çünkü onların hemen hemen hiçbir zaman ilkelerine başvurmadıkları veya onlara çok az durumda başvurdukları görülmektedir. Böylece Anaksagoras evreni meydana getirişinde Akıl'ı (Nous) ancak bir “deus ex machina” olarak kullanmaktadır. Herhangi bir şeyin neden ötürü zorunlu olduğunu söylemekte güçlükle karşılaştığında Akıl'a başvurmakta, bütün diğer durumlarda ise olayları Akıl'dan çok başka herhangi bir ilkeye mal etmektedir" (Metafizik, 985 a 1819).
Gerçekten de Anaksagoras'ın Nous'un gerek doğası, gerekse işlevi üzerinde Platon ve Aristoteles'in kendisinden bekledikleri kadar cesur ve tutarlı olmadığı anlaşılmaktadır. Bir defa onun Nous'un doğası hakkında Empedokles'ten veya Herakleitos'tan daha ileri bir düşünceye sahip olduğunu gösteren ciddi bir işaret yoktur. Nous '"şeyler arasında onların incesi, en safı", daha doğrusu tek saf olan şey olmakla birlikte gene de maddi bir şeydir. Onun diğer şeyler gibi bir karışım olmadığını söylemenin kendisi bile onun bir madde olduğunun ifadesidir; çünkü maddi olmayan bir şey hakkında böyle bir şey söylemenin bir anlamı olmadığı açıktır.​
Sonra onun her şeyi bildiği görüşünden de, madde-dışı bir şey olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü Herakleitos'un Logos'unun da böyle bir özelliğe sahip olduğunu, ama bundan dolayı madde (ateş) olmaktan çıkmadığını biliyoruz.​
Onun şeylerin ilk hareket ettiricisi olmasından da, doğası hakkında herhangi bir şey çıkarmamız mümkün değildir; çünkü Empedokles'in Sevgi ve Nefret'i de hareket ettirici nedenlerdir, ama bundan dolayı madde ilkeler olmaktan çıkmazlar.​
Nous'un işlevine gelince, Anaksagoras'ın Nous'una bir ereksellik yüklediği gerçektir. Eğer ona böyle bir şey yüklememiş olsaydı, Platon ve Aristoteles onun hakkında o kadar büyük bir hayal kırıklığına düşmüş olmazlardı. Ancak onun bu erekselliği yalnızca evrene bir ilk hareketin verdirilmesi olayında kullandığı, evrenin meydana gelişinin diğer ve ileri safhalarında ondan hiç söz etmeyip daha önceki İonya filozofları gibi tamamen mekanik nedenlere başvurduğu da bir başka gerçektir.​
Nitekim yukarıda kozmogonisinin ayrıntılarına girdiğimizde Nous'un bir ilk hareketi verdirmesinin hemen arkasından ağır maddelerin hafiflerinden ayrılması, birincilerin evrenin merkezine, diğerlerinin onun çevresine gitmesi, maddenin hızlı dönüş hareketi sonunda evrenin merkezinde bulunan taşların merkezkaç kuvvetinin etkisinde savrularak çevreye doğru gidip kızgın taş kütlelerine dönüşmesinde vb. tamamen mekanik nedenlerin işe karıştığını gördük.​
Sonuç olarak Anaksagoras, bir ereğe uygun olarak etkide bulunan ilke düşüncesini ilk ortaya atan ve doğa felsefesinde ilk kullanan bir insan olmakla birlikte, bunu yalnızca ilk hareketi açıklamak için yapmakta, doğa felsefesinin geri kalan kısmında ve Aristoteles'in işaret ettiği gibi mümkün olduğunu gördüğü her seferinde, eski İonya filozoflarının basit mekanik nedenlerine geri dönmekte tereddüt etmemektedir.​
Ancak bütün bunlar, evrende bir amaca uygun olarak etkide bulunan bir ilke düşüncesini, ilk ortaya atan kişinin Anaksagoras olduğu ve bu düşünceyi alıp son sonuçlarına kadar götürecek olan Atina felsefe okulunun, yani Sokrates, Platon ve Aristoteles'in bundan dolayı Anaksagoras'ta kendilerinin bir ilk müjdeleyicilerini gördükleri gerçeğini değiştirmemektedir.​
PSiKOLOJiSi VE BİLGİ KURAMI
"Nous dışında her şeyde her şeyden bir parça vardır. Bazı şeylerde ise Nous da vardır” (DK. B 11).
Anaksagoras'ın canlı şeylerle cansız şeyler arasındaki farkı, birincilerde Nous'un bulunmasına karşılık ikincilerde onun bulunmamasıyla açıkladığı anlaşılmaktadır. O halde gerek insanlar ve hayvanlar, gerekse bitkilerde Nous vardır ve Nous onların hareket ilkeleridir:​
"Gerek büyük, gerek küçük olsun hayata sahip olan her şey üzerinde Nous'un gücü vardır” (DK. B 12).
Nous, canlı olan her şeyde aynı ölçüde varolduğu için hayvanlar arasındaki zekâ farkları Nous'a değil, bedenlerinin yapısına bağlıdır. İnsanın hayvanlar arasında en bilge olmasının nedeni, onun diğer hayvanlardan farklı olarak ele sahip olmasıdır (Aristoteles, Hayvanların Kısımları, 687 a 7).​
Anaksagoras'ın algı kuramı, Empedokles'e karşı bir polemik olarak ele alınabilir. Empedokles'in duyum ve algıyı benzerlerin benzerler tarafından çekilmesi ilkesiyle açıkladığını görmüştük. Anaksagocas ise buna kesinlikle karşı çıkmaktadır. Ona göre algı benzerlere değil, tersine benzemezlere, karşıtlara dayanır:​
"Bizim kadar sıcak olan veya bizim kadar soğuk olan bir şey bizi ne ısıtır, ne soğutur" (DK. A 92).
Dolayısıyla benzer, benzeri algılayamaz. Algı, karşıtların meydana getirdiği uyarımın sonucudur.​
Anaksagoras'a göre gece görmememizin nedeni, gecenin siyahlığı ile göz bebeğimizin siyahlığı arasında bir fark olmamasıdır (DK. A 92). Bu görüşünün bir diğer sonucu, Anaksagoras'ın her algıyı belli bir acı olarak ele almasıdır. Çünkü her algı, bir tahriştir. Benzer olmayan şeylerin birbirleriyle temasında bir tahriş vardır ve bu da belli bir acı meydana getirir.​
Anaksagoras'ın asıl bilgi kuramı hakkında da bazı şeyler söyleyerek bu bölümü bitirdim. Anaksagoras bir yandan, duyularımızın zayıf olduğunu ve doğruyu bize vermekten aciz olduğunu söyler:​
"Duyularımız zayıf olduğundan doğruyu bilemeyiz" (DK. B 21).
Ama öbür yandan görünen şeyler sayesinde görünmeyen şeylerin bilgisine erişebileceğimizi kabul eder:​
"Görünen şeyler, görünmeyen şeyleri gösterirler" (DK. B 2 a).
Gerçekten Anaksagoras'ın şeylerin sonsuza kadar bölünebileceği ve en küçük parçalarında bile her şeyin bulunduğu yönündeki doğruları duyuları aracılığıyla edinemeyeceği açıktır. Ancak bu, duyuların bizi yanılttığı, aldattığı anlamına da gelmemektedir. Olsa olsa onların şeylerin en son nedenlerini kavramakta yetersiz olduklarını söyleyebiliriz.​
Nitekim Anaksagoras'ın, şeylerin en son nedenlerini, tohumlarını (spermata) duyuları aracılığıyla algıladığı şeylerin nitelikleri ve özellikleriyle açıkladığı da bir gerçektir. O, bu dünyada ne kadar şey veya belli nitelikler varsa o kadar töz olduğuna inanmaktadır. Buysa onun dünyanın tamamen bize göründüğü gibi olduğu anlamına alınamaz mı?​
Anaksagoras'ın 4. yüzyıldan itibaren servetini, bilimsel araştırmalar uğruna feda eden teorik bir insan örneği olarak takdim edildiğini söyledik. Gelenek bu imgesine uygun olarak onun bilimsel veya felsefi bilgiyi bir kendinde amaç olarak gördüğünü haber vermektedir. "Hayatın değerinin ne olduğu" sorusuna "gökleri ve dünyanın düzenini gözlemek" şeklinde cevap vermiş olduğu söylenmektedir. Platon'un verdiği bilgilere göre o, doğanın zorunluluğu görüşünden yaşla ilgili ahlaki bir sonuç da çıkarmıştır: Nous aynı zamanda adil olduğu için, ona itaat etmek bilgecedir. Doğanın düzenini kabul eden kimsenin artık tasalanmasına gerek yoktur (Kratylos, 413 c). Kendisine ana yurduyla neden fazla ilgilenmediği eleştirisi yapılınca, göğü gösterdiği ve ana yurdunun o olduğunu söylediği haber verilmektedir (DL II 7). Yine gurbette ölmesi kendisine pek dokunduğu anlaşılan birine "öteki dünyaya giden yolların her tarafta aynı olduğu"nu söylediği bildirilmektedir (DL II 11).​
Kaynakça:
İlkçağ Felsefe Tarihi / Ahmet Arslan
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları
Batı Felsefesi Tarihi / Bertrand Russell
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Felsefenin Empedokles’le kıyaslandığında, bir diğer plüralist filozof Anaksagoras’ta (MÖ 498-428) biraz daha soyut ve spekülatif hale geldiği söylenebilir; o, sadece Miletli filozofların çıkmazını değil fakat Parmenides’in yerinde çıkışını da çok daha iyi kavramış ama Empedokles’in çözümünü de pek benimseyememişti. “Nasıl olur da saç olmayandan saç ya da et olmayandan et oluşabilir?” diye soran Anaksagoras’ın problemi, Empedokles gibi şeylerin değişebilseler bile, özde aynı kalabilecekleri çelişik görüşüne başvurmadan duyulara görünen bildik nesnelerin varoluşunu açıklamaktan meydana gelmekteydi. Ona göre, “hiçbir şey varlığa gelmediği ya da yok olup gitmediği” için duyu yoluyla algılanan nesneler “var olan şeylerin karışması ve ayrışması”ndan çıkmış olmak zorundaydı. Bu yüzden, onun temel amacı çevremizdeki dünyanın sergilediği çeşitliliğin ilk karışımda zaten ihtiva olunduğunu ve ancak her şeyde başka her şeyden bir parça bulunduğu kabulüyle açıklanabileceğini göstermek oldu.​
Aslında o da Empedokles gibi, değişmenin imkânsız olduğunu öne süren Eleacı görüşün birciliğiyle, değişmenin ve oluşun gerçekliğini kabul eden sağduyunun plüralizmini uzlaştırma çabası vermişti. Yani, değişme olgusunu yadsımayan fakat bir yandan Elea Okulu’nun bir olan varlığıyla ilgili tezlerini ve “hiçten hiçbir şeyin doğmadığı” ilkesini ve bu arada gerçekliğin özü itibariyle kalıcı ve değişmez olduğu fikrini, diğer yandan da göreli bir değişmeyi benimseyen Anaksagoras da tıpkı Empedokles gibi, şeylerin veya varolanların, temel öğelerin birleşmesi ve ayrılması anlamında değiştiğini iddia etti. Başka bir deyişle, dünyadaki şeyleri meydana getiren temel öğelerin, varlığa gelmemek ve yok olup gitmemek anlamında değişmez olduğunu, duyusal dünyada gözlemlenen değişmenin, bu temel öğelerin birleşip ayrılmasından meydana geldiğini öne süren Anaksagoras, buraya kadar aynı düşünceleri paylaştığı Empedokles’ten, bu temel öğelerin, dört değil de sonsuz sayıda olduğu teziyle farklılık gösterir. O, dünyamızın zengin ve çok sayıda nitelikle dolu olduğu için bir ya da birkaç arkhe ile açıklanamayacağını; toprak, hava, su ve ateşin, hiçbir şekilde temel öğe ya da arkhe olmayıp, başka tözlerden meydana gelen karışımlar olduğunu iddia etmişti.​
Buna göre varolan her şeyi meydana getiren nihai ve en yüksek öğeler, ilk madde ya da arkheler, her türden şekli, rengi ve kokusu olan sonsuz sayıda tözdür. Çok küçük olmakla birlikte, bölünemez olmayan bu tohum ya da tözler yaratılmamışlardır. Onların nitelikleri kadar nicelikleri de sabittir. Anaksagoras, varlığın ilk ilkeleri olduğunu öne sürdüğü bu sonsuz sayıda tohuma homeomeri ya da spermata adını verdi. Bu perspektiften bakıldığında, dış dünyada gördüğümüz tek tek her fiziki ya da duyusal nesne, dünyadaki gerçek maddelerin hepsinin parçacıklarını, sonsuz sayıda tohumu içeren bir karışım olmak durumundadır. “Saç” dediğimiz şeyde pırasa maddesinin parçacıkları, cam maddesinin parçacıkları, ağaç maddesinin parçacıkları, –kısacası, çevremizde gördüğümüz bütün maddelerin parçacıkları– bulunur. Aynı şekilde, “et”te de saç maddesinin parçacıkları, pırasa maddesinin, cam maddesinin, ağaç maddesinin ve elbette et maddesinin parçacıkları vardır. Bunlardan birincisinde, her ne kadar o duyulur evrendeki bütün varlık ya da maddelerden parçacıklar ihtiva etse de saç; ikincisinde ise et maddesi bir şekilde baskın çıkmıştır ve görme yetimizin kaba ve yetersiz olması nedeniyle, biz onları baskın olan şeyin adıyla çağırırız.​
Anaksagoras’ın öğretisine göre, evrenin ilk başlangıç halinde, tüm tohumlar, varlığın sonsuz küçük parçaları birbirlerine karışmış veya ayrımlaşmamış bir durumda bulunuyorlardı. Bütün bir varlık kütlesi, sonsuz sayıda küçük tohumun bir karışımı şeklinde vardı. Bugün varolan dünya, söz konusu kütle ya da karışımı meydana getiren tohumların ayrılıp bir araya gelişinin bir sonucudur. Bu parça ya da tohumların başlangıçtaki mutlak karışımından Anaksagoras maddi nesnelerin, onlar üzerinde eylemde bulunan fail bir güç olarak Nous’un etkisiyle çıktığını söyler.​
Kaynakça:​
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci​
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Anaxagoras da buraya dek üzerinde durduğumuz bütün Eski Yunan düşünürleri gibi Yunan kolonilerinden birinde yetişmiştir. İÖ 500 yıllarında Anadolu'da Klazomenai'da (bugün Urla) doğdu. O felsefeyi en yüksek doruklara çıkaracak olan kente, Atina'ya götüren kişidir. Anaxagoras zamanında Atina'da felsefenin gelişmesi için ortamın hiç uygun olmadığı, hem onun hem de ondan sonra Sokrat'ın çok ağır bir suçlamayla yargılanmış olmasından bellidir.​
Buradan da, özgür düşüncenin, ilk önce Anadolu'da, Güney İtalya'da ve Yunanlıların Trakya'daki kentlerinde gelişmiş olmasının bir rastlantı olmadığı anlaşılır. Anayurt Yunanistan’da egemen olan tutucu, kapalı ve dar görüşlerin uzağındaki özgür ortamlarda özgür düşüncelerin ve düşünce akımlarının çok daha kolay gelişmiş ve güçlenebilmiş olduğu açıkça görülüyor.​
Anaxagoras daha çok gökyüzündeki oluşumlarla ilgilenmiş ve bunları doğaüstü güçlerle değil de gerçekçi bir yaklaşımla açıklamaya çalışmıştır. Anaxagoras bu yüzden, Atina'da tutucu ve bağnaz çevrelere öylesine ters düşmüş ki sonunda Tanrıtanımazlık suçlamasıyla yargılanmış ve kendisine yakınlık gösteren devlet adamı Perikles bile onun ölüm cezasına çarptırılmasını önleyememiş. İdamdan ancak Atina'dan kaçarak kurtulabilmiş.​
Anaxagoras'in felsefi görüşleri öteki doğacı filozoflarınkine benzer. Eski Miletliler temel varlığın bir, Empedokles dört, ve atomcu öğreti de varlıkların yapı taşlarının «nicelik» bakımından sayısız olduğunu öğretirken, Anaxagoras birbirinden «nitelik» bakımından farklı sayısız temel varlık bulunduğu düşüncesini ortaya atmış ve bunları da «tohumlar» ya da «çekirdekler» diye adlandırmıştır.​
Anaxagoras'i öteki doğacı düşünürlerden kesin olarak ayıran düşünce, ilk kez onun ortaya atmış olduğu soyut bir felsefi ilkedir: Nous. Düşünen, akılcı, her şeye gücü yeten, belirli bir kişiliği olmayan bir ruh düşüncesi... Yalnız başına var olabilen, «hiç bir şeyle kirlenmeyen», «en öz ve en saf olan» bu ruh, başlangıçtaki kargaşadan (kaos, Chaos) güzel, anlamlı ve düzenli bir evrenin oluşmasını sağlamıştır. Ancak, bundan sonra Anaxagoras'a göre, Nous'un yaratıcı etkinliği sona ermiştir. Nesnelerin, oluşumların, varlıkların her birinin neden öyle değil de böyle olduklarının araştırılmasında doğaya ve neden sonuç ilişkilerine dayanmak gerekir. (Hal- kın, köklü bir inanca göre Tanrılarla ilişkilendirdi- ği güneşi, «kor halinde bir taş yığını» diye nitelemesi onun Tanrıtanımazlıkla suçlanmasının nedenidir.)​
Öyle anlaşılıyor ki, Anaxagoras, Tanrıya ben- zetilebilecek olan Nous'u, yalnız ilk ivmeyle yaradılışı başlatan ve bundan sonraki olayları, oluşumları, gelişimleri kendi akışına, oluruna bırakan yüce bir güç olarak görüyordu. İleride göreceğimiz gibi maddeyi yaratan, biçimleyen ve yöneten bir ruhun var olması gerektiğini düşünen Aristo, Anaxagoras için şunları söylemiştir: ''Sokrat'tan önceki filozoflar içinde o, dünyayı düzenleyen bir ruh düşüncesiyle, sarhoşlar arasında kalmış, ayık bir kimse gibiydi. "(33)​
Kaynakça:​
İlkçağ Felsefesi / H. J. Störig​
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Anaxagoras Presokratik felsefenin plüralist filozoflarmdandır. Batı Anadolu kıyılarında, bugünkü Urla yakınlarında Klazomenia'da doğmuştur. Doğum tarihi olarak yetmişinci olimpiyat, yani M.Ö. 500 yılı, ölüm tarihi olarak ise seksen sekizinci olimpiyatın ilk yılı, eşdeyişle M.Ö. 428 senesi verilmektedir. Kentin soylu ve. varlıklı ailelerinin birine mensup olan filozof, kentin siyasî ya da ticarî yaşamına hiç katılmamış, tüm yaşantısını felsefeye adayarak, teori peşinde bir yaşam sürerek türünün seçkin bir örneği olmuştur. Antik kaynakların hepsinde, sadece soylu ve zengin bir teorisyen olarak değil, fakat aynı zamanda yüce ve üstün bir kişilik diye tanıtılmaktadır. Bu sonuncusunu gerekçelendirmek için de, baba mirasını almayıp, ailesine bırakmış olması gösterilir.​
Yaşamının veya daha doğrusu filozof kariyerinin ilk dönemlerinde, daha çok astronomi ile ilgilenmiş olan Anaxagoras, örneğin M. Ö. 468 yılında düşen bir göktaşı ile ilgili ilginç gözlemlerde bulunmuştur. O, bu gözlemlerine dayanarak, göktaşının, ve bu arada Güneş, Ay ve yıldızların gerçekte kızgın birer taş kütlesi olduğu sonucuna, ve buradan hareketle de, Ay ve Güneş türünden gök cisimlerinin Dünya ile aynı yapıda olduğu görüşüne varmıştır. Bu görüş, Anaxagoras'a, otuz yıl yaşadığı Atina'da, Perikles'le olan dostluğu nedeniyle yöneltilen dinsizlik suçlaması ve bu arada suçlamanın ardından gelen sürgün cezası için temel teşkil etmiştir. Platon'un ve Laerteli Diogenes'in bildirdiğine göre, doğa felsefesiyle ilgili görüşlerine yer verdiği Peri Physis [Doğa Üzerine] adlı tek bir eser yazmıştır.​
Anaxagoras da, çağdaşı olan Empedokles gibi, oluşun mümkün olduğunu göstermeye çalışmış ya da hiçten hiçbir şeyin meydana gelmediğini, ve hiçbir şeyin yok olup gitmediğini ortaya koyarak, mutlak anlamda bir oluş ve yokoluş olmadığını, mutlak değişmenin imkânsız olduğunu kabul eden Eleacı görüşün birciliğiyle, değişmenin ve oluşun gerçekliğini kabul eden sağduyunun plüralizmini uzlaştırma çabası vermiştir. Buna göre, değişme olgusunu yadsımayan, fakat bir yandan Elea Okulu'nun bir olan varlığıyla ilgili tezlerini ve "hiçten hiçbir şeyin doğmadığı" ilkesini, gerçekliğin özü itibariyle kalıcı ve değişmez olduğu fikrini, diğer yandan da göreli bir değişmeyi benimseyen Anaxagoras, şeylerin ya da varolanların, temel öğelerin birleşmesi^ ve ayrılması anlamında değiştiğini iddia etmiştir, Başka bir deyişle, dünyadaki şeyleri meydana getiren temel öğelerin, varlığa gelmemek ve yok olup gitmemek anlamında değişmez olduğunu, duyusal dünyada gözlemlenen değişmenin, bu temel öğelerin birleşip ayrılmasından meydana geldiğini öne süren Anaxagoras, buraya kadar aynı düşünceleri paylaştığı Empedokles'ten, bu temel öğelerin, dört değil de, sonsuz sayıda olduğu teziyle farklılık gösterir. O dünyamızın zengin ve çok sayıda nitelikle dolu olduğu için, bir ya da birkaç arkhe ile açıklanamayacağını, toprak, hava, su ve ateşin, hiçbir şekilde temel öğe ya da arkhe olmayıp, başka tözlerden meydana gelen karışımlar olduğunu iddia etmiştir.​
Buna göre, varolan her şeyi meydana getiren nihaî ve en yüksek öğeler, ilk madde ya da arkheier, her türden şekli, rengi ve kokusu olan sonsuz sayıda tözde tekabül eder. Çok küçük olmakla birlikte, bölünemez olmayan bu tözler yaratılmamışlardır. Onların nitelikleri kadar nicelikleri de sabittir. Anaxagoras, varlığın ilk ilkeleri olarak sonsuz sayıda tohum ya da homeomeriye şöyle bir akılyürütmeyle ulaşmıştır: Bütün ve parça aynı türden olduğuna göre, doğada varolan organik ya da inorganik maddeleri bölüp ayrıştırdığımız zaman, kendileriyle karşılaşacağımız şeyler, kendilerinden hareket ettiğimiz bütünlerden farklı şeyler değil de, onlarla aynı türden şeyler ya da parçalar olacaktır. Yani, etin, kanın, suyun, taşın en son parçaları yine et, kan, su ve taş olacaktır. Varolan şeylerin hem sayı bakımından, ve hem de küçüklük bakımından sonsuz olduğunu, herhangi bir şeyde, bütün diğer şeyler bulunduktan başka, bu şeyin her bir parçasında, sonsuz küçük parçasında da diğer bütün şeylerin bulunduğunu savunan Anaxagoras, bunu "Her şeyde her şeyden bir parça vardır" sözüyle ifade eder ve bu parçalara, "benzer" ya da "aynı" ve "parça" anlamına gelen iki kök terimden oluşan bileşik bir terimle homoemeria adını verir.​
Aristoteles Fizik adlı eserinde, onun yukarıdaki sonuca şu şekilde akil yürüterek eriştiğini söylemektedir: "Bununla birlikte, bu ikisi birbirinden, Anaxagoras'm tek bir dizi öne sürdüğü yerde, Empedokles bu türden değişmelerin bir döngüsünü tasarlamak bakımından farklılık gösterir. Yine, Empedokles'in yalnızca söz konusu "öğeler"in varoluşunu öne sürdüğü yerde, Anaxagoras bir öğeler çokluğunu, yani homeomeria tözlerle karşıtları birlikte varsaymıştır. Anaxagoras'm "ilkelerin sayıca sonsuz olduğu" öğretisi muhtemelen fizikçilerin hiçten hiçbir şeyin varlığa gelmediği [şeklindeki] genel kanaatinin bir sonucudur. Onların "her şeyin bir arada bulunduğu" deyimini kullanmalarının nedeni budur ve, şu ya da bu türden bir şeyin varlığa gelişi [onlarda], diğerleri birleşme ve ayrılıştan söz ederlerken, nitelik değişimine indirgenir. Dahası, karşıtların birbirlerinden türemesi olgusu da onları aynı sonuca götürmüştür. Onlar birinin diğerinde zaten varolması gerektiği şeklinde akil yürüttüler; çünkü her şey varlığa ya varolandan ya da varolmayandan gelmek durumunda bulunduğu, ve bir şeyin varolmayandan varlığa gelmesi imkânsız olduğu (bütün fizikçiler bu noktada tam bir uzlaşma içindeydiler) için, onlar buradan alternatifin doğruluğunu, yani şeylerin varolan şeylerden, eşdeyişle zaten mevcut, ama hacimlerinin küçüklüğünden dolayı duyularımızca algılanamaz olan şeylerden varlığa geldiği alternatifinin doğru olduğunu düşündüler. Dolayısıyla, her şeyin her şeyden doğduğunu gördükleri için, her şeyin her şeyde karışmış bulunduğunu öne sürdüler. Fakat onların söylediğine göre, şeyler birbirlerinden farklı görünürler ve, karışımın sayılamayacak kadar çok bileşeni arasında sayısal olarak baskın çıkan şeyin doğasına bağlı olarak farklı adlar alırlar. Zira, onların gözünde, hiçbir şey katışıksız bir biçimde ve bütünüyle beyaz ya da siyah veya tatlı ya da et veya kemik değildir, fakat bir şeyin doğasının onun en fazla ihtiva ettiği şeyin doğası olduğu savunulur."​
Anaxagoras'in öğretisine göre, evrenin ilk başlangıç hâlinde, yaratılmamış olan tüm tohumlar, varlığın sonsuz küçük parçalan birbirlerine karışmış bir durumda bulunuyorlardı. Bütün bir varlık kütlesi, sonsuz sayıda küçük tohumun bir karışımıdır. Başka bir deyişle, başlangıçta bütün bu parçacıklar, hiçbir şeyin ayrışmamış veya başka bir şeyden ayrılmaz olduğu, Anaximandros'un belirsiz apeironuna benzer olan bir ilk karışımda içiçe geçmiş bir şekilde bulunuyorlardı. Bugün varolan dünya, söz konusu kütle ya da karışımı meydana getiren tohumların ayrılıp bir araya gelişinin bir sonucudur. Bu parça ya da tohumlar, başlangıçtaki bu karışım ya da kaostan, nasıl ayrılıp, dünya düzenini meydana getirecek şekilde bir araya gelmişlerdir? Onları harekete geçiren ne olmuştur?​
Anaxagoras, dünyadaki oluşu, dünyada gözlemlediğimiz şeylerin varlığa gelişini açıklamak için, maddî neden dışında fail bir nedene ihtiyaç olduğunu düşünmüş ve hareket kaynağı olarak, tinsel bir ilke olan Nous'u öne sürmüştür. Buna göre, (irkhe bakımından plüralizmi koruyan Anaxagoras bir yandan da madde-zihin düalizmini benimsemiştir. Onun öğretisinde, ilk karışıma ondan evreni meydana getirecek hareketi verdiren ilke olan nous, demek ki, akıllı ve düzenleyici bir ilkedir. Varolan şeylerin en incesi ve en safi olan nous, aynı zamanda geri kalan her şeyin bilgisine ve onlar üzerinde bir kudrete sahiptir. Yani, bu parçacıkların birbirlerinden ayrılacaklarını ve ardından, yavaş yavaş, insanların da içinde yaşadıkları dünyayı meydana getirecek bir biçimde yeniden birleşeceklerini öngören nous ya da akil onlara bir ilk hareket vermiştir. Onun nousu, şu hâlde, Empedokles tarafından tasarlanan güçlerin tam tersine, kör bir güç olmayıp, canlı ve akıllı varlıklar da dahil olmak üzere, bütün bir evrenin varlığa gelişini öngörür ve amaçlar. Nous işte bu durumun bir sonucu olarak, kaosu kosmos hâline getirmek üzere, ilk karışımı harekete geçirmiştir; Nous'un ilk karışırda verdirdiği hareket, bir burgaç ya da çevrinti hareketidir. Bu dönme hareketi sonucunda, yoğun ve soğuk olan bir şey olarak Havayla, ince ve sıcak bir şey olarak Eter birbirinden ayrılmıştır. Buna göre, hava ve eter anaforun çevresine gitmiştir. Öte yandan, çevrintinin merkezinde, maddenin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak, toprak meydana gelmiş ve çevrinti içinde meydana gelen taş kitleleri, anafor hareketinin büyük hızından dolayı, çevreye doğru fırlamışlar; orada da, ateşli eter kütlesi içine düşünce, kor hâline gelerek, yıldızları meydana getirmişlerdir. Bunu Anaxagoras şöyle açıklar: "Ve nous kımıldatmaya başladığında bütün kımıldanandan ayrıldı; Nous'un kımıldattığı ne varsa bütün bunlar birbirlerinden ayrıldılar. Bunlar kımıldanır ve ayrılırlarken dönüş pek daha büyük bir ayrılma yarattı. Bu yığınlar böylece döner, ağırlık ve hız altında ayrılırlar. Hız ise ağırlık doğurur. Onların hızı şimdi insanlar arasında bulunan nesnelerden hiçbirinin hızına benzemez, tersine olarak tamamen kat kat hızlıdır. ... Sık, yaş, soğuk ve karanlık şimdi dünyanın bulunduğu bir yere çekildi, seyrek, sıcak ve kuru ise dışarıya ateş-eterin uzaklığına gitti. Bu ayrılan (yığın)Iardan toprak katılaştı. Zira bulutlardan su ayrılır, sudan da toprak, topraktan da soğuk altında taşlar katılaşır, bunlar da sudan daha çok dışarı çıkarlar."​
Anaxagoras, madde dışı, maddeden bağımsız tinsel bir ilke olarak, Nous'un faaliyetini ilk karışıma verdirdiği hareketle sınırlar ve daha sonra Platon'un şikâyet ettiği gibi, onu bir deus ex machina olarak kullanır. Başka bir deyişle, nous'un faaliyetini, hareket kaynağı olmakla sınırlayan Anaxagoras, diğer zamanlarda mekanik nedenlere başvurmuştur. Maddî nedene ek olarak fail nedeni ortaya koyan filozof, nous'u final neden olma işlevi yükleyememiş, ona dünyadaki düzeni ve nesnelerin sergilediği güzelliği açıklayacak bir ereksellik izafe edememiştir.​
A. Arslan, İlkçağ Felsefesi Tarihi, İzmir, 1995.​
W. K. C. Guthrie, A History of Grek Philosophy, vol. 2, Cambridge, 1968.​
G. S. Kirk J. Raven M. Schofield, The Presocmtic Philosophers, Cambridge, 1983.​
W, Kranz, Antik Felsefefçev. S. Baydur), Istanbul, 1976.​
E. Zeller, Grek Felsefesi Tarihi (çev. A. Aydogan), İstanbul; 2001.​
Ayrıca bkz., ANTİK FELSEFE, NOUS, SOKRATES.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst