Platon’un (MÖ 429-347) gerçek ismi Aristokles’dir. Atina’da politik güce sahip zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Platon ismi, geniş omuzlarından esinlenilerek güreş öğretmeni tarafından kendisine verilmiştir.
“Platos” kelimesi Yunanca geniş anlamına gelmektedir. Bu isim filozofun felsefe tarihindeki konumuna da son derece uygun düşmektedir. Her ne kadar günümüzde politika alanında yazdıkları daha fazla biliniyor olsa da, Atinalı yazarın eserleri şiir, cinsellik ve matematik de dahil olmak üzere çok çeşitli konularla ilgilidir.
Platon gençliğinde son derece ayrıcalıklı bir eğitim aldı. Filozof Sokrates’in (MÖ 470-399) öğrencisi oldu. Öğretmeninin yargılanıp idam edilmesi onda şok etkisi yarattı. Sokrat’ın pek çok diğer öğrencisi gibi Platon da onun ölümünün ardından şehri terk etti. İtalya ve Sicilya’ya gitti.
Kırk yaşındayken geri döndü ve ünlü akademisini açtı. Genç Atinalılar için bir felsefe okulu olmasını planladığı “Akademi” Batı dünyasında kendi türünün ilk örneği oldu. Yunanistan’ın her yerinden öğrenciler bu okula geldiler. Bunların arasında Platon’un yanında çalışmak için MÖ 367 yılında Atina’ya gelen Aristoteles da vardı.
Platon'un pek çok çalışması günümüze kadar ulaşmıştır. Yazdıklarının büyük bölümü diyaloglar şeklindedir. Örnek vermek gerekirse en bilinen çalışması olan Republic (Devlet / MÖ 360), Sokrates ve diğer Yunanlılar arasında geçen kurgusal sohbetlerden oluşmaktadır. Platon diyaloglardan hükümet yapısı, adalet ve toplumda filozofların rolü konusundaki fikirlerini genel hatlarıyla ortaya koymak için yararlanmıştır.
Devlet kitabında Platon’un ünlü “Mağara Alegorisi” de bulunmaktadır. Hikaye, ömürleri boyunca bir mağarada zincirlenmiş olarak bulunan insanlarla ilgilidir. Bunlar güneşi hiç görmemişlerdir. Gördükleri tek şey birkaç nesnenin mağara duvarına düşen gölgeleridir. Platon’a göre mağaradaki insanlar gördükleri gölgelerin gerçeğin ta kendisi olduğuna inanacaklardır. Ama içlerinden biri güneşi görme imkanı bulursa gerçek dünyanın farkına varacak ve diğerlerini aydınlatmaya çalışacaktır. Platon bu öyküyü filozofun toplumdaki öğretici rolünü anlatmak için bir alegori olarak kullanmıştır. Filozof mağaradan kurtulan ve metafiziği, yani gerçekliğin temel doğasını anlamayı başaran kişidir.
Platon Okulu, kurucusunun ölümünden yüzlerce yıl sonra dahi Atina’da varlığını koruyabilmiştir. Platon’un düşünceleri pek çok çağdaş siyaset kuramına ilham vermiştir.
Hemen hemen bütün filozoflar gibi, Platon da içinde bulunduğu toplumun ve çağın problemlerini doğru anlayıp onlara bir çözüm getirmeye çalışma anlamında “çağının çocuğu”dur. Bu anlamda, Yunan uygarlığının yavaş yavaş gerilemekte, hatta çökmekte olduğu, bu uygarlığın önemli ölçüde yaratıcısı ve sembolü olan Atina’nın merkezi politik, askeri ve iktisadi gücünü kaybedip, sadece bir eğitim merkezi haline gelmekte olduğu bir sırada yaşanan politik krize bir çözüm üretmek, onun en temel amacı olmuştur. Gerek krizi doğru okumada, gerekse ona getirilecek çözümün ayrıntılarını belirlemede, Platon’un en önemli rehberinin hem pozitif hem de negatif anlamda Sokrates olduğu söylenebilir. Kriz tespiti ya da teşhisinde Sokrates’le birleşen Platon, bununla birlikte, felsefenin tek başına ruhları şekillendirme konusunda çaresiz olduğunu, kişilikleri oluşmuş bireylerin salt akıl ve felsefe yoluyla yeniden şekillenemeyeceğini veya Sokratik sorgulama/çürütme yöntemiyle değiştirilemeyeceğini görür ve dolayısıyla, sadece entelektüel iknaya dayanan Sokratik moral reform yoluyla gerçekleştirilecek bir politik çözüm projesini reddeder. Sokrates’in yeni iktidar sahipleri tarafından idam edilişini, salt ahlak reformcusu filozofun yöntemi ve felsefe anlayışının yetersizliğinin bir ifadesi olarak değerlendirir.
Platon, bu yüzden filozofun bir ahlak reformcusu olarak başarıya ulaşabilmesi için politik iktidara sahip olması, filozof olduğu kadar kral da olması gerektiği sonucuna varır. Başka bir deyişle, filozofun, yurttaşların ruhlarında erdemin zorunlu koşulu veya özsel bileşeni olan psişik düzeni yaratabilme ihtiyacından dolayı, politik iktidarla bir olma veya ittifak etme gibi bir zorunluluğu vardır. Erdemin yurttaşların ruhlarının, genç ve şekillenmeye uygun oldukları bir sırada koşullanmasını ve gerekli talim ve alışkanlıklar yoluyla terbiye edilmesini gerektirdiğine inanan Platon’un gözünde, filozofun, şu halde, devleti kontrol etmesi ve onun eğitimsel amaçlarını şekillendirmesi kaçınılmazdır. Sosyal çevrenin yurttaşların ruhları üzerindeki etkileri hesaba katıldığında, dahası, ahlak reformcusunun veya filozofun toplum üzerinde mutlak bir kontrolü olması gerekir. Güçten yoksun bir ahlak reformcusunun, aksi takdirde Sokrates örneğinde olduğu gibi, başarısız olması ve yıkılması kaçınılmazdır.
Platon’un şu halde, Atina’da MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan politik krizi çözmenin yolunu, insanlara özgür iradelerine uygun olarak, hayatlarını ve yaşam tarzlarını seçme imkânı temin eden bir “açık toplum” anlayışında bulmadığı rahatlıkla söylenebilir. Tam tersine o, krizi iyiyi kötüden ayırma yeteneği veya bilgisi olarak phronesisten yoksun bir özgür seçim düşüncesine dayanan ve Sofistlerin temsilciliğini yaptığı “açık toplum”un yarattığına inanıyordu. Phronesisin en büyük teşvikçisi olan Platon, bu bilgiyi öğretme işini, kriz karşısında çaresiz kaldığına inandığı Sokrates’ten alıp, filozofların temsil etmesi gerektiğine devlete verdi. Bu, elbette esas itibariyle, demokrasiden ve açık toplum düşüncesinden vazgeçip, phronesise, yani neyin gerçekten iyi, neyin kötü olduğunun bilgisine ve dolayısıyla “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”na sahip filozofların yönetici olduğu demokratik olmayan, kapalı bir toplum modeline geçiş anlamına gelir. Çünkü tek tek her insanın hakikatin bilgisine sahip olmadığı, hatta bilgisizlik içinde olduğu kabulüne dayanan “açık toplum”, karşı karşıya kaldığı problemlerini halkın katılımıyla belirlenen bir süreç olarak karşılaştırma ve eleştirel tartışma yoluyla çözer. Oysa Platon’un öngördüğü devlet ve toplum modeli, karşılaşılan problemleri, sadece iyinin ve kötünün bilgisine değil fakat “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”na ve hakikatin bilgisine de sahip filozofların yönettiği devletin belirlediği yollardan gitmek suretiyle çözülebileceğini varsayar. Buradan hareketle denilebilir ki Platon’un tarihin tanıdığı ilk ve en büyük sisteminin anahtarı bilgi teorisi ya da epistemolojidir.
Ve bu epistemoloji, rasyonalitenin, açık toplum teorisyenlerinin varsaydıkları gibi, bilişsel hipotezlerimizin çürütülmesi için her yolun denenmesiyle değil de doğrudan doğruya kendi ruhumuza ve araştırmamıza dönmek suretiyle gelişebileceğini varsayan bir psikolojizme dayanır. Platon’un işte böyle bir psikolojizmle belirlenen epistemolojisi, bir dizi inanca dayanmaktadır. Buna göre, öncelikle ruhun varoluşunun kabul edilmesi gerekmektedir. Başka bir deyişle, herkesin, açık toplumun mümkün kıldığı kişisel özerklik yoluyla geliştirilen yargılama ve muhakemeye muktedir olması anlamında bir ruha sahip olduğunu söylemek yetmez. Her şey bundan ibaret olsaydı eğer, Sokrates’in moral ve politik krize yol açtığına inandığı yanlış değerlerin peşinden gitmeyi anlaşılır hale getiren seçme problemi, “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”nı elde edemeyeceğimiz için çözülmeden kalırdı. Platon bu yüzden başka bir şeye daha ihtiyaç duydu. Başka bir deyişle, epistemolojiye uygun düşen bir metafizik teorisine gerek vardı. Buna göre Platon sadece “İnsan ruhu ölümsüzdür. Bir zaman gelir, bizim ölüm adını verdiğimiz sona erişir, başka bir zaman gelir, yeniden doğar fakat hiçbir zaman büsbütün yok olup gitmez” demekle kalmadı, “Kendileri hakkında her daim konuşmakta olduğumuz güzellik ve iyilik benzeri bütün bu mutlak gerçeklikler, hakikaten vardır” dedi.
Gerçekten de söz konusu mutlak gerçeklikler olarak İdeaların ve insan ruhunun maddi hayatımızdan önce varolduğunu öne süren Platon psikolojizmini böyle bir metafizik anlayışıyla temellendirir. Böyle bir psikolojizm, her şey bir yana Platon’un bilgiyi (“sanı” ya da “kanaatler”in talihsiz mekânı olan) toplumsal süreçlerin dışına çıkarmasına imkân sağlar. Fakat bu da yeterli olmayabilir. Çünkü ruhlarımız yeryüzünde bir beden içine girmezden önce varolmuş olduğu için hepimiz her şeyi bileceğimizden, bizden farklı düşünen birini tasvip edememezlik içinde olamayız. “Özler” ve ruhlar, bedenlerimizin dünyaya gelişinden önce varolduğu için bilginin herkesin bilgisi olduğu sonucuna varmaktan kaçınmak için bir şeylerin daha yapılması gerekir.
Platon bu yüzden, yani kendisini eşitlikçi bir akıl teorisinden kurtarma yolunda gerekli zemini “Ya hepimizin dünyaya bu standartların [mutlak gerçeklikler olarak İdeaların ya da “özler”in] bilgisiyle gelmesi ve bu bilgiyi hayatımız boyunca korumamız ya da insanların öğrenmelerinden söz ettiğimiz zaman onların sadece eskiden öğrenmiş olduklarını anımsamaları, başka bir deyişle bilginin yalnızca anımsama olması gibi iki alternatifin bulunduğunu” söyleyerek hazırlar. Fakat bu da yeterli olmaz.
Gerçek bilginin “var olanla ve var olanın durumunu bilmekle” ilişkili bir şey olduğunu söyleyen Platon, gerçekten var olanların, yani özlerin bilgisine sahip olanların, görünüşlerin gerçek olduğunu sanan sanı ya da kanaat severler değil de bilgelik severler olarak filozoflar olduğunu öne sürer. Sonuç olarak gerçek varlığı bilen yegâne kimseler olarak filozoflar, Platon’un sisteminde bilgi tekelini ellerinde bulunurlar. Platon’da bilgi tekelini elinde bulunduran filozoflar, ruhların evrenin ilahi kaynağı olan İyi İdeasının ışığına döndürülmesini sağlayabilen gerçek eğitimciler olarak ortaya çıkarlar. Fakat onların söz konusu eğitimcilik ve politik yöneticilik misyonlarını yerine getirebilmeleri için Platon’un deyimiyle “felsefi doğaya uygun düşen bir yönetim ya da devlet düzeninin” olması gerekir: “Günün birinde, kendi yaradılışına uygun bir devlet düzenine rastlarsa, onun gerçekten ilahi bir varlık olduğu, geri kalanlarınsa hem doğuştan hem de gördükleri işlerde sadece birer insan oldukları ortaya çıkar.” Bu ise elbette felsefi bilginin Tanrının bir armağanı olduğu ve “bizi yeryüzünden gökyüzündeki yakınlarımıza yükselten şeyin, her birimizdeki, bedenimizin en yüksek noktasında duran ve yeryüzünden değil de gökyüzünden gelmiş olan ilahi bir parça olduğu” anlamına gelir. Demek ki filozofun ilahi doğadan aldığı bir pay vardır.
Daha önce Sofist Protagoras, “insanın her şeyin ölçüsü olduğunu” söylemişti. Oysa Platon şimdi, ilahi ölçü, bu durumun bir sonucu olarak iktidarı elinde tutmak durumunda olan filozofun elinde bulunduğu için Tanrının “senin ve benim için hakikatin, var olan her şeyin ölçüsü olduğunu” söyleyebilmektedir. Gerçekten de filozof, Tanrının sahip olduğu ölçünün yegâne emanetçisi olduğu için iktidarın biricik meşru sahibi olmak durumundadır. Ve filozof, hakiki varlığı bilen tek kişi olduğu için herkese yükümleyici bir eylem içeriği getirebilir. Toplumsal normların sadece çeşitli eylemler arasındaki sınırları tanımlaması yeterli değildir; onların, kuşatıcı ve kapsayıcı bir mantık tarafından şekillendirildikleri için ayrıca tek tek her insanın yaşamının içeriğini belirlemesi gerekir. Demek ki Platon’da etik ve politikanın iç içe girdiği pratik felsefe, teorik felsefesinin tüm gücüne ve derinliğine rağmen, öne çıkar; zira o, mevcut ahlaki ve politik krizi aşma amacına yönelmiş pratik felsefenin hizmetine koşulmuş durumdadır. Bunun Platon’daki karşılığı, krizi aşmanın çözümü olarak “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”na sahip olan filozofların yönetimi, ruhun ve devletin eğitimcisi rolünü üstlenmesi gerektiği tezidir.
(a) Hayatı ve Eserleri
MÖ 427 yılında doğan Platon, aristokrat bir aileden geliyordu. Hayatının ilk yarısı itibariyle hep politik bir kariyere hazırlanmıştı fakat hocası idam edilince, siyasete girmekten tamamen vazgeçmiş ve birtakım reform teşebbüsleriyle ıslah edilemeyeceğine inandığı politik koşullara felsefe yoluyla, devasa bir sistem kurarak yanıt vermeye karar vermişti. Hayatının geri kalan ikinci yarısında, Atina’da açtığı Akademi’de dönemin bütün seçkin bilimadamı ve filozoflarını toplayarak felsefeyle uğraştı. Bu arada, Akademi dışındakilerin yararlanabilmeleri için de otuz kadar felsefe eser kaleme aldı. Bu eserler, hocasının görüşlerini yöntem bakımından da devam ettiren Platon tarafından diyalog tarzında kaleme alınmış eserler olup, sadece felsefe eserleri olarak değil fakat edebiyat şaheserleri olarak da düşünce tarihinde seçkin bir yer tutarlar.
Platon’un söz konusu diyalogları gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemi eserleri olarak üçe ayrılır: (i) Gençlik diyalogları Sokrates’in Savunması, Kriton, Euthyphron, Lakhes, İon, Protagoras, Kharmides, Gorgias, Küçük Hippias, Büyük Hippias ve Lysis’ten meydana gelir. (ii) Buna karşın Platon’un olgunluk eserleri Devlet, Şölen, Phaedros, Euthydemos, Meneksenos, Kratylos adlı diyaloglardan oluşur. İki önemli diyalog, yani Menon ve Phaidon gençlik dönemi diyaloglarıyla söz konusu olgunluk diyalogları arasında bir köprü oluşturmaktadır. (iii) Oysa yaşlılık dönemi diyalogları arasında Parmenides, Theaetetos, Sofist, Devlet Adamı, Timaios, Kritias, Philebos ve Yasalar yer almaktadır.
Diyalogları biçim açısından değerlendirdiğimiz zaman, ilk dönem diyaloglarının, Sokrates tarafından Savunma’da belirtilen çürütme, sorgulama misyonu ekseninde gelişen bir erdemlilik çerçevesi içinde hayli dramatik bir yapı sergilediklerini söyleyebiliriz. Bu diyaloglar çözümsüzlükle sonuçlanan aporetik eserlerdir. Başka bir deyişle, gençlik diyalogları, Sokrates’in belirli bir ahlaki erdemle ilgili olarak başlattığı tartışmaların, üzerinde somut bir sonuca ulaşılamadan gelişen eserler olarak karşımıza çıkar. Onlarda Platon’un gözettiği amaç, tanıdığı ve bildiği kadarıyla Sokrates’in karakterini, kişiliğini ve felsefi faaliyetini tanıtıp, ölümsüzleştirmektir. Bu yüzden bu gençlik diyalogları, Sokratik diyaloglar olarak geçer.
Olgunluk dönemi diyalogları çok daha az dramatik olup, Sokratik diyalogların eğretiliğinin ve negatif tutumunun epey uzağına düşerler. Burada da aynen ilk dönem diyaloglarında olduğu gibi, Sokrates yine başkonuşmacı ya da tartışmacıdır. Fakat gençlik diyaloglarının tersine, onlarda ilk kez birtakım pozitif öğretiler öne sürülür. Bu diyaloglarda felsefi içerik genellikle Sokrates ya da güçlü bir otoritesi olan başka bir uzman tarafından ortaya konur. Yaşlılık dönemi diyaloglarına gelindiğinde, Sokrates’in rolü azaldığı gibi, diyaloğun dramatik karakteri tümden kaybolur. Sokrates sadece Philebos ve Theaetetos’ta başkonuşmacıdır, diğer diyaloglarda Platon’un başsözcüsü değildir, Yasalar’da ise hiç görünmez. Yine son dönem diyaloglarında, sonradan zoraki bir biçimde diyaloğa dönüştürülmüş olduğu sanılan, uzun sunum ya da serimlerin belirleyici olmaya başladığı deneme formu ağır basar.
Diyalogları içerik bakımından değerlendirdiğimizde, Sokratik diyalogların ahlaki problemlerin ahlaki problemler üzerinde yoğunlaştıklarını, çeşitli moral problemlerin doğasını ele aldıklarını görürüz. Moral bilgi ve ahlaki erdemlere dönük bu ilgi, orta dönem diyaloglarında da devam etmekle birlikte, Platon’un bu eserleri yazdığı sıralarda ilgisinin teknik anlamda daha soyut ve felsefi konulara kaydığı görülür. Zira bu diyaloglarda metafiziksel ve epistemolojik meselelere daha büyük bir ağırlık verilir, onlara daha güçlü bir biçimde vurgu yapılır. Gençlik diyaloglarıyla olgunluk dönemi diyalogları arasındaki en çarpıcı farklılık, İdealar kuramından oluşur. Platon kariyerinin bu döneminde, yine İdealar kuramıyla ilişki içinde, Pythagorasçıların birtakım felsefi öğretilerini gündeme getirir. Başka bir deyişle, Platon olgunluk dönemi diyaloglarında, İdealar kuramının metafiziksel, etik, epistemolojik ve mantıksal boyutlarını, antropolojisi ve politika anlayışıyla ilişki içinde gözler önüne serer. Yaşlılık diyaloglarında özellikle Parmenides’den başlayarak, İdealar kuramının genel çerçevesi içinde, Platonik düşüncenin, sonradan Theaetetos ile Sofist’te bilgi ve dil kuramı, Philebos’ta etik, Devlet Adamı ve Yasalar’da politik bakımdan geliştirilen yeni bir doğrultusu ortaya çıkar.
(b) Epistemolojisi
Platon’un sisteminde çok temel ve önemli bir rol oynayan epistemolojisi, bilgiye nasıl erişildiğine ve bilginin neden meydana geldiğine ilişkin bir açıklamadan oluşur. Bu açıklama sırasıyla (i) Mağara Benzetmesinden, (ii) Bölünmüş Çizgi Analojisinden ve (iii) İdealar öğretisinden meydana gelir.
Mağara Benzetmesi
Bilgi teorisinin anahtar unsurlarını veren bu benzetmede, Platon ayrıca insanın dünyadaki halini, insanın genel beşeri durumunu anlatır. Yine, insanları salt gördüklerine inanmaya sevk eden, onlara yanlış fikirler ve değerler aşılayan, kısacası insanları yanılsamalara mahkûm olacak şekilde yetiştiren kötü toplumları eleştirir.
Benzetmeye göre, ışığa açılan uzun bir girişi olan bir yeraltı mağarasının en dibinde insanlar, çocukluklarından beri, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak hareketsiz bir şekilde oturmakta ve yalnızca önlerini görebilmektedirler. Onların arkasında, yüksekte bir yerde bir ateş yanmakta ve ateşle bu insanlar ya da mahkûmlar arasındaki yolda küçük bir duvar ya da perde bulunmaktadır. Duvar ya da perdenin arkasında ise konuşan, ellerinde türlü türlü araçlar, taştan ya da tahtadan yapılmış insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyan insanlar geçmektedir. Mağaranın dibinde oturan mahkûmlar yalnızca, ateşin aydınlığıyla perdeden duvara vuran gölgeleri görebilmektedirler. Ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, hiçbir şekilde kımıldamayan bu mahkûmlar mağaranın duvarındaki gölgeleri duvara gölgesi vuran nesnelerle karıştırmakta, perdenin arkasından yankılanan seslerin duvardaki gölgelerden geldiğine inanmaktadırlar. Bu mahkûmların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel bilgi duvardaki gölgelerin yani görünüşlerin bilgisidir.
Mağaranın dibinde zincire vurulmuş olarak yaşayan bu mahkûmlardan biri bir şekilde zincirlerinden kurtarılıp ayağa kaldırılsa ve önce, yüzü duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin kendilerine ve ışık kaynağına çevrilse ve o nihayet mağaranın dışına çıkartılsa, onun bu dönüşümü hiç kuşku yok ki çok sancılı olur. İnsan için yanılgılardan kurtulmak, eski alışkanlıkları terk etmek çok zor olduğundan, o muhtemelen yeni duruma alışamayacak ve daha önce gördüğü şeyler ona daha gerçek görünmeye devam edebilecektir. Mahkûm söz konusu dönüşümü gerçekleştirebilirse eğer, onun güneş ışığında canı çokça yanacak ve mağaranın eski mahkûmu belki de yeniden mağaraya geri dönmek isteyecektir. Mağaranın bir şekilde dışında kalmayı başarabilecek olursa, eski mahkûmun gözlerinin güneş ışığına alışması için belli bir zaman geçmesi gerekecek ve o daha sonra ilk olarak gölgeleri, insanların ve nesnelerin sudaki yansımalarını görebilecektir. Mağaranın dışına çıkan insan ancak bundan sonra, yani mağaranın loş ışığına alışmış gözlerinin dış dünyanın güneş ışığına alışması için belli bir zaman geçtikten sonra, gölgelerini, sudaki yansımalarını gördüğü nesnelerin kendilerini ve nihayet gökyüzünü ve gökyüzündeki ayı, yıldızları görebilecektir. O her şeyin sonunda güneşin bizzat kendisini görerek, mevsimleri ve yılları meydana getirenin, gözle görülen dünyayı düzenleyenin, kısacası her şeyin kaynağının güneş olduğunu anlayabilecektir. Demek ki biri karanlık mağaranın içi, diğeri de güneş tarafından aydınlatılan dışarıya karşılık gelen iki ayrı dünya vardır.
Benzetme bir yönüyle çok iyimser, bir yönüyle de oldukça karanlık ve kötümserdir. Gerçekten de mağara benzetmesi, Platon’un felsefenin aydınlatma ve özgürleştirme gücüyle ilgili hoş, alabildiğine iyimser bir resimdir. Felsefi bilgiye, derinliğine kavrayışa götüren soyut düşünmeyi özgürleştirici bir şey olarak tanımlayan Platon, düşünmeye başlayan kişiyi, gündelik deneyime bağlanmanın, kabul görmüş kanaatleri benimsemenin yarattığı zincirleri kıran biri, aydınlanma sürecini de karanlıktan aydınlığa doğru zahmetli bir yolculuk olarak gösterir. Sağdan soldan derlenmiş malumatla yetinmeyip, gerçekten düşünmeye, akıllarını kullanmaya başlayan insanlar, benzetmede, pasif çoğunluğun tersine, kendileri için bir şeyler yapmakta olan kimseler olarak betimlenir. Platon’a göre, zincirlerinden bir kez kurtulduktan sonra, kişinin mağaranın dışına çıkabilmesi için çok büyük bir çaba göstermesi gerekir. Koşulsuz bir rahatlık, mutlak bir kendini koyuvermişlik halinden hakikate erişmek amacıyla zorlu bir mücadeleye girişme olarak felsefi düşünmenin bu kadar canlı bir resmi, herhalde şimdiye kadar çizilebilmiş değildir.
Felsefenin insanı özgürleştirme gücüyle ilgili bu aydınlık ve iyimser resmin tam karşısında, Platon söz konusu benzetmesinde, felsefe tarafından aydınlatılmamış insanın durumuyla ilgili oldukça karanlık ve kötümser bir resim bulunur. Onlar başkaları tarafından manipüle edilen biçare ve pasif insanlardır. Çok daha kötüsü, onlar kendi durumlarına alışmış olup, bundan çok hoşnutturlar; bu yüzden de kendilerini kurtarmaya yönelik çabalara karşı koyarlar. Onların söz konusu kendilerinden ve durumlarından hoşnut olma halleri, Platon açısından, bir yönüyle de bu insanların kendileriyle ilgili yanlış bir bilince dayanır. Felsefi düşünmeyen ve dolayısıyla, mağaranın duvarındaki gölgeleri gerçek sanan bütün insanları standartlaştırırken, onların sahip oldukları tüm inançları bir ve aynı düzeye indirgeyen Platon, mahkûmlarla filozofları veya felsefi düşünen aydınlanmış insanları birbirlerinden kesin çizgilerle ayırıp, onları bilişsel bakımdan farklı dünyalarda ikamet ettiklerini söyleyerek karşı karşıya getirir.
Bu yüzden Mağara Benzetmesinin eğitim açısından da önemli birtakım içerimleri olduğu söylenebilir. Platon’a göre, insanların çok büyük bir çoğunluğu veya Sokrates’in yanlış değerlerin peşinden sürüklendiklerine inandığı için eleştirdiği Atinalıların çok büyük bir bölümü böyle karanlık bir mağaranın dibinde yaşamaktadırlar. Böyle bir karanlık zindan içinde yaşayan bu insanların düşünceleri gölgeler dünyasının yanılsamaları tarafından şekillendirilmektedir. İnsanları bu yanılsamalardan kurtarmak, onları mağaranın karanlığından güneş ışığıyla aydınlanan, mağaranın dışındaki dünyaya çıkarmak, eğitime düşen bir iştir. Öyleyse, eğitim bir kimsenin ruhuna sahip olmadığı bilgiyi aktarmakla ilgili bir konu olmadığı gibi, görmeyen gözlere görü veya görme gücü kazandırmakla ilgili bir şey de değildir. Bilgi aslında onu almaya muktedir bir organı gerektirmesi bakımından görmeye benzer. Bu yüzden tıpkı mahkûmun karanlık yerine ışığı görebilmesi için zincirlerinden kurtarıp bütün vücudunu arkaya çevirmek durumunda olması gibi, ruhun da Platon açısından, kendisinde bir körlüğe yol açan aldatıcı görünüşler dünyası ve iştihadan uzaklaşarak gerçeklik dünyasına dönmesi gerekir. Eğitim öyleyse, tamamen dönüşümle ilgili bir meseledir; ruhun görünüş dünyasına sırt çevirerek gerçeklik alanına dönmesidir.
Bununla birlikte bu dönüşümü gerçekleştirmek, doğru yöne bakabilmeyi öğrenmek hiç de kolay bir şey değildir; Platon’a göre, bu dönüşümü gerçekleştirme noktasında en soylu ruhlar dahi güçlük yaşayabilirler. O, bu noktada insanların karanlıktan kurtulup aydınlığa yükselebilmeleri için devletin yöneticilerinin katkılarının kaçınılmaz olduğunu söyler; gerçekten de mağaranın dışına çıkmayı başarmış filozofun veya filozof-kralın, dışarıda, kitlelerden uzak bir biçimde kendi gönlünce tefekkürde bulunma diye bir tercihi söz konusu olamaz. O, mağaraya dönerek, hemşerilerini, gerekirse onlara rağmen aydınlatmak, onları doğru koşullayacak toplumu yaratmakla görevli olmalıdır.
Bölünmüş Çizgi Analojisi
Dünyanın veya varlığın yapısını, insanın bilgisi veya kavrayışı açısından gözler önüne sermeyi amaçlayan ve dolayısıyla Mağara Benzetmesini tamamlayan bu analojide, bütün bir varlık alanı tek bir çizgiyle gösterilir. Doğrunun konstrüksiyonu, modern insanın “en son gelenin en iyi olduğu” pozitivist önkabulüne benzer bir biçimde, Platon’dan başlayarak özellikle Ortaçağ kültüründe çok kilit bir noktada önem kazanacak olan “en yüksekte olanın en gerçek ve en değerli olduğu” önkabulüne uygun olarak, dikey olmak durumundadır.
Çizgiyi tam ortadan ikiye bölen Platon açısından, doğrunun üstteki yarısı mağaranın dışını, yani akılla anlaşılabilir İdealar dünyasını, daha aşağıdaki ikinci yarısı da mağaranın içini, eşdeyişle duyu yoluyla algılanabilir fenomenler dünyasını gösterir. Platon, burada kalmayıp, mimesis olarak sanat anlayışını ifade etmek, zihni ideal gerçeklikten uzaklaştıran sanatçıları ideal devletinden atışını gerekçelendirmek için söz konusu iki çizgiden her birini tam ortalarından yeniden ikiye böler. Sonuçta dört ayrı bölmeden oluşan üç dereceli bir gerçeklik ya da varlık anlayışı ortaya çıkar. Varlık açısından, en üstteki kesitte genel İdealar, bu dünyadaki varlıkların ve niteliklerin yetkin kopyaları olan özler bulunur. Bunun hemen altındaki kesitte, matematiğin konu aldığı ideal varlık veya kendilikler bulunur. Duyusal dünyaya geçildiğinde, üstteki kesit, İdeaların gölgeleri olan değişme içindeki bireysel varlıkların toplamını gösterir. Onun altındaki kesit ise duyu yoluyla algılanan bireysel varlıkların sıvı ya da güneşli ortamlarda oluşan görüntü ya da yansımalarını temsil eder. Varlık açısında hareket ya da nedensellik düzeni yukarıdan aşağıya doğru işler. Gerçeklik (aletheia) açısından, elbette, gerçekten var olan (üstteki iki kesitin temsil ettiği) İdealar dünyası olup, (alttaki iki kesit tarafından temsil edilen) fenomenler dünyası onun bir yansıması, gölgesi veya suretidir. Nedensellik yukarıdan aşağıya doğru işlediğinden veya varlık bakımından hareket çizgide yukarıdan aşağıya doğru olduğundan, nesnel gerçeklikler, kendinden kaim varlıklar olarak İdealar, fenomenlerin varlık sebebi olarak ortaya çıkar. Nedensellik, elbette aşkın olanın içkin nedenselliğidir, yani duyusal dünyanın ötesinde olma anlamında görünüşler dünyasına aşkın olan İdealar, kendilerinden pay alan örnekler ya da asıllarına benzemeye çalışan bireysel kopyalar sayesinde dünyaya içkin hale gelirler.
Nasıl ki iki ayrı varlık alanı varsa, çizgi söz konusu varlık alanlarına tekabül edecek şekilde, iki farklı biliş tarzı ya da türü olduğunu dile getirir. Bunlardan biri İdeaları konu alan, ezeli-ebedi, zorunlu ve akıl yoluyla bilinebilir varlıklar olarak İdealara yönelen rasyonel felsefi bilgi anlamında epistemedir. Diğeri ise görünüşler dünyasının, akıl yoluyla değil de duyu yoluyla idrak edilebilir fenomenlerine ilişkin kanaat anlamında, doksadır. Bu iki farklı biliş tarzının epistemolojik değerini belirleyen şey, bir yandan nesnelerin mahiyeti, diğer yandan da biliş türlerine tekabül eden zihin hallerinin açıklığıdır. Çizgi analojisi yoluyla, bilinebilir olan şeylerin sanı ya da kanaate konu olan, inanılabilir nesnelerden farklı olduğunu öne süren Platon’a göre, sadece hakiki olan, gerçekten var olan bilinebildiği için bir tek İdealar bilginin nesnesi olabilirler. Buradan çıkan sonuç açıktır: Değişen hiçbir şekilde bilinemez. Değişenin belli bir zamanda belli bir türden olduğu, buna karşın daha sonraki bir zamanda söz konusu türden olmadığı için bir çelişki içerdiğini, kendinde çelişik olan bir şeyin ise gerçekte var olmadığını savunan Platon’a göre bu fenomenlerin, bireysel nesnelerin bilinemeyeceği anlamına gelir. Duyusal dünya için inanç ya da kanaatten daha fazlası söz konusu olamaz. Bu yüzden inançtan bilgiye, doksadan epistemeye doğru bir hareket, sadece zihin hali, bilme melekesi bakımından bir değişikliği değil fakat bilgi ya da kavrayışa konu olan nesne bakımından da bir değişikliği gerektirir.
Hayal: Nasıl ki Platon çizgiyi sonra yeniden ikiye bölerek dört ayrı varlık derecesi ortaya çıkardıysa, episteme ve doksanın da kendi içinde, sonuçta söz konusu dört ayrı varlık derecesine karşılık gelecek şekilde, kendi içlerinde ikiye bölünerek dört ayrı biliş tarzı meydana getirdiğini öne sürer. (1) Çizginin en altındaki varlıkları konu edinen biliş tarzı tahmin ya da hayaldir (eikasia). Çölde görülen bir serap bu türden bir bilgiye iyi bir örnek oluşturur. Burada zihin, gerçekliğin en uzağında bulunan, en az gerçekliğe sahip olan gölge, suret ya da imgelerle karşı karşıyadır. Gölgelerin, suret veya görünüşlerin hakiki gerçeklikler olarak alındığı bu zihin halinde, eikasia görünüşlerin algılanmasından veya deneyimlenmesinden oluşur. Algılanan görünüş veya gölge elbette gerçek olan bir şeydir; bununla birlikte, hayal etmeyi en aşağı bilgi türü haline getiren şey, gölge ya da görünüşün kendisinden ziyade, gölgelerle veya imgelerle karşı karşıya kalan zihnin, algıladığı şeyin gölge olduğunu bilmemesi, tam tersine onu gerçek kabul etmesidir. Zaten kişi algıladığı şeyin sadece bir gölge olduğunu bilseydi eğer, hayal âleminde yaşıyor veya bir yanılsama durumu içinde bulunuyor olmazdı. Mağaranın dip duvarındaki kişinin derin bir bilgisizlik içinde olmasının nedeni de aynıdır; o, duvarda gördüğü gölgelerin gerçek olduğunu sanmaktadır. Burada insan zihni, şu halde tamamen pasif durumdadır; o bu yüzden, ikna sanatının ustaları tarafından aldatılmaya ve manipüle edilmeye çok elverişli bir haldedir. Bu türden bir biliş tarzına gerçekte bilgi denemezse de Platon onu buraya, Sofistlerin retorik sanatının gerçek doğasıyla, tragedya gibi sanatların özünü gösterebilmek için dahil eder. Onun karşı çıktığı bu sanatlar, gerçekliğin en az üç derece uzağında kaldıkları, insanı gerçeklikten uzaklaştırarak, insanın yüzünü gölgelere çevirdikleri için söz konusu bilgi türüne somut birer örnek oluşturur.
İnanç: Aşağıdan yukarıya doğru ikinci bilgi türü, (2) duyusal nesnelerin, Platon’un inanç (pistis) adını verdiği, bilgisidir. Duyusal nesneler ağaçlar, insanlar, dağlar, çiçekler gibi maddi, doğal nesneler olabildikten başka, evler, masalar, çeşitli yapay ürünler türünden insan tarafından yaratılmış nesneler de olabilirler. Platon’un inanma olarak tanımladığı buradaki bilginin kaynağı duyu algısıdır ve o, hayale göre daha güvenilir bir biliş tarzı olabilmekle birlikte, yine de gerçek bir bilgi olmayıp yalnızca muhtemel bir bilgidir. Onun gerçek bir bilgi olabilmesini engelleyen üç temel neden, Platon’a göre, her şeyden önce duyuların, duyu yanılsamalarından dolayı, hiçbir şekilde güvenilemeyecek bir bilgi kaynağı olmaları ve ikinci olarak da böyle bir bilginin nesneleri olan duyusal nesnelerin değiştikleri için bilinemeyecekleri gerçeğidir. Zira Platon’a göre, bilgi her zaman tek teklerin değil de genel olanın ve değişenin değil fakat değişmez olanın bilgisidir. Üçüncü olarak, gözle görülebilir ve elle tutulabilir nesnelerin gözlenmesi insana belli bir kesinlik verse de bu, mutlak bir kesinlik değildir. Bundan dolayı, insan burada da gerçekliklerin değil de yalnızca görünüşlerin bilgisine sahip olur. Bu görünüşler, duyusal nesnelerin mağaranın dip duvarına düşen gölgeleri ya da görünüşleri değil, bu kez hakiki gerçekliklerin ya da İdeaların görünüşleridir.
Düşünme: Çizgide sıra, (3) bundan sonra gerçek bilgi olarak epistemeyi meydana getiren bilgi kategorilerinden matematiksel bilgiyi temsil eden dianoiaya yani diskürsif bilgiye gelir. Üçüncü bilgi türü, diskürsif bilgi, yani duyusal varlıkları değil de sayılar, doğrular, düzlemler, üçgenler gibi matematiksel nesneleri konu alan matematiksel bilgidir. Bu bilgi, Platon için çok büyük önem taşıyan tümdengelimsel bir bilgi olmakla birlikte, o matematiği iki bakımdan eleştirir: Buna göre, matematik Platon’un gözünde apaçık ilkelere değil de birtakım hipotez ya da kabullere dayanan bir bilimdir. Başka bir deyişle, o matematiği kesin, mutlak değil de hipotetik bir bilim olarak anlar. Burada, örneğin daire ve üçgen gibi genel kavramlar kullanılır ve bunların belirli özellikleri oldukları varsayılarak, genel kavramların bilgisi elde edilmeye çalışılır. Bu şekilde elde edilen bilgi ise yalnızca hipotetik bir bilgidir çünkü bu bilgi başlangıçtaki hipotez ya da kabullere bağlıdır. Euklides geometrisinin teoremleri, dairelerin varsayılan özellikleri var ise eğer, doğrudur. Burada belirli tanım ve aksiyomlardan yola çıkmak suretiyle, mantıksal olarak ilerlemek ve böylelikle doğrular, daireler, üçgenler üzerine olan belirli önermeleri kanıtlamak mümkündür. Platon’a göre matematiksel bilginin ikinci kusuru, bu bilimin hâlâ duyusal malzemeden yararlanıyor olmasıdır. Matematik tikel duyusal varlıkları değil yalnızca akıl yoluyla anlaşılabilen genel varlıkları konu alır. Bununla birlikte, matematikçi ispatlarında birtakım şekiller ya da diyagramlar kullanmaktan geri kalmaz.
Yetkin Bilgi: (4) Matematikçinin eksiklerini gidermek, matematiksel bilimlerde söz konusu olan karanlık yönleri ortadan kaldırmak, araştırmanın sınırlarını, varlığın ancak belli bir boyutunu araştıran matematikçinin ulaşamayacağı noktalara kadar genişletecek olan filozofa ya da diyalektikçiye düşer. Dördüncü bilgi türü, şu halde duyusal dünyayla artık hiçbir ilişkisi kalmamış sezgisel ve diyalektik bir bilgi olarak noesis’tir. Bu bilgi, İdealarla doğrudan bir tanışıklığa dayanan rasyonel bir kavrayışa dayanır; özlerin ya da genel kavramların akla dayanan saf bilgisine karşılık gelir. Söz konusu saf ya da yetkin bilgi, varolan her şeye ilişkin tam ve kusursuz bir açıklamayı ortaya koyabilen bir bilgidir. Bu yüzden bilginin dördüncü ve en yüksek düzeyinde, zihin her şeyin her şeyle olan ilişkisini kavrayıp, gerçekliğin tümünü bir bütün olarak görür.
Bir bilgi türü ya da zihin hali olarak noesis, şu halde, bir kısmı dianoia için söz konusu olan öğe ya da özelliklerin olumsuz bir biçimde tanımlanmasından meydana gelen beş özellik içermektedir. (i) O, yalnızca İdealar düzeyinde gerçekleşir ve onun faaliyetinin nesneleri sadece İdealardır. (ii) Zihin duyu-deneyinden mutlak olarak bağımsız olup, duyusal hiçbir şey kullanmaz. (iii) Zihin, burada izlediği yöntemde, hipotezlere karşı hem olumlu ve hem de olumsuz bir tavır takınır. O bir yandan her şeyin ilk ilkesine, yani hipotetik olmayan ilk ilkeye yükselmek için hipotezleri araç olarak kullanırken, diğer yandan da ilk ilkeye yükselip, onlara karşı yıkıcı bir tavır geliştirir. (iv) Zihin burada, hipotezlerden ilk ilkeye yükselecek şekilde yukarı doğru bir hareket gerçekleştirir. (v) Noesiste zihin her şeyin ilk ilkesine, yani İyi İdeasına ulaşınca da daha sonra buradan yola çıkarak aşağı doğru iner ve tümdengelimsel yöntemi kullanarak aşağı doğru inip, sonuç çıkarsar.
(c) Varlık Görüşü – İdealar Kuramı
Platon’un felsefeye en önemli katkısı, epistemolojisinden de anlaşılacağı üzere, geliştirmiş olduğu ünlü İdealar kuramıdır. İdealar, gözle görülür nesnelerin kendilerinin soluk kopya ya da suretleri olduğu değişmez, maddi olmayan, ezeli ve ebedi özler veya örüntülerdir. Buna göre çok çeşitli büyüklükteki çemberlerin kendisinin kopyaları olduğu bir Çember ideası vardır.
İdeaların, gerçekten varolanın madde olduğunu öne süren doğa filozoflarından sonra bu şekilde maddi olmayan gerçeklikler olarak öne sürülmesi, Yunan felsefesinin tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturur. Zira İdeaların gerçekten var olanlar olarak öne sürülmesi, şimdiye kadar daha ziyade materyalist bir doğrultuda gelişmiş olan Yunan felsefesinde idealizm yolunu sonuna kadar açar. Kuram, ilk bakışta, maddi dünyanın sürekli olarak değişmesi nedeniyle bilginin göreli, hatta imkânsız olduğunu öne süren Sofistlerin rölativizm ve Septisizmlerini geçersiz kılmak için geliştirilmişe benziyordu; çünkü Platon bilginin, düşüncenin esas konusu, maddi dünya değil de İdeaların değişmez ve ezeli-ebedi düzeni olduğu için mutlak olduğunu öne sürdü. Aslında kuram oldukça ekonomik bir kuramdır. Başka bir deyişle, Platon kuramı sadece mutlak bilgiyi mümkün kılmak için değil fakat aynı zamanda bir dizi etik, dilsel ve metafizik probleme çözüm getirebilmek için de geliştirip öne sürmüştü. Buna göre, Atina’daki bir gerileme ve kriz çağının, Sofistlerin de güçlendirdiğine inandığı, moral kuşkuculuğunun çeşitli, hatta aşırı formlarının varlığından ciddi şekilde rahatsızlık duyan Platon, yapabileceği ilk ve en önemli şeyin birtakım ahlaki standartları sağlam bir zemin üzerine tesis etmek olduğuna inanmıştır. O, bunu ancak mutlak ve nesnel değer standartlarının, zamandışı, değişmez ahlaki özler olan moral İdeaların varoluşunu öne sürerek veya en azından varsayarak yapabilirdi.
İdealar aynı zamanda kesin bilgi için gerekli olan nesneleri temin ettiğinden, kuram benzer şekilde, daha aşırıları bir yana, hiç olmazsa Protagoras’ın “ölçü insan” anlayışının ifade ettiği genel veya epistemolojik rölativizme karşı çıkmak için kullanılabilirdi. Ahlaki standartları temin eden, kesin bilgiyi mümkün kılan gerçeklik ya da kendilikler olarak İdealar, Platon tarafından nihayet, hakiki varlığın doğası ve evrenin temel bileşenleriyle ilgili önemli birtakım metafiziksel sorulara bir cevap verme işine koşulmuştur. Demek ki etik, epistemoloji ve metafiziğin temel ve çok önemli kimi problemlerine tek bir birlikli kuram yoluyla çözüm getirebileceğini düşünen Platon’u, dehası yanıltmamıştır.
Bir de tersinden, bu kez işin içine dil felsefesi de dahil edilecek şekilde ifade edildiğinde, Platon’un içinde yaşadığımız dünyanın, fenomenler dünyasının düzenden bütünüyle yoksun, mutlak bir kaos halindeki bir dünya olmadığını kabul ettiği söylenebilir. Ona göre, bizler belirli bir durumda bulunan, en azından bir dereceye kadar bilinen ve bilgisi dilde ifade edilebilen bir dünyada yaşıyoruz. Belirli bir istikrar hali, varlığı teşhis edilebilir birtakım yapılar olmadığında, varoluşun imkânsız hale geleceğini, bilgi ve dilin büsbütün ortadan kalkacağını iyi bilen Platon, böyle bir durumda, Sofist Protagoras’ın öznel ve rölativist, Gorgias’ın da nihilist dünyasının, bir imkân olmaktan çıkıp gerçek hale geleceğini filozof. Fakat durum böyle olmayıp, dünyada bir düzen vardır veya düzenlenmiş bir dünyadan söz etmek gerekir. İşte bu, ancak şaşırmış veya bulanık kafaların kuşku duyabileceği gerçek ya da ampirik bir çıkış noktası meydana getirir; bununla birlikte, ona göre, kendisi maddi olan ve dolayısıyla, zamansal ve mekânsal bir belirlenime tâbi olan, salt maddi bir ilke ile açıklanamaz. Onun bakış açısından, tıpkı göreli olanın mutlağı, bileşik olanın basit olanı veya bileşik olmayanı, kusurlu ya da eksik olanın yetkin olanı varsayması veya varsayması gibi, maddi olan da maddi olmayanı öngerektirir. Platon, işte bu bileşik olmayan, yetkin mutlağa İdea adını verir. O, maddi olmayan ve indirgenemez bir gerçeklik olup, onun varoluşunun, dünyanın varoluşu ve bilinebilirliğinin bir teminatı olarak önceden varsayılması gerekir. Bu, fenomenlerin var olmaları dolayısıyla, İdeaların da varolmaları gerektiğini söylemek değildir; tam tersine, fenomenin ancak İdea sayesinde, İdea varolduğu için varolabileceğini söylemektir. Platon, fenomen varolduğu için buradan onun zorunlu koşulu olarak İdeanın da varolduğu sonucuna ulaşabileceğimizi söyler. Ona göre, sadece İdealardan oluşan bir dünya tasarlamak mümkün olmakla birlikte, İdealar dünyası olmadan fenomenler dünyasının varoluşundan söz etmek mümkün değildir.
Başka bir deyişle, Platon, İdeayı zihindeki bir kavrama veya dış dünyaya ilişkin insan bilgisine düzen kazandırdığına inanılan bir kavrama indirgeyen nominalist veya konseptüalist bir bakış açısı benimseyemeyeceğini görmüştür. Çünkü böyle bir bakış açısı, temel soruyu, yani düzenli bir dünyanın neden varolduğu ve onun neden dolayı bilinebilir olduğu sorularını yanıtsız bırakır. Bunu tam olarak açıklayabilmek için fenomenin İdeaya ontolojik ve epistemolojik bağımlılığına vurgu yapan olgunluk dönemi diyaloglarında ima edilen “varlığa ulaşmadan hakikate ulaşılamayacağı” tezi üzerinde durmak gerekir. Zira Parmenides’ten ilham aldığı aşikâr olan bu tez, Platon’un ontolojik hakikat kavramı ve dolayısıyla, epistemolojisi için olağanüstü büyük bir önem taşır. Platon bu bağlamda, fenomenler dünyası olmadan, bir İdealar dünyasının varoluşunu düşünmenin mümkün ama bunun tersinin imkânsız olduğunu düşünür. Ona göre, aynı şekilde bilen, düşünen bir akıl olmadan da bir İdealar dünyası tasarlamak pekâlâ mümkün olmakla birlikte, İdealar olmadan bilgiyi düşünmek imkânsız bir şeydir. Bilginin nesnesine bağımlılığı, düşüncenin bir nesnenin yani varolan bir şeyin düşüncesi olması gerektiği, bilginin aynen nesnesi gibi, yetkinlikten yoksun ve dolaylı olabildiği kadar, yetkin ve dolayımsız olabilmesini de gerektirir. Platon’un gerçek felsefi bilgiden sadece ve sadece epistemeyi, tüm zamanlar için ve zorunlulukla doğru olan bilgiyi anlaması, dolayısıyla söz konusu bilginin nesnesinin değişmez ve zorunlulukla var olan bir nesne, yani İdea olmasını zorunlu kılar.
Platon İdealar kuramını işte bu temel üzerinde, yani bilgi, varlık ve değer problemine bir çözüm getirmek amacıyla ilk kez Phaidon’da, Grekçe eidos veya idea terimini kullanarak ortaya koyar.
Kuram, doğruluğu ya da mutlak geçerliliği ispatlanmış bir tez, mutlak bir hakikat olarak değil fakat sözü edilen problemleri çözüme kavuşturmanın Platon’a mümkün görünen en iyi yolu veya bir hipotez olarak öne sürülür. Bir İdea gerçekte Platon’un bir kavramın ne olduğuyla ilgili yorumuna tekabül eder. Bununla birlikte, bir İdea gerçek bir varoluşa sahiptir; o, bir bilinç içeriği veya bilgi formu olmayıp, bilginin kendisine yönelinen nesnesidir. Bu açıdan bakıldığında, Platon’da kavram ile onun kavramsal karşılığını birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını söylemek gerekir. İdealar, tıpkı Anaksagoras’ın Nous’u gibi ayrı ve karışmamış, Parmenides’in Bir’i gibi, ezeli-ebedi ve değişmez bir varoluşa sahiptir.
Platon’un gözünde, bir İdea var olan bir şey değildir; o, gerçekten var olan, bütünüyle gerçek ve her ne ise o olan bir şeydir. İdea bir şey hakkında olan bir kavram değil fakat bir şeyin özüdür, mahiyetidir. Formel belirlenimlerin tam olmayan yüklemler olduğunu savunan Platon’a göre, adalet İdeası gerçekten ya da tümüyle adildir, adil olandır; o, adil eylemler için kullanılan bir kavram değil fakat kendinde varolan bir kendilik, Platon’un deyimiyle varoluşu, birtakım eylemlerin adil diye nitelenebilmelerini mümkün kılan bir şeydir. Bir İdeanın bu şekilde kendi kendisine yüklenmesine ve şeyleştirilmesine, bilindiği üzere, sonradan, onda tözle tümelin birbirine karıştırılmasını gören Aristoteles tarafından itiraz edilecektir. Platon, bununla birlikte, söz konusu itirazın yersiz olduğu kanaatindedir; çünkü onun bakış açısından İdea, kendi kendisine yüklenmez, daha ziyade o, kendi kendisiyle özdeştir. İdea yalnızca fenomene ya da şeye, Aristoteles’in terminolojisiyle bir töze, onunla ilgili bilgiyi temin edecek şekilde yüklenir. Buna göre, şey ya da fenomen İdeayla, İdea tarafından açıklanır. İdealardan söz edilebilir, ancak onlar daha yüksek birtakım kavramlarla açıklanamazlar. Onların içeriklerine dönük bir belirleme kaçınılmaz olarak totolojik olmak zorundadır.
İdealar Nelerdir?
İdealar demek ki duyusal dünyada kopya ya da suretlerini gördüğümüz nesnelerin ezeli-ebedi ilk örnekleri veya örüntüleridir. Örneğin güzel bir kız Güzellik İdeasının bir kopyasıdır. Platon’a göre, biz bu kızın güzel olduğunu ancak Güzellik İdeasını bildiğimiz ve kızın Güzellik İdeasından pay aldığını fark ettiğimiz için söyleyebiliyoruz. Örneğin her güzel şey, şu güzel insan ya da heykel, şu eylem ya da birey ölüme ve unutulmaya mahkûm iken, Güzellik İdeasının kendisi yok olmaz. O varlığa gelmemiştir ve yok olmayacaktır; ezeli-ebedi olarak ve gerçekten vardır. Güzellik İdeası, (i) her zaman vardır, (ii) ne varlığa gelir ne de yok olup gider, (iii) ne büyür ne de küçülür, (iv) ne bir parçasıyla güzel, başka bir parçasıyla çirkindir, (v) ne belli bir zamanda güzel, başka bir zamanda çirkindir, (vi) ne birine güzel, başka birine çirkin görünür. Demek ki fenomenal şeylerin, duyusal nesnelerin daima belirli koşullara göreli, başka duyusal nesnelerle olan ilişkilere bağımlı oldukları yerde, İdealar tüm koşullardan bağımsız, duyusal şeylerden olduğu kadar birbirlerinden de yalıtlanmış olan gerçek varlıklardır.
Aynı şey Eşitlik İdeası için de geçerlidir. Platon bizim eşitlik genel kavramını birbirlerine eşit olan şeylere ilişkin gözlem sonucunda elde edemeyeceğimizi öne sürer. Bir başka deyişle, genel bir kavram tikel nesnelerden, somut varlıklardan yapılacak bir soyutlama yoluyla bilinemez. Fakat tikel nesnelerin, bireysel nesnelerin adlandırılabilmesi ya da sınıflandırılabilmesi, Platon’a göre, genel kavramların bilgisine bağlıdır. Yani, birbirlerine eşit olan şeylerin, eşit sopa ya da doğruların eşit olduklarının saptanması ve eşit olduklarının söylenebilmesi, eşitlik kavramının daha önceden kazanılmış bilgisini gerektirir.
İdealar arasında şu halde öncelikle ahlaki değerlerle estetik değerlerin İdeaları bulunur. İdealar arasında yine insan, ağaç gibi şeylerin sınıflarının İdeaları, masa ve sedir gibi insan elinden çıkma ürünlerin İdeaları, yeşillik, yuvarlaklık gibi niteliklerin ve eşitlik, benzerlik gibi ilişkilerin İdeaları yer alır. Bileşik olmayan, değişmez İdeaların, bileşik, değişken olan ve dolayısıyla bileşenlerine ayrılabilen şeyler ya da fenomenler karşısında mutlak bir önceliği vardır. Şeylerin ne özelliklerinden ne de özlerinden önce gelmediğini öne süren Platon açısından, fenomen İdeaya bağlıdır. Bu yüzden İdealar, gerçeklik ve değer derecesi bakımından fenomenlerin, duyusal şeylerin çok yükseğindedirler; bir başka deyişle, İdealar somut varlıkların, bireysel nesnelerin kendilerinin yalnızca görünüşleri olduğu nesnel gerçekliklerdir. Bir İdea, somut varlığın, tikel nesnenin kendisinin bir kopyası olduğu model ya da ilk örnektir.
İdealar Nerede Varolur?
Gerçekten varolan, mutlak bir varlığa sahip bulunan İdeaların ilk bakışta ve doğallıkla bir yerlerde varolmalarının gerektiği düşünülebilir. Bununla birlikte, İdeaların varolduğu bir yer olduğunu düşünmek doğru değildir; çünkü onlar maddi olmayan gerçekliklerdir. Maddi olmayan ezeli-ebedi gerçeklikler olarak İdealar kendilerinde ve kendi başlarına varolurlar; onlar dolayısıyla ne zaman ne mekânda bir yer işgal etmezler.
Platon bu konuda sadece, İdeaların somut şeylerden “ayrı” olduklarını, gördüğümüz şeylerden ayrı bir varoluşa sahip bulunduklarını söyler. Onların duyusal veya somut şeylerden ayrı bir varoluşa sahip olmaları, gerçekte onların bağımsız bir varoluşa sahip oldukları anlamına gelir. Başka bir deyişle, zaman ve mekân içindeki fenomenlerin veya duyusal dünyadaki görünüşlerin bağımlı bir varoluşa sahip oldukları yerde, İdealar bağımsız bir varoluşa sahiptirler. Onlar varoluşlarını fenomenlere borçlu olmadıkları gibi, kendilerinden pay alan fenomenlerin tek bir tanesi dahi varolmasa da varlıklarını sürdürürler.
İdeaların mekânsal bir boyuta sahip olmadıkları açıktır; İdeaların varoldukları yer konusu, onların varolan bir şey olmaları nedeniyle mekân içinde bir yerde olduklarını ima eden dilimizin bir sonucu olarak gündeme gelir. Bu konuda, öyle sanılır ki İdeaların bağımsız bir varoluşa sahip olmaları olgusu dışında bir şey söylenmesi pek mümkün gibi görünmemektedir. Platon buna rağmen, aynı konuyla ancak dolaylı bir ilgisi bulunan iki hususa gönderme yapar. Bunlardan birincisinde, Platon, tıpkı İdealar gibi ezeli-ebedi olan ruhun bir beden içine girmezden önce İdealarla tanıştığını söyler. İkincisinde ise Tanrı ya da Demiurgos’un duyusal şeylere şekil verirken, örnek ya da model olarak İdeaları aldığına işaret eder.
İdealarla Şeyler Arasındaki İlişki
İdeaların varoldukları yer ile ilgili güçlüğün bir benzeri iki ayrı cins ya da kategoriden varlıklar olarak İdealarla duyusal şeyler veya görünüşler arasındaki ilişkide söz konusu olur. Buna rağmen Platon İdealarla duyusal şeyler arasındaki ilişkiden, farklı zamanlarda, farklı şekillerde söz eder. Aslında bir İdeanın duyusal ya da somut şeyle üç şekilde ilişkilendirilmesi, aynı şeyi söylemenin üç farklı yolu olarak da değerlendirilebilir. Buna göre, bir İdea her şeyden önce fenomenlerin ya da görünüşlerin varlık sebebi, bir şeyin özünün nedenidir. İkinci olarak bir şeyin bir İdeadan pay aldığı söylenebilir. Nihayet, Platon açısından bir şey, bir İdeayı taklit veya kopya edebilir.
Platon, bunlardan her birinde İdealar duyusal şeylerden ayrı olsalar, sözgelimi Güzellik İdeası şu güzel kızdan farklı olsa da duyusal varlık veya somut, duyusal nesnenin varoluşunu bir şekilde bir İdeaya borçlu olduğunu, kendisinin de bir üyesi olduğu sınıfın yetkin örneğinden bir dereceye kadar pay aldığını ve İdeanın bir ölçüde taklidi ya da kopyası olduğunu öne sürer.
İdeaların Birbirleriyle İlişkisi
Platon, beşeri konuşma ve söylemin İdeaların bir araya gelmelerine, birbirleriyle karışmalarına bağlı olduğunu” söyler. Platon burada da hiç haksız değildir; gerçekten de konuşma ve tartışma, tek tek şeylerin üzerinde ilerleyip, soyut bir düzeyde gerçekleşir. Buna göre insanlar tek tek şeylerin örnekledikleri özler veya gösterdikleri tümeller ya da kavramlarla konuşurlar. Tek tek şeylerin tanımları olan bu tümel ya da İdealar konuşma ve tartışmalarımızın en temel yapıtaşlarını meydana getirir.
İnsanlar düşüncelerinin ifadeleri olan konuşmalarında gündelik deneyimleri içinde karşı karşıya geldikleri şeylere gönderme yapsalar bile, dilleri İdeaları birbirlerine bağlama pratiklerini ya da alışkanlıklarını açığa vurur. Buna göre bir yanda Hayvan İdeası, diğer yanda da onun altsınıfları olarak İnsan ve At İdeaları vardır. İdealar, o halde denilebilir ki birbirlerine cins ve türler olarak bağlanırlar. Onlar, böylelikle birbirleriyle birliklerini hiçbir şekilde yitirmeden karışma durumuna gelirler. Hayvan İdeası At İdeasında bir şekilde mevcut gibi görünürken, bir İdea diğerinden pay alma durumuna gelir.
Platon işte buradan da hareketle, İdeaların gerçekliğin yapısını temsil eden bir hiyerarşisinin olduğunu, duyusal dünyanın söz konusu gerçeklik hiyerarşisinin sadece bir yansıması olduğunu söyler. Bu hiyerarşinin en aşağısında, duyusal veya gözle görülür şeylere en yakın olup tümellik özelliği hiç kuşku yok ki daha az olan “bölünemez türler” bulunur. Buna mukabil, hiyerarşide yukarı çıkıldıkça, bilgi bakımından daha çok genişlemeye ve daha soyut İdeaya doğru gidilir. Bilimlerin tek tek şeylerden değil de en genel İdeaların birbirleriyle olan zorunlu ilişkilerinden söz eden söylemi, bu yüzden olabilecek en soyut söylem olup, bilginin en üst düzeyini veya en yüksek şeklini ifade eder.
İdeaları Nasıl Biliyoruz?
Platon, başkaca problemler yanında esas bilgi problemini çözmek, Sofistlerin rölativizmlerini aşmak için bilginin ezeli-ebedi ve tümel nesneleri olarak varlığını öne sürdüğü İdeaları bilme durumu söz konusu olunca, üç ayrı bilme türü veya ilişkisinden söz eder. Bunlardan birincisi, gerçek bilginin öz veya tümellerin deneyimden bağımsız a priori bilgisi olduğunu dile getiren meşhur anımsama öğretisidir. Burada Platon kendisine Presokratiklerden miras kalan “benzerin benzerini bildiği” eski tezine başvurur; o, bu tezi ruh ile İdealar arasında bir benzerlik veya yakınlık ilişkisi kurarak ve dolayısıyla, ruhun İdeaları bilebildiği sonucunu çıkarsayacak şekilde yorumlar. Bilgiyle gerçeklik arasında yakın bir ilişkinin olması, hele hele bilginin ontolojik bağımlılığı anlayışıyla öne çıkar Platon için çok anlaşılır bir şeydir. Ama ruh kendi içinde bildiği şeyle benzer bir doğaya sahip olmazsa eğer, böyle bir ilişki hiçbir zaman tesis edilemez ve sonuç, gerçeklik, bilgi ve dil arasına aşılmaz engeller koyan mutlak bir Septisizm olur. Platon işte bu noktada, İdeaların özelliklerini taşıyan, onlar gibi ezeli-ebedi, basit, bölünemez, değişmez vb. olan ruhun, bu dünyaya gelmeden önceki varoluşunda İdealarla tanıştığını öne sürer. Daha sonra bir beden içine girerek dünyada ortaya çıktığı zaman, bu bilgileri unutan ruhun bilgilenmesi daha önceki varoluşunda kavramış olduğu özleri anımsamasından meydana gelir.
İdeaların ya da özlerin bilgisine ulaşmanın ikinci yolu ise diyalektiktir; başka bir deyişle, insan zihni İdeaların bilgisine diyalektik yoluyla ulaşır; diyalektik ise hiç kuşku yok ki şeylerin özünü soyutlama ve bilginin çeşitli dalları arasındaki ilişkileri keşfetme gücüdür. Kişi, diyalektik sayesinde İdealar arasındaki ilişkileri keşfederek, tümel ve zorunlu bilgilere erişir. İdeaların zorunlu bilgisine ulaşmanın üçüncü yolu ise aşktır; kişi eros sayesinde, önce güzel nesne ya da kişilerden güzel düşüncelere ve en sonunda Güzelliğin kendisine, Güzellik İdeasına yükselir.
(d) Etiği
Platon İdealar kuramını, sadece epistemolojik problemleri çözmek, Sofistlerin rölativizmine karşı kesin ve mutlak bilginin geçerli olduğunu göstermek için değil fakat etik probleme bir çözüm sunmak, Sofistlerin değer rölativizmine karşı, etik mutlakçılığı savunabilmek için de öne sürmüştü. Buradaki argümanı da aynıydı: Kişi doğal dünyadaki görünüşler tarafından yanıltılıyorsa eğer, onun moral dünyanın görünüşleri tarafından da yoldan çıkarılabilmesi çok mümkündü. Bu yüzden Platon, kişinin dünyadaki gerçek nesnelerle gölgeler ve yansımalar arasında bir ayrım yapabilmesini mümkün kılan bilginin, aslında gerçekten iyi hayatın kendisiyle böyle bir hayatın gölgeleri ve yansımaları arasında bir ayrım yapabilmesi için gereken bilgiyle aynı türden bir bilgi olduğu sonucuna vardı. Ona göre, nasıl ki bilgimizin sadece gözle görülür şeylerle sınırlanması durumunda bir doğabiliminin olamaması gibi, tek tek kültürlere ilişkin deneyimlerimizle sınırlandırdığımız takdirde, evrensel İyi İdeasına ilişkin bilgimiz, hatta bir etik bilimin kendisi de olamazdı. Sofistlerin Septisizmleri Platon’a bilgi ile ahlak arasındaki yakın ilişkiyi daha da açıklıkla göstermişti. Gerçekten de Sofistler bütün bilgilerin göreli olduğuna inandıkları için insanların evrensel ahlaki standartlara erişebilmelerinin imkânsız olduğunu düşündüler. Epistemolojik Septisizmleri, Sofistleri, Platon’un kabul etmesinin imkânsız olduğu şu sonuçlara götürmüştü: (1) Ahlak kuralları tek tek her cemaat tarafından ölçülüp biçilerek oluşturulur ve bu kuralların sadece bu cemaatin üyeleri için bir geçerlilikleri ve otoritesi vardır; (2) Aynı kurallar hiçbir şekilde doğal veya doğaya uygun olmadıkları için insanlar bu kurallara kamunun ve genel kanaatin baskısından dolayı itaat ederler; (3) Adaletin özü güçtür; yani “güçlü olan her zaman haklıdır”; (4) İyi hayat da doğallıkla hazla geçen bir yaşam olmak durumundadır.
Platon böyle bir etik anlayışa, Sokrates’ten yola çıkarak “erdemin bilgi olduğu” teziyle cevap verdi; ve söz konusu cevabı üç parçalı ruh anlayışıyla ve erdemle işlev arasında bir özdeşlik kuran erdem teorisiyle destekledi.
Üç Parçalı Ruh Anlayışı
Tıpkı Sokrates gibi insanın bir beden ile bir ruhtan meydana geldiğini düşünen Platon’un üç parçalı ruh anlayışı, Sokrates’in ruh anlayışı karşısında gerçek bir ilerlemeyi temsil eder. Çünkü bu ruh anlayışı insan ruhunun üç parçası olduğunu varsayarken, bir iç çatışma düşüncesi üzerine yükselir. Oysa Sokrates insan doğasının sadece akli boyutu üzerinde yoğunlaşmış, akıldışı unsurlara hiç yer vermemişti.
Platon’un söz konusu ruh görüşü, ilk kez ve açık olarak Devlet’in ruh ile devlet arasındaki benzerlik üzerinde yoğunlaşan dördüncü kitabında ele alınır. Burada bir şeyin başka bir şeye karşı aynı zamanda, aynı bakımdan karşıt olan durum ya da eğilimlere sahip olamayacağını dile getiren ünlü “karşıtlar ilkesi”ne dayanan argümandan yola çıkan Platon, insanların aynı anda sözgelimi su içme ve içmeme gibi zıt istek, eğilim ve faaliyetlere sahip olmalarının sık rastlanan bir olgu olmasından, ruhta bu karşıt edim ve eğilimlerden sorumlu olan müstakil parçaların olması gerektiği sonucunu çıkartır. Buna göre, insan ruhunda bir değer ya da amacın bilincinde olma, enine boyuna düşünüp ölçme edimi söz konusudur ve bu açıktır ki aklın edimidir. İkinci olarak, ruhta bir eylem yönelimi vardır; bu da başlangıçta tarafsız olmakla birlikte aklın yönlendirmesi altında bulunan tinin etkinliğini ifade eder. Üçüncü olarak da maddi şeyler için duyulan bir arzu söz konusudur; bu da iştihanın eylemliliğini dışa vurur. O, belli bir fizyolojik işlevle ilişkili bedensel ihtiyaçların karşılanması, bu bakımdan derinlere kök salmış dürtülerin tatmini yönünde bir arzudan ibadettir. Ruhun söz konusu parçası, bireyi, adeta bir havyan gibi, su içmeye, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelten, onu bu amaçla sağa sola çeken dürtülerden oluşur. Bu parça sadece tatmini amaçlar, bireyin daha büyük iyiliğini görecek, hesaplayacak durumda değildir.
Demek ki ruhta akıl, tin ve iştaha gibi üç parça söz konusudur. Bunlardan özellikle akıl ile iştaha karşıt eylem ve yönelimleri ifade eder. Platon, ruhun en yüksek ve üstün parçası olan aklı, işte bu noktada bireyin daha büyük veya bütünsel iyiliğini gözetmesi bakımından iştihayla karşı karşıya getirir. Gerçekten de onun başlangıçta ruhun ölçüp biçen, hesap yapan, enine boyuna düşünen parçası olarak tanımladığı aklın işlevi, “daha iyi ya da kötü olanı”, bir bütün olarak ruhun iyiliğini gözetecek şekilde hesaplamaktır. Bu iki parça birlikte alındığında, insandaki bitip tükenmez çatışmayı veya gerilimi ifade eder. Bu parçalar dahası, insandaki nefs mücadelesini, moral çabayı temellendirmeye yarar. Buna göre, insanın kendisini bu dünyaya, maddeye yönelten bir parçası olduğu gibi, onu maneviyata, İdealar dünyasını tefekküre yönelten bir parçası da vardır ve karşıt yönlü bu parçalardan biri baskın çıktığı zaman, ortaya tek yönlü, hayatı sadece bir yönüyle, salt madde ya da mana yönüyle yaşayan insan çıkar.
Erdem Teorisi
Üç parçalı ruh anlayışını bu şekilde ortaya koyan Platon, daha sonra bu parçalar arasındaki, erdemi meydana getiren doğru ilişkileri betimlemeye, erdem anlayışının ayrıntılarını ortaya koymaya geçer. Erdem anlayışının belirleyici unsuru, Sokratik işlev düşüncesidir; bu anlayışa göre, dünyadaki bütün varlıklar gibi, ruhun söz konusu parçalarının da kendilerine özgü birtakım işlevleri vardır. Sözgelimi aklın görevi bilmek, tinin görevi kişiye gerçekten gurur kazandıracak şeyler için ölesiye mücadele etmek, iştihanın görevi ise fiziki tatminlerde aşırıya kaçmayıp, ölçülü olmaktır. Erdem için ikinci ve çok daha belirleyici unsur, bütünsel ruhun gerçek çıkarlarını gözetme, ruhun birliğini ve bütünlüğünü hesaba katma olgusudur. Buna göre, bir kimsenin aklı ruhun bütünsel iyiliğini gözetecek şekilde hâkim olduğu, diğer parçaları bütünlüklü insan hedefini gözeterek yönettiği takdirde, o kişi bilge olmak durumundadır. Aynı kişi, tinsel parçası ya da gönlü, akılla ittifak yaptığı, onun neden korkulup neden korkulmayacağıyla ilgili kanaatlerine dayanarak, insanın birliğini ve bütünlüğünü korumaya çalıştığı için cesurdur. Onun ölçülülüğü ise neyin yönetip neyin itaat etmesi gerektiği sorusuna cevaben oluşturulmuş, ahenkli karşılıklı ilişkilere bağlıdır. Nihayet, en temel erdem olan adalet de bu genel psikolojik ahenk, yani her bir parçanın kendi yerinde durup, kendi görevini yapması olarak tanımlanır.
Buna göre, “insan” İdeasına ilişkin analizine dayanarak, bir insan doğası tasarımı geliştiren ya da başka bir deyişle, insan doğası üzerine bir anlamda psikolojik bir analiz gerçekleştiren Platon’un, öncelikle insanın çok çeşitli işlevleri bir denge ve ahenk içine sokulması gereken bir organizma olduğunu öne sürdüğünü söyleyebiliriz. İnsanın ahlaki açıdan nihai ve en yüksek hedefi olan mutluluğun da onun bakış açısından, organizmanın uygun ve doğru etkinliğinin bir ürünü olması gerekir. Platon bu tezini öne sürerken, aslında Yunan düşüncesinde çok sık yapıldığı üzere, tıp ile etik arasında bir analoji ya da benzerlik ilişkisi kurmuştur. Analojiye göre, beden iyi ya da sağlıklı olduğu zaman, onun bütün parçaları ya da organları arasında tam bir ahenk vardır: Yürek, ne hızlı ne yavaş ama uygun oranda ya da gereği gibi kan pompalar, akciğerler nefes alır ve verir, mide, karaciğer, bağırsaklar vb. hepsi de kendi gerçek fonksiyonlarını gerçekleştirir. Bedenin iyi haline tekabül eden sağlık, bütün organların bireyin hayatında genel bir birliktelik içinde kendi uygun etkinliklerini gerçekleştirmelerinden, gerçek fonksiyonlarını hayata geçirmelerinden meydana gelir. Organlar arasında nedensel bir bağımlılık ilişkisi bulunduğundan, bir organın hastalanması veya fonksiyonunu yerine getirememesi diğerlerinin fonksiyonunu da etkileyip, bütün organizmanın sağlığını bozar.
Platon’un kurduğu analojiye göre, beden için organların doğru etkinliği ve birlik halinde işleyişinin yarattığı sağlık neyse, ruhun parçalarının kendi işlevlerini yerine getirmelerinin sonucu olan mutluluk da ruh için odur. Başka bir deyişle, bedenin iyiliği sağlık, bütünsel insan varlığının iyiliği de mutluluktur (eudaimonia). İyi ya da adil veya mutlu insan, tıpkı bir hekim gibi, organizma ya da ruhun parçalarını uyumlu bir işbirliğini hayata geçirecek şekilde organize edebilen, psikolojik ahenge erişmiş bir insandır. Demek ki etik açıdan Sokrates’ten yola çıkan, aynen onun gibi insan hayatının nihai hedefini mutluluk olarak belirleyen Platon, bu hedefe ruhu meydana getiren parçalardan her biri görevini yaptığı, kendi doğal erdemini hayata geçirdiği zaman, yani erdemli bir yaşayışla ulaşılabileceğini; bilge, cesur, ölçülü ve doğallıkla adil olan insanın, beden için sağlık neyse, bütünsel insan doğası veya ruh için de o olan mutluluğa erişeceğini düşünür. Erdem anlayışı da doğallıkla ruhtaki düzen, psikolojik ahenk üzerinde odaklaşan Platon’a göre, adil ruhta, her parça kendi yerini bilip, özü gereği uygun düştüğü görevi yerine getirir. Adaletin en büyük avantajı ise onun söz konusu psikolojik ahengi yaratması ve korumasıdır.
(e) Siyaset Felsefesi
Platon, siyaset felsefesine geçtiğinde, bir adım daha ileri giderek birey ile devlet, insan ruhu ile politik otorite arasında bir benzerlik kurar. Buna göre, insan ruhuyla devlet arasında tam bir koşutluk bulunduğunu, bireyle devlet arasında hiçbir ayrılık ya da kopukluk bulunmadığını öne süren Platon daha doğrusu, temel gerçekliğin insan ruhu olduğu, bütün toplumsal fenomenlerin onun ürünlerine tekabül ettiği, sosyal-politik her şeyin bu temel gerçekliğin görünüşü veya tezahürü olduğunu ifade eder. Sözgelimi devlet, onun bakış açısıyla, bir taş ya da kayadan değil, doğrudan doğruya devletin hükümran olduğu topraklarda ikamet eden bireylerin karakterlerinden çıkar; gerçekten de insanın yarattığı bütün kurumlar, onun ruhunun, manevi varlığının dışavurumu olup, yine örneğin hukuk onun düşüncesinin bir parçasını meydana getirirken, adalet onun psikolojik uyumunun dışsal ifadesi olmak durumundadır.
Adaleti işte bu şekilde anlayıp onu önce bireyde araştıran Platon, bir yandan mevcut düzenden umudunu tamamen kestiğini, varolan Yunan toplumunun bütünüyle kaotik ve akıldışı; iştihanın taleplerine uygun yaşayan, değersiz amaçların peşine düşmüş insanların düzeni olup çıktığını, burada çeşitli bozuklukları gidermek veya düzeltmek amacıyla yapılmış yasaların etkisizleştirildiğini veya hükümsüzleştirildiğini, yapılacak her türlü reformun her şeyin olduğu gibi olmasından çıkar sağlayanlar tarafından engelleneceğini ve dolayısıyla, uzun yılların amaçsız ve değersiz faaliyetinin biriktirdiği bütün tortuları silip süpürecek radikal bir değişimden başka bir yol bulunmadığını belirtmeye özen gösterir.
İdeal Devlet
Platon gerçekten de ideal devletin inşasında veya politik kurgulanışında, doğrudan doğruya üç parçalı ruh anlayışını temele alır. Buna göre, ideal devleti karakterize eden en önemli şey, üç ayrı sınıf ya da işlevin mevcudiyetidir. Başka bir deyişle, o nasıl ki insan ruhunu meydana getiren üç ayrı parça varsa, aynı şekilde ideal devleti oluşturan üç ayrı sınıfın bulunduğunu söyler. Bundan dolayıdır ki o ideal devletin gelişim öyküsünü tarihsel bir çerçeve içinde sunmaz yani Devlet’te, devletin gelişme sürecindeki doğal adımları gözler önüne serme yönünde bir teşebbüste bulunmaz. Böyle bir tarihsel yöntemin yerine, o, insan ruhundan yola çıktığı için doğallıkla psikolojik bir yöntem kullanır ve ruhun üç parçasından her birinin, en aşağıdaki parçadan en yukarıdaki parçaya kadar, ruhun devlet adını verdiğimiz eserine ya da yaratısına nasıl katkıda bulunduğunu araştırır.
Buna göre o, ideal devleti, insan ruhunun üç parçası olması dolayısıyla, insan doğasıyla ilgili değişmez olgulardan veya bilgeliksever, ünsever, parasever ya da altın, gümüş ve bakır şeklinde üç ayrı insan olması olgusundan yola çıkarak üç sınıfa böler: Yöneticiler, koruyucular ve çiftçiler. Bunlardan her birinin, Platon’a göre, salt kendisine özgü bir işlevi vardır ve her sınıf söz konusu işlevi gereği gibi yerine getirmekle meşgul olmalıdır. Bu işlevler de sırasıyla yönetim, koruma ve tedariktir. Bunların ideal devletin zorunlu işlevleri olduğunu öne süren Platon, söz konusu işlevleri birer meslek haline getirir. Buna göre o, ideal devlette adaletin bir uzmanlaşma ilkesinin varlığını ve korunmasını, tek tek her tip insanın kendi uygun sınıfında yer alması ve ilgili sınıfın gerçek fonksiyonunu gerçekleştirmek için çalışması gerektiğini söyler. Doğası yüksek, kaliteli insanların daha aşağı görevlerde harcanmamaları için olduğu kadar, aşağı düzeyden veya bakırdan bir insanın her nasılsa yönetici seçkinler arasında yer almaması için birtakım tedbirler almaya özen gösteren Platon, esas itibariyle yönetici ve koruyucu sınıfla ilgilenir. Özellikle bu iki sınıfın fonksiyonunu layıkıyla gerçekleştirebilmesi için her şeyden önce onları mümkün olan en iyi şekilde yetiştirecek sıkı bir eğitim sistemi geliştirir. Fakat eğitim gibi manevi bir araçla da yetinmeyip, birtakım maddi araçlara başvurur. Nitekim yöneticilerin ve bekçi ya da koruyucuların zihinlerini ve zamanlarını maddi konu ve ilgilerle hiç meşgul etmeyip, bütün enerjilerini işlevlerini olabilecek en iyi biçimde gerçekleştirmelerini sağlayacak bir komünist sistem önerir. Bu iki sınıfın kendi bireysel veya sınıfsal çıkarlarını değil fakat toplumun bütününün refah ve mutluluğu için çalışmalarını sağlamak üzere, onlara mülkiyet hakkı tanımaz.
Uzmanlaşma ilkesini, Platon, sadece adalet temeli üzerinde yükselecek yeni politik düzenin en önemli teminatı veya unsuru olarak değil fakat aynı zamanda birlik ilkesi, birliği sağlamanın en önemli yolu olarak öne sürer. Buna göre, yönetim görevi sadece bu iş için eğitilmiş ayrı bir sınıfa verildiği takdirde, Platon geçmişte iktidarı ele geçirmek için yapılmış kavga ve mücadelelere hiç yer kalmayacağını düşünür. Ona göre, yine her sınıf kendi yeri veya sınıfsal sınırları içinde durup, sadece kendi işi üzerinde yoğunlaşırsa, hiçbir sınıf bir başka sınıfla çatışmaz. Yine sadece kendi işlevlerini layıkıyla yerine getirmek için çalışanlar; bencillik başkalarının alanına müdahale etmekten, kişinin kendi işini bırakıp başkalarının işine göz dikmekten meydana geldiğine göre, asla bencil olamazlar.
İdeal Devlette İktisadi Faktör: Platon işte bu uzmanlaşma ya da işbölümü ilkesi temeli üzerinde, bireyin ruhunda iştihaya tekabül eden ekonomik yapıyı devlet hayatının olmazsa olmazı olarak değerlendirir ve dolayısıyla, ideal devletin inşasına, önce ekonomik yapının temelini oluşturan iştihayı tartışarak başlar. Platon açısından devlet bağlayıcı gücü, insanın ihtiyaçları olup, ortak eylem dışında bir yolla karşılanmaları mümkün olmayan yemek, barınma ve giyinme ihtiyaçları, en iyi biçimde ancak toplum içinde karşılanabilir. İnsanlar, hemcinslerinden bu yüzden vazgeçemezler. Onlardan tek tek her biri kendi dışındaki kişilere ihtiyaç duydukları bir şeyi temin edebilirken, başkalarının temin edebilecekleri bir dolu şeye ihtiyaç duyarlar. Sonuç kaçınılmaz olarak, ürünlerin mübadelesini de içeren bir işbölümü veya işlev yönünden uzmanlaşmadır. Platon söz konusu ihtisaslaşmayı ekonomik temeller üzerinde meşrulaştırır; çünkü ona göre, uzmanlaşma çok sayıda nesnenin daha yüksek bir kaliteyle ve kolay üretimi anlamına gelir. Nitekim o başlangıçta en azından çiftçi, duvarcı, dokumacı ve ayakkabıcının birbirlerine ekonomik bir bağ ile bağlanmalarının sonucunda ortaya çıkan toplumu yaratır. Sonradan bu dörtlüye sığırtmaçların, tüccarların, dülgerlerin, çilingirlerin vb. yani ilk dörtlünün araçlarını temin edecek, onları koruyacak veya ürünlerini pazarlayacak kişilerin katılmasıyla toplum genişleyecektir. Demek ki Platon açısından insan, farklı ihtiyaçları itibariyle kendine yetemeyen, bu yüzden başkalarına muhtaç olan, özde sosyal ya da sosyalleşebilir bir varlık olup toplumun ya da devletin kuruluşunda en önemli rolü işbölümü veya ihtisaslaşma meydana getirir.
Bu çerçeve içinde, ideal devletin mantıksal olarak inşasının ilk adımını meydana getiren ekonomik faktörün, başka her şey bir yana, en azından iktisadi hayatın devleti, temel ihtiyaçların karşılanması bakımından kendine yeten bir birim haline getirmesi dolayısıyla, kendi içinde büyük bir önem taşıdığı söylenebilir. Fakat o, buna ek olarak, Platon’un gözünde içerdiği veya işaret ettiği birtakım hakikatler yönünden de önem taşımak durumundadır. Her şeyden önce, politik açıdan çok değerli olan uzmanlaşma ilkesini ihtiva eder; çiftçi işine sıkı sıkıya yapıştığı, bütün enerjisini işine harcadığı için daha çok ve nitelikli ürün elde ediyorsa, neden görevine büyük bir şevkle bağlanacak bilgili ve uzman devlet adamı yönetim işinde de aynı sonucu elde etmesin? Yine o, karşılıklılık ve işbirliği ilkesini somutlaştırır: Fiziki ya da maddi ihtiyaçların karşılanması amacıyla gerçekleştirilen ekonomik örgütlenme böyle bir karşılıklılık ve işbirliği şeması içinde gerçekleştirilebiliyorsa eğer, aynı şey devlette insan hayatının bir bütün olarak organizasyonu için de hayata geçirilebilir ve bu, Yunan toplumunu uzun zamandan beri içten içe kemirmekte olan bireycilikten her bakımdan daha iyi bir şeydir. Uzmanlaşma her yerde birliğin ve ahengin en önemli kaynağı olup, her bir sınıfa özgü işlev ilkesi hemen tüm alanlarda sınırsız rekabete ve acımasız yarışmaya sağlam bir çare olur.
İdeal Devlette Askeri Faktör: Ekonomik faktör, bütün önemine rağmen, sosyal ve politik örgütlenmenin yegâne belirleyicisi değildir. Bundan dolayıdır ki Platon’un Devlet’te çizdiği resmin ve bu arada insan ruhu ile devlet arasında kurduğu analoji ya da benzerlik ilişkisinin mantığı, ruhun ideal devletin kuruluşunda önemli bir rol oynayan iki parçasının daha gündeme getirilmesini gerektirir. Bunlardan birincisi, aşağıdan yukarıya doğru gidildiğine göre, tindir. Gerçekten de insanların salt zorunlu ihtiyaçlarının karşılanmasıyla yetinmediklerini ve yetinmemeleri gerektiğini bildiren Platon, temel ihtiyaçlara sonradan insanın bütün ihtiyaçlarının eklendiğini öne sürer; işte bu ihtiyaçların karşılanması için başlangıçtaki küçük nüfusa daha pek çok kişi katılır ve böylelikle de nüfus artar. Artan nüfusun yaşayacağı topraklar da kaçınılmaz olarak büyür. Durum böyle olduğunda, gerekli toprakları ele geçirmek ve sahip olunan toprakları korumak için devletin temel işlevlerinden biri olarak, savunma ve savaş gündeme gelir. İşte tinin de devletin organizasyonunda koruyucuların askeri gücünü temin etmek suretiyle gündeme geldiği yer, burasıdır. Buna göre, ideal devletin, onun bileşenlerini meydana getiren psikolojik faktörlerden hareketle ortaya konan mantıksal sentezinde, devleti önce iştihaya dayanan iktisadî bir topluluk olarak ele alan Platon bu aşamada onu tini temel alan askeri bir örgütlenme olarak incelemeye başlar.
Uzmanlaşma ilkesi gereği, yurdu koruyacak ordunun, elbette profesyonel ve eğitimli askerlerden oluşması gerekir. Zira her yerde olduğu gibi, savaş türünden meşakkatli, zor ve önemli bir işte de etkinlik ve kalite ancak ihtisaslaşma ile sağlanabilir. Platon’a göre, yegâne işlevi savaşmak olan, sahip oldukları özel bir yatkınlık sayesinde seçilmiş ve eğitilmiş askerlerin olması gerekir. Devletin koruyucusu, dolayısıyla adaletin dostu, adaletsizliğin düşmanı olan bu insanları veya koruyucuları bekçi köpeklerine benzeten Platon, söz konusu koruyucuların korudukları evden olanlara karşı sıcak ve nazik, yabancılara karşı ise acımasız olmaları gerektiğini söylerken, onların akıl sahibi olduklarını, bilgiyle eylediklerini ama kendilerinde baskın çıkanın esas tin ya da gönül olduğunu anlatmak ister.
İdeal Devlette Felsefi Faktör: Platon’un ideal devletinin mantıksal olarak üçüncü unsuru, ruhun akli parçasına karşılık gelen yönetici sınıftır. Bu sınıf kendilerinde akıl unsurunun bütün saflığıyla ağır bastığı bilge filozoflardan oluşan yöneticilerin veya devlet adamlarının sınıfıdır. Gerçekten de yönetici ya da filozof-kralın bilge olması gerektiğini dile getiren Platon, devleti yönetecek olanların onunla en fazla ilgilenen, devlet için en çok kaygı duyan, kendi iyiliğini devletin esenliği ve iyiliğiyle özdeşleştirmiş, bütünün refah ve mutluluğunu her şeyden üstün tutan kimseler olmasının büyük bir önem taşıdığını belirtir. Ruhun yönetimde ifadesini bulan ilgili parçası akıl ama özellikle de normatif akıl olduğu takdirde, yönetimin salt kendilerini düşünen bencil insanlardan oluşmayacağı, bütünüyle devletçi ve bürokratik bir yönetim olmayacağı açıktır. Platon gibi ilk bakışta bütünüyle devletçi gibi görünen bir filozof için dahi, devletin kendi başına bir varlık sebebi olamaz; devlet, yönetimi altında yaşayan insanların gerçek refah ve mutlulukları, özsel iyilikleri için vardır. Devlet, dahası birilerine menfaat temin etmek için varolamaz; bu, onun özüne aykırıdır. Gerçekten de Thrasymakhos’un kutsadığı bireycilik, bencillik ve çıkarcılık yerine ikame edilen bu Platonik devlet anlayışında, yurttaşlarının gerçek iyiliği için icra edilen bir sanat olarak yönetim telakkisinin hayata geçirildiğini görmekteyiz. Akıl işleyişinin özellikle bu normatif boyutuyla, devlete birliğini temin eden nihai ve en temel bağ olarak ortaya çıkar. İştiha insanları ekonomik bir bağ ile birleştirir; tin ya da gönül, buna askeri bir bağ ekleyebilir. Bunlardan her ikisi de olmazsa olmaz olmakla birlikte, insan sadece fiziki ihtiyaçları olan sıradan bir varlık olmadığı için asla yeterli olamaz. Bir çekim etkisi uygulayan manevi kaynak olarak akıl, Platon’a göre, insanları, onlara birbirlerini sevmelerini öğretmek suretiyle, bir arada tutar. Devletin, ona birliğini temin eden nihai organizasyonu, bu yüzden akli bir örgütlenme olmak durumundadır. Zira akıl bütün saflığı içinde yöneticinin gerçek iyiyi kavramasını, bu kavrayışından hareketle yönettiği devlete büyük bir aşkla bağlanmasını ve ona bütün varlığıyla hizmet etmesini sağlar.
Platon aşkın kendiliğinden sudur ettiği bu aklı temsil eden yöneticileri, yine uzmanlaşma ilkesine uygun olarak seçerken, onları bir dizi ahlaki sınamadan geçirir. Bununla birlikte, akıl aynı zamanda entelektüel boyutuyla tezahür ettiğinden, bir yandan da devletin yöneticileri olarak filozoflar için sıkı bir eğitim programı planlar. Gerçekten de hakiki yöneticinin bir filozof olması gerektiğini, dolayısıyla gerçek yöneticiye uygulanacak nihai testin kaçınılmaz olarak onun felsefi gücüyle ilgili entelektüel bir sınama olacağını öne süren Platon’a göre, bunun nedeni onun yöneteceği insanların karakterlerinde cisimleşmeleri için çalışacağı Adalet, Ölçülülük, Güzellik İdea ya da özlerini bilmek zorunda olmasıdır. Dahası ve en önemlisi, onun bütün düzenin, erekselliğin ve anlamın kendisinden çıktığı İyi İdeasını bilmek zorunda olmasıdır. Başka bir deyişle, filozof-kralın, işini gerçekten ve layıkıyla yapabilmesi için varlığın ve bütün yapıp etmelerin amacını, insani varoluşla beşeri bütün eylemlerin kendisiyle anlam kazandığı nihai amacı bilmesi gerekir. Yöneticide, filozof-kralda, öyleyse, ruhun varoluşun gizemini çözen, hayatın anlamını kavrayan bu nihai ve en yüksek parçasının gerçekleşmesi, ifadesini bulması gerekir. Bu gerçekleştiği takdirde ancak insan ruhunun bütünlüğünün eseri ve ifadesi olan devlet varlığa gelebilir. Ve nasıl ki insan ruhu, akıl onun bütün faaliyetlerini bir en yüksek amaca göre yönettiği zaman tam bir yetkinlik haline erişiyorsa eğer, devlet de ancak felsefi akıl tarafından yönetildiği takdirde tam bir yetkinliğe erişebilir.
Devleti insan ruhuyla ilgili bir analizden yola çıkarak bu şekilde analiz edip, yeni baştan inşa eden Platon’un işte bu noktada ulaştığı sonuçların başında, üç parçalı ruha üç sınıflı devlet yönetiminin, aklın idaresine ise filozof-kralların yönetimiyle bir komünizm sisteminin tekabül ettiği sonucu gelir. Buna göre, Platon’un ideal devletinde yönetim bir otokrasi olacaktır, öyle ki bu otokraside, tıpkı bireysel ruhta tin ve iştihanın aklın yönlendirmesi altında bulunması gibi, devletin ekonomik ve askeri sınıfları “dünya üzerine imtiyazlı bir bakışa”, “hakikatin mutlak bilgisine” sahip bulunan filozof-krala tabi olup, etkinliklerini onun sevk ve idaresi altında gerçekleştireceklerdir. Platon’a göre, üç ayrı sınıfın mevcudiyetine rağmen, bu ideal devletin akılda ifadesini bulan bir birliği vardır. Ve bu birlik, onun açısından zor yoluyla elde edilmiş bir birlik değildir. Platon, gerçekten de devletin sınıflarının ayrılığının sonradan yapay bir tarzda hayata geçirilen ve gereksizce korunan bir ayrılık olmadığı kanaatindedir. Her ikisi de Platon’un görüşüne göre, insan doğasının yaradılışında, doğuştan getirilen kuruluşunda temellenir. Onun gözünde bu üç sınıflı sistemi ve filozof-kralların yönetimini koruyup devam ettirecek olan şey de yurttaşların görev ve sınırlarıyla ilgili olarak sahip oldukları bilgi ve bu arada iradelerinin söz konusu görev, sorumluluk ve sınırları kabul etmeye dair genel yönelimleridir. Platon’a göre, tek tek her sınıfı meydana getiren üyeler, doğuştan getirdikleri hakları ve doğaları gereği neyi iyi yapabileceklerini bilirler; her sınıf, dolayısıyla başka şeyler yapmaya kalkışmanın veya kendi sorumluluk alanlarına girmeyen başkaca etkinlik türlerine müdahale etmenin yanlış ve haksız olacağını da bilir. Her sınıf, Platon’a göre, söz konusu özdenetim sayesinde, bilgisini iradesinin temel bir yönelimi haline getirebilir. Yine her sınıfın bu özdenetim ve basiret sayesinde, bu tür bir sınıf sistemine ve filozof kralların yönetimine iradesini katıp, rıza verdiği söylenebilir.
Platon’un bu üç parçalı ruh anlayışıyla her bir parçaya özgü işlev kuramının, politik olarak aşırı bir ayrılıkçılık ve radikal bir birlikçilikle itham edilebilecek bir yönetim anlayışına yol açtığı doğrudur. Buna göre, o bir kast sistemi getirdiği, yöneten ile yönetilen arasındaki bölünmeyi derinleştirdiği ve bireylerin özgürlüklerini ortadan kaldıran komünist bir rejim ortaya koyduğu için haklı olarak eleştirilebilir. Bu eleştirilere rağmen, Platon kendi zemininde haksız sayılmaz. Ortada bir sıkıntı ya da hata varsa eğer, bu Platon’un insan ruhuyla ideal devlet arasında kurduğu ilişkiden ziyade, onun ayrılıkçı bir ruh anlayışıyla eşitlikçi olmayan otokratik bir akıl telakkisini devlete uygulamasından kaynaklanan bir güçlüktür. Çünkü insanın kişiliğinin birliğini temele alan bir kavrayıştan yola çıkıp, onu devlete taşımaya kalkıştığımız takdirde, akıl tarafından her yere yayılan bir birlik, tek tek her bireyi harekete geçiren ve seçilen birkaç kişinin ruhunda değil de bütün bir topluluğun iradesinde gün ışığına çıkan akıl sayesinde gerçekleşen bir birlik olarak devlet görüşüne ulaşılır.
(f) Sanat Görüşü
Platon sanat alanında öne sürülmüş olan en eski kuramın da sahibidir; onun kuramı, sanatı bir tür taklit olarak gören mimetik sanat anlayışını cisimleştirir. Bununla birlikte Platon’da herhangi bir disiplinin değer ölçütü, bu disiplinin bizi hakikate, gerçekliğin bizatihi kendisine götürme kapasitesi olduğu için onda sanatın pek büyük bir değeri olduğu söylenemez. Platon’un sanatı taklitle özdeşleştirmesinden de belli olduğu üzere, sanat insanı asıl olana, gerçekliğin bizatihi kendisine değil de salt görünüşlere, gölgelerin gölgesine götürdüğü için onda sanatın değersiz görülmesi, özerk bir statüden yoksun kalması kadar doğal bir şey olamaz.
Gerçekten de dünyanın felsefe tarafından keşfedilmesi gereken, metafiziksel ve ahlaki bir düzeni olduğunu öne süren Platon’a göre, sanatın bu düzenin doğru bir temsilini verebilmesi durumunda ancak bir değeri olabilir. Onun gözünde gerçeğin ya da gerçekten var olanın bilgisine sahip olamadığı için ezeli-ebedi olan tümellerle değil de gelip geçici olan tikellerle ilişkili bulunan yani değişen nesneleri konu edinen taklit edici sanat bu doğru temsili veremez. Sanatın ne’liği dışında, onun ahlaki etkisine de bakan Platon, özellikle belli şiir türlerinin gençler üzerindeki olumsuz etkisi nedeniyle, şairleri ideal devletinden kovar.
Gerçekten de onun mimetik sanata ve sanatçılara saldırısı, bu sanatın insan ruhu üzerindeki etkileri ve toplum hayatında oynadığı rol ile ilgilidir. Platon’a göre, mimetik şiir, ruhumuzun iyiyi gözeten akıllı yüksek bölümüne değil fakat akıldışı, “coşkun ve taşkın”, gerçek hayattaki olaylara aşırı bir tepkide bulunan parçasına hitap eder. Mimetik şiir olarak tragedyaya başarılı bir içerik sağlayan olay türleri, bu yüzden en aşırı heyecanlara yol açan, ruhu taşkınlığa salan olaylardır. Bu aşırı duygulanımsal etkiler ruhun düzenini bozmakla kalmaz fakat aklı da devre dışı bırakır. Mimetik şiir, ruhumuzun aşağı ve ağlayıp sızlamalı bölümünü tatmin ederken, ruhun bu yönünü sağlıklı bir ruhu yönetmesi gereken akli parça pahasına besler.
Platon söz konusu mimetik sanat telakkisini ifade ederken, önce üretici sanatları ikiye ayırır.
Bunlar, (1) ilahi veya insani üretim çerçevesi içinde gerçek nesneler meydana getiren sanatlarla, (2) imgeler (idola) meydana getiren sanatlardır. İmgeler meydana getiren sanat türünde taklitçi, (a) modeliyle aynı özelliklere sahip halis bir benzerlik (eikon) veya (b) orijinale yalnızca benzer görünen bir görünüş (phantasma) meydana getirebilir. Bunlardan her ikisinde de imge ya da suretler, orijinallerini taklit veya temsil etmekle birlikte, onların işlevini yerine getiremez. Bu yüzden mimetik sanatın en önemli özelliği yanlış bir taklit, yani aldatıcı görünüşler meydana getirmedir. Dolayısıyla, her taklit hem gerçek hem gerçekdışı hem varolan hem varolmayan bir şey meydana getirmiş olur.
Sanatın mimetik doğasını genel bir çerçeve içinde bu şekilde ortaya koyan Platon, Devlet adlı eserinde, mimesisi İdealar kuramıyla ilişkilendirerek açıklar. Buna göre, mimesisin işlevinin gerçek olmayıp, bir şeyin imgesi olan bir şey meydana getirmek olduğunu; bütün sanatçıların bu anlamda mimesisin uygulayıcıları veya icracıları olduklarını söyleyen Platon, mimetik imgenin bilgi sahibi bir kimsenin eseriymiş gibi görünmesine rağmen, hakikatten tamamen uzak olduğunu öne sürer.
Buna göre, duyu yoluyla algılanabilen, sözgelimi sedir gibi bir nesne, tek ve gerçek sedir İdeasının bir “taklit”idir. Bu sedirin bir ressam tarafından yapılmış sureti ya da imgesi, sedirin belli bir açıdan görünen ikinci bir “taklit”idir. Ressam sediri olduğu gibi değil fakat kendisine göründüğü şekliyle yaptığı için Platon’a göre onun yaptığı şey, gerçeğin değil fakat yalnızca görünüşün bir yansımasıdır; o, salt görünüşle ilgili bir benzetmedir. Gerçek sedire karşılık gelen sedir İdeası ezeli-ebedidir veya yaratıcının ürünüdür; buna mukabil, somut ve duyusal sedirler işçinin eseri iken, resim olarak sedir taklitçinin ürünüdür. Taklitçi sanatlar, şu halde, İdealarla değil, yalnızca tikellerle ilişkilidirler; bu yüzden bize gerçeğin kendisini değil fakat yalnızca “gölgenin gölgesi”ni verirler. Platon, bundan dolayı, sanatçıyı, işçilerin yaptığı tek tek şeylerin hepsini birden yapan ama yaptıklarının gerçekliği çok kuşkulu bir usta olarak tanımlar. Sözgelimi ressam bir gerçek şey değil fakat yalnızca bir imge yaratır ve onun eseri ikinci dereceden bir taklit olup, İdeanın gerçekliğinden iki derece daha uzaktır. Dahası, bir imge meydana getirmek, imgesi ortaya konan gerçek şeylerin bilgisini gerektirmez. Yalnızca hayatın imgelerini meydana getiren sanatçılar, gerçek hayatta iyi ve kötü olanla ilgili olarak hiçbir doğru bilgiye ihtiyaç duymazlar.
Ek Bilgiler
1- “Akademi” ve “akademik” sözcükleri Platon’un Atina’daki “Akademi”sinden türetilmiştir. Platon’un açtığı okula “Akademi” isminin verilme sebebi ise, Yunan kahramanı Academus’a adanan bahçelerde inşa edilmesidir.
2- Platon’un felsefe okulu bin yıla yakın bir süre açık kalmıştır. 529 yılında Bizans İmparatoru tarafından Hıristiyanlığın altını oyduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
3- Platon’un ailesinin kökeninin, Yunan deniz tanrısı Poseidon’a uzandığına dair çeşitli efsaneler vardır.
Kaynakça:
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci
Entelektüelin Kutsal Kitabı - Biyografiler / Noah D. Oppenheim, David S. Kidder