Platon’un (MÖ 429-347) gerçek ismi Aristokles’dir. Atina’da politik güce sahip zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Platon ismi, geniş omuzlarından esinlenilerek güreş öğretmeni tarafından kendisine verilmiştir.​

“Platos” kelimesi Yunanca geniş anlamına gelmektedir. Bu isim filozofun felsefe tarihindeki konumuna da son derece uygun düşmektedir. Her ne kadar günümüzde politika alanında yazdıkları daha fazla biliniyor olsa da, Atinalı yazarın eserleri şiir, cinsellik ve matematik de dahil olmak üzere çok çeşitli konularla ilgilidir.​

Platon gençliğinde son derece ayrıcalıklı bir eğitim aldı. Filozof Sokrates’in (MÖ 470-399) öğrencisi oldu. Öğretmeninin yargılanıp idam edilmesi onda şok etkisi yarattı. Sokrat’ın pek çok diğer öğrencisi gibi Platon da onun ölümünün ardından şehri terk etti. İtalya ve Sicilya’ya gitti.​

Kırk yaşındayken geri döndü ve ünlü akademisini açtı. Genç Atinalılar için bir felsefe okulu olmasını planladığı “Akademi” Batı dünyasında kendi türünün ilk örneği oldu. Yunanistan’ın her yerinden öğrenciler bu okula geldiler. Bunların arasında Platon’un yanında çalışmak için MÖ 367 yılında Atina’ya gelen Aristoteles da vardı.​

Platon'un pek çok çalışması günümüze kadar ulaşmıştır. Yazdıklarının büyük bölümü diyaloglar şeklindedir. Örnek vermek gerekirse en bilinen çalışması olan Republic (Devlet / MÖ 360), Sokrates ve diğer Yunanlılar arasında geçen kurgusal sohbetlerden oluşmaktadır. Platon diyaloglardan hükümet yapısı, adalet ve toplumda filozofların rolü konusundaki fikirlerini genel hatlarıyla ortaya koymak için yararlanmıştır.​

Devlet kitabında Platon’un ünlü “Mağara Alegorisi” de bulunmaktadır. Hikaye, ömürleri boyunca bir mağarada zincirlenmiş olarak bulunan insanlarla ilgilidir. Bunlar güneşi hiç görmemişlerdir. Gördükleri tek şey birkaç nesnenin mağara duvarına düşen gölgeleridir. Platon’a göre mağaradaki insanlar gördükleri gölgelerin gerçeğin ta kendisi olduğuna inanacaklardır. Ama içlerinden biri güneşi görme imkanı bulursa gerçek dünyanın farkına varacak ve diğerlerini aydınlatmaya çalışacaktır. Platon bu öyküyü filozofun toplumdaki öğretici rolünü anlatmak için bir alegori olarak kullanmıştır. Filozof mağaradan kurtulan ve metafiziği, yani gerçekliğin temel doğasını anlamayı başaran kişidir.​

Platon Okulu, kurucusunun ölümünden yüzlerce yıl sonra dahi Atina’da varlığını koruyabilmiştir. Platon’un düşünceleri pek çok çağdaş siyaset kuramına ilham vermiştir.​

Hemen hemen bütün filozoflar gibi, Platon da içinde bulunduğu toplumun ve çağın problemlerini doğru anlayıp onlara bir çözüm getirmeye çalışma anlamında “çağının çocuğu”dur. Bu anlamda, Yunan uygarlığının yavaş yavaş gerilemekte, hatta çökmekte olduğu, bu uygarlığın önemli ölçüde yaratıcısı ve sembolü olan Atina’nın merkezi politik, askeri ve iktisadi gücünü kaybedip, sadece bir eğitim merkezi haline gelmekte olduğu bir sırada yaşanan politik krize bir çözüm üretmek, onun en temel amacı olmuştur. Gerek krizi doğru okumada, gerekse ona getirilecek çözümün ayrıntılarını belirlemede, Platon’un en önemli rehberinin hem pozitif hem de negatif anlamda Sokrates olduğu söylenebilir. Kriz tespiti ya da teşhisinde Sokrates’le birleşen Platon, bununla birlikte, felsefenin tek başına ruhları şekillendirme konusunda çaresiz olduğunu, kişilikleri oluşmuş bireylerin salt akıl ve felsefe yoluyla yeniden şekillenemeyeceğini veya Sokratik sorgulama/çürütme yöntemiyle değiştirilemeyeceğini görür ve dolayısıyla, sadece entelektüel iknaya dayanan Sokratik moral reform yoluyla gerçekleştirilecek bir politik çözüm projesini reddeder. Sokrates’in yeni iktidar sahipleri tarafından idam edilişini, salt ahlak reformcusu filozofun yöntemi ve felsefe anlayışının yetersizliğinin bir ifadesi olarak değerlendirir.​

Platon, bu yüzden filozofun bir ahlak reformcusu olarak başarıya ulaşabilmesi için politik iktidara sahip olması, filozof olduğu kadar kral da olması gerektiği sonucuna varır. Başka bir deyişle, filozofun, yurttaşların ruhlarında erdemin zorunlu koşulu veya özsel bileşeni olan psişik düzeni yaratabilme ihtiyacından dolayı, politik iktidarla bir olma veya ittifak etme gibi bir zorunluluğu vardır. Erdemin yurttaşların ruhlarının, genç ve şekillenmeye uygun oldukları bir sırada koşullanmasını ve gerekli talim ve alışkanlıklar yoluyla terbiye edilmesini gerektirdiğine inanan Platon’un gözünde, filozofun, şu halde, devleti kontrol etmesi ve onun eğitimsel amaçlarını şekillendirmesi kaçınılmazdır. Sosyal çevrenin yurttaşların ruhları üzerindeki etkileri hesaba katıldığında, dahası, ahlak reformcusunun veya filozofun toplum üzerinde mutlak bir kontrolü olması gerekir. Güçten yoksun bir ahlak reformcusunun, aksi takdirde Sokrates örneğinde olduğu gibi, başarısız olması ve yıkılması kaçınılmazdır.​

Platon’un şu halde, Atina’da MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan politik krizi çözmenin yolunu, insanlara özgür iradelerine uygun olarak, hayatlarını ve yaşam tarzlarını seçme imkânı temin eden bir “açık toplum” anlayışında bulmadığı rahatlıkla söylenebilir. Tam tersine o, krizi iyiyi kötüden ayırma yeteneği veya bilgisi olarak phronesisten yoksun bir özgür seçim düşüncesine dayanan ve Sofistlerin temsilciliğini yaptığı “açık toplum”un yarattığına inanıyordu. Phronesisin en büyük teşvikçisi olan Platon, bu bilgiyi öğretme işini, kriz karşısında çaresiz kaldığına inandığı Sokrates’ten alıp, filozofların temsil etmesi gerektiğine devlete verdi. Bu, elbette esas itibariyle, demokrasiden ve açık toplum düşüncesinden vazgeçip, phronesise, yani neyin gerçekten iyi, neyin kötü olduğunun bilgisine ve dolayısıyla “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”na sahip filozofların yönetici olduğu demokratik olmayan, kapalı bir toplum modeline geçiş anlamına gelir. Çünkü tek tek her insanın hakikatin bilgisine sahip olmadığı, hatta bilgisizlik içinde olduğu kabulüne dayanan “açık toplum”, karşı karşıya kaldığı problemlerini halkın katılımıyla belirlenen bir süreç olarak karşılaştırma ve eleştirel tartışma yoluyla çözer. Oysa Platon’un öngördüğü devlet ve toplum modeli, karşılaşılan problemleri, sadece iyinin ve kötünün bilgisine değil fakat “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”na ve hakikatin bilgisine de sahip filozofların yönettiği devletin belirlediği yollardan gitmek suretiyle çözülebileceğini varsayar. Buradan hareketle denilebilir ki Platon’un tarihin tanıdığı ilk ve en büyük sisteminin anahtarı bilgi teorisi ya da epistemolojidir.​

Ve bu epistemoloji, rasyonalitenin, açık toplum teorisyenlerinin varsaydıkları gibi, bilişsel hipotezlerimizin çürütülmesi için her yolun denenmesiyle değil de doğrudan doğruya kendi ruhumuza ve araştırmamıza dönmek suretiyle gelişebileceğini varsayan bir psikolojizme dayanır. Platon’un işte böyle bir psikolojizmle belirlenen epistemolojisi, bir dizi inanca dayanmaktadır. Buna göre, öncelikle ruhun varoluşunun kabul edilmesi gerekmektedir. Başka bir deyişle, herkesin, açık toplumun mümkün kıldığı kişisel özerklik yoluyla geliştirilen yargılama ve muhakemeye muktedir olması anlamında bir ruha sahip olduğunu söylemek yetmez. Her şey bundan ibaret olsaydı eğer, Sokrates’in moral ve politik krize yol açtığına inandığı yanlış değerlerin peşinden gitmeyi anlaşılır hale getiren seçme problemi, “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”nı elde edemeyeceğimiz için çözülmeden kalırdı. Platon bu yüzden başka bir şeye daha ihtiyaç duydu. Başka bir deyişle, epistemolojiye uygun düşen bir metafizik teorisine gerek vardı. Buna göre Platon sadece “İnsan ruhu ölümsüzdür. Bir zaman gelir, bizim ölüm adını verdiğimiz sona erişir, başka bir zaman gelir, yeniden doğar fakat hiçbir zaman büsbütün yok olup gitmez” demekle kalmadı, “Kendileri hakkında her daim konuşmakta olduğumuz güzellik ve iyilik benzeri bütün bu mutlak gerçeklikler, hakikaten vardır” dedi.​

Gerçekten de söz konusu mutlak gerçeklikler olarak İdeaların ve insan ruhunun maddi hayatımızdan önce varolduğunu öne süren Platon psikolojizmini böyle bir metafizik anlayışıyla temellendirir. Böyle bir psikolojizm, her şey bir yana Platon’un bilgiyi (“sanı” ya da “kanaatler”in talihsiz mekânı olan) toplumsal süreçlerin dışına çıkarmasına imkân sağlar. Fakat bu da yeterli olmayabilir. Çünkü ruhlarımız yeryüzünde bir beden içine girmezden önce varolmuş olduğu için hepimiz her şeyi bileceğimizden, bizden farklı düşünen birini tasvip edememezlik içinde olamayız. “Özler” ve ruhlar, bedenlerimizin dünyaya gelişinden önce varolduğu için bilginin herkesin bilgisi olduğu sonucuna varmaktan kaçınmak için bir şeylerin daha yapılması gerekir.​

Platon bu yüzden, yani kendisini eşitlikçi bir akıl teorisinden kurtarma yolunda gerekli zemini “Ya hepimizin dünyaya bu standartların [mutlak gerçeklikler olarak İdeaların ya da “özler”in] bilgisiyle gelmesi ve bu bilgiyi hayatımız boyunca korumamız ya da insanların öğrenmelerinden söz ettiğimiz zaman onların sadece eskiden öğrenmiş olduklarını anımsamaları, başka bir deyişle bilginin yalnızca anımsama olması gibi iki alternatifin bulunduğunu” söyleyerek hazırlar. Fakat bu da yeterli olmaz.​

Gerçek bilginin “var olanla ve var olanın durumunu bilmekle” ilişkili bir şey olduğunu söyleyen Platon, gerçekten var olanların, yani özlerin bilgisine sahip olanların, görünüşlerin gerçek olduğunu sanan sanı ya da kanaat severler değil de bilgelik severler olarak filozoflar olduğunu öne sürer. Sonuç olarak gerçek varlığı bilen yegâne kimseler olarak filozoflar, Platon’un sisteminde bilgi tekelini ellerinde bulunurlar. Platon’da bilgi tekelini elinde bulunduran filozoflar, ruhların evrenin ilahi kaynağı olan İyi İdeasının ışığına döndürülmesini sağlayabilen gerçek eğitimciler olarak ortaya çıkarlar. Fakat onların söz konusu eğitimcilik ve politik yöneticilik misyonlarını yerine getirebilmeleri için Platon’un deyimiyle “felsefi doğaya uygun düşen bir yönetim ya da devlet düzeninin” olması gerekir: “Günün birinde, kendi yaradılışına uygun bir devlet düzenine rastlarsa, onun gerçekten ilahi bir varlık olduğu, geri kalanlarınsa hem doğuştan hem de gördükleri işlerde sadece birer insan oldukları ortaya çıkar.” Bu ise elbette felsefi bilginin Tanrının bir armağanı olduğu ve “bizi yeryüzünden gökyüzündeki yakınlarımıza yükselten şeyin, her birimizdeki, bedenimizin en yüksek noktasında duran ve yeryüzünden değil de gökyüzünden gelmiş olan ilahi bir parça olduğu” anlamına gelir. Demek ki filozofun ilahi doğadan aldığı bir pay vardır.​

Daha önce Sofist Protagoras, “insanın her şeyin ölçüsü olduğunu” söylemişti. Oysa Platon şimdi, ilahi ölçü, bu durumun bir sonucu olarak iktidarı elinde tutmak durumunda olan filozofun elinde bulunduğu için Tanrının “senin ve benim için hakikatin, var olan her şeyin ölçüsü olduğunu” söyleyebilmektedir. Gerçekten de filozof, Tanrının sahip olduğu ölçünün yegâne emanetçisi olduğu için iktidarın biricik meşru sahibi olmak durumundadır. Ve filozof, hakiki varlığı bilen tek kişi olduğu için herkese yükümleyici bir eylem içeriği getirebilir. Toplumsal normların sadece çeşitli eylemler arasındaki sınırları tanımlaması yeterli değildir; onların, kuşatıcı ve kapsayıcı bir mantık tarafından şekillendirildikleri için ayrıca tek tek her insanın yaşamının içeriğini belirlemesi gerekir. Demek ki Platon’da etik ve politikanın iç içe girdiği pratik felsefe, teorik felsefesinin tüm gücüne ve derinliğine rağmen, öne çıkar; zira o, mevcut ahlaki ve politik krizi aşma amacına yönelmiş pratik felsefenin hizmetine koşulmuş durumdadır. Bunun Platon’daki karşılığı, krizi aşmanın çözümü olarak “dünya üzerine imtiyazlı bir bakış açısı”na sahip olan filozofların yönetimi, ruhun ve devletin eğitimcisi rolünü üstlenmesi gerektiği tezidir.​

(a) Hayatı ve Eserleri
MÖ 427 yılında doğan Platon, aristokrat bir aileden geliyordu. Hayatının ilk yarısı itibariyle hep politik bir kariyere hazırlanmıştı fakat hocası idam edilince, siyasete girmekten tamamen vazgeçmiş ve birtakım reform teşebbüsleriyle ıslah edilemeyeceğine inandığı politik koşullara felsefe yoluyla, devasa bir sistem kurarak yanıt vermeye karar vermişti. Hayatının geri kalan ikinci yarısında, Atina’da açtığı Akademi’de dönemin bütün seçkin bilimadamı ve filozoflarını toplayarak felsefeyle uğraştı. Bu arada, Akademi dışındakilerin yararlanabilmeleri için de otuz kadar felsefe eser kaleme aldı. Bu eserler, hocasının görüşlerini yöntem bakımından da devam ettiren Platon tarafından diyalog tarzında kaleme alınmış eserler olup, sadece felsefe eserleri olarak değil fakat edebiyat şaheserleri olarak da düşünce tarihinde seçkin bir yer tutarlar.​

Platon’un söz konusu diyalogları gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemi eserleri olarak üçe ayrılır: (i) Gençlik diyalogları Sokrates’in Savunması, Kriton, Euthyphron, Lakhes, İon, Protagoras, Kharmides, Gorgias, Küçük Hippias, Büyük Hippias ve Lysis’ten meydana gelir. (ii) Buna karşın Platon’un olgunluk eserleri Devlet, Şölen, Phaedros, Euthydemos, Meneksenos, Kratylos adlı diyaloglardan oluşur. İki önemli diyalog, yani Menon ve Phaidon gençlik dönemi diyaloglarıyla söz konusu olgunluk diyalogları arasında bir köprü oluşturmaktadır. (iii) Oysa yaşlılık dönemi diyalogları arasında Parmenides, Theaetetos, Sofist, Devlet Adamı, Timaios, Kritias, Philebos ve Yasalar yer almaktadır.​

Diyalogları biçim açısından değerlendirdiğimiz zaman, ilk dönem diyaloglarının, Sokrates tarafından Savunma’da belirtilen çürütme, sorgulama misyonu ekseninde gelişen bir erdemlilik çerçevesi içinde hayli dramatik bir yapı sergilediklerini söyleyebiliriz. Bu diyaloglar çözümsüzlükle sonuçlanan aporetik eserlerdir. Başka bir deyişle, gençlik diyalogları, Sokrates’in belirli bir ahlaki erdemle ilgili olarak başlattığı tartışmaların, üzerinde somut bir sonuca ulaşılamadan gelişen eserler olarak karşımıza çıkar. Onlarda Platon’un gözettiği amaç, tanıdığı ve bildiği kadarıyla Sokrates’in karakterini, kişiliğini ve felsefi faaliyetini tanıtıp, ölümsüzleştirmektir. Bu yüzden bu gençlik diyalogları, Sokratik diyaloglar olarak geçer.​

Olgunluk dönemi diyalogları çok daha az dramatik olup, Sokratik diyalogların eğretiliğinin ve negatif tutumunun epey uzağına düşerler. Burada da aynen ilk dönem diyaloglarında olduğu gibi, Sokrates yine başkonuşmacı ya da tartışmacıdır. Fakat gençlik diyaloglarının tersine, onlarda ilk kez birtakım pozitif öğretiler öne sürülür. Bu diyaloglarda felsefi içerik genellikle Sokrates ya da güçlü bir otoritesi olan başka bir uzman tarafından ortaya konur. Yaşlılık dönemi diyaloglarına gelindiğinde, Sokrates’in rolü azaldığı gibi, diyaloğun dramatik karakteri tümden kaybolur. Sokrates sadece Philebos ve Theaetetos’ta başkonuşmacıdır, diğer diyaloglarda Platon’un başsözcüsü değildir, Yasalar’da ise hiç görünmez. Yine son dönem diyaloglarında, sonradan zoraki bir biçimde diyaloğa dönüştürülmüş olduğu sanılan, uzun sunum ya da serimlerin belirleyici olmaya başladığı deneme formu ağır basar.​

Diyalogları içerik bakımından değerlendirdiğimizde, Sokratik diyalogların ahlaki problemlerin ahlaki problemler üzerinde yoğunlaştıklarını, çeşitli moral problemlerin doğasını ele aldıklarını görürüz. Moral bilgi ve ahlaki erdemlere dönük bu ilgi, orta dönem diyaloglarında da devam etmekle birlikte, Platon’un bu eserleri yazdığı sıralarda ilgisinin teknik anlamda daha soyut ve felsefi konulara kaydığı görülür. Zira bu diyaloglarda metafiziksel ve epistemolojik meselelere daha büyük bir ağırlık verilir, onlara daha güçlü bir biçimde vurgu yapılır. Gençlik diyaloglarıyla olgunluk dönemi diyalogları arasındaki en çarpıcı farklılık, İdealar kuramından oluşur. Platon kariyerinin bu döneminde, yine İdealar kuramıyla ilişki içinde, Pythagorasçıların birtakım felsefi öğretilerini gündeme getirir. Başka bir deyişle, Platon olgunluk dönemi diyaloglarında, İdealar kuramının metafiziksel, etik, epistemolojik ve mantıksal boyutlarını, antropolojisi ve politika anlayışıyla ilişki içinde gözler önüne serer. Yaşlılık diyaloglarında özellikle Parmenides’den başlayarak, İdealar kuramının genel çerçevesi içinde, Platonik düşüncenin, sonradan Theaetetos ile Sofist’te bilgi ve dil kuramı, Philebos’ta etik, Devlet Adamı ve Yasalar’da politik bakımdan geliştirilen yeni bir doğrultusu ortaya çıkar.​

(b) Epistemolojisi
Platon’un sisteminde çok temel ve önemli bir rol oynayan epistemolojisi, bilgiye nasıl erişildiğine ve bilginin neden meydana geldiğine ilişkin bir açıklamadan oluşur. Bu açıklama sırasıyla (i) Mağara Benzetmesinden, (ii) Bölünmüş Çizgi Analojisinden ve (iii) İdealar öğretisinden meydana gelir.​

Mağara Benzetmesi
Bilgi teorisinin anahtar unsurlarını veren bu benzetmede, Platon ayrıca insanın dünyadaki halini, insanın genel beşeri durumunu anlatır. Yine, insanları salt gördüklerine inanmaya sevk eden, onlara yanlış fikirler ve değerler aşılayan, kısacası insanları yanılsamalara mahkûm olacak şekilde yetiştiren kötü toplumları eleştirir.​

Benzetmeye göre, ışığa açılan uzun bir girişi olan bir yeraltı mağarasının en dibinde insanlar, çocukluklarından beri, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak hareketsiz bir şekilde oturmakta ve yalnızca önlerini görebilmektedirler. Onların arkasında, yüksekte bir yerde bir ateş yanmakta ve ateşle bu insanlar ya da mahkûmlar arasındaki yolda küçük bir duvar ya da perde bulunmaktadır. Duvar ya da perdenin arkasında ise konuşan, ellerinde türlü türlü araçlar, taştan ya da tahtadan yapılmış insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyan insanlar geçmektedir. Mağaranın dibinde oturan mahkûmlar yalnızca, ateşin aydınlığıyla perdeden duvara vuran gölgeleri görebilmektedirler. Ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, hiçbir şekilde kımıldamayan bu mahkûmlar mağaranın duvarındaki gölgeleri duvara gölgesi vuran nesnelerle karıştırmakta, perdenin arkasından yankılanan seslerin duvardaki gölgelerden geldiğine inanmaktadırlar. Bu mahkûmların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel bilgi duvardaki gölgelerin yani görünüşlerin bilgisidir.​

Mağaranın dibinde zincire vurulmuş olarak yaşayan bu mahkûmlardan biri bir şekilde zincirlerinden kurtarılıp ayağa kaldırılsa ve önce, yüzü duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin kendilerine ve ışık kaynağına çevrilse ve o nihayet mağaranın dışına çıkartılsa, onun bu dönüşümü hiç kuşku yok ki çok sancılı olur. İnsan için yanılgılardan kurtulmak, eski alışkanlıkları terk etmek çok zor olduğundan, o muhtemelen yeni duruma alışamayacak ve daha önce gördüğü şeyler ona daha gerçek görünmeye devam edebilecektir. Mahkûm söz konusu dönüşümü gerçekleştirebilirse eğer, onun güneş ışığında canı çokça yanacak ve mağaranın eski mahkûmu belki de yeniden mağaraya geri dönmek isteyecektir. Mağaranın bir şekilde dışında kalmayı başarabilecek olursa, eski mahkûmun gözlerinin güneş ışığına alışması için belli bir zaman geçmesi gerekecek ve o daha sonra ilk olarak gölgeleri, insanların ve nesnelerin sudaki yansımalarını görebilecektir. Mağaranın dışına çıkan insan ancak bundan sonra, yani mağaranın loş ışığına alışmış gözlerinin dış dünyanın güneş ışığına alışması için belli bir zaman geçtikten sonra, gölgelerini, sudaki yansımalarını gördüğü nesnelerin kendilerini ve nihayet gökyüzünü ve gökyüzündeki ayı, yıldızları görebilecektir. O her şeyin sonunda güneşin bizzat kendisini görerek, mevsimleri ve yılları meydana getirenin, gözle görülen dünyayı düzenleyenin, kısacası her şeyin kaynağının güneş olduğunu anlayabilecektir. Demek ki biri karanlık mağaranın içi, diğeri de güneş tarafından aydınlatılan dışarıya karşılık gelen iki ayrı dünya vardır.​

Benzetme bir yönüyle çok iyimser, bir yönüyle de oldukça karanlık ve kötümserdir. Gerçekten de mağara benzetmesi, Platon’un felsefenin aydınlatma ve özgürleştirme gücüyle ilgili hoş, alabildiğine iyimser bir resimdir. Felsefi bilgiye, derinliğine kavrayışa götüren soyut düşünmeyi özgürleştirici bir şey olarak tanımlayan Platon, düşünmeye başlayan kişiyi, gündelik deneyime bağlanmanın, kabul görmüş kanaatleri benimsemenin yarattığı zincirleri kıran biri, aydınlanma sürecini de karanlıktan aydınlığa doğru zahmetli bir yolculuk olarak gösterir. Sağdan soldan derlenmiş malumatla yetinmeyip, gerçekten düşünmeye, akıllarını kullanmaya başlayan insanlar, benzetmede, pasif çoğunluğun tersine, kendileri için bir şeyler yapmakta olan kimseler olarak betimlenir. Platon’a göre, zincirlerinden bir kez kurtulduktan sonra, kişinin mağaranın dışına çıkabilmesi için çok büyük bir çaba göstermesi gerekir. Koşulsuz bir rahatlık, mutlak bir kendini koyuvermişlik halinden hakikate erişmek amacıyla zorlu bir mücadeleye girişme olarak felsefi düşünmenin bu kadar canlı bir resmi, herhalde şimdiye kadar çizilebilmiş değildir.​

Felsefenin insanı özgürleştirme gücüyle ilgili bu aydınlık ve iyimser resmin tam karşısında, Platon söz konusu benzetmesinde, felsefe tarafından aydınlatılmamış insanın durumuyla ilgili oldukça karanlık ve kötümser bir resim bulunur. Onlar başkaları tarafından manipüle edilen biçare ve pasif insanlardır. Çok daha kötüsü, onlar kendi durumlarına alışmış olup, bundan çok hoşnutturlar; bu yüzden de kendilerini kurtarmaya yönelik çabalara karşı koyarlar. Onların söz konusu kendilerinden ve durumlarından hoşnut olma halleri, Platon açısından, bir yönüyle de bu insanların kendileriyle ilgili yanlış bir bilince dayanır. Felsefi düşünmeyen ve dolayısıyla, mağaranın duvarındaki gölgeleri gerçek sanan bütün insanları standartlaştırırken, onların sahip oldukları tüm inançları bir ve aynı düzeye indirgeyen Platon, mahkûmlarla filozofları veya felsefi düşünen aydınlanmış insanları birbirlerinden kesin çizgilerle ayırıp, onları bilişsel bakımdan farklı dünyalarda ikamet ettiklerini söyleyerek karşı karşıya getirir.​

Bu yüzden Mağara Benzetmesinin eğitim açısından da önemli birtakım içerimleri olduğu söylenebilir. Platon’a göre, insanların çok büyük bir çoğunluğu veya Sokrates’in yanlış değerlerin peşinden sürüklendiklerine inandığı için eleştirdiği Atinalıların çok büyük bir bölümü böyle karanlık bir mağaranın dibinde yaşamaktadırlar. Böyle bir karanlık zindan içinde yaşayan bu insanların düşünceleri gölgeler dünyasının yanılsamaları tarafından şekillendirilmektedir. İnsanları bu yanılsamalardan kurtarmak, onları mağaranın karanlığından güneş ışığıyla aydınlanan, mağaranın dışındaki dünyaya çıkarmak, eğitime düşen bir iştir. Öyleyse, eğitim bir kimsenin ruhuna sahip olmadığı bilgiyi aktarmakla ilgili bir konu olmadığı gibi, görmeyen gözlere görü veya görme gücü kazandırmakla ilgili bir şey de değildir. Bilgi aslında onu almaya muktedir bir organı gerektirmesi bakımından görmeye benzer. Bu yüzden tıpkı mahkûmun karanlık yerine ışığı görebilmesi için zincirlerinden kurtarıp bütün vücudunu arkaya çevirmek durumunda olması gibi, ruhun da Platon açısından, kendisinde bir körlüğe yol açan aldatıcı görünüşler dünyası ve iştihadan uzaklaşarak gerçeklik dünyasına dönmesi gerekir. Eğitim öyleyse, tamamen dönüşümle ilgili bir meseledir; ruhun görünüş dünyasına sırt çevirerek gerçeklik alanına dönmesidir.​

Bununla birlikte bu dönüşümü gerçekleştirmek, doğru yöne bakabilmeyi öğrenmek hiç de kolay bir şey değildir; Platon’a göre, bu dönüşümü gerçekleştirme noktasında en soylu ruhlar dahi güçlük yaşayabilirler. O, bu noktada insanların karanlıktan kurtulup aydınlığa yükselebilmeleri için devletin yöneticilerinin katkılarının kaçınılmaz olduğunu söyler; gerçekten de mağaranın dışına çıkmayı başarmış filozofun veya filozof-kralın, dışarıda, kitlelerden uzak bir biçimde kendi gönlünce tefekkürde bulunma diye bir tercihi söz konusu olamaz. O, mağaraya dönerek, hemşerilerini, gerekirse onlara rağmen aydınlatmak, onları doğru koşullayacak toplumu yaratmakla görevli olmalıdır.​

Bölünmüş Çizgi Analojisi
Dünyanın veya varlığın yapısını, insanın bilgisi veya kavrayışı açısından gözler önüne sermeyi amaçlayan ve dolayısıyla Mağara Benzetmesini tamamlayan bu analojide, bütün bir varlık alanı tek bir çizgiyle gösterilir. Doğrunun konstrüksiyonu, modern insanın “en son gelenin en iyi olduğu” pozitivist önkabulüne benzer bir biçimde, Platon’dan başlayarak özellikle Ortaçağ kültüründe çok kilit bir noktada önem kazanacak olan “en yüksekte olanın en gerçek ve en değerli olduğu” önkabulüne uygun olarak, dikey olmak durumundadır.​

Çizgiyi tam ortadan ikiye bölen Platon açısından, doğrunun üstteki yarısı mağaranın dışını, yani akılla anlaşılabilir İdealar dünyasını, daha aşağıdaki ikinci yarısı da mağaranın içini, eşdeyişle duyu yoluyla algılanabilir fenomenler dünyasını gösterir. Platon, burada kalmayıp, mimesis olarak sanat anlayışını ifade etmek, zihni ideal gerçeklikten uzaklaştıran sanatçıları ideal devletinden atışını gerekçelendirmek için söz konusu iki çizgiden her birini tam ortalarından yeniden ikiye böler. Sonuçta dört ayrı bölmeden oluşan üç dereceli bir gerçeklik ya da varlık anlayışı ortaya çıkar. Varlık açısından, en üstteki kesitte genel İdealar, bu dünyadaki varlıkların ve niteliklerin yetkin kopyaları olan özler bulunur. Bunun hemen altındaki kesitte, matematiğin konu aldığı ideal varlık veya kendilikler bulunur. Duyusal dünyaya geçildiğinde, üstteki kesit, İdeaların gölgeleri olan değişme içindeki bireysel varlıkların toplamını gösterir. Onun altındaki kesit ise duyu yoluyla algılanan bireysel varlıkların sıvı ya da güneşli ortamlarda oluşan görüntü ya da yansımalarını temsil eder. Varlık açısında hareket ya da nedensellik düzeni yukarıdan aşağıya doğru işler. Gerçeklik (aletheia) açısından, elbette, gerçekten var olan (üstteki iki kesitin temsil ettiği) İdealar dünyası olup, (alttaki iki kesit tarafından temsil edilen) fenomenler dünyası onun bir yansıması, gölgesi veya suretidir. Nedensellik yukarıdan aşağıya doğru işlediğinden veya varlık bakımından hareket çizgide yukarıdan aşağıya doğru olduğundan, nesnel gerçeklikler, kendinden kaim varlıklar olarak İdealar, fenomenlerin varlık sebebi olarak ortaya çıkar. Nedensellik, elbette aşkın olanın içkin nedenselliğidir, yani duyusal dünyanın ötesinde olma anlamında görünüşler dünyasına aşkın olan İdealar, kendilerinden pay alan örnekler ya da asıllarına benzemeye çalışan bireysel kopyalar sayesinde dünyaya içkin hale gelirler.​

Nasıl ki iki ayrı varlık alanı varsa, çizgi söz konusu varlık alanlarına tekabül edecek şekilde, iki farklı biliş tarzı ya da türü olduğunu dile getirir. Bunlardan biri İdeaları konu alan, ezeli-ebedi, zorunlu ve akıl yoluyla bilinebilir varlıklar olarak İdealara yönelen rasyonel felsefi bilgi anlamında epistemedir. Diğeri ise görünüşler dünyasının, akıl yoluyla değil de duyu yoluyla idrak edilebilir fenomenlerine ilişkin kanaat anlamında, doksadır. Bu iki farklı biliş tarzının epistemolojik değerini belirleyen şey, bir yandan nesnelerin mahiyeti, diğer yandan da biliş türlerine tekabül eden zihin hallerinin açıklığıdır. Çizgi analojisi yoluyla, bilinebilir olan şeylerin sanı ya da kanaate konu olan, inanılabilir nesnelerden farklı olduğunu öne süren Platon’a göre, sadece hakiki olan, gerçekten var olan bilinebildiği için bir tek İdealar bilginin nesnesi olabilirler. Buradan çıkan sonuç açıktır: Değişen hiçbir şekilde bilinemez. Değişenin belli bir zamanda belli bir türden olduğu, buna karşın daha sonraki bir zamanda söz konusu türden olmadığı için bir çelişki içerdiğini, kendinde çelişik olan bir şeyin ise gerçekte var olmadığını savunan Platon’a göre bu fenomenlerin, bireysel nesnelerin bilinemeyeceği anlamına gelir. Duyusal dünya için inanç ya da kanaatten daha fazlası söz konusu olamaz. Bu yüzden inançtan bilgiye, doksadan epistemeye doğru bir hareket, sadece zihin hali, bilme melekesi bakımından bir değişikliği değil fakat bilgi ya da kavrayışa konu olan nesne bakımından da bir değişikliği gerektirir.​

Hayal: Nasıl ki Platon çizgiyi sonra yeniden ikiye bölerek dört ayrı varlık derecesi ortaya çıkardıysa, episteme ve doksanın da kendi içinde, sonuçta söz konusu dört ayrı varlık derecesine karşılık gelecek şekilde, kendi içlerinde ikiye bölünerek dört ayrı biliş tarzı meydana getirdiğini öne sürer. (1) Çizginin en altındaki varlıkları konu edinen biliş tarzı tahmin ya da hayaldir (eikasia). Çölde görülen bir serap bu türden bir bilgiye iyi bir örnek oluşturur. Burada zihin, gerçekliğin en uzağında bulunan, en az gerçekliğe sahip olan gölge, suret ya da imgelerle karşı karşıyadır. Gölgelerin, suret veya görünüşlerin hakiki gerçeklikler olarak alındığı bu zihin halinde, eikasia görünüşlerin algılanmasından veya deneyimlenmesinden oluşur. Algılanan görünüş veya gölge elbette gerçek olan bir şeydir; bununla birlikte, hayal etmeyi en aşağı bilgi türü haline getiren şey, gölge ya da görünüşün kendisinden ziyade, gölgelerle veya imgelerle karşı karşıya kalan zihnin, algıladığı şeyin gölge olduğunu bilmemesi, tam tersine onu gerçek kabul etmesidir. Zaten kişi algıladığı şeyin sadece bir gölge olduğunu bilseydi eğer, hayal âleminde yaşıyor veya bir yanılsama durumu içinde bulunuyor olmazdı. Mağaranın dip duvarındaki kişinin derin bir bilgisizlik içinde olmasının nedeni de aynıdır; o, duvarda gördüğü gölgelerin gerçek olduğunu sanmaktadır. Burada insan zihni, şu halde tamamen pasif durumdadır; o bu yüzden, ikna sanatının ustaları tarafından aldatılmaya ve manipüle edilmeye çok elverişli bir haldedir. Bu türden bir biliş tarzına gerçekte bilgi denemezse de Platon onu buraya, Sofistlerin retorik sanatının gerçek doğasıyla, tragedya gibi sanatların özünü gösterebilmek için dahil eder. Onun karşı çıktığı bu sanatlar, gerçekliğin en az üç derece uzağında kaldıkları, insanı gerçeklikten uzaklaştırarak, insanın yüzünü gölgelere çevirdikleri için söz konusu bilgi türüne somut birer örnek oluşturur.​

İnanç: Aşağıdan yukarıya doğru ikinci bilgi türü, (2) duyusal nesnelerin, Platon’un inanç (pistis) adını verdiği, bilgisidir. Duyusal nesneler ağaçlar, insanlar, dağlar, çiçekler gibi maddi, doğal nesneler olabildikten başka, evler, masalar, çeşitli yapay ürünler türünden insan tarafından yaratılmış nesneler de olabilirler. Platon’un inanma olarak tanımladığı buradaki bilginin kaynağı duyu algısıdır ve o, hayale göre daha güvenilir bir biliş tarzı olabilmekle birlikte, yine de gerçek bir bilgi olmayıp yalnızca muhtemel bir bilgidir. Onun gerçek bir bilgi olabilmesini engelleyen üç temel neden, Platon’a göre, her şeyden önce duyuların, duyu yanılsamalarından dolayı, hiçbir şekilde güvenilemeyecek bir bilgi kaynağı olmaları ve ikinci olarak da böyle bir bilginin nesneleri olan duyusal nesnelerin değiştikleri için bilinemeyecekleri gerçeğidir. Zira Platon’a göre, bilgi her zaman tek teklerin değil de genel olanın ve değişenin değil fakat değişmez olanın bilgisidir. Üçüncü olarak, gözle görülebilir ve elle tutulabilir nesnelerin gözlenmesi insana belli bir kesinlik verse de bu, mutlak bir kesinlik değildir. Bundan dolayı, insan burada da gerçekliklerin değil de yalnızca görünüşlerin bilgisine sahip olur. Bu görünüşler, duyusal nesnelerin mağaranın dip duvarına düşen gölgeleri ya da görünüşleri değil, bu kez hakiki gerçekliklerin ya da İdeaların görünüşleridir.​

Düşünme: Çizgide sıra, (3) bundan sonra gerçek bilgi olarak epistemeyi meydana getiren bilgi kategorilerinden matematiksel bilgiyi temsil eden dianoiaya yani diskürsif bilgiye gelir. Üçüncü bilgi türü, diskürsif bilgi, yani duyusal varlıkları değil de sayılar, doğrular, düzlemler, üçgenler gibi matematiksel nesneleri konu alan matematiksel bilgidir. Bu bilgi, Platon için çok büyük önem taşıyan tümdengelimsel bir bilgi olmakla birlikte, o matematiği iki bakımdan eleştirir: Buna göre, matematik Platon’un gözünde apaçık ilkelere değil de birtakım hipotez ya da kabullere dayanan bir bilimdir. Başka bir deyişle, o matematiği kesin, mutlak değil de hipotetik bir bilim olarak anlar. Burada, örneğin daire ve üçgen gibi genel kavramlar kullanılır ve bunların belirli özellikleri oldukları varsayılarak, genel kavramların bilgisi elde edilmeye çalışılır. Bu şekilde elde edilen bilgi ise yalnızca hipotetik bir bilgidir çünkü bu bilgi başlangıçtaki hipotez ya da kabullere bağlıdır. Euklides geometrisinin teoremleri, dairelerin varsayılan özellikleri var ise eğer, doğrudur. Burada belirli tanım ve aksiyomlardan yola çıkmak suretiyle, mantıksal olarak ilerlemek ve böylelikle doğrular, daireler, üçgenler üzerine olan belirli önermeleri kanıtlamak mümkündür. Platon’a göre matematiksel bilginin ikinci kusuru, bu bilimin hâlâ duyusal malzemeden yararlanıyor olmasıdır. Matematik tikel duyusal varlıkları değil yalnızca akıl yoluyla anlaşılabilen genel varlıkları konu alır. Bununla birlikte, matematikçi ispatlarında birtakım şekiller ya da diyagramlar kullanmaktan geri kalmaz.​

Yetkin Bilgi: (4) Matematikçinin eksiklerini gidermek, matematiksel bilimlerde söz konusu olan karanlık yönleri ortadan kaldırmak, araştırmanın sınırlarını, varlığın ancak belli bir boyutunu araştıran matematikçinin ulaşamayacağı noktalara kadar genişletecek olan filozofa ya da diyalektikçiye düşer. Dördüncü bilgi türü, şu halde duyusal dünyayla artık hiçbir ilişkisi kalmamış sezgisel ve diyalektik bir bilgi olarak noesis’tir. Bu bilgi, İdealarla doğrudan bir tanışıklığa dayanan rasyonel bir kavrayışa dayanır; özlerin ya da genel kavramların akla dayanan saf bilgisine karşılık gelir. Söz konusu saf ya da yetkin bilgi, varolan her şeye ilişkin tam ve kusursuz bir açıklamayı ortaya koyabilen bir bilgidir. Bu yüzden bilginin dördüncü ve en yüksek düzeyinde, zihin her şeyin her şeyle olan ilişkisini kavrayıp, gerçekliğin tümünü bir bütün olarak görür.​

Bir bilgi türü ya da zihin hali olarak noesis, şu halde, bir kısmı dianoia için söz konusu olan öğe ya da özelliklerin olumsuz bir biçimde tanımlanmasından meydana gelen beş özellik içermektedir. (i) O, yalnızca İdealar düzeyinde gerçekleşir ve onun faaliyetinin nesneleri sadece İdealardır. (ii) Zihin duyu-deneyinden mutlak olarak bağımsız olup, duyusal hiçbir şey kullanmaz. (iii) Zihin, burada izlediği yöntemde, hipotezlere karşı hem olumlu ve hem de olumsuz bir tavır takınır. O bir yandan her şeyin ilk ilkesine, yani hipotetik olmayan ilk ilkeye yükselmek için hipotezleri araç olarak kullanırken, diğer yandan da ilk ilkeye yükselip, onlara karşı yıkıcı bir tavır geliştirir. (iv) Zihin burada, hipotezlerden ilk ilkeye yükselecek şekilde yukarı doğru bir hareket gerçekleştirir. (v) Noesiste zihin her şeyin ilk ilkesine, yani İyi İdeasına ulaşınca da daha sonra buradan yola çıkarak aşağı doğru iner ve tümdengelimsel yöntemi kullanarak aşağı doğru inip, sonuç çıkarsar.​

(c) Varlık Görüşü – İdealar Kuramı
Platon’un felsefeye en önemli katkısı, epistemolojisinden de anlaşılacağı üzere, geliştirmiş olduğu ünlü İdealar kuramıdır. İdealar, gözle görülür nesnelerin kendilerinin soluk kopya ya da suretleri olduğu değişmez, maddi olmayan, ezeli ve ebedi özler veya örüntülerdir. Buna göre çok çeşitli büyüklükteki çemberlerin kendisinin kopyaları olduğu bir Çember ideası vardır.​

İdeaların, gerçekten varolanın madde olduğunu öne süren doğa filozoflarından sonra bu şekilde maddi olmayan gerçeklikler olarak öne sürülmesi, Yunan felsefesinin tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturur. Zira İdeaların gerçekten var olanlar olarak öne sürülmesi, şimdiye kadar daha ziyade materyalist bir doğrultuda gelişmiş olan Yunan felsefesinde idealizm yolunu sonuna kadar açar. Kuram, ilk bakışta, maddi dünyanın sürekli olarak değişmesi nedeniyle bilginin göreli, hatta imkânsız olduğunu öne süren Sofistlerin rölativizm ve Septisizmlerini geçersiz kılmak için geliştirilmişe benziyordu; çünkü Platon bilginin, düşüncenin esas konusu, maddi dünya değil de İdeaların değişmez ve ezeli-ebedi düzeni olduğu için mutlak olduğunu öne sürdü. Aslında kuram oldukça ekonomik bir kuramdır. Başka bir deyişle, Platon kuramı sadece mutlak bilgiyi mümkün kılmak için değil fakat aynı zamanda bir dizi etik, dilsel ve metafizik probleme çözüm getirebilmek için de geliştirip öne sürmüştü. Buna göre, Atina’daki bir gerileme ve kriz çağının, Sofistlerin de güçlendirdiğine inandığı, moral kuşkuculuğunun çeşitli, hatta aşırı formlarının varlığından ciddi şekilde rahatsızlık duyan Platon, yapabileceği ilk ve en önemli şeyin birtakım ahlaki standartları sağlam bir zemin üzerine tesis etmek olduğuna inanmıştır. O, bunu ancak mutlak ve nesnel değer standartlarının, zamandışı, değişmez ahlaki özler olan moral İdeaların varoluşunu öne sürerek veya en azından varsayarak yapabilirdi.​

İdealar aynı zamanda kesin bilgi için gerekli olan nesneleri temin ettiğinden, kuram benzer şekilde, daha aşırıları bir yana, hiç olmazsa Protagoras’ın “ölçü insan” anlayışının ifade ettiği genel veya epistemolojik rölativizme karşı çıkmak için kullanılabilirdi. Ahlaki standartları temin eden, kesin bilgiyi mümkün kılan gerçeklik ya da kendilikler olarak İdealar, Platon tarafından nihayet, hakiki varlığın doğası ve evrenin temel bileşenleriyle ilgili önemli birtakım metafiziksel sorulara bir cevap verme işine koşulmuştur. Demek ki etik, epistemoloji ve metafiziğin temel ve çok önemli kimi problemlerine tek bir birlikli kuram yoluyla çözüm getirebileceğini düşünen Platon’u, dehası yanıltmamıştır.​

Bir de tersinden, bu kez işin içine dil felsefesi de dahil edilecek şekilde ifade edildiğinde, Platon’un içinde yaşadığımız dünyanın, fenomenler dünyasının düzenden bütünüyle yoksun, mutlak bir kaos halindeki bir dünya olmadığını kabul ettiği söylenebilir. Ona göre, bizler belirli bir durumda bulunan, en azından bir dereceye kadar bilinen ve bilgisi dilde ifade edilebilen bir dünyada yaşıyoruz. Belirli bir istikrar hali, varlığı teşhis edilebilir birtakım yapılar olmadığında, varoluşun imkânsız hale geleceğini, bilgi ve dilin büsbütün ortadan kalkacağını iyi bilen Platon, böyle bir durumda, Sofist Protagoras’ın öznel ve rölativist, Gorgias’ın da nihilist dünyasının, bir imkân olmaktan çıkıp gerçek hale geleceğini filozof. Fakat durum böyle olmayıp, dünyada bir düzen vardır veya düzenlenmiş bir dünyadan söz etmek gerekir. İşte bu, ancak şaşırmış veya bulanık kafaların kuşku duyabileceği gerçek ya da ampirik bir çıkış noktası meydana getirir; bununla birlikte, ona göre, kendisi maddi olan ve dolayısıyla, zamansal ve mekânsal bir belirlenime tâbi olan, salt maddi bir ilke ile açıklanamaz. Onun bakış açısından, tıpkı göreli olanın mutlağı, bileşik olanın basit olanı veya bileşik olmayanı, kusurlu ya da eksik olanın yetkin olanı varsayması veya varsayması gibi, maddi olan da maddi olmayanı öngerektirir. Platon, işte bu bileşik olmayan, yetkin mutlağa İdea adını verir. O, maddi olmayan ve indirgenemez bir gerçeklik olup, onun varoluşunun, dünyanın varoluşu ve bilinebilirliğinin bir teminatı olarak önceden varsayılması gerekir. Bu, fenomenlerin var olmaları dolayısıyla, İdeaların da varolmaları gerektiğini söylemek değildir; tam tersine, fenomenin ancak İdea sayesinde, İdea varolduğu için varolabileceğini söylemektir. Platon, fenomen varolduğu için buradan onun zorunlu koşulu olarak İdeanın da varolduğu sonucuna ulaşabileceğimizi söyler. Ona göre, sadece İdealardan oluşan bir dünya tasarlamak mümkün olmakla birlikte, İdealar dünyası olmadan fenomenler dünyasının varoluşundan söz etmek mümkün değildir.​

Başka bir deyişle, Platon, İdeayı zihindeki bir kavrama veya dış dünyaya ilişkin insan bilgisine düzen kazandırdığına inanılan bir kavrama indirgeyen nominalist veya konseptüalist bir bakış açısı benimseyemeyeceğini görmüştür. Çünkü böyle bir bakış açısı, temel soruyu, yani düzenli bir dünyanın neden varolduğu ve onun neden dolayı bilinebilir olduğu sorularını yanıtsız bırakır. Bunu tam olarak açıklayabilmek için fenomenin İdeaya ontolojik ve epistemolojik bağımlılığına vurgu yapan olgunluk dönemi diyaloglarında ima edilen “varlığa ulaşmadan hakikate ulaşılamayacağı” tezi üzerinde durmak gerekir. Zira Parmenides’ten ilham aldığı aşikâr olan bu tez, Platon’un ontolojik hakikat kavramı ve dolayısıyla, epistemolojisi için olağanüstü büyük bir önem taşır. Platon bu bağlamda, fenomenler dünyası olmadan, bir İdealar dünyasının varoluşunu düşünmenin mümkün ama bunun tersinin imkânsız olduğunu düşünür. Ona göre, aynı şekilde bilen, düşünen bir akıl olmadan da bir İdealar dünyası tasarlamak pekâlâ mümkün olmakla birlikte, İdealar olmadan bilgiyi düşünmek imkânsız bir şeydir. Bilginin nesnesine bağımlılığı, düşüncenin bir nesnenin yani varolan bir şeyin düşüncesi olması gerektiği, bilginin aynen nesnesi gibi, yetkinlikten yoksun ve dolaylı olabildiği kadar, yetkin ve dolayımsız olabilmesini de gerektirir. Platon’un gerçek felsefi bilgiden sadece ve sadece epistemeyi, tüm zamanlar için ve zorunlulukla doğru olan bilgiyi anlaması, dolayısıyla söz konusu bilginin nesnesinin değişmez ve zorunlulukla var olan bir nesne, yani İdea olmasını zorunlu kılar.​

Platon İdealar kuramını işte bu temel üzerinde, yani bilgi, varlık ve değer problemine bir çözüm getirmek amacıyla ilk kez Phaidon’da, Grekçe eidos veya idea terimini kullanarak ortaya koyar.​

Kuram, doğruluğu ya da mutlak geçerliliği ispatlanmış bir tez, mutlak bir hakikat olarak değil fakat sözü edilen problemleri çözüme kavuşturmanın Platon’a mümkün görünen en iyi yolu veya bir hipotez olarak öne sürülür. Bir İdea gerçekte Platon’un bir kavramın ne olduğuyla ilgili yorumuna tekabül eder. Bununla birlikte, bir İdea gerçek bir varoluşa sahiptir; o, bir bilinç içeriği veya bilgi formu olmayıp, bilginin kendisine yönelinen nesnesidir. Bu açıdan bakıldığında, Platon’da kavram ile onun kavramsal karşılığını birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını söylemek gerekir. İdealar, tıpkı Anaksagoras’ın Nous’u gibi ayrı ve karışmamış, Parmenides’in Bir’i gibi, ezeli-ebedi ve değişmez bir varoluşa sahiptir.​

Platon’un gözünde, bir İdea var olan bir şey değildir; o, gerçekten var olan, bütünüyle gerçek ve her ne ise o olan bir şeydir. İdea bir şey hakkında olan bir kavram değil fakat bir şeyin özüdür, mahiyetidir. Formel belirlenimlerin tam olmayan yüklemler olduğunu savunan Platon’a göre, adalet İdeası gerçekten ya da tümüyle adildir, adil olandır; o, adil eylemler için kullanılan bir kavram değil fakat kendinde varolan bir kendilik, Platon’un deyimiyle varoluşu, birtakım eylemlerin adil diye nitelenebilmelerini mümkün kılan bir şeydir. Bir İdeanın bu şekilde kendi kendisine yüklenmesine ve şeyleştirilmesine, bilindiği üzere, sonradan, onda tözle tümelin birbirine karıştırılmasını gören Aristoteles tarafından itiraz edilecektir. Platon, bununla birlikte, söz konusu itirazın yersiz olduğu kanaatindedir; çünkü onun bakış açısından İdea, kendi kendisine yüklenmez, daha ziyade o, kendi kendisiyle özdeştir. İdea yalnızca fenomene ya da şeye, Aristoteles’in terminolojisiyle bir töze, onunla ilgili bilgiyi temin edecek şekilde yüklenir. Buna göre, şey ya da fenomen İdeayla, İdea tarafından açıklanır. İdealardan söz edilebilir, ancak onlar daha yüksek birtakım kavramlarla açıklanamazlar. Onların içeriklerine dönük bir belirleme kaçınılmaz olarak totolojik olmak zorundadır.​

İdealar Nelerdir?
İdealar demek ki duyusal dünyada kopya ya da suretlerini gördüğümüz nesnelerin ezeli-ebedi ilk örnekleri veya örüntüleridir. Örneğin güzel bir kız Güzellik İdeasının bir kopyasıdır. Platon’a göre, biz bu kızın güzel olduğunu ancak Güzellik İdeasını bildiğimiz ve kızın Güzellik İdeasından pay aldığını fark ettiğimiz için söyleyebiliyoruz. Örneğin her güzel şey, şu güzel insan ya da heykel, şu eylem ya da birey ölüme ve unutulmaya mahkûm iken, Güzellik İdeasının kendisi yok olmaz. O varlığa gelmemiştir ve yok olmayacaktır; ezeli-ebedi olarak ve gerçekten vardır. Güzellik İdeası, (i) her zaman vardır, (ii) ne varlığa gelir ne de yok olup gider, (iii) ne büyür ne de küçülür, (iv) ne bir parçasıyla güzel, başka bir parçasıyla çirkindir, (v) ne belli bir zamanda güzel, başka bir zamanda çirkindir, (vi) ne birine güzel, başka birine çirkin görünür. Demek ki fenomenal şeylerin, duyusal nesnelerin daima belirli koşullara göreli, başka duyusal nesnelerle olan ilişkilere bağımlı oldukları yerde, İdealar tüm koşullardan bağımsız, duyusal şeylerden olduğu kadar birbirlerinden de yalıtlanmış olan gerçek varlıklardır.​

Aynı şey Eşitlik İdeası için de geçerlidir. Platon bizim eşitlik genel kavramını birbirlerine eşit olan şeylere ilişkin gözlem sonucunda elde edemeyeceğimizi öne sürer. Bir başka deyişle, genel bir kavram tikel nesnelerden, somut varlıklardan yapılacak bir soyutlama yoluyla bilinemez. Fakat tikel nesnelerin, bireysel nesnelerin adlandırılabilmesi ya da sınıflandırılabilmesi, Platon’a göre, genel kavramların bilgisine bağlıdır. Yani, birbirlerine eşit olan şeylerin, eşit sopa ya da doğruların eşit olduklarının saptanması ve eşit olduklarının söylenebilmesi, eşitlik kavramının daha önceden kazanılmış bilgisini gerektirir.​

İdealar arasında şu halde öncelikle ahlaki değerlerle estetik değerlerin İdeaları bulunur. İdealar arasında yine insan, ağaç gibi şeylerin sınıflarının İdeaları, masa ve sedir gibi insan elinden çıkma ürünlerin İdeaları, yeşillik, yuvarlaklık gibi niteliklerin ve eşitlik, benzerlik gibi ilişkilerin İdeaları yer alır. Bileşik olmayan, değişmez İdeaların, bileşik, değişken olan ve dolayısıyla bileşenlerine ayrılabilen şeyler ya da fenomenler karşısında mutlak bir önceliği vardır. Şeylerin ne özelliklerinden ne de özlerinden önce gelmediğini öne süren Platon açısından, fenomen İdeaya bağlıdır. Bu yüzden İdealar, gerçeklik ve değer derecesi bakımından fenomenlerin, duyusal şeylerin çok yükseğindedirler; bir başka deyişle, İdealar somut varlıkların, bireysel nesnelerin kendilerinin yalnızca görünüşleri olduğu nesnel gerçekliklerdir. Bir İdea, somut varlığın, tikel nesnenin kendisinin bir kopyası olduğu model ya da ilk örnektir.​

İdealar Nerede Varolur?
Gerçekten varolan, mutlak bir varlığa sahip bulunan İdeaların ilk bakışta ve doğallıkla bir yerlerde varolmalarının gerektiği düşünülebilir. Bununla birlikte, İdeaların varolduğu bir yer olduğunu düşünmek doğru değildir; çünkü onlar maddi olmayan gerçekliklerdir. Maddi olmayan ezeli-ebedi gerçeklikler olarak İdealar kendilerinde ve kendi başlarına varolurlar; onlar dolayısıyla ne zaman ne mekânda bir yer işgal etmezler.​

Platon bu konuda sadece, İdeaların somut şeylerden “ayrı” olduklarını, gördüğümüz şeylerden ayrı bir varoluşa sahip bulunduklarını söyler. Onların duyusal veya somut şeylerden ayrı bir varoluşa sahip olmaları, gerçekte onların bağımsız bir varoluşa sahip oldukları anlamına gelir. Başka bir deyişle, zaman ve mekân içindeki fenomenlerin veya duyusal dünyadaki görünüşlerin bağımlı bir varoluşa sahip oldukları yerde, İdealar bağımsız bir varoluşa sahiptirler. Onlar varoluşlarını fenomenlere borçlu olmadıkları gibi, kendilerinden pay alan fenomenlerin tek bir tanesi dahi varolmasa da varlıklarını sürdürürler.​

İdeaların mekânsal bir boyuta sahip olmadıkları açıktır; İdeaların varoldukları yer konusu, onların varolan bir şey olmaları nedeniyle mekân içinde bir yerde olduklarını ima eden dilimizin bir sonucu olarak gündeme gelir. Bu konuda, öyle sanılır ki İdeaların bağımsız bir varoluşa sahip olmaları olgusu dışında bir şey söylenmesi pek mümkün gibi görünmemektedir. Platon buna rağmen, aynı konuyla ancak dolaylı bir ilgisi bulunan iki hususa gönderme yapar. Bunlardan birincisinde, Platon, tıpkı İdealar gibi ezeli-ebedi olan ruhun bir beden içine girmezden önce İdealarla tanıştığını söyler. İkincisinde ise Tanrı ya da Demiurgos’un duyusal şeylere şekil verirken, örnek ya da model olarak İdeaları aldığına işaret eder.​

İdealarla Şeyler Arasındaki İlişki
İdeaların varoldukları yer ile ilgili güçlüğün bir benzeri iki ayrı cins ya da kategoriden varlıklar olarak İdealarla duyusal şeyler veya görünüşler arasındaki ilişkide söz konusu olur. Buna rağmen Platon İdealarla duyusal şeyler arasındaki ilişkiden, farklı zamanlarda, farklı şekillerde söz eder. Aslında bir İdeanın duyusal ya da somut şeyle üç şekilde ilişkilendirilmesi, aynı şeyi söylemenin üç farklı yolu olarak da değerlendirilebilir. Buna göre, bir İdea her şeyden önce fenomenlerin ya da görünüşlerin varlık sebebi, bir şeyin özünün nedenidir. İkinci olarak bir şeyin bir İdeadan pay aldığı söylenebilir. Nihayet, Platon açısından bir şey, bir İdeayı taklit veya kopya edebilir.​

Platon, bunlardan her birinde İdealar duyusal şeylerden ayrı olsalar, sözgelimi Güzellik İdeası şu güzel kızdan farklı olsa da duyusal varlık veya somut, duyusal nesnenin varoluşunu bir şekilde bir İdeaya borçlu olduğunu, kendisinin de bir üyesi olduğu sınıfın yetkin örneğinden bir dereceye kadar pay aldığını ve İdeanın bir ölçüde taklidi ya da kopyası olduğunu öne sürer.​

İdeaların Birbirleriyle İlişkisi
Platon, beşeri konuşma ve söylemin İdeaların bir araya gelmelerine, birbirleriyle karışmalarına bağlı olduğunu” söyler. Platon burada da hiç haksız değildir; gerçekten de konuşma ve tartışma, tek tek şeylerin üzerinde ilerleyip, soyut bir düzeyde gerçekleşir. Buna göre insanlar tek tek şeylerin örnekledikleri özler veya gösterdikleri tümeller ya da kavramlarla konuşurlar. Tek tek şeylerin tanımları olan bu tümel ya da İdealar konuşma ve tartışmalarımızın en temel yapıtaşlarını meydana getirir.​

İnsanlar düşüncelerinin ifadeleri olan konuşmalarında gündelik deneyimleri içinde karşı karşıya geldikleri şeylere gönderme yapsalar bile, dilleri İdeaları birbirlerine bağlama pratiklerini ya da alışkanlıklarını açığa vurur. Buna göre bir yanda Hayvan İdeası, diğer yanda da onun altsınıfları olarak İnsan ve At İdeaları vardır. İdealar, o halde denilebilir ki birbirlerine cins ve türler olarak bağlanırlar. Onlar, böylelikle birbirleriyle birliklerini hiçbir şekilde yitirmeden karışma durumuna gelirler. Hayvan İdeası At İdeasında bir şekilde mevcut gibi görünürken, bir İdea diğerinden pay alma durumuna gelir.​

Platon işte buradan da hareketle, İdeaların gerçekliğin yapısını temsil eden bir hiyerarşisinin olduğunu, duyusal dünyanın söz konusu gerçeklik hiyerarşisinin sadece bir yansıması olduğunu söyler. Bu hiyerarşinin en aşağısında, duyusal veya gözle görülür şeylere en yakın olup tümellik özelliği hiç kuşku yok ki daha az olan “bölünemez türler” bulunur. Buna mukabil, hiyerarşide yukarı çıkıldıkça, bilgi bakımından daha çok genişlemeye ve daha soyut İdeaya doğru gidilir. Bilimlerin tek tek şeylerden değil de en genel İdeaların birbirleriyle olan zorunlu ilişkilerinden söz eden söylemi, bu yüzden olabilecek en soyut söylem olup, bilginin en üst düzeyini veya en yüksek şeklini ifade eder.​

İdeaları Nasıl Biliyoruz?
Platon, başkaca problemler yanında esas bilgi problemini çözmek, Sofistlerin rölativizmlerini aşmak için bilginin ezeli-ebedi ve tümel nesneleri olarak varlığını öne sürdüğü İdeaları bilme durumu söz konusu olunca, üç ayrı bilme türü veya ilişkisinden söz eder. Bunlardan birincisi, gerçek bilginin öz veya tümellerin deneyimden bağımsız a priori bilgisi olduğunu dile getiren meşhur anımsama öğretisidir. Burada Platon kendisine Presokratiklerden miras kalan “benzerin benzerini bildiği” eski tezine başvurur; o, bu tezi ruh ile İdealar arasında bir benzerlik veya yakınlık ilişkisi kurarak ve dolayısıyla, ruhun İdeaları bilebildiği sonucunu çıkarsayacak şekilde yorumlar. Bilgiyle gerçeklik arasında yakın bir ilişkinin olması, hele hele bilginin ontolojik bağımlılığı anlayışıyla öne çıkar Platon için çok anlaşılır bir şeydir. Ama ruh kendi içinde bildiği şeyle benzer bir doğaya sahip olmazsa eğer, böyle bir ilişki hiçbir zaman tesis edilemez ve sonuç, gerçeklik, bilgi ve dil arasına aşılmaz engeller koyan mutlak bir Septisizm olur. Platon işte bu noktada, İdeaların özelliklerini taşıyan, onlar gibi ezeli-ebedi, basit, bölünemez, değişmez vb. olan ruhun, bu dünyaya gelmeden önceki varoluşunda İdealarla tanıştığını öne sürer. Daha sonra bir beden içine girerek dünyada ortaya çıktığı zaman, bu bilgileri unutan ruhun bilgilenmesi daha önceki varoluşunda kavramış olduğu özleri anımsamasından meydana gelir.​

İdeaların ya da özlerin bilgisine ulaşmanın ikinci yolu ise diyalektiktir; başka bir deyişle, insan zihni İdeaların bilgisine diyalektik yoluyla ulaşır; diyalektik ise hiç kuşku yok ki şeylerin özünü soyutlama ve bilginin çeşitli dalları arasındaki ilişkileri keşfetme gücüdür. Kişi, diyalektik sayesinde İdealar arasındaki ilişkileri keşfederek, tümel ve zorunlu bilgilere erişir. İdeaların zorunlu bilgisine ulaşmanın üçüncü yolu ise aşktır; kişi eros sayesinde, önce güzel nesne ya da kişilerden güzel düşüncelere ve en sonunda Güzelliğin kendisine, Güzellik İdeasına yükselir.​

(d) Etiği
Platon İdealar kuramını, sadece epistemolojik problemleri çözmek, Sofistlerin rölativizmine karşı kesin ve mutlak bilginin geçerli olduğunu göstermek için değil fakat etik probleme bir çözüm sunmak, Sofistlerin değer rölativizmine karşı, etik mutlakçılığı savunabilmek için de öne sürmüştü. Buradaki argümanı da aynıydı: Kişi doğal dünyadaki görünüşler tarafından yanıltılıyorsa eğer, onun moral dünyanın görünüşleri tarafından da yoldan çıkarılabilmesi çok mümkündü. Bu yüzden Platon, kişinin dünyadaki gerçek nesnelerle gölgeler ve yansımalar arasında bir ayrım yapabilmesini mümkün kılan bilginin, aslında gerçekten iyi hayatın kendisiyle böyle bir hayatın gölgeleri ve yansımaları arasında bir ayrım yapabilmesi için gereken bilgiyle aynı türden bir bilgi olduğu sonucuna vardı. Ona göre, nasıl ki bilgimizin sadece gözle görülür şeylerle sınırlanması durumunda bir doğabiliminin olamaması gibi, tek tek kültürlere ilişkin deneyimlerimizle sınırlandırdığımız takdirde, evrensel İyi İdeasına ilişkin bilgimiz, hatta bir etik bilimin kendisi de olamazdı. Sofistlerin Septisizmleri Platon’a bilgi ile ahlak arasındaki yakın ilişkiyi daha da açıklıkla göstermişti. Gerçekten de Sofistler bütün bilgilerin göreli olduğuna inandıkları için insanların evrensel ahlaki standartlara erişebilmelerinin imkânsız olduğunu düşündüler. Epistemolojik Septisizmleri, Sofistleri, Platon’un kabul etmesinin imkânsız olduğu şu sonuçlara götürmüştü: (1) Ahlak kuralları tek tek her cemaat tarafından ölçülüp biçilerek oluşturulur ve bu kuralların sadece bu cemaatin üyeleri için bir geçerlilikleri ve otoritesi vardır; (2) Aynı kurallar hiçbir şekilde doğal veya doğaya uygun olmadıkları için insanlar bu kurallara kamunun ve genel kanaatin baskısından dolayı itaat ederler; (3) Adaletin özü güçtür; yani “güçlü olan her zaman haklıdır”; (4) İyi hayat da doğallıkla hazla geçen bir yaşam olmak durumundadır.​

Platon böyle bir etik anlayışa, Sokrates’ten yola çıkarak “erdemin bilgi olduğu” teziyle cevap verdi; ve söz konusu cevabı üç parçalı ruh anlayışıyla ve erdemle işlev arasında bir özdeşlik kuran erdem teorisiyle destekledi.​

Üç Parçalı Ruh Anlayışı
Tıpkı Sokrates gibi insanın bir beden ile bir ruhtan meydana geldiğini düşünen Platon’un üç parçalı ruh anlayışı, Sokrates’in ruh anlayışı karşısında gerçek bir ilerlemeyi temsil eder. Çünkü bu ruh anlayışı insan ruhunun üç parçası olduğunu varsayarken, bir iç çatışma düşüncesi üzerine yükselir. Oysa Sokrates insan doğasının sadece akli boyutu üzerinde yoğunlaşmış, akıldışı unsurlara hiç yer vermemişti.​

Platon’un söz konusu ruh görüşü, ilk kez ve açık olarak Devlet’in ruh ile devlet arasındaki benzerlik üzerinde yoğunlaşan dördüncü kitabında ele alınır. Burada bir şeyin başka bir şeye karşı aynı zamanda, aynı bakımdan karşıt olan durum ya da eğilimlere sahip olamayacağını dile getiren ünlü “karşıtlar ilkesi”ne dayanan argümandan yola çıkan Platon, insanların aynı anda sözgelimi su içme ve içmeme gibi zıt istek, eğilim ve faaliyetlere sahip olmalarının sık rastlanan bir olgu olmasından, ruhta bu karşıt edim ve eğilimlerden sorumlu olan müstakil parçaların olması gerektiği sonucunu çıkartır. Buna göre, insan ruhunda bir değer ya da amacın bilincinde olma, enine boyuna düşünüp ölçme edimi söz konusudur ve bu açıktır ki aklın edimidir. İkinci olarak, ruhta bir eylem yönelimi vardır; bu da başlangıçta tarafsız olmakla birlikte aklın yönlendirmesi altında bulunan tinin etkinliğini ifade eder. Üçüncü olarak da maddi şeyler için duyulan bir arzu söz konusudur; bu da iştihanın eylemliliğini dışa vurur. O, belli bir fizyolojik işlevle ilişkili bedensel ihtiyaçların karşılanması, bu bakımdan derinlere kök salmış dürtülerin tatmini yönünde bir arzudan ibadettir. Ruhun söz konusu parçası, bireyi, adeta bir havyan gibi, su içmeye, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelten, onu bu amaçla sağa sola çeken dürtülerden oluşur. Bu parça sadece tatmini amaçlar, bireyin daha büyük iyiliğini görecek, hesaplayacak durumda değildir.​

Demek ki ruhta akıl, tin ve iştaha gibi üç parça söz konusudur. Bunlardan özellikle akıl ile iştaha karşıt eylem ve yönelimleri ifade eder. Platon, ruhun en yüksek ve üstün parçası olan aklı, işte bu noktada bireyin daha büyük veya bütünsel iyiliğini gözetmesi bakımından iştihayla karşı karşıya getirir. Gerçekten de onun başlangıçta ruhun ölçüp biçen, hesap yapan, enine boyuna düşünen parçası olarak tanımladığı aklın işlevi, “daha iyi ya da kötü olanı”, bir bütün olarak ruhun iyiliğini gözetecek şekilde hesaplamaktır. Bu iki parça birlikte alındığında, insandaki bitip tükenmez çatışmayı veya gerilimi ifade eder. Bu parçalar dahası, insandaki nefs mücadelesini, moral çabayı temellendirmeye yarar. Buna göre, insanın kendisini bu dünyaya, maddeye yönelten bir parçası olduğu gibi, onu maneviyata, İdealar dünyasını tefekküre yönelten bir parçası da vardır ve karşıt yönlü bu parçalardan biri baskın çıktığı zaman, ortaya tek yönlü, hayatı sadece bir yönüyle, salt madde ya da mana yönüyle yaşayan insan çıkar.​

Erdem Teorisi

Üç parçalı ruh anlayışını bu şekilde ortaya koyan Platon, daha sonra bu parçalar arasındaki, erdemi meydana getiren doğru ilişkileri betimlemeye, erdem anlayışının ayrıntılarını ortaya koymaya geçer. Erdem anlayışının belirleyici unsuru, Sokratik işlev düşüncesidir; bu anlayışa göre, dünyadaki bütün varlıklar gibi, ruhun söz konusu parçalarının da kendilerine özgü birtakım işlevleri vardır. Sözgelimi aklın görevi bilmek, tinin görevi kişiye gerçekten gurur kazandıracak şeyler için ölesiye mücadele etmek, iştihanın görevi ise fiziki tatminlerde aşırıya kaçmayıp, ölçülü olmaktır. Erdem için ikinci ve çok daha belirleyici unsur, bütünsel ruhun gerçek çıkarlarını gözetme, ruhun birliğini ve bütünlüğünü hesaba katma olgusudur. Buna göre, bir kimsenin aklı ruhun bütünsel iyiliğini gözetecek şekilde hâkim olduğu, diğer parçaları bütünlüklü insan hedefini gözeterek yönettiği takdirde, o kişi bilge olmak durumundadır. Aynı kişi, tinsel parçası ya da gönlü, akılla ittifak yaptığı, onun neden korkulup neden korkulmayacağıyla ilgili kanaatlerine dayanarak, insanın birliğini ve bütünlüğünü korumaya çalıştığı için cesurdur. Onun ölçülülüğü ise neyin yönetip neyin itaat etmesi gerektiği sorusuna cevaben oluşturulmuş, ahenkli karşılıklı ilişkilere bağlıdır. Nihayet, en temel erdem olan adalet de bu genel psikolojik ahenk, yani her bir parçanın kendi yerinde durup, kendi görevini yapması olarak tanımlanır.​

Buna göre, “insan” İdeasına ilişkin analizine dayanarak, bir insan doğası tasarımı geliştiren ya da başka bir deyişle, insan doğası üzerine bir anlamda psikolojik bir analiz gerçekleştiren Platon’un, öncelikle insanın çok çeşitli işlevleri bir denge ve ahenk içine sokulması gereken bir organizma olduğunu öne sürdüğünü söyleyebiliriz. İnsanın ahlaki açıdan nihai ve en yüksek hedefi olan mutluluğun da onun bakış açısından, organizmanın uygun ve doğru etkinliğinin bir ürünü olması gerekir. Platon bu tezini öne sürerken, aslında Yunan düşüncesinde çok sık yapıldığı üzere, tıp ile etik arasında bir analoji ya da benzerlik ilişkisi kurmuştur. Analojiye göre, beden iyi ya da sağlıklı olduğu zaman, onun bütün parçaları ya da organları arasında tam bir ahenk vardır: Yürek, ne hızlı ne yavaş ama uygun oranda ya da gereği gibi kan pompalar, akciğerler nefes alır ve verir, mide, karaciğer, bağırsaklar vb. hepsi de kendi gerçek fonksiyonlarını gerçekleştirir. Bedenin iyi haline tekabül eden sağlık, bütün organların bireyin hayatında genel bir birliktelik içinde kendi uygun etkinliklerini gerçekleştirmelerinden, gerçek fonksiyonlarını hayata geçirmelerinden meydana gelir. Organlar arasında nedensel bir bağımlılık ilişkisi bulunduğundan, bir organın hastalanması veya fonksiyonunu yerine getirememesi diğerlerinin fonksiyonunu da etkileyip, bütün organizmanın sağlığını bozar.​

Platon’un kurduğu analojiye göre, beden için organların doğru etkinliği ve birlik halinde işleyişinin yarattığı sağlık neyse, ruhun parçalarının kendi işlevlerini yerine getirmelerinin sonucu olan mutluluk da ruh için odur. Başka bir deyişle, bedenin iyiliği sağlık, bütünsel insan varlığının iyiliği de mutluluktur (eudaimonia). İyi ya da adil veya mutlu insan, tıpkı bir hekim gibi, organizma ya da ruhun parçalarını uyumlu bir işbirliğini hayata geçirecek şekilde organize edebilen, psikolojik ahenge erişmiş bir insandır. Demek ki etik açıdan Sokrates’ten yola çıkan, aynen onun gibi insan hayatının nihai hedefini mutluluk olarak belirleyen Platon, bu hedefe ruhu meydana getiren parçalardan her biri görevini yaptığı, kendi doğal erdemini hayata geçirdiği zaman, yani erdemli bir yaşayışla ulaşılabileceğini; bilge, cesur, ölçülü ve doğallıkla adil olan insanın, beden için sağlık neyse, bütünsel insan doğası veya ruh için de o olan mutluluğa erişeceğini düşünür. Erdem anlayışı da doğallıkla ruhtaki düzen, psikolojik ahenk üzerinde odaklaşan Platon’a göre, adil ruhta, her parça kendi yerini bilip, özü gereği uygun düştüğü görevi yerine getirir. Adaletin en büyük avantajı ise onun söz konusu psikolojik ahengi yaratması ve korumasıdır.​

(e) Siyaset Felsefesi
Platon, siyaset felsefesine geçtiğinde, bir adım daha ileri giderek birey ile devlet, insan ruhu ile politik otorite arasında bir benzerlik kurar. Buna göre, insan ruhuyla devlet arasında tam bir koşutluk bulunduğunu, bireyle devlet arasında hiçbir ayrılık ya da kopukluk bulunmadığını öne süren Platon daha doğrusu, temel gerçekliğin insan ruhu olduğu, bütün toplumsal fenomenlerin onun ürünlerine tekabül ettiği, sosyal-politik her şeyin bu temel gerçekliğin görünüşü veya tezahürü olduğunu ifade eder. Sözgelimi devlet, onun bakış açısıyla, bir taş ya da kayadan değil, doğrudan doğruya devletin hükümran olduğu topraklarda ikamet eden bireylerin karakterlerinden çıkar; gerçekten de insanın yarattığı bütün kurumlar, onun ruhunun, manevi varlığının dışavurumu olup, yine örneğin hukuk onun düşüncesinin bir parçasını meydana getirirken, adalet onun psikolojik uyumunun dışsal ifadesi olmak durumundadır.​

Adaleti işte bu şekilde anlayıp onu önce bireyde araştıran Platon, bir yandan mevcut düzenden umudunu tamamen kestiğini, varolan Yunan toplumunun bütünüyle kaotik ve akıldışı; iştihanın taleplerine uygun yaşayan, değersiz amaçların peşine düşmüş insanların düzeni olup çıktığını, burada çeşitli bozuklukları gidermek veya düzeltmek amacıyla yapılmış yasaların etkisizleştirildiğini veya hükümsüzleştirildiğini, yapılacak her türlü reformun her şeyin olduğu gibi olmasından çıkar sağlayanlar tarafından engelleneceğini ve dolayısıyla, uzun yılların amaçsız ve değersiz faaliyetinin biriktirdiği bütün tortuları silip süpürecek radikal bir değişimden başka bir yol bulunmadığını belirtmeye özen gösterir.​

İdeal Devlet
Platon gerçekten de ideal devletin inşasında veya politik kurgulanışında, doğrudan doğruya üç parçalı ruh anlayışını temele alır. Buna göre, ideal devleti karakterize eden en önemli şey, üç ayrı sınıf ya da işlevin mevcudiyetidir. Başka bir deyişle, o nasıl ki insan ruhunu meydana getiren üç ayrı parça varsa, aynı şekilde ideal devleti oluşturan üç ayrı sınıfın bulunduğunu söyler. Bundan dolayıdır ki o ideal devletin gelişim öyküsünü tarihsel bir çerçeve içinde sunmaz yani Devlet’te, devletin gelişme sürecindeki doğal adımları gözler önüne serme yönünde bir teşebbüste bulunmaz. Böyle bir tarihsel yöntemin yerine, o, insan ruhundan yola çıktığı için doğallıkla psikolojik bir yöntem kullanır ve ruhun üç parçasından her birinin, en aşağıdaki parçadan en yukarıdaki parçaya kadar, ruhun devlet adını verdiğimiz eserine ya da yaratısına nasıl katkıda bulunduğunu araştırır.​

Buna göre o, ideal devleti, insan ruhunun üç parçası olması dolayısıyla, insan doğasıyla ilgili değişmez olgulardan veya bilgeliksever, ünsever, parasever ya da altın, gümüş ve bakır şeklinde üç ayrı insan olması olgusundan yola çıkarak üç sınıfa böler: Yöneticiler, koruyucular ve çiftçiler. Bunlardan her birinin, Platon’a göre, salt kendisine özgü bir işlevi vardır ve her sınıf söz konusu işlevi gereği gibi yerine getirmekle meşgul olmalıdır. Bu işlevler de sırasıyla yönetim, koruma ve tedariktir. Bunların ideal devletin zorunlu işlevleri olduğunu öne süren Platon, söz konusu işlevleri birer meslek haline getirir. Buna göre o, ideal devlette adaletin bir uzmanlaşma ilkesinin varlığını ve korunmasını, tek tek her tip insanın kendi uygun sınıfında yer alması ve ilgili sınıfın gerçek fonksiyonunu gerçekleştirmek için çalışması gerektiğini söyler. Doğası yüksek, kaliteli insanların daha aşağı görevlerde harcanmamaları için olduğu kadar, aşağı düzeyden veya bakırdan bir insanın her nasılsa yönetici seçkinler arasında yer almaması için birtakım tedbirler almaya özen gösteren Platon, esas itibariyle yönetici ve koruyucu sınıfla ilgilenir. Özellikle bu iki sınıfın fonksiyonunu layıkıyla gerçekleştirebilmesi için her şeyden önce onları mümkün olan en iyi şekilde yetiştirecek sıkı bir eğitim sistemi geliştirir. Fakat eğitim gibi manevi bir araçla da yetinmeyip, birtakım maddi araçlara başvurur. Nitekim yöneticilerin ve bekçi ya da koruyucuların zihinlerini ve zamanlarını maddi konu ve ilgilerle hiç meşgul etmeyip, bütün enerjilerini işlevlerini olabilecek en iyi biçimde gerçekleştirmelerini sağlayacak bir komünist sistem önerir. Bu iki sınıfın kendi bireysel veya sınıfsal çıkarlarını değil fakat toplumun bütününün refah ve mutluluğu için çalışmalarını sağlamak üzere, onlara mülkiyet hakkı tanımaz.​

Uzmanlaşma ilkesini, Platon, sadece adalet temeli üzerinde yükselecek yeni politik düzenin en önemli teminatı veya unsuru olarak değil fakat aynı zamanda birlik ilkesi, birliği sağlamanın en önemli yolu olarak öne sürer. Buna göre, yönetim görevi sadece bu iş için eğitilmiş ayrı bir sınıfa verildiği takdirde, Platon geçmişte iktidarı ele geçirmek için yapılmış kavga ve mücadelelere hiç yer kalmayacağını düşünür. Ona göre, yine her sınıf kendi yeri veya sınıfsal sınırları içinde durup, sadece kendi işi üzerinde yoğunlaşırsa, hiçbir sınıf bir başka sınıfla çatışmaz. Yine sadece kendi işlevlerini layıkıyla yerine getirmek için çalışanlar; bencillik başkalarının alanına müdahale etmekten, kişinin kendi işini bırakıp başkalarının işine göz dikmekten meydana geldiğine göre, asla bencil olamazlar.​

İdeal Devlette İktisadi Faktör: Platon işte bu uzmanlaşma ya da işbölümü ilkesi temeli üzerinde, bireyin ruhunda iştihaya tekabül eden ekonomik yapıyı devlet hayatının olmazsa olmazı olarak değerlendirir ve dolayısıyla, ideal devletin inşasına, önce ekonomik yapının temelini oluşturan iştihayı tartışarak başlar. Platon açısından devlet bağlayıcı gücü, insanın ihtiyaçları olup, ortak eylem dışında bir yolla karşılanmaları mümkün olmayan yemek, barınma ve giyinme ihtiyaçları, en iyi biçimde ancak toplum içinde karşılanabilir. İnsanlar, hemcinslerinden bu yüzden vazgeçemezler. Onlardan tek tek her biri kendi dışındaki kişilere ihtiyaç duydukları bir şeyi temin edebilirken, başkalarının temin edebilecekleri bir dolu şeye ihtiyaç duyarlar. Sonuç kaçınılmaz olarak, ürünlerin mübadelesini de içeren bir işbölümü veya işlev yönünden uzmanlaşmadır. Platon söz konusu ihtisaslaşmayı ekonomik temeller üzerinde meşrulaştırır; çünkü ona göre, uzmanlaşma çok sayıda nesnenin daha yüksek bir kaliteyle ve kolay üretimi anlamına gelir. Nitekim o başlangıçta en azından çiftçi, duvarcı, dokumacı ve ayakkabıcının birbirlerine ekonomik bir bağ ile bağlanmalarının sonucunda ortaya çıkan toplumu yaratır. Sonradan bu dörtlüye sığırtmaçların, tüccarların, dülgerlerin, çilingirlerin vb. yani ilk dörtlünün araçlarını temin edecek, onları koruyacak veya ürünlerini pazarlayacak kişilerin katılmasıyla toplum genişleyecektir. Demek ki Platon açısından insan, farklı ihtiyaçları itibariyle kendine yetemeyen, bu yüzden başkalarına muhtaç olan, özde sosyal ya da sosyalleşebilir bir varlık olup toplumun ya da devletin kuruluşunda en önemli rolü işbölümü veya ihtisaslaşma meydana getirir.​

Bu çerçeve içinde, ideal devletin mantıksal olarak inşasının ilk adımını meydana getiren ekonomik faktörün, başka her şey bir yana, en azından iktisadi hayatın devleti, temel ihtiyaçların karşılanması bakımından kendine yeten bir birim haline getirmesi dolayısıyla, kendi içinde büyük bir önem taşıdığı söylenebilir. Fakat o, buna ek olarak, Platon’un gözünde içerdiği veya işaret ettiği birtakım hakikatler yönünden de önem taşımak durumundadır. Her şeyden önce, politik açıdan çok değerli olan uzmanlaşma ilkesini ihtiva eder; çiftçi işine sıkı sıkıya yapıştığı, bütün enerjisini işine harcadığı için daha çok ve nitelikli ürün elde ediyorsa, neden görevine büyük bir şevkle bağlanacak bilgili ve uzman devlet adamı yönetim işinde de aynı sonucu elde etmesin? Yine o, karşılıklılık ve işbirliği ilkesini somutlaştırır: Fiziki ya da maddi ihtiyaçların karşılanması amacıyla gerçekleştirilen ekonomik örgütlenme böyle bir karşılıklılık ve işbirliği şeması içinde gerçekleştirilebiliyorsa eğer, aynı şey devlette insan hayatının bir bütün olarak organizasyonu için de hayata geçirilebilir ve bu, Yunan toplumunu uzun zamandan beri içten içe kemirmekte olan bireycilikten her bakımdan daha iyi bir şeydir. Uzmanlaşma her yerde birliğin ve ahengin en önemli kaynağı olup, her bir sınıfa özgü işlev ilkesi hemen tüm alanlarda sınırsız rekabete ve acımasız yarışmaya sağlam bir çare olur.​

İdeal Devlette Askeri Faktör: Ekonomik faktör, bütün önemine rağmen, sosyal ve politik örgütlenmenin yegâne belirleyicisi değildir. Bundan dolayıdır ki Platon’un Devlet’te çizdiği resmin ve bu arada insan ruhu ile devlet arasında kurduğu analoji ya da benzerlik ilişkisinin mantığı, ruhun ideal devletin kuruluşunda önemli bir rol oynayan iki parçasının daha gündeme getirilmesini gerektirir. Bunlardan birincisi, aşağıdan yukarıya doğru gidildiğine göre, tindir. Gerçekten de insanların salt zorunlu ihtiyaçlarının karşılanmasıyla yetinmediklerini ve yetinmemeleri gerektiğini bildiren Platon, temel ihtiyaçlara sonradan insanın bütün ihtiyaçlarının eklendiğini öne sürer; işte bu ihtiyaçların karşılanması için başlangıçtaki küçük nüfusa daha pek çok kişi katılır ve böylelikle de nüfus artar. Artan nüfusun yaşayacağı topraklar da kaçınılmaz olarak büyür. Durum böyle olduğunda, gerekli toprakları ele geçirmek ve sahip olunan toprakları korumak için devletin temel işlevlerinden biri olarak, savunma ve savaş gündeme gelir. İşte tinin de devletin organizasyonunda koruyucuların askeri gücünü temin etmek suretiyle gündeme geldiği yer, burasıdır. Buna göre, ideal devletin, onun bileşenlerini meydana getiren psikolojik faktörlerden hareketle ortaya konan mantıksal sentezinde, devleti önce iştihaya dayanan iktisadî bir topluluk olarak ele alan Platon bu aşamada onu tini temel alan askeri bir örgütlenme olarak incelemeye başlar.​

Uzmanlaşma ilkesi gereği, yurdu koruyacak ordunun, elbette profesyonel ve eğitimli askerlerden oluşması gerekir. Zira her yerde olduğu gibi, savaş türünden meşakkatli, zor ve önemli bir işte de etkinlik ve kalite ancak ihtisaslaşma ile sağlanabilir. Platon’a göre, yegâne işlevi savaşmak olan, sahip oldukları özel bir yatkınlık sayesinde seçilmiş ve eğitilmiş askerlerin olması gerekir. Devletin koruyucusu, dolayısıyla adaletin dostu, adaletsizliğin düşmanı olan bu insanları veya koruyucuları bekçi köpeklerine benzeten Platon, söz konusu koruyucuların korudukları evden olanlara karşı sıcak ve nazik, yabancılara karşı ise acımasız olmaları gerektiğini söylerken, onların akıl sahibi olduklarını, bilgiyle eylediklerini ama kendilerinde baskın çıkanın esas tin ya da gönül olduğunu anlatmak ister.​

İdeal Devlette Felsefi Faktör: Platon’un ideal devletinin mantıksal olarak üçüncü unsuru, ruhun akli parçasına karşılık gelen yönetici sınıftır. Bu sınıf kendilerinde akıl unsurunun bütün saflığıyla ağır bastığı bilge filozoflardan oluşan yöneticilerin veya devlet adamlarının sınıfıdır. Gerçekten de yönetici ya da filozof-kralın bilge olması gerektiğini dile getiren Platon, devleti yönetecek olanların onunla en fazla ilgilenen, devlet için en çok kaygı duyan, kendi iyiliğini devletin esenliği ve iyiliğiyle özdeşleştirmiş, bütünün refah ve mutluluğunu her şeyden üstün tutan kimseler olmasının büyük bir önem taşıdığını belirtir. Ruhun yönetimde ifadesini bulan ilgili parçası akıl ama özellikle de normatif akıl olduğu takdirde, yönetimin salt kendilerini düşünen bencil insanlardan oluşmayacağı, bütünüyle devletçi ve bürokratik bir yönetim olmayacağı açıktır. Platon gibi ilk bakışta bütünüyle devletçi gibi görünen bir filozof için dahi, devletin kendi başına bir varlık sebebi olamaz; devlet, yönetimi altında yaşayan insanların gerçek refah ve mutlulukları, özsel iyilikleri için vardır. Devlet, dahası birilerine menfaat temin etmek için varolamaz; bu, onun özüne aykırıdır. Gerçekten de Thrasymakhos’un kutsadığı bireycilik, bencillik ve çıkarcılık yerine ikame edilen bu Platonik devlet anlayışında, yurttaşlarının gerçek iyiliği için icra edilen bir sanat olarak yönetim telakkisinin hayata geçirildiğini görmekteyiz. Akıl işleyişinin özellikle bu normatif boyutuyla, devlete birliğini temin eden nihai ve en temel bağ olarak ortaya çıkar. İştiha insanları ekonomik bir bağ ile birleştirir; tin ya da gönül, buna askeri bir bağ ekleyebilir. Bunlardan her ikisi de olmazsa olmaz olmakla birlikte, insan sadece fiziki ihtiyaçları olan sıradan bir varlık olmadığı için asla yeterli olamaz. Bir çekim etkisi uygulayan manevi kaynak olarak akıl, Platon’a göre, insanları, onlara birbirlerini sevmelerini öğretmek suretiyle, bir arada tutar. Devletin, ona birliğini temin eden nihai organizasyonu, bu yüzden akli bir örgütlenme olmak durumundadır. Zira akıl bütün saflığı içinde yöneticinin gerçek iyiyi kavramasını, bu kavrayışından hareketle yönettiği devlete büyük bir aşkla bağlanmasını ve ona bütün varlığıyla hizmet etmesini sağlar.​

Platon aşkın kendiliğinden sudur ettiği bu aklı temsil eden yöneticileri, yine uzmanlaşma ilkesine uygun olarak seçerken, onları bir dizi ahlaki sınamadan geçirir. Bununla birlikte, akıl aynı zamanda entelektüel boyutuyla tezahür ettiğinden, bir yandan da devletin yöneticileri olarak filozoflar için sıkı bir eğitim programı planlar. Gerçekten de hakiki yöneticinin bir filozof olması gerektiğini, dolayısıyla gerçek yöneticiye uygulanacak nihai testin kaçınılmaz olarak onun felsefi gücüyle ilgili entelektüel bir sınama olacağını öne süren Platon’a göre, bunun nedeni onun yöneteceği insanların karakterlerinde cisimleşmeleri için çalışacağı Adalet, Ölçülülük, Güzellik İdea ya da özlerini bilmek zorunda olmasıdır. Dahası ve en önemlisi, onun bütün düzenin, erekselliğin ve anlamın kendisinden çıktığı İyi İdeasını bilmek zorunda olmasıdır. Başka bir deyişle, filozof-kralın, işini gerçekten ve layıkıyla yapabilmesi için varlığın ve bütün yapıp etmelerin amacını, insani varoluşla beşeri bütün eylemlerin kendisiyle anlam kazandığı nihai amacı bilmesi gerekir. Yöneticide, filozof-kralda, öyleyse, ruhun varoluşun gizemini çözen, hayatın anlamını kavrayan bu nihai ve en yüksek parçasının gerçekleşmesi, ifadesini bulması gerekir. Bu gerçekleştiği takdirde ancak insan ruhunun bütünlüğünün eseri ve ifadesi olan devlet varlığa gelebilir. Ve nasıl ki insan ruhu, akıl onun bütün faaliyetlerini bir en yüksek amaca göre yönettiği zaman tam bir yetkinlik haline erişiyorsa eğer, devlet de ancak felsefi akıl tarafından yönetildiği takdirde tam bir yetkinliğe erişebilir.​

Devleti insan ruhuyla ilgili bir analizden yola çıkarak bu şekilde analiz edip, yeni baştan inşa eden Platon’un işte bu noktada ulaştığı sonuçların başında, üç parçalı ruha üç sınıflı devlet yönetiminin, aklın idaresine ise filozof-kralların yönetimiyle bir komünizm sisteminin tekabül ettiği sonucu gelir. Buna göre, Platon’un ideal devletinde yönetim bir otokrasi olacaktır, öyle ki bu otokraside, tıpkı bireysel ruhta tin ve iştihanın aklın yönlendirmesi altında bulunması gibi, devletin ekonomik ve askeri sınıfları “dünya üzerine imtiyazlı bir bakışa”, “hakikatin mutlak bilgisine” sahip bulunan filozof-krala tabi olup, etkinliklerini onun sevk ve idaresi altında gerçekleştireceklerdir. Platon’a göre, üç ayrı sınıfın mevcudiyetine rağmen, bu ideal devletin akılda ifadesini bulan bir birliği vardır. Ve bu birlik, onun açısından zor yoluyla elde edilmiş bir birlik değildir. Platon, gerçekten de devletin sınıflarının ayrılığının sonradan yapay bir tarzda hayata geçirilen ve gereksizce korunan bir ayrılık olmadığı kanaatindedir. Her ikisi de Platon’un görüşüne göre, insan doğasının yaradılışında, doğuştan getirilen kuruluşunda temellenir. Onun gözünde bu üç sınıflı sistemi ve filozof-kralların yönetimini koruyup devam ettirecek olan şey de yurttaşların görev ve sınırlarıyla ilgili olarak sahip oldukları bilgi ve bu arada iradelerinin söz konusu görev, sorumluluk ve sınırları kabul etmeye dair genel yönelimleridir. Platon’a göre, tek tek her sınıfı meydana getiren üyeler, doğuştan getirdikleri hakları ve doğaları gereği neyi iyi yapabileceklerini bilirler; her sınıf, dolayısıyla başka şeyler yapmaya kalkışmanın veya kendi sorumluluk alanlarına girmeyen başkaca etkinlik türlerine müdahale etmenin yanlış ve haksız olacağını da bilir. Her sınıf, Platon’a göre, söz konusu özdenetim sayesinde, bilgisini iradesinin temel bir yönelimi haline getirebilir. Yine her sınıfın bu özdenetim ve basiret sayesinde, bu tür bir sınıf sistemine ve filozof kralların yönetimine iradesini katıp, rıza verdiği söylenebilir.​

Platon’un bu üç parçalı ruh anlayışıyla her bir parçaya özgü işlev kuramının, politik olarak aşırı bir ayrılıkçılık ve radikal bir birlikçilikle itham edilebilecek bir yönetim anlayışına yol açtığı doğrudur. Buna göre, o bir kast sistemi getirdiği, yöneten ile yönetilen arasındaki bölünmeyi derinleştirdiği ve bireylerin özgürlüklerini ortadan kaldıran komünist bir rejim ortaya koyduğu için haklı olarak eleştirilebilir. Bu eleştirilere rağmen, Platon kendi zemininde haksız sayılmaz. Ortada bir sıkıntı ya da hata varsa eğer, bu Platon’un insan ruhuyla ideal devlet arasında kurduğu ilişkiden ziyade, onun ayrılıkçı bir ruh anlayışıyla eşitlikçi olmayan otokratik bir akıl telakkisini devlete uygulamasından kaynaklanan bir güçlüktür. Çünkü insanın kişiliğinin birliğini temele alan bir kavrayıştan yola çıkıp, onu devlete taşımaya kalkıştığımız takdirde, akıl tarafından her yere yayılan bir birlik, tek tek her bireyi harekete geçiren ve seçilen birkaç kişinin ruhunda değil de bütün bir topluluğun iradesinde gün ışığına çıkan akıl sayesinde gerçekleşen bir birlik olarak devlet görüşüne ulaşılır.​

(f) Sanat Görüşü
Platon sanat alanında öne sürülmüş olan en eski kuramın da sahibidir; onun kuramı, sanatı bir tür taklit olarak gören mimetik sanat anlayışını cisimleştirir. Bununla birlikte Platon’da herhangi bir disiplinin değer ölçütü, bu disiplinin bizi hakikate, gerçekliğin bizatihi kendisine götürme kapasitesi olduğu için onda sanatın pek büyük bir değeri olduğu söylenemez. Platon’un sanatı taklitle özdeşleştirmesinden de belli olduğu üzere, sanat insanı asıl olana, gerçekliğin bizatihi kendisine değil de salt görünüşlere, gölgelerin gölgesine götürdüğü için onda sanatın değersiz görülmesi, özerk bir statüden yoksun kalması kadar doğal bir şey olamaz.​

Gerçekten de dünyanın felsefe tarafından keşfedilmesi gereken, metafiziksel ve ahlaki bir düzeni olduğunu öne süren Platon’a göre, sanatın bu düzenin doğru bir temsilini verebilmesi durumunda ancak bir değeri olabilir. Onun gözünde gerçeğin ya da gerçekten var olanın bilgisine sahip olamadığı için ezeli-ebedi olan tümellerle değil de gelip geçici olan tikellerle ilişkili bulunan yani değişen nesneleri konu edinen taklit edici sanat bu doğru temsili veremez. Sanatın ne’liği dışında, onun ahlaki etkisine de bakan Platon, özellikle belli şiir türlerinin gençler üzerindeki olumsuz etkisi nedeniyle, şairleri ideal devletinden kovar.​

Gerçekten de onun mimetik sanata ve sanatçılara saldırısı, bu sanatın insan ruhu üzerindeki etkileri ve toplum hayatında oynadığı rol ile ilgilidir. Platon’a göre, mimetik şiir, ruhumuzun iyiyi gözeten akıllı yüksek bölümüne değil fakat akıldışı, “coşkun ve taşkın”, gerçek hayattaki olaylara aşırı bir tepkide bulunan parçasına hitap eder. Mimetik şiir olarak tragedyaya başarılı bir içerik sağlayan olay türleri, bu yüzden en aşırı heyecanlara yol açan, ruhu taşkınlığa salan olaylardır. Bu aşırı duygulanımsal etkiler ruhun düzenini bozmakla kalmaz fakat aklı da devre dışı bırakır. Mimetik şiir, ruhumuzun aşağı ve ağlayıp sızlamalı bölümünü tatmin ederken, ruhun bu yönünü sağlıklı bir ruhu yönetmesi gereken akli parça pahasına besler.​

Platon söz konusu mimetik sanat telakkisini ifade ederken, önce üretici sanatları ikiye ayırır.​

Bunlar, (1) ilahi veya insani üretim çerçevesi içinde gerçek nesneler meydana getiren sanatlarla, (2) imgeler (idola) meydana getiren sanatlardır. İmgeler meydana getiren sanat türünde taklitçi, (a) modeliyle aynı özelliklere sahip halis bir benzerlik (eikon) veya (b) orijinale yalnızca benzer görünen bir görünüş (phantasma) meydana getirebilir. Bunlardan her ikisinde de imge ya da suretler, orijinallerini taklit veya temsil etmekle birlikte, onların işlevini yerine getiremez. Bu yüzden mimetik sanatın en önemli özelliği yanlış bir taklit, yani aldatıcı görünüşler meydana getirmedir. Dolayısıyla, her taklit hem gerçek hem gerçekdışı hem varolan hem varolmayan bir şey meydana getirmiş olur.​

Sanatın mimetik doğasını genel bir çerçeve içinde bu şekilde ortaya koyan Platon, Devlet adlı eserinde, mimesisi İdealar kuramıyla ilişkilendirerek açıklar. Buna göre, mimesisin işlevinin gerçek olmayıp, bir şeyin imgesi olan bir şey meydana getirmek olduğunu; bütün sanatçıların bu anlamda mimesisin uygulayıcıları veya icracıları olduklarını söyleyen Platon, mimetik imgenin bilgi sahibi bir kimsenin eseriymiş gibi görünmesine rağmen, hakikatten tamamen uzak olduğunu öne sürer.​

Buna göre, duyu yoluyla algılanabilen, sözgelimi sedir gibi bir nesne, tek ve gerçek sedir İdeasının bir “taklit”idir. Bu sedirin bir ressam tarafından yapılmış sureti ya da imgesi, sedirin belli bir açıdan görünen ikinci bir “taklit”idir. Ressam sediri olduğu gibi değil fakat kendisine göründüğü şekliyle yaptığı için Platon’a göre onun yaptığı şey, gerçeğin değil fakat yalnızca görünüşün bir yansımasıdır; o, salt görünüşle ilgili bir benzetmedir. Gerçek sedire karşılık gelen sedir İdeası ezeli-ebedidir veya yaratıcının ürünüdür; buna mukabil, somut ve duyusal sedirler işçinin eseri iken, resim olarak sedir taklitçinin ürünüdür. Taklitçi sanatlar, şu halde, İdealarla değil, yalnızca tikellerle ilişkilidirler; bu yüzden bize gerçeğin kendisini değil fakat yalnızca “gölgenin gölgesi”ni verirler. Platon, bundan dolayı, sanatçıyı, işçilerin yaptığı tek tek şeylerin hepsini birden yapan ama yaptıklarının gerçekliği çok kuşkulu bir usta olarak tanımlar. Sözgelimi ressam bir gerçek şey değil fakat yalnızca bir imge yaratır ve onun eseri ikinci dereceden bir taklit olup, İdeanın gerçekliğinden iki derece daha uzaktır. Dahası, bir imge meydana getirmek, imgesi ortaya konan gerçek şeylerin bilgisini gerektirmez. Yalnızca hayatın imgelerini meydana getiren sanatçılar, gerçek hayatta iyi ve kötü olanla ilgili olarak hiçbir doğru bilgiye ihtiyaç duymazlar.​

Ek Bilgiler

1- “Akademi” ve “akademik” sözcükleri Platon’un Atina’daki “Akademi”sinden türetilmiştir. Platon’un açtığı okula “Akademi” isminin verilme sebebi ise, Yunan kahramanı Academus’a adanan bahçelerde inşa edilmesidir.

2- Platon’un felsefe okulu bin yıla yakın bir süre açık kalmıştır. 529 yılında Bizans İmparatoru tarafından Hıristiyanlığın altını oyduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.

3- Platon’un ailesinin kökeninin, Yunan deniz tanrısı Poseidon’a uzandığına dair çeşitli efsaneler vardır.

Kaynakça:
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci
Entelektüelin Kutsal Kitabı - Biyografiler / Noah D. Oppenheim, David S. Kidder
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
PLATON’UN DÜŞÜNCE KAYNAKLARI
Eski, orta ve yeni çağda yaşayan bütün filozofların en etkilisi, Platon’la Aristoteles’tir. Sonraki çağlar üzerine Platon’un etkisi şu iki nedenle daha büyük olmuştur:​
1 - Aristoteles’i yetiştiren Platon’dur.​
2 - Hristiyan Tanrıbilim ve felsefesi XIII. yüzyıla değin, aşaması ne olursa olsun, Aristotelesçi olmaktan çok Platoncudur. Dolayısıyla bir felsefe tarihinde Platon’a ve daha küçük ölçüde de olsa Aristoteles’e ayrılan yerin, onların öncülerine ve ardıllarına ayrılacak yerden daha büyük olması gerekir.​
Platon felsefesinin en önemli konuları şunlardır:​
1 - Bu yoldaki uzun dizinin ilki olan Utopia,​
2 - Günümüzde de çözülmeyen tümeller sorununu ele alma yolundaki ilk girişim olan düşünler (idealar) kuramı.​
3 - Ölümsüzlük yolundaki kanıtlar.​
4 - Evrenbilim (kosmogonia).​
5 - Algılamadan çok anımsama biçimindeki bilgi görüşü.​
Bu konulardan herhangi birini ele almadan önce, Platon’un yaşantı koşullarıyla siyasal ve felsefi kanılarını belirleyen etkiler üzerinde durmak istiyorum:​
Peloponnessos savaşlarının ilk döneminde dünyaya gelen (İ.Ö. 428-427) Platon, hali vakti yerinde bir soyluydu ve 30 tiran yönetiminde bulunan değişik kişilerle akrabaydı. Atina’nın yenilgisi sırasında gençti henüz. Yenilgiyi, büyük bir olasılıkla, aile ilişkileri ve toplumsal makamı dolayısıyla küçük gördüğü halk yönetiminden (demokrasiden) bilmiş olabilir. Hocası olan Sokrates’e büyük bir sevgi ve saygı duymuştur. Sokrates’i ölüme mahkûm edense halk yönetimiydi. Dolayısıyla Platon’un kendi ideal devletinin sınırlarını çizmek için Sparta’ya yönelmesini doğal saymak gerekir. Liberal olmayan düşünceleri enikonu allayıp pullamıştır. Böylece daha sonraki yüzyıllarda insanlar, önerileri altında neler yaptığını bilmeden Cumhuriyete hayran olmuşlardır. Her zaman Platon’u övmek doğru sayılmıştır, anlamak değil. Zaten bütün büyük adamların ortak yazıtı budur. Bense Platon’u anlamak ve totaliterliği savunması durumunda herhangi bir İngiliz ya da Amerikalıya göstereceğim saygı denli küçük bir saygıyla ele almak istiyorum.​
Salt felsefi etkiler de Platon’u, Sparta’ya yöneltecek biçimde hazırlamışlardı. Daha açık konuşursak, bunların Pythagoras, Parmenides ve Herakleitos etkileri olduğunu söyleyebiliriz.​
Pythagoras’tan Sokrates aracılığıyla olsun olmasın, felsefesinin Orpheosçu öğelerini almıştır. Dinsel eğilim, ölümsüzlüğe inanç, öbür dünyacılık, öğütçü din adamı tutumu, mağara istiaresi, matematiğe saygı, anlıkla (intellect) gizemciliğin kaynaşması hep bu ögeler arasında sayılabilir.​
Parmenides aracılığıyla Platon, gerçekliğin ilksiz-sonsuz ve zamansız olduğu, bütün değişmelerin mantıksal bakımdan aldatıcı sayılması gerektiği inancına vardı.​
Herakleitos’tansa, bunun tersi olanı, yani, dünyada değişmez hiçbir şey bulunmadığı konusundaki öğretiyi aldı.​
Herakleitos’tan aldığıyle Parmenides öğretisini birleştirerek, bilginin duyular aracılığıyla türetilmeyeceği, zekâyla elde edilebileceği sonucuna vardı. Bu da Pythagorasçılığa uygundur.​
Sağtöre sorunlarıyla uğraşmayı ve dünyanın mekanik olmaktan çok erekbilimsel (teleojik) açıklamasını araştırma eğilimini belkilikle (muhtemelen) Sokrates’ten öğrenmiştir. “İyi” kavramı Platon düşüncesine, Sokrates öncesi filozoflardan daha çok egemen olmuştur. Bu olguyu, Sokrates etkisine yüklememek güç.​
Bütün bunlar siyasette dediğim dedikle (otoriterlikle) nasıl bağdaşabilir?​
a. Önce, iyilik ve gerçeklik ilksiz ve sonsuz olduğundan en iyi devlet, göklerdeki modeli yakından kopya eden, en az değişme ve en büyük durağan (statik) yetkinlik olanağına sahip; yöneticileri, ilksiz ve sonsuz iyiyi en iyi anlamış olan devlettir.​
b. Sonra Platon inançları, bütün gizemcilerde olduğu gibi, bir yaşantı yolu dışında gerçekten aktarılmaz olan bir kesinlik yoğunlaşması içerir. Gizemciliğe başlıyanlar için bir kural koymaya çalışmıştı Pythagorasçılar. Platon’un da isteği, kökçe buydu. Bir kişi, iyi devlet adamı olacaksa iyi’yi bilmelidir. Bu, anlıksal (intellectual) ve ahlaksal disiplinlerin birleşmesiyle başarılır ancak. Böyle bir eğitimden geçmemiş kişilere, yönetimden pay verilirse onlar bunu kaçınılmaz olarak kötüye kullanacaktır.​
c. Platon ilkelerine göre iyi bir yönetici yetiştirmek için esaslı bir öğrenim gerekmektedir. Platon’un, Siracusae (Sirakuza) tiranı genç Dionysios’u iyi bir kral yapmak için ona geometri öğretmekte direnmesi bize bilgelik dışı görünür. Platon açısından, temel bir nokta bu. Gerçek bilgeliğe matematik: öğrenmeden varılamayacağına inanacak denli Pythagorasçıdır o. Böyle bir görüş, azınlık yönetimini (oligarchia’yı) içerir.​
d. Platon, öbür pek çok Grek filozofu gibi, bilgelik için boş zaman gerektiği kanısındadır. Boş zamansa, yaşamlarını kazanmak için çalışmak zorunda olanlar arasında değil, ayrı geçin araçlarına sahip ya da geçimlerini devlet aracılığıyla sağlamış olanlar arasında bulunur. (Tümüyle aristokratik bir görüş.)​
Modern düşünceler ışığında incelersek Platon’u, iki genel sorunla karşılaşırız:​
1 - “Bilgelik” diye bir şey var mıdır?​
2 - Varsa, ona siyasal güç verecek bir yapı kurulabilir mi?​
Amaçlanan anlamda bilgelik, sözgelimi bir ayakkabıcının, bir doktorun, bir askeri taktikçinin sahip olduğu gibi, uzmanlaşmış bir ustalık türü değildir. Bundan daha genel bir şey olmalı. Çünkü, bilgeliğe sahip olmak, varsayıldığına göre kişiyi bilgelikle yönetime yetenekli kılıyor. Kanımca, Platon, bilgeliğin, “iyi” kavramında yer aldığını söylemiş ve bu tanıma, Sokrates’in, “kimse isteyerek günah işlemez” öğretisini eklemiş olacaktır. Bundan da, “iyi olanın doğru olanı yaptığı” sonucu çıkar. Böyle bir görüş, gerçeklikten uzak görünüyor bize. Daha doğal olarak, “ayrı çıkarlar vardır, devlet adamı, olanaklı, en iyi uzlaşıma varacaktır” diyeceğiz. Bir ulusun ya da bir sınıfın üyeleri ortak çıkara sahip bulunabilir. Kolaylıkla, başka sınıfların ya da ulusların çıkarlarına çatışkılı duruma gelebilecektir o. Kuşkusuz, bütün insanlık için ortak birtakım çıkarlar bulunmakta. Şimdilik, siyasal eylemi belirlemeye yetmiyor onlar. Belki ilerde yetecek. Egemen devlet bulundukça yetmeyeceği kesin. Genel çıkarı izlemenin en güç yanı birbiriyle çatışan karşılıklı özel çıkarlar arasında uyuşuma varmak olacak o zaman bile.​
Bilgelik diye bir şey bulunduğunu varsaysak bile, yönetimi bilgelere teslim edecek bir düzen var mı acaba? Genel kamutaylar gibi, çoğunluğun da yanılabileceği ve yanıldığı açık. Soylular yönetimi (aristokrasiler) her zaman bilgeli değildir. Krallar aptal olur çok kez. Papalar yanlış iş görmekten münezzeh tutulmuşlarsa da korkunç yanlışlıklar yapmışlardır. Biri kalkıp, yönetimi, üniversite mezunlarına ya da tanrıbilim doktorlarına, ya da yoksulken zengin olmuş kişilere aktarmayı istemeli mi? Yasal olarak tanımlanabilir yöntemde seçilecek yurttaşların pratikle yurttaşların bütününden hiç de daha bilge olmayacağı belli sayılır.​
Uygun bir eğitimden sonra insanlara siyasal bilgelik aşılanabileceği söylenebilir. Fakat, şöyle bir soru çıkacaktır ortaya: Nedir uygun eğitim? Bunun bir topluluk sorunu olduğu anlaşılır, düşünülürse.​
Bilge kişiler bulup, yönetimi onlara aktarma sorunu, dolayısıyla çözülemeyecek bir sorun. Halk yönetiminin en son nedeni de budur.​
PLATON’UN ÜTOPYASI
Platon’un en önemli diyaloğu olan Cumhuriyet belli başlı üç bölüme ayrılır. Beşinci kitabın aşağı yukarı sonuna değin süren birinci bölüm, ideal bir yönetim biçimini anlatır. Orada anlatılanlar, Utopiaların ilkini biçimler.​
Bu Utopia’nın vardığı ilk sonuç, yöneticilerin filozoflar arasından seçilmesi gerektiği olmuştur.​
Altıncı ve yedinci kitaplar “filozof” sözcüğünü tanımlamak ister. İkinci bölüm işte bu tanımlamadır.​
Üçüncü bölümdeyse edimsel (aktuel) yönetim biçimleri artanı (meziyet) ve eksiklikleriyle anlatılır.​
Nominal olarak Cumhuriyet’in amacı, adaleti tanımlamaktır. Her şey geniş bir alanda, küçük bir alanda olduğundan daha kolay göze çarptığından, adil bir devletin nasıl olduğunu araştırmak, adil bir kişinin nasıl olduğunu araştırmaktan daha kolaydır. Adalet, en eksiksiz, imgesel devletin yüklemleri arasına girdiğinden, önce böyle bir devletin çizgileri çizilir. Sonra, onun hangi eksiksiz yanına adalet adı verileceği karara bağlanır. Şimdi Platon’un Ütopyasını genişçe bir biçimde ele alalım ve bu yolda ortaya çıkan öğeleri gözden geçirelim:​
Platon, yurttaşların, halk, askerler ve koruyucular diye üçe ayrıldığını kabul ederek girişir işe. Siyasette söz, öbür sınıflara göre hayli azınlıkta olan üçüncü sınıfın. Anlaşıldığına göre, onlar önce yasa koyucu yönünden seçilmiş, sonradan, kalıtım yöntemiyle bu vasfı taşır olmuşlardır. Fakat, ayrıcalıklı durumlarda, umut verici, yetenekli bir çocuk, aşağı sınıflardan kurtarılabilir. Koruyucuların yeteneksiz bir çocuğu ya da genci aşağı sınıflara indirilebilir.​
Platon’un kavradığı biçimiyle ana sorun, koruyucularca, yasa koyucunun isteklerinin uygulanmasını sağlamaktır. Bu amaçla Platon, eğitim, ekonomi, yaşambilim (biyoloji) ve dine ilişkin öneriler yapar. Önerilerin, koruyuculardan başka sınıfları ne aşamada ilgilendirdiği her zaman açık değil. Kiminin asker sınıfı için olduğu anlaşılıyor. Asıl koruyucular üzerinde durmuş. Platon’a göre koruyucular, eski Praguay jesuitlerine, 1870’e değin süren kilise-devletlerdeki din adamlarına ve günümüzdeki Rus komünist partisi üyelerine benzer ayrı bir sınıf olmalı.​
İlk ele alınan öneri eğitim. Mousike (müzik) ve gymnastikos diye ikiye ayrılır eğitim. İkisi de bugünkünden daha geniş bir anlam taşır. Mousike’nin alanına esin perilerine ilişkin her şey girer. Gymnastikos’a gelince o, vücudun eğitilmesi, düzene sokulmasıyla ilgili çalışmaların tümünü kapsar. Mousike, aşağı yukarı, kültür adını vereceğimiz şey ölçüsünde, gymnastikos’sa bütün atletik sporları içinde bulunduracak ölçüde geniş.​
Kültür, büyük ölçüde “gentleman” yaratmaya ayrılmıştır. Platon dönemindeki Atina, XIX. yüzyıl İngilteresine benzer bir bakıma. İkisinde de, servet ve toplumsal ayrıcalığın safasını süren ve hiçbir siyasal gücü tekelinde bulundurmayan bir soylular sınıfı vardır. İkisinde de soylular sınıfı, izlenim yaratıcı davranışlarla olanaklı ölçüde güç sağlamak zorundaydı. Bununla birlikte, Platon Ütopyasında soylular, bir engele uğramaksızın sürdürür egemenliklerini.​
Ağırbaşlılık, terbiye ve yiğitlik, eğitimde geliştirilecek belli başlı nitelikler sayılmıştır. Gençlerin okuyacağı yapıtlar, küçük yaşlardan başlayarak, sıkı sıkı sansür edilmiştir. Anneler ve dadılar, ancak anlatılmasına izin verilen öyküleri anlatabilir. Homeros ve Hesiodos da, değişik nedenlerle yasaklanmıştır. Bu nedenler şunlardır:​
1 - Onlar tanrıları, sırasında kötü davranır biçimde gösterirler. Eğitici değildir böylesi. Gençlere, kötülüklerin hiçbir zaman tanrılardan gelmiyeceği anlatılmalıdır. Çünkü tanrı her şeyin değil yalnızca iyinin nedenidir.​
2 - Homeros’la Hesiodos’ta, okuyucuları ölümden korkutma ereğine yönelik parçalar yer almakta. Oysa, gençleri savaşta ölme isteğiyle donatacak her şey yapılmalıdır eğitimde. Çocuklarımız, köleliği ölümden beter saymalı. Dolayısıyle, arkadaşlarının ölümü için olsa bile, ağlayıp dövünen iyi insanların öykülerini okumamalı.​
3 - Terbiye, çocukların yüksek sesle gülmemeleri gerektirir. Oysa Homeros, “mutlu tanrılar arasındaki bastırılmaz kahkahalardan” söz etmektedir. Çocuklar bu söz edişi ileri sürerse, öğretmen kahkahayı etkili biçimde nasıl kınayabilir?​
4 - Gösterişli şölenleri öven, tanrıların cinsel tutkularını anlatan, tutumlu ve ılımlı olmaya engel bölümler bulunuyor Homeros’ta. Gerçek bir Platoncu olan Dean İnge, tanınmış bir ilahinin bir dizesine bu yüzden karşı durmuştur. Cennet zevklerini anlatan o dize şudur: “Haykırışı utku, şarkısı şölen onların.” Günah İşleyenlerin mutlu, işlemeyenlerin mutsuz olduğunu anlatan öyküler kaldırılmalı. Körpe zihinlere başarısız etkiler yapabilir onlar. Bütün bu öğeler nedeniyle kınanacaktır şairler.​
Platon daha sonra, tiyatro konusunda tuhaf bir kanıt ileri sürer: “İyi insan -der-, kötüye öykünme isteği (taklit arzusu) göstermemeli.” Oyunların çoğundaysa kötüler yer alır. Dolayısıyla tiyatro yazarı, kötü kişi rolündeki aktör değişik suçlarla suçlanmış olanları taklit zorundadır. Yalnız suçlular değil, kadınlar, köleler ve genellikle aşağı tabaka, üstün insanlarca öykünülmemeli (taklit edilmemeli), (Elizabeth dönemi İngilteresindeki gibi, eski Yunanistan’da da kadın rollerini erkekler oynardı.) eğer oyunlara izin verilecekse, onlar yüksek sınıftan ve lekesiz erkek kahramanlar dışında hiçbir karakteri içermemeli. Bunun olanaksızlığı, Platon’un, kentinden tüm oyuncuları atmaya götürecek ölçüde açıktır:​
“Herhangi bir şeyi öykünecek (taklit edecek) denli zeki, pandomimci beylerden biri gelip şiirini ve ustalığını ortaya dökmeyi önerdiğinde, diz çöküp tatlı kutsal ve olağanüstü bir yaratıkmış gibi ululayacağız onu, sonra şöyle diyeceğiz: “devletimizde sizin gibilere yer yok. Yasalarımız size hak tanımıyor.” Ardından, bu beyi, Yemen zamkına bulayıp, yünden çelenklerle bezeyip başka bir kente uğurlıyacağız.”​
Gelelim müzik (modern anlamıyla kullanıyorum bu sözcüğü) sansürüne: Lidia ve İonya ezgileri, üzüntüyü dile getirip gevşeklik verdiğinden yasaklanmıştır. Yiğitlik kazandıran Doria müziğiyle, ılımlılık kazandıran Frigia müziğine izin verilmiştir. Seçilen müzik parçaları yalın olmalı, yiğitliği, derli toplu (armonili) bir yaşantıyı dile getirmeli.​
Vücut, sert koşullarla eğitilecektir. Balık ve et hoşlanarak yenecektir. Salça ve şekerleme yasaktır. “Bu rejimi sürdüren -der Platon-, doktor gereksinmez.”​
Gençler, belirli bir yaşa değin, hiçbir çirkin ve kötülüğü görmiyecek; uygun bir anda, korku verici ve kötü zevkler verici aldatıcı şeylerle karşılaşacaktır. Gençlerin, birinci tür şeyler karşısında çekinip telaşa kapılmaması, ikinci tür şeyler karşısındaysa aldanmaması gerekir. Onlar, bu denemelerden geçtikten sonra koruyucu olmaya uygun duruma gelirler.​
Olgunlaşmadan önce savaşmayacaklarsa da savaşı görecektir gençler.​
EKONOMİK ÖNERİ
Ekonomik öneriye gelince: Platon, koruyucular ve sanıyorum çok açık değilse de askerler için ileri aşamada bir komünizm düşünür. Koruyucuların evleri küçük, yiyecekleri sade ve yaşadıkları yer, topluca yemek yenecek bir kamp yeri olacak, onlar mutlak gerekli olanlar dışında özel mülk edinemeyecektir. Altın ve gümüş yasaktır. Zengin değilseler bile, mutlu olmamaları için bir neden yoktur. Fakat, kentin amacı, bir sınıfın değil bütününün mutluluğudur. Servet de yoksulluk da zararlıdır. Hiçbiri olamaz Platon’un kentinde. Savaş konusunda ilginç bir kanıt ileri sürülür: İdeal kent utku (zafer) ganimetinden pay istemeyeceğine göre onun (müttefik) bulması kolay olacaktır.​
Sokrates’in ağzından konuşan Platon, yapımı bir isteksizlikle komünizmi aileye uygulamaya girişir. Kadınlar ve çocuklar dahil, arkadaşların her şeyi ortaktır. Sokrates, bu işin zorluk çıkaracağını, fakat onların aşılmaz olmadığını ekler. Önce, kızlar erkeklerle aynı eğitimi görmeli, müzik, jimnastik ve savaş sanatını erkeklerle birlikte öğrenmeli, kadın erkek her bakımdan aynı hakka sahip olmalıdır. “Erkeği iyi bir koruyucu yapan bu eğitim, kadını da iyi bir koruyucu yapacaktır. Çünkü, kadınla erkeğin yapısı kökçe aynıdır.” Erkek ve kadın arasında, kuşkusuz, ayrılıklar vardır. Fakat onlar, politika alanına girecek ayrılıklar değildir. Kimi kadınlar felsefe bilir, koruyuculuğa hak kazanır. Kimisi savaş oyunundan anlar, iyi asker olur.​
Yasa koyucu, erkek ve kadınların bir bölümünü koruyucu olarak belirleyince, onların, evleri ve yiyecekleri paylaşmalarını buyuracaktır. Gördüğümüz gibi, evlilik sistemi de kökten değişmektedir.(33) Nüfusu değişmez tutmak için gereken sayıda gelin ve güveyilerin, belirli şölenlerde kura yöntemiyle birleşmeleri istenecek ve onların, kuraya inanmaları sağlanacak; fakat, gerçekte eşlendirmeyi, soyu arındırma ilkelerine göre kent yöneticileri düzenleyecektir. Yöneticilerin görevi, en eksiksiz erkeğe en çok çocuğu kazandırmaktır. Tüm çocuklar, doğduklarında, anne ve babalarından alınacak; anne ve babaların çocukları, çocukların anne ve babaları tanımamalarına dikkat edilecektir. Biçimsiz doğanlarla aşağı tabakanın çocukları, kendilerine layık olan, bulunmaz, gizli bir yere bırakılacaktır. Devletin doğru bulmadığı birleşmelerden doğan çocuklar yasa dışıdır. Anne yirmiyle kırk, baba yirmibeşle ellibeş yaşları arasında olacaktır. Bu yaşlar dışında cinsel ilişki serbesttir. Fakat, o kişiler için çocuk düşürme ya da öldürme zorunludur. Devlet eliyle düzenlenen evliliklerde, ilgili kişilerin oyuna başvurulmaz. Onlar devlet’e karşı görev düşüncesiyle davranmalıdırlar, kentten kovulmuş şairlerin kutladığı alelade heyecanlarla değil.​
Kimse, babasını, annesini, kardeşini tanımadığından, herkes babası yaşındakilere baba, annesi yaşındakilere anne ve kardeşi yaşındakilere kardeş diyecektir. (Bu birtakım ilkeller arasında da görülür ve misyonerleri şaşırtırdı.) Baba-kız, anne-oğul arasında cinsel ilişki olmayacaktır(34). Kardeşlerin evlenmesi, mutlak olarak değil, genci olarak engellenmiştir. (Platon, dikkatle düşünseydi, kendisinin seyrek seçenekler saydığı kardeş evliliği dışında, bütün cinsel ilintileri yasakladığını ayırt edecekti.) (35)​
Baba, anne, oğul, kız sözcüklerine bugün bağlı olan duygular, sonraki Platon’ca düşüncelerde de geçerli. Sözgelimi, bir genç, yaşlı bir kişiye el kaldırmayacaktır. Babasına el kaldırmış olabilir.​
Aranan yarar, doğal, sahip olma duygularıyla ilgili özel heyecanları azaltmak, kamusal tinin egemenliğine ve mülkün yokluğuna razı olmaya çıkan yoldaki engelleri kaldırmaktır.” Din adamlarını bekar kalmaya yöneltenler de büyük ölçüde, benzer itkiler olmuştur.​
Son olarak, Ütopya’nın tanrıbilimsel yönüne geliyoruz. Tanrıbilimle, kabul edilen Grek tanrılarını değil, yönetimin yurttaşlarına kabul ettirdiği birtakım efsaneleri anlatmak istiyorum.​
Platon, yalan söylemenin yönetime ilişkin bir ayrıcalık olduğunu açıkça belirtmiştir. İlaç yazma ayrıcalığının doktorlara verilişi gibi. Yönetimin, evlenmeleri kura yöntemiyle düzene soktuğunu iddia ederek halkı aldattığını görmüştük. Fakat, dinsel bir konu değildir bu.​
Filozofumuzun yöneticileri aldatabileceğini umduğu “şahane bir yalan” vardır. Ayrıntılı biçimde açıklanan bu “yalan”, kentte geri kalanları haydi haydi aldatacaktır ve Tanrı’nın üç sınıf insan yarattığı dogmasına dayanır. Eksiksiz kişilerden kurulu birinci sınıf, altından, daha az eksikli ikinci sınıf gümüşten, sıradan sürüyse demir ve pirinçten yapılmıştır. En iyiler koruyucu, ötekiler sırasıyla asker ve el işçisi olabilirler. Daima değilse genellikle çocuklar, ana ve babalarının bulundukları aşamadadırlar. O aşamada değillerse, duruma göre, daha üst ya da daha alt aşamaya alınmalıdırlar. O zamanki halkı bu efsaneye inandırmanın çok güç olanaklı olduğu: fakat gelecek kuşakların böyle bir durumdan kuşkulanmıyacakları yolda eğitilebileceği düşünülür.​
Platon, bu efsaneye olan inancın iki kuşakta yerleşeceğini düşünmekte haklıdır. Japonlara 1868’den beri Mikado’nun güneş tanrıçasından geldiği ve dünyanın öbür bölümlerinden önce Japonya’nın yaratıldığı öğretilmişti. Herhangi bir üniversite profesörü, bilimsel bir yapıtla bile olsa, bu dogmalara kuşku katacak olsa, Japonluk dışı çalışmalara girdi diye üniversiteden kovulur. Platon böyle efsaneleri zorunlukla onamanın (kabul etmenin) felsefeye yaraşmayacağını ve zekâyı körleştireceğini anlamış gözükmüyor.​
ADALET
Tartışmanın nominal amacı olan adaletin tanımına IV. kitapta ulaşılmaktadır. Söylendiğine göre, kendi işini gören ve başkasının işine burnunu sokmayan her kişide içkindir adalet. Tüccar, yardımcı ve koruyucu, başka sınıfa karışmadan kendi işini görüyorsa, devlet adaletlidir.​
Herkesin kendi işiyle uğraşması, kuşkusuz saygı duyulacak bir ahlaksal kural. Fakat, doğallıkla, günümüz insanının “adalet” adını vereceği şeye karşılık değil pek. “Adalet” diye çevrilen Grekçe sözcük, Grek düşüncesinde önemli yer tutan bir kavrama karşılık olmaktaydı. İngilizcede tam bir karşılığı yoktur onun. İmdi Anaximandros’un sözlerini anımsamak doğru olacaktır:​
“Şeyler, yazıtlanmış olduğu gibi, doğdukları biçime bir kez daha dönerler. Zamanın düzenleyişi dolayısiyle yaptıkları adaletsizliği giderir ve birbirlerinin gönlünü alırlar böylece.”​
Felsefe başlamadan önce Greklerin evren konusunda dinsel ve sağtöresel (ethikos) diyebileceğimiz bir görüşü vardı. Bu kurama göre her kişi, her şey, belirli bir yere ve göreve sahipti. Böyle bir durum Zeus’un buyruğuna dayanamaz. Çünkü Zeus de başkalarını yöneten yasanın aynına bağlıdır. Kuram, yazı ve zorunluluk düşünüyle (ideasıyla) bağlantılıdır, özellikle gök cisimlerine uygulanır. Zorbalık olan her yerde, adil sınırları aşma çabası, dolayısiyle çatışma görülür. Kişisel olmayan, Olympos üstü bir yasa, taşkınlığı cezalandırır, saldırganın bozmak istediği düzeni korur. Kökçe, belki pek az bilinç havası taşıyan bu görüş, felsefeye geçmiştir. Herakleitos ve Empedokles gibi, çatışma evrenbilimleri (kosmogoniaları) ileri sürenlerle, Parmenides gibi birci (monist) öğretiler ileri sürenlerde karşımıza çıkar. Doğa ve insan yasasına olan inancın kaynağı, Platon’un adalet düşüncesinin temelidir.​
Bugün hukukta kullanılan “adalet” sözcüğü, siyaset oyunlarındaki anlamından çok, Platon’daki anlama yaklaşır. Demokratik kuramın etkisi altında, adaleti eşitlikle bir tutuyoruz. Platon’da onun böyle bir içeriği yoktu. Bu kavram hemen hemen bizim, örneğin “adalet yargı yerleri” (adalet mahkemeleri) dediğimizde beliren “yasa” kavramıyla eş anlamlı olması anlamında daha çok, eşitlikle bağlantısı bulunmayan mülkiyet haklarına ilişkindir. “Adalet”in Cumhuriyet’in başlangıcında ileri sürülen ilk tanımı, borçların ödenmesini kapsar. Gerçi bu tanım yetersiz sayılarak bir yana bırakılmışsa da geride bir şeyler kalmıştır ondan.​
Platon’un tanımıyla ilgili birkaç noktanın belirlenmesi gerekiyor: O tanım, adaletsiz olmaksızın güç eşitsizliğini ve ayrıcalığı olanaklı kılmakta. Koruyucular, topluluğun (community) en bilge üyeleri olduklarından bütün güce sahip bulunacaklardır. Adaletsizlik, yalnızca, öbür sınıflarda koruyuculardan daha bilge olanların varlığı durumunda ortaya çıkar. İşte, doğum ve eğitimin çift katlı olanağıyla, çok durumlarda, koruyucu çocuklarının, öbür sınıfların çocuklarına üstün olacağını onamasına karşın Platon’un, yurttaşlara yükselme ve alçalma şansı tanımasının nedeni budur. Daha kesin bir yönetim bilimi ve kesinlikle bu yönetim biliminin buyruklarını izleyenler bulunsaydı, Platon sistemi konusunda daha çok konuşabilirdik.​
Kimse, en iyi oyuncuların aynı takıma konulmasını adalet dışı saymaz. Takım o yüzden büyük başarılar sağlasa bile. Futbol, Atina ölçüsünde demokrasiyle yönetilseydi, üniversite takımlarında oynayacak öğrencilerin kurayla seçilmesi gerekirdi. Yönetim işlerinde kimin daha usta olduğunu bilmek güçtür ve bir politikacının ustalığını kendisinin, partisinin ya da ilişkin olduğu sınıfın çıkarından çok, kamu yararına kullanacağı kesinlikten uzaktır.​
SAĞTÖRE ÜLKÜSÜ
Belirlenecek ikinci nokta, Platon’un adalet tanımında, geleneksel çizgiler üzerinde örgenleşmiş ya da, kendisininki gibi, bütünlüğü içinde bir sağtöre ülküsünü gerçekleştirmek için kurulmuş bu devleti varsaydığıdır. “Adalet, kendi işini gören her kişide bulunur” deniyor. Fakat, nedir, kişinin işi? Eski Mısır ya da İnca krallığı gibi bir devlette, işler kuşaktan kuşağa değişmeksizin aktarılır, kişinin işi, babasının işidir, hiçbir sorun çıkmaz ortaya. Fakat Platon devletinde kimsenin yasal babası bulunmadığından, işler ya kişinin beğenilerine ya da onun, nitelikleri karşısında devletçe verilecek yargıya göre belirlenir. İkinci durum, açıkça Platon’un yeğlediği durumdur. Fakat, ustalık istemesine karşın birtakım işler zararlı bulunabilir. Platon, şiir için böyle düşünmektedir. Bense, Napoleon’un işleri için öyle düşünüyorum. Yönetimin amacı, yurttaşın işinin ne olduğunu belirlemede esas oluyor. Bütün yöneticilerin filozof olmaları isteniyorsa da, yeniliklere yer verilmiyor. Bir filozofun, daima Platon’u anlıyan ve onunla uyuşan adam olması gerekiyor.​
Platon cumhuriyetinin neyi başaracağını sorarsak, karşılık pek de iç açıcı olmaz. O devlet, kabaca eşit toplumlara karşı savaşlarda başarı kazanacak; sadece bir avuç insana geçim sağlıyacak; sertliği, kuruluşu yüzünden bilim ve sanat ürününe sahip olamıyacak, başka bakımlardan olduğu gibi bu bakımdan da Sparta’ya benziyecektir. Bütün güzel laflara karşın, savaşta ustalığın ve yeterince yiyecek sağlamanın dışına çıkmıyan bir başarı bu. Platon, Atina’nın yenilgi ve kıtlık yıllarını görmüş ve belki de bilinçaltında devlet adamlığının başaracağı en iyi işin, bu sıkıntıdan sıyrılmak olduğunu düşünmüştür.​
Bir ütopya, bu konudaki davranış ciddiyse, yaratıcısının ülkülerini somutlaştırmalı. “Ülküler”le neyi amaçlayabileceğimizi düşünelim bir an. Onlar, önce, kendilerine inananlarca istenir. Bu istek, hiç de, yeme içme barınma türünden kişisel rahatlığı istemeye benzer bir yolda değildir. “Ülkü”yle sıradan bir istek nesnesi arasındaki ayrımı yaratan, öncekinin kişisel olmayışıdır. Ülkü, arzuyu duyan kişinin benliğiyle hiç değilse görünüşte herhangi bir ilintiye sahip değildir. Kuramsal olarak, herhangi biri tarafından arzulanmaya açıktır. Böylece, ülkü merkezi benlikte olmayan bir şey olarak tanımlanabilir. Onu benimsiyen başkalarının da benimsemesini ister. İnsanların yeter ölçüde yiyecek bulmasını birbirlerine nazik davranmalarını v.ö. ülkü olarak benimsiyebilir kişi. Bu tür isteğin başkalarınca da paylaşılmasını istediğimde, kişi dışı gibi duran bir sağtöre kurabilir. O sağtöre, gerçekte, isteklerimin kişisel temeline dayanır. Çünkü, arzulananın benimle ilgisi bulunmadığında bile arzu benimdir. Sözgelimi, biri kalkıp, herkesin bilimi anlamasını, öbürüyse sanatı beğenmesini isteyebilir. Bu kişilerin arzuları arasındaki ayrımı yaratan, kişisel ayrılıktır.​
Uyuşmazlık söz konusu olur olmaz, kişisel öğe açığa çıkar. Birinin şöyle konuştuğunu varsayalım: “Herkesin mutluluğunu istemekle yanılıyorsunuz. Almanların, mutluluğunu, öteki ulusların mutsuzluğunu istemelisiniz gerçekte.” Burada “...melisiniz” zorlaması, konuşmacının, bana istetmek istediği şeyi anlatıyor denebilir. “Alman olmadığımdan, bütün Alman olmayanların mutsuzluğunu istemek tinbilimsel açıdan olanaksızdır benim için” biçiminde açık ve kesin ancak yetersiz görünüşte bir karşılık verebilirim.​
Salt kişi dışı olan ülküler arasında da çatışmalar görülebilir. Sözgelimi, Nietzsche’nin kahramanı bir Hristiyan azizinden başkadır. Birini Nietzscheciler, öbürünüyse Hristiyanlar beğenir. Her iki ülkü arasında, isteklerimizin aracılığı dışında bir seçim yapma olanağı var mıdır? Eğer, daha ötede bir şey yoksa, sağtöresel bir uyuşmazlık, sadece heyecanlara başvurmakla ya da son çözge (çare) olarak savaşa varan zor yoluyla bir karara bağlanacaktır. Olgu sorunlarında bilime ve bilimsel gözlem yöntemlerine başvurulur. Sağ-törenin bitimsel (ultimate) sorunlarında, buna benzer bir durumun bulunmadığı görülüyor. Gerçekten bilime ve bilimsel gözlem yöntemlerine baş vurulsa da, sağtöresel çatışmalar yine güç (propaganda gücü dahil) edinme çatışmalarına dönüşecektir.​
Bu görüş, kabaca, Platon’un öbür bütün kişileri gibi gerçek bir kişi olan Thrasymachos yönünden Cumhuriyet’in birinci kitabında ileri sürülüyor. Aristophanes’in ilk komedisinde rastladığımız (İ.Ö. 427), ünlü bir saçmacı (sofist) ünlü bir retorik öğreticisi Thrasymachos üzerine şu anlatılır: Sokrates, Kephalos adlı yaşlı bir adam ve Platon’un ağabeyleri, Glaukos ve Adeimantos’la adalet üzerine dostça tartışırken, onları artan bir sabırsızlıkla dinleyen Thrasymachos sert bir biçimde söze karışır, “Adalet, güçlünün çıkarından başka bir şey değildir” der.​
STANDART İYİ VE KÖTÜ
Thrasymachos’un görüşü Sokrates’in dolambaçlı sözleriyle çürütülmeye çalışılır. Fakat hiç de açık açık tartışılmış değildir. Bu sorun, sağtöre ve siyasette şu temel soruna yol açmıştır: Kişisel istekler dışında, ölçüt (standart) iyi ve kötü var mıdır? Eğer yoksa, Thrasymachos’un vardığı sonuçlardan çoğu kaçınılmazdır. Böyle bir ölçütün varlığını nasıl ileri süreceğiz?​
Bu alanda dinin, ilk bakışta yalın bir karşılığı var. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu tanrı belirler. İstemi, Tanrı’nın istemiyle uyuşan kişi iyidir. Tüm sofuca (sünni) bir karşılık değil bu. Tanrıbilimciler “tanrı iyidir” derler. Tanrı isteminden bağımsız iyilik ölçütü (standardı) olduğu anlamına. Dolayısiyle, şu soruya bir karşılık bulmak zorundayız: “Beğeni iyidir” gibi bir anlatımda, “kar beyazdır” anlatımındaki nesnel doğruluk ya da yanlışlık var mıdır?​
Bu sorunun karşılığı uzun bir tartışmayı gerektirir. Birtakım kişiler pratik amaçlarla, temel sorunu bir yana bırakabileceğimizi ileri sürüp “nesnel doğrulukla neyin anlatılmak istendiğini bilmiyorum, bir anlatımı inceleyen düşünülebilir bütün kişiler onu onaylıyorsa o anlatıma ‘doğru’ derim” biçiminde konuşabilir. Karın beyaz olduğu, Caesar’ın öldürüldüğü, suyun hidrojen ve oksijenden oluştuğu, bu anlamda ‘doğru’dur. Sonra karşımıza bir olgu sorunu çıkıyor: Sağtörede de uzlaştığımız anlatımlar var mı? Varsa, onlar hem özel davranış kurallarının hem de siyaset kuramının temeli durumuna getirebilir. Yoksa, felsefi doğruluk ne olursa olsun, pratikte güç sahibi gruplar uzIaşamayınca, gücün ya da propagandanın ya da her ikisinin yer aldığı bir çatışmaya sürükleniriz.​
Platon için böyle bir sorun yoktur. Onun dramatik anlayışı Thrasymachos durumunu ister istemez ortaya koymasına yol açarsa da Platon, Thrasymachos’çu görüşün gücünden tümüyle habersizdir ve ona karşı durmakla büyük haksızlık eder. “İyi”nin var olduğuna ve yapısının açıklanabileceğine inanmıştı Platon. Bu konuda bir anlaşmazlık çıktığında hiç değilse bir kişi anlıksal (intellectual) yanlışlığa düşmüştür. Durum, olgular üzerindeki bilimsel anlaşmazlığa benzemektedir.​
Platon’la Thrasymachos arasındaki ayrılık çok önemlidir. Fakat, felsefe tarihçisinin yapacağı iş, onu bir sonuca vardırmak değil, sadece belirtmektir. Platon, ülküsel cumhuriyetin iyiliğini, sağtörenin nesnelliğini kabul eden bir demokratsa, o cumhuriyetin kötülüğünü kanıtlayabileceğini düşünebilir. Thrasymachos’la uyuşan bir kişiyse “kanıtlama, kanıtlamama sorunu yok, Platon’un istediği devleti beğenip beğenmeme sorunu var. Beğeniyorsanız o devlet sizin için iyi, beğenmiyorsanız kötüdür. Pek çok kişi beğenir, pek çok kişi beğenmezse karara usla değil açık ya da kapalı bir zorlamayla varılır” diyebilir. Felsefenin henüz tartışıma açık bir sorunudur bu. Her iki yanda da saygı uyandıran kişiler yer almakta. Platon’un kanısı, uzun süre tartışmasız onanmış.​
Nesnel bir ölçüt (standardın) yerine kanıların oy çokluğuyla onanmasını geçiren görüşün, çok az kişinin onayabileceği sonuçlara yol açtığı görülür. Üzerinde pek az kişinin anlaştığı, fakat sonradan hemen herkesin desteğini kazanan bir kanıyı savunmuş olan Galileo gibi bilimsel yenilikçilere ne diyeceğiz? Bilim alanında yenilik yapanlar bu işi, heyecanlara, devlet propagandasına ya da zora değil, kanıtlamalara başvurarak yaparlar. Durum, genel kanıdan başka bir ayraç içerir. Sağtöresel konularda, büyük din öğreticilerinin durumuna benzer bir durum var. İsa, haftanın yedinci günü buğday başağını koparmanın değil, düşmanınızdan nefret etmenin yanlış olduğunu öğretmiştir. Böyle töresel yenilik, açıkça, çoğunluğun kabul ettiği kanıdan başka bir ölçüt (standart) içerir. Fakat ne olursa olsun, bu ölçüt, bilimsel bir sorudaki gibi nesnel bir ölçüt değildir. Bu sorun, kolay kolay çözülemez. Ben de çözdüğünü söyliyemem. İyisi mi, belirtmiş olmakla yetineyim.​
Platon’un Cumhuriyet’i belki gerçekten kurulmak istenmiştir. Modern ütopyalara benzemez bu bakımdan. Rahatlıkla anlaşılabilir. Pek de kurgusal ve gerçek dışı değildir. Uygulanamaz sandıklarımız dahil, pek çok koşulları Sparta’da gerçekleşmiştir nitekim. Filozofların yönetici olmasına ilk kez Pythagoras çalışmıştı. Platon, Sicilya ve Güney İtalya’yı ziyaret ettiğinde Pythagorasçı Archytas, Taras’ta (bugünkü Taranto), siyasal yönden etkili bir kişiydi. Kentlilerin, yasalarını düzenleme işinde bilge kişilere başvurmaları geneldi. bu işi Atina için Solon, Thurii içinse Protagoras yapmıştı. O günlerde koloniler, ana kentlerin denetiminden tümüyle bağımsızdı. Bir Platoncu grup İspanya ya da Gaul kıyılarında rahatlıkla kurabilirdi cumhuriyeti. Ancak kötü bir rastlantı Platon’u Kartha-hadatha’yla (Kartaca) amansız savaşlara girişmiş bir ticaret kentine, Syracusae’ya (Sirakuza’ya) götürdü. Böyle bir atmosferde hiçbir filozof başarı sağlıyamazdı. Bir sonraki kuşakta, Makedonya’nın yükselişi, bütün küçük kentlerin modasının geçmesine neden oldu ve bütün küçük siyasal deneyimlerin boşluğunu açığa koydu.​
DÜŞÜNLER (İDEALAR) KURAMI
Beşinci kitabın sonlarından yedinci kitabın başlarına değin, Cumhuriyet aytışımının (dialogiasının) ortalarında, siyasete karşıt olarak, salt felsefe ele alınır. Sorunlar oldukça keskin bir biçim de dile getirilir.​
‘‘Filozoflar kral oluncaya, ya da bu dünyanın kralları ve prensleri felsefe gücü ve tini edininceye, işi gücü başkasının kuyusunu kazmak olan ayaktakımı bir yana çekilme zorunda bırakılıncaya değin ne kentler kötülüklerden kurtulacak, ne de insan soyu. Sonra, sadece bizim devletimiz yaşama hakkına sahip olacak, gün ışığına erecek.”​
Eğer doğruysa bu, önce bir filozofun ne olduğunu ve felsefe (“philosophia”) sözcüğünden ne anladığımızı belirlememiz gerekir. Bu sorunlardan doğan tartışma Cumhuriyet’in en ünlü, belki de en çok etki yapmış sayfalarıdır. Kısmen, doğal üstü bir edebiyat güzelliğine sahip o, sayfalarda söylenenleri, benim gibi, doğru saymayabilir okuyucu. Ancak, etkili bulmaması da elde değildir.​
Platon’un felsefesi, gerçekle görünüş arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ilk kez Parmenides tarafından ortaya atılmıştı. İmdi ele alacağımız tartışmada, Parmenides’in deyim ve kanıtları sık sık çıkar karşımıza. Bununla birlikte, Platon’da, gerçek konusunda Parmenidesçi olmaktan çok Pythagorasçı, dinsel bir hava; daha çok, Pythagoras ardıllarına geri götürebileceğimiz müzik ve matematik ilişir göze. Parmenides mantığının, Pythagoras’ın ve Orpheosçuların öbür dünyacılığıyle birleşmesi, mantığı da, dinsel heyecanları da doyuran bir kurama yol açmıştır. Sonuç, ayrı değişmelerle, Hegel’e değin büyük filozofların çoğunu etkileyen güçlü bir sentezdir. Platon’dan kalan yalnız filozofların çoğunu etkileyen güçlü bir sentezdir. Platon’dan etkilenen yalnız filozoflar değildir. Püritenler, müziğe, resme, Katolik Kilisesi’nin gösterişli törenlerine neden karşıdırlar? Sorunun karşılığı, Cumhuriyet’in onuncu kitabındadır. Çocuklar okulda neden aritmetik öğrenmek zorundadırlar? Sorunun karşılığı, yedinci kitaptadır.​
Aşağıdaki paragraflar, Platon’un düşünler (idealar) kuramını özetler:​
Sorunumuz şu: Filozof nedir? Birinci karşılık kökbilim (etymolegia) yönünden verilebilir. filozof bilge-sever’dir. Fakat, bilgi-sever’le aynı değildir bilge-sever”. Meraklı bir kişinin de bilgiyi sevdiği söylenebilir. Kaba bir ilgi filozof yapmaz adamı. Dolayısıyla biraz değişiyor tanım. Filozof doğruluk görü’sünü seven adamdır. Nedir bu görü?​
Yeni tiyatro oyunlarını, yeni filmleri izlemeye, yeni müzik parçalarını dinlemeye can atan, güzellik düşkünü bir adam düşünelim. Böyle bir adam filozof değildir. Çünkü o, sadece güzel şeyleri, filozofsa, güzelliğin kendini sever. Güzel şeyleri seven, düş görmektedir. Mutlak güzelliği sevense uyanıktır. Birincisi sadece kanı sahibidir, ikincisiyle bilgi.​
BİLGİ VE KANI
“Bilgi”yle “kanı” arasındaki ayrım nedir? Bilgi sahibi herhangi bir şeyin bilgisine sahiptir. Sözgelimi var olan bir şeyin bilgisine. Var olmayan zaten hiçtir. (Parmenides’i anımsatıyor burası.) Bilgi yanılmaz sonuçta. Onun yanılması lojik olarak olanaksızdır. Fakat, kanı yanılabilir. Bu nasıl olur? Olmayan bir şeyin kanısı olmaz. Olamaz. Olan bir şeyin kanısı da olamaz. Böylesi de bilgi olur. Dolayısiyle kanı, hem olan hem olmayan bir şeyle ilgili olmalıdır.​
Nasıl olanaklı olur bu? Sorunun karşılığı, tek tek şeylerin daima, karşıt öz çizgiler yüklenmesindedir. Sözgelimi, güzel olan, bir bakıma güzel olmayan, adil olan bir bakıma adil olmayandır. Platon’un savına göre, tek tek bütün şeyler çelişmeli karakterlere sahip, olanla olmayan arasında ve kanı şeyleri değil, bilgi şeyleri olmaya elverişli. “Fakat, mutlakı, zamansızı ve başkalaşmıyanı gören kişilerin, kanıya sahip olduğu değil, bir şeyi bildiği söylenir.”​
Böylece, kanının, duyularımıza açık dünyayla ilgili olduğu sonucuna varırız. Gerçekteyse bilgi, duyuüstü, zamansız bir dünyaya ilişkindir. Sözgelimi kanı, tek tek güzel şeylerle, bilgi güzelliğin kendisiyle ilintilidir.​
Geliştirilen tek kanıt, bir şeyin hem güzel hem güzel olmayan, hem adil hem adil olmayan olduğunu var saymakla çelişmeye düşüleceği; yine de çelişmeli karakterleri içinde bulundurur göründüğü; tek tek şeylerin gerçek olmadığı konusundadır. Herakleitos şöyle demişti: “Aynı ırmağa hem girebiliriz hem giremeyiz. Varız ve var değiliz.” Bu kanıyı Parmenides’in kanısıyla birleştirirsek Platon’un varmış olduğu sonuca varırız.​
KURAMDA MANTIKSAL VE METAFİZİK BÖLÜM
a. Mantıksal Bölüm​
Bununla birlikte, Platon’un, öğretisinde kendinden öncekilerde rastlamadığımız önemli bir özellik bulunmaktadır: Kısmen mantıksal, kısmen de metafizik İdealar ya da biçimler kuramı. Mantıksal bölüm, genel sözcüklerin anlamıyla ilgilidir. Doğru olarak “bu kedidir” diyebileceğimiz pek çok hayvan vardır. “Kedi” sözcüğüyle neyi amaçlıyoruz? O açıkça, her özel kediden ayrı bir şeydir. Bir hayvan, bütün kedilere özgü olan genel yapıyı taşıdığı için kedidir. Dil, “kedi” gibi genel sözcükler olmaksızın edemez. Bu tür sözcüklerin anlamsız olmadığı açıktır. Eğer “kedi” sözcüğü herhangi bir şeyi anlatıyorsa bu, herhangi bir kedi değil, evrensel kediliktir. O, tek bir kedi doğduğu zaman doğmaz. Tek bir kedi ölünce de ölmez. Uzay ya da zaman içinde bir yer de kaplamaz. Zamansızdır. Öğretinin mantıksal bölümü bu. Onun adına olan kanıtlar, sonuçla geçerli olsun olmasın güçlüdür ve öğretinin metafizik bölümünden tümüyle bağımsızdır.​
b. Metafizik Bölüm​
Öğretinin metafizik bölümüne göre “kedi” sözcüğü, belirli, ideal bir kediyi, Tanrı’nın yarattığı tek bir kediyi dile getirir. Tek tek kediler ideal kediyle ortak bir yapıya sahiptirler. Az ya da çok eksiktir bu ortaklık. Çok sayıda kedi vardır. İdeal kedi gerçektir, tek tek kedilerse görüntüsel.​
Devlet’in son kitabında, ressamları kınayışa bir giriş olmak üzere idealar ya da biçimler öğretisinin açık bir dökümü yer alıyor. Burada Platon, bir bölük bireyin ortak ada sahip olması durumunda, ortak idea ya da biçimden olduklarını anlatır. Sözgelimi, pek çok yatak olmasına karşın tek bir yatak ideası ya da biçimi bulunmaktadır. Bir yatağın aynadaki yansısı nasıl gerçek değil, görünüşünden ibaretse, değişik tek tek yataklar da idea’nın kopyası olduklarından gerçek değillerdir. Yatak ideası tek tek gerçek yataktır, Tanrı yönünden yapılmıştır. Tanrı’nın yaptığı yatak konusunda “bilgi”, marangozların yaptığı yatak konusunda “kanı”ya sahip olabiliriz. Filozof, sadece ideal yatakla ilgilenecektir; duyulur dünyanın pek çok yatağıyla değil. Ayrıca, gündelik dünya işlerine ilgisiz kalacaktır. “Zihni bunca yüce olan, bütün zamanı ve bütün varlığı gözleyen kişi, insan yaşantısını nasıl düşünebilir?” Filozof olmaya yetenekli genç, arkadaşları arasında doğru, nazik, öğrenmekten hoşlanan, güçlü bir belleğe ve öğeleri uyuşumlu bir zihne sahip olmakla kendini gösterecektir. Böyle biri, filozof ve koruyucu olması yolunda eğitilecektir.​
Adeimantos bu noktada bir karşı duruşla söze karışır. Sokrates’le tartışmaya çalışırken her adımda şaşırdığını duyar. Tartışma sona erdiğinde önceki bütün düşüncelerinin tersine döndüğünü anlar. Sokrates ne derse desin felsefeye dalan kişiler, acayip yaratıklar olup çıkıyor anlaşılan. En iyileri bile gereksizleşiyor.​
Sokrates, böyle bir durumun, içinde bulunduğumuz dünya için doğru olduğunu söyler. Fakat, ayıplanacak olan, filozoflar dışındaki kişilerdir, akıllı bir toplulukta, aptal sayılmayacaktır filozoflar. Bilge kişiler, yalnız aptallar arasında, bilgelikten yoksun sayılırlar.​
Ne yapacağız bu ikilem karşısında? Devletin kurulması için iki yol var:​
1 - Filozofların yönetici olması​
2 - Yöneticilerin filozof olması​
Başlangıç olarak birinci yol olanaksız gibi. Çünkü, felsefeye kulak asmayan bir kentte halk, filozofları tutmuyor demektir. Fakat, yönetici olarak doğmuş biri filozof olabilir. “Böyle, bir tek kişinin çıkması yeter. Kendi istemine uyan bir kente sahip tek adam, kimselerin inanmadığı ideal politikayı gerçekleştirebilir.” Platon, Surakousai (Sirakuza) tiranı genç Dionusios’ta böyle bir yönetici bulduğunu sandı. Ancak boşa çıktı umutları.​
Devlet’in VI ve VII. kitaplarında Platon, belli başlı iki sorunla uğraşır:​
1 - Felsefe nedir?​
2 - Uygun yaradılıştaki bir genç erkek ya da kadın filozofluk eğitiminden nasıl geçirilebilir?​
Platon için tek felsefe, bir tür görü, “doğruluk görüsü”dür. Salt zekâ, salt bilgelik işi değil, bilgelik sevgisidir. Spinoza’daki tanrı’yı zekâyla sevmek kavramı, düşünce ve duygunun aynı biçimde içten birleşmesidir. Yaratıcı iş gören herkes, uzun bir emekten sonra, doğruluk ya da güzelliğin ani bir parlayış ya da görkem içinde göründüğü ya da görünür gibi olduğu zihin durumunu az çok yaşamıştır. Bu durum, küçük bir konuda da, evren konusunda da çıkabilir ortaya. O anda, sözü edilen yaşayış çok kandırıcıdır. Sonradan kuşku gelebilir. Fakat, ilk anda yüksek bir kesinlik vardır. Sanırım, sanatta, bilimde, edebiyatta, felsefede en iyi yaratıcı yapıt, böyle bir anın sonucu olan yapıttır. Başkalarında da olur mu bilmem? Kendi adıma, ne zaman bir kitap yazmaya kalksam, önce konunun ayrı ayrı parçalarını tanıyacak ölçüde ayrıntılara inmem gerekir. Sonra, eğer şanslıysam, bir gün, parçalarıyla gereğince bağlaşmış olarak yakalarım bütünü. İmdi iş, gördüğümü yazmaya kalmıştır. Sislerle kaplı dağ yolunda yürüyen bir adam düşünün. Adam önce, her yamacı, patikayı, yaylayı ayrı ayrı tanır. Sisler dağılınca, bütün dağı uzaktan bütünlükle ve parlak gün ışığı altında görür.​
İyi bir yaratıcı yapıt için, sanırım gereklidir bu yaşantı. Fakat, yeter değildir. Onun getirdiği öznel kesinlik, gerçekte, büyük ölçüde yanıltıcı olabilir. William James, gülme etkisi uyandıran gazla böyle bir yaşantıya ulaşan adamın öyküsünü anlatıyor. O kişi, gazın etkisindeyken evrenin gizemini bilirim sanır. Fakat bu etki geçince gizemin ne olduğunu unuturmuş. Bir gün, aşırı bir çabayla, görü yitip gitmeden yazmış onu. Gazın etkisinden sıyrılınca hemen okumaya girişmiş yazdığını. Şuymuş yazdığı: “her yerde petrol kokusu.” Dolayısıyla ani bir iç görü’sü yanıltıcı olabilir, tanrısal esriklik geçince ayık kafayla denetlenmelidir o.​
Platon’un Devlet’i yazdığı sırada güvendiği görüsü, yapıtının okuyucu yönünden daha iyi anlaşılması için bir istiareyi gerektirir en sonunda: mağara istiaresini. Okuyucuya, idea’lar dünyasının gereksinimini gösterecek biçimde tasarlanmış değişik ön tartışmalarla varılır ona.​
Önce, zekâ dünyası, algılanır dünyadan ayrıdır. Sonra, zekâ ve algı kavramı da ikiye ayrılır. Algı kavramının türleri bizi ilgilendirmiyor burada. Zekâ kavramının türlerine gelince, onlar “us” ve “anlayış”tır. Bunlardan us daha yüksektir. Salt idealarla ilgilidir. Yöntemi diyalektiktir. Anlayışsa, matematikte kullanılan bir zekâ türüdür, ustan aşağıdadır. Denetliyemediği varsayımlarda usa başvurur. Sözgelimi geometride “ABC’nin gerçekten doğru çizgili bir üçgen olup olmadığını sormak kurallara aykırıdır yine de. Aynı biçimde, matematik bize, neyin var olduğunu değil, şöyle şöyle koşullar altında neyin var olacağını söyler. Duyulur dünyada doğru çizgi yoktur. Böylece matematiğin varsayımsal doğruluktan daha çoğuna sahip olması isteniyorsa duyulurüstü dünyada duyulurüstü çizgilerin varlığına kanıt bulmalıyız. Bu, Platon’göre, anlayışla değil, usla yapılır. Us, gökte, geometrik önermelerin varsayımsal değil, kesin olduğu doğru çizgili bir üçgen bulunduğunu gösterir.​
Bu noktada Platon’un gözünden kaçan, modern idealist filozoflar için açık bu güçlük var. Tanrı’nın tek bir yatak yaptığını görmüştük. Onun tek bir doğru çizgi çizdiğini kabul etmek de doğaldır. Fakat eğer gökte bir üçgen varsa tanrı üç tane doğru çizgi çizmiş olmalı. Geometri nesneleri ideasal olsa bile pek çok örneklere sahip bulunmalılar... Sözgelimi, kesişen iki çember istiyebiliriz. Bu, Platon kuramında, geometrinin, son doğruluğa yetenekli olmadığını görüntüyü ele alan çalışmanın bir bölümü olarak kınanması gerektiğini anlatır. Söz konusu noktayı bir yana bırakacağız yine de.​
Platon, açık anlıksal görüyle, karmaşık, duyu algısı görü’sü arasında ki ayrımı, görme duyusundan yaptığı bir benzetme yardımıyla açıklamaya çalışır. “Görme -der-, yalnız gözü ve nesneyi değil ışığı da gerektirmesi bakımından öbür duyulara benzemez. Nesneleri, güneş ışığında apaçık, alaca karanlıkta yarım yamalak görürüz, zifiri karanlıktaysa hiç görmeyiz. İdea’lar dünyası, nesnenin güneşle aydınlanması sırasında gördüğümüz dünyadır.” Göz tine (ruha), ışık kaynağı olarak güneş doğruluğa ya da iyiliğe karşılıktır.​
“Ruh, bir göz gibidir. Doğruluk ve aydınlığın parladığı nesneye yönelince kavrar ve anlar, zekâyla ışıklanmıştır o anda. Oluş ve bozuluşunun egemen olduğu alaca karanlıktaysa sadece kanıya sahiptir. Orada bakar durur hep. Bazen şu, bazen de bu kanıya sahip olur. Zekâya sahip değilmiş gibi görünür... “bilinene doğruluk nitesini, (vasfını), bilene bilme gücünü veren şeye, iyi ideası diyeceğim, ve siz ona bilimin nedeni diye bakacaksınız.”​
Ünlü mağara istiaresine götürür bu bizi. İstiareye göre, felsefeden yoksun olanlar, bir mağarada ancak bir yöne bakacak biçimde bağlanmış tutuklulara benzer. Arkalarında ateş yanar. Önlerinde duvar vardır. Kendileriyle duvar arasında hiçbir nesne yoktur. Gördükleri, arkalarındaki nesnelerin ateş aracılığiyle duvara yansıyan gölgelerinden ibarettir. Kaçınılmaz olarak, bu bölgeleri gerçek sayarlar. Onların asıl bağlı bulunduğu nesnelerle ilgili bir kavrama sahip değillerdir. Sonunda tutuklulardan biri mağaradan kaçarak gün ışığına çıkar, ilk kez gerçek nesneleri görür. O zamana değin gölgelerle aldatılmış olduğunu anlar. Eğer kurtulan, koruyucu olmaya değer, filozof yapılı bir kişiyse, eski tutukluluk arkadaşlarına durumu anlatmayı görev sayar. Ancak onlar doğruya inanmakta güçlüğe uğrıyacaktır. Çünkü, gün ışığında mağaraya girince, gölgeleri, öbür tutuklulara bakıldığında, daha az belirgin bulacak ve arkadaşlarını kurtuluştan önceki zamana bakıldıkça daha aptal sayacaklardır.(36)​
İYİ’NİN DURUMU
İyi’nin durumu ilginç! “Bilim ve doğruluk -der Platon-, iyi gibidir. Fakat, iyinin makamı daha yüksektir. İyi, öz değildir. Yücelik ve güç bakımından aşar özü” Diyalog, mutlak iyinin algılanmasında anlıksal (intellectual) dünyanın sonuna götürür bizi ve matematikçinin varsayımlarını, iyinin yardımıyla bir yana bırakabilir. Bu nu n temelindeki düşünce, gerçeğin, görünüşe karşıt olarak eksiksiz ve tam iyi olduğudur. Böylece, iyiyi algılamak, gerçekliği algılamak olur. Platon felsefesinde baştanbaşa Pythagoras felsefesinde olduğu gibi zekâyla gizemciliğin kaynaşmış olması dikkati çekiyor. İyi hususunda gizemcilik ağır basıyor.​
İDEALAR ÖĞRETİSİNİN YANLIŞLARI
Birtakım açık yanlışlar içerir idealar öğretisi. Felsefede büyük bir aşamadır yine de, günümüze değin değişik biçimlerle gelen tümeller sorununa ağırlık vermiş ilk öğreti olması nedeniyle. Başlangıçlar üstünkörü olmaya açıktır. Üstünkörü diyerek idealar öğretisinin özgünlüğünü görmezlikten gelemeyiz. Tüm zorunlu doğrulamalar yapıldıktan sonra bile kimi şeyler kalır geride. Geride kalanlardan kesinlikle en küçüğü, Platon’a en çok karşıt olanların bile kabul edeceği şu gerçektir: Tüm özel adlardan kurulu bir dille konuşamayız. “Adam”, “kedi”, “köpek” türünden genci sözcüklerle “benzer”, “önce” türünden bağlantı sözcükleri de gereklidir. Anlamsız gürültüler değildir o sözcükler. Dünyanın bütünüyle tek tek şeylerden kurulu olması durumunda adı geçen sözcüklerin, özel adların gösterdiği türden bir anlama nasıl sahip olacağını kestirmek güç. İlk ‘bakışta tümeller adına çalışan bu kanıttan kurtulmanın yolları vardır. Geçici olarak, bir aşamaya değin geçerli sayacağım onu. Fakat, bu denli geçerlikten hiç de Platon’un dedikleri çıkmaz.​
Önce Platon, felsefe söz dizimini anlamış değildir... Sokrates insandır, Platon insandır v.ö. diyebilirim. Bütün bu anlatımlarda “insan” sözcüğünün aynı anlama sahip olduğu düşünülebilir. “İnsan” sözcüğü ne anlatırsa anlatsın, Sokrates’le Platon’un ve insan soyunu biçimleyen öbür bütün bireylerin aynı olmayan bir şeydir bu sözcük. “İnsan,” sıfattır. “İnsan insandır” demek saçma olur. Platon, böyle bir saçmalığa düşmektedir. Güzelliğin güzel, “insan”ın Tanrı tarafından yaratılmış bir örnek-insan’ın adı, edimdeki (actual) insanın, asıl örneğin eksikli ve gerçek dışı bir kopyası olduğunu düşünür. Ayrıca, tümellerle tikeller arasında nasıl bir boşluk bulunduğunu anlayamamıştır. Onun ideaları, sağtöresel (ethic) ve estetik olarak, sıradan tikellere üstün başka tikellerdir gerçekte, Kendisi de daha sonra bu güçlüğü görmeye başlamıştır. Parmenides diyalogu, bir filozofun kendini eleştirmesinin en güzel örneğini verir.​
Parmenides’in, Antiphonos (Platon’un üvey kardeşi) tarafından öykülendiği varsayılır. Söyleşiyi anımsayan yalnız oymuş. Sonradan bu tür sorunları bırakıp atlarla uğraşmaya başlamış. Kendisini elinde bir dizginle bulmuşlar ve Parmenides - Zenon - Sokrates arasında geçen üçlü tartışmayı anlatması konusunda zar zor kandırmışlar. Söylendiğine göre, bu tartışma sırasında, Parmenides yaşlı (aşağı yukarı 65 yaşında), Zenon orta yaşlı (40 yaşlarında), Sokrates’se oldukça gençmiş. Sokrates burada, idealar kuramını açıklar. Benzerlik, güzellik, adalet ve iyilik ideaları bulunduğundan emin, insan ideası bulunduğundan emin değildir. kıl, çamur, pislik gibi nesnelerin ideası bulunduğu yolundaki öneriyi küçümsiyerek hayırlar (reddeder). “Arada ideasız bir şey bulunmadığını düşündüğüm olur” der. Dipsiz saçmalık çukuruna düşmekten korktuğu için bu görüşten kaçınır.​
“Evet Sokrates -dedi Parmenides-, şimdi gençsin. Zaman gelecek, felsefeyi daha iyi kavradığında, yanılmıyorsam, en aşağılık nesneleri bile küçümsemiyeceksin.”​
Sokrates, kendi görüşüne göre, “öbür bütün şeylerin paylaştığı belirli idealar bulunduğunu, bütün şeylerin, adlarını bu belirli idealardan aldığını; sözgelimi, benzerlerin benzerlikten pay aldıkları için benzer; büyük nesnelerin büyüklükten pay aldıkları için büyük; adil ve güzel nesnelerin adalet ve güzellikten pay aldıkları için adil ve güzel olduklarını” kabul eder.​
Güçlük çıkarmaya çalışır Parmenides:​
a. Birey, ideanın bütününü mü yoksa bir parçasını mı paylaşır. Her iki görüşe de itiraz edilebilir. Önceki doğruysa bir nesne aynı anda değişik yerdedir. İkinci doğruysa idea bölünebilir, küçüklüğün bir parçasına sahip olan nesne mutlak küçüklükten daha da küçük olur. Bu da saçmadır.​
b. Bir birey bir ideayı paylaşıyorsa birey ve idea benzerdir. Dolayısiyle, tikellerle köken ideayı içine alan bir başka idea bulmak gerekecek, iş sonsuza değin gidecektir. Sonuçta, her idea tek olacağına, sonsuz idealar dizisi bulunacaktır (Aristoteles’in, “üçüncü kişi” kanıtının aynıdır bu.)​
c. “b” deki nedenle, kendilerini paylaşan tikellere benzemez idealar.​
d. Sokrates, tek düşüncelerin, belki de idealar olduğunu anlatır. Parmenides’e gelince o, düşüncelerin herhangi bir şey konusunda olması gerektiğini ileri sürer.​
e. Eğer varsa, bilgimiz mutlak olmadığından, ideaların bizce bilinmemesi gerekir.​
f. Tanrı’nın bilgisi mutlaksa, bizi bilmeyecek, dolayısıyla yönetemeyecektir (37)​
Yine de büsbütün bırakılmış değildir idealar kuramı. “İdealar bulunmaksızın, zihnin dayanağı olamaz, böylece usavurma yıkılır” diyor Sokrates. Parmenides de güçlüğü, Sokrates’in eğitimindeki eksikliğine bağlıyor. Belirli hiçbir sonuca varılamıyor.​
Platon’un, duyulur tikellerin ‘gerçekliğine yönelttiği karşı duruşlar, sanırım, ince elemeye gelmez. Sözgelimi o, güzel planın bir bakıma çirkin, çift olanın bir bakıma yarım olacağını söyler. Fakat örneğin, bir sanat yapıtının bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin olduğunu söylediğimizde, çözümleme, hiç değilse, kuramsal olarak “bu yan ya da görünüş güzel, bu yan ya da görünüş çirkin” dememize daima elverecektir. “Çift” ya da “yarım” sözcükleri de göreli terimlerdir. İkinin, birin iki katı, dördün yarısı olması çelişmeli değildir. Platon, göreli terimleri anlamamış olmanın güçlüğünü çekmiştir. A, B’den büyük, C’den küçükse, onun hem büyük hem küçük olması çelişmeli geliyordu Platon’a. Böyle güçlükler, artık felsefenin çocukluk sayrılıklarıdır.​
Gerçekle görünüş arasındaki ayrım, ona Parmenides, Platon ve Hegel yönünden yüklenmiş sonuçlara sahip olamaz. Eğer görünüş gerçekten görünüyorsa, o bir hiç değil, gerçeğin bir parçasıdır. Tam Parmenides biçimi bir kanıt bu. Görünüş gerçekleri görünmüyorsa neden kafamızı yoralım? Biri çıkıp, gerçeğin gerçekten görünmediğini, görünür göründüğünü ileri sürebilir. İşe yaramaz bu yine de. Çünkü “o gerçekten görünür mü görünüyor, yoksa görünürden mi görünür görünüyor?” biçiminde bir soru sorabiliriz. Görünüş eğer, görünür görünüyorsa bile ergeç, gerçekten görünen bir şeye ulaşmamız gerekir. Tanrı yönünden yaradılmış tek bir gerçek yatağa karşın pek çok yatak bulunduğunun göründüğünü yadsımayı usundan bile geçirmemiştir Platon. Pek çok görünüş olduğu olgusunun içerimlerini düşünmüş görünmüyor. Sözü edilen çokluk gerçeğin bir parçasıdır. Dünyayı, biri öbüründen daha gerçek iki bölüme ayırma çabası başarısızlığa mahkûmdur.​
Bu noktayla bağlantılı olarak, başka bir görüşü daha var Platon’un: Bilgi ve kanının ayrı öznelere ilişkin olması görüşü: Kar yağacağını sanıyorsam bu bir kanı, kar yağdığını görüyorsam bu bir bilgidir. Bilgi kesin ve yanılmazdır. Kanıysa yanılır olmakla kalmaz, yanlıştır da zorunlukla. Çünkü, Platon, yalnız, görünüşün gerçekliğini varsayar. Bütün bunlar, Parmenides’i yinelemekten öteye geçmez.​
Platon metafiziğinin. Parmenides’ten ayrıldığı bir nokta söz konusu: Parmenides için yalnız bir idea var. Platon içinse pek çok idealar. Yalnız, güzellik, doğruluk, iyilik değil, gördüğümüz gibi, “Tanrı yönünden yaradılmış, yatak, insan, kedi, köpek, Nuh’un gemisini dolduracak daha pek çok yaratık ideası yer almaktadır gökte. Bununla birlikte Devlet’te bütün bunlar henüz düşünülüp taşınılmış görünmüyor. Düşüncenin nesnesi olabilirse de biçim ya da idea bir düşünce değildir. Tanrı’nın, onu nasıl yaratabilmiş olduğunu anlamak güç. İdeanın varlığı zaman dışı. Tanrı, ancak düşüncesinde bir yatak yaratmaya karar vermiş olabilirdi. Karar verince de, o düşüncenin nesnesi olarak, bize kendisi yönünden yaratıldığı bildirilen Platon yatağı’nı ortaya koymuş olacak. Zamansız olan, yaratılmamış olmalıdır gerçekte. Burada, pek çok filozof-tanrıbilimciyi sıkıntıya sokan bir güçlükle karşılaşıyoruz. Yaratılan dünya zorunsuz; bizimki gibi, kötü olarak kınanan sıradan bir dünyadır. Yaratıcı’nın, sadece yanılgıyı ve kötülüğü yaratmış olduğu anlaşılıyor. Kimi Gnostik’lerin tutarlı olmak için onaylıyacağı bu görüş, Platon’un başka yapıtlarında olduğunca, Devlet’te de yüzeye çıkmamış.​
Koruyucu olacak filozof, Platon’a göre, mağaraya dönmeli ve doğruluk güneşini görmemiş olanlar arasında yaşamalı. Tanrı da yarattığını düzeltmek istiyorsa, aynı biçimde davranmalı. Bir Hristiyan Platon’cusu, “incarnation”u(38) böyle yorumlayabilirdi. Fakat, Tanrının idealar dünyasından memnun olmayışının nedenini açıklamak tümüyle olanaksız kalıyor. Filozof mağarayı yaratılmış bulur, Tanrı kayrasiyle (lütfuyla) oraya döner. Fakat, yaratıcı eğer her şeyi kendi yaratmışsa, “mağarayı” yaratmıyabilirdi biçiminde düşünenler çıkabilir.​
Güçlük belki de Hristiyanlığın Tanrı anlayışından doğduğu için, Platon’a yüklenemez. Çünkü filozofumuz, Tanrı’nın her şeyi değil, sadece iyiyi yarattığını söylemiştir. Duyulur dünyadaki çokluk, onun görüşüne göre, Tanrı’dan başka bir kavrama ilişkin olacaktır. Belki de idealar, Tanrı’nın özünü yapan öğeler ölçüsünde, Tanrı yönünden “yaratılmış” değildir. Sonuçta, ideaların çokluğu, betimsel (nihai) durum değildir. Bilimsel durumda sadece, Tanrı ya da iyi bulunur. İdealar ona sıfat olarak verilir. Her halde, Platon’un olanaklı yorumu budur.​
Platon daha sonra, koruyu olacak bir gencin eğitimi konusunda ilginç bir tasariyle çıkar karşımıza. Böyle bir gencin anlıksal (intellectual), ahlaksal (moral) nitelikleri dolayısıyla, böyle bir onur için, seçildiğini öğrenmiştik. O, doğru ve nazik olmalı, iyi bir belleğe, uyuşkun bir zihne sahip bulunmalı, öğrenmekten hoşlanmalıydı. Anılan artamlar dolayısıyle seçilen genç, 20 - 30 yaş arasını şu dört Pythagorasçı bilimi öğrenmekle geçirecektir: Aritmetik, düzlem ve katı cisimler geometrisi, gökbilim, müzik. Bu çalışmalar, çıkarcı bir tinle izlenmiyecek, gencin zihnini zamansız şeylerin görü’süne hazırlıyacaktır. Sözgelimi, gökbilimde edimsel (actual) gök cisimlerinin öğrenme sıkıntısına girilmeyecek, ideal gök cisimlerinin hareketiyle ilgili matematik ele alınacaktır Size saçma gelir bu. Fakat “yararlı olmuştur” dersem şaşmayın. Böyle bir durumun ortaya çıkması ilginçtir. Anlatalım:​
Gezegenlerin görünen devinimleri, onlar, inceden inceye çözümlenene değin, Pythagoras’ın yaratıcısının istemiş olacağı gibi değil, düzensiz ve karmaşık bulunur. Her Grek’in, göklerde, matematik güzelliğin bir örneğini gördüğü açık. Böylesi ancak, gezegenlerin çemberler çizerek devinmesiyle olanaklıydı. İyi kavramı üzerinde durmasına bakılırsa, özellikle aynı kanıyı benimsemiş olacaktır Platon. Sonuçla şu sorun çıkar ortaya: Gezegen devinilerinin görünüşteki düzensizliğini, düzen, güzellik ve yalınlığa indirgeyecek herhangi bir varsayım var mıdır? Eğer varsa, iyi ideası bu varsayımı ileri sürmeyi yerinde bulduracaktır. Samoslu Aristarchos şöyle bir varsayım buldu: Yeryüzü dahil bütün gezegenler, güneşin çevresinde çember çizerek dolanırlar. Bu görüş, kısmen, “Pythagorasçılar”ı o görüşe benzer bir varsayımın sahibi sayan Aristoteles’in (De coelo, 293 a) üstün etkisi dolayısıyla 2000 yıl hayırlanmış (reddedilmiş), ancak Koppernicus yönünden canlandırılmıştır. Onun başarısı, Platon’un gökbilime karşı estetik eğilimini haklı buldurabilirdi “Maalesef” Kepler, gezegenlerin çember değil elips çizdiğini, güneşin merkezde değil odakta bulunduğunu kanıtladı: Sonra Newton, yörüngelerin tam elips olmadığını ortaya koydu. Böylece Platon’un aradığı ve anlaşıldığına göre Aristarchos’un bulduğu geometrik yalınlığın sanrısal (illusory) olduğu anlaşıldı.​
SAÇMA DA YARARLIDIR
Böyle bir durum şu ilkeyi kanıtlar bilim tarihinde. Saçma da olsa, herhangi bir varsayım, bir bulucuya konuları yeni bir yolda düşündürüyorsa yararlı olabilir. Rastlantısal olarak; böyle bir ereğe yarıyan bir varsayımın gelişmeye engel olması da olasıdır. Dünyayı bilimsel yönden anlamanın anahtarı olarak iyiye inanç, belirli bir dönemde gökbilime yararlı, belirli bir dönemde zararlı olmuştur. Platon’un sağtöresel ve estetik eğilimi, Aristoteles’in bu konuda daha da ileri gitmesi, Grek bilimini öldürmüştür.​
MODERN PLATONCULARIN ÖZELLİĞİ
Platon’un aritmetik ve geometri üzerinde bunca önemle durmasına karşın, modern Platoncuların hemen ayrılsız (istisnasız) matematik bilgisinden yoksun olması dikkati çekiyor. hem bu kişiler, felsefeler üzerinde çok daha etki yapmışlardır. uzmanlaşmanın kötülüklerinden biridir bu: Adamlar kalkmış gençliklerinin büyük bir bölümünü Grek dili öğrenmeye harcamış, Platon konusunda yazıp çizebilmek için, Platon’un önemli saydığı bilimleri öğrenecek vakit bulamamış.​
PLATON’UN ÖLÜMSÜZLÜK KURAMI
Phaedon adı verilen diyalog, değişik yönlerden ilginç. Sokrates’in son anlarını dile getiriyor. Yani baldıran otu içmeden az önceki zamanla, içtikten, bilincini yitirene değin geçen zaman arasındaki söyleşileri. Platon’un, en yüksek aşamada bilge ve iyi olan ve ölümden hiç çekinmiyen ideal insanına ilişkin bir tablo bu. Platon yönünden betimlenen Sokrates, eski ve yeni zamanlarda sağtöresel (ethic) bakımdan önem kazanmıştır. İncil’deki, İsa’nın acısına (Passion) ve çarmıha gerilmesine ilişkin öykü bir Hristiyan için neyse, Tanrıtanımaz ya da özgür bir filozof için Phaedon oydu.39 Sokrates’in, son anındaki sarsılmazlığı, ölümsüzlük inancına sıkı sıkıya bağlıdır. Phaedon yalnız bir şehitlik olayını değil, daha sonra Hristiyanlığa geçen pek çok öğretiyi dile getirmesi bakımından önemlidir. St. Paulus ve Kilise babalarının din bilimi, dolaylı ve dolaysız, geniş ölçüde ondan türemişti. O dinbilim, Platon bilinmezse güç anlaşılır.​
Daha önce yazılan Kriton diyaloğu, Sokrates’in kimi ardıl ve arkadaşları yönünden Thessalia’ya kaçırılması için bir plan düzenlendiğini açıklamaktadır. Sokrates kaçsaydı belki Atina makamları epey sevinecekti. İleri sürülen planın başarıya ulaşma olasılığı oldukça yüksekti denilebilir. Fakat, plana aldırmadı Sokrates. Kurala uygun yasa işlemiyle suçlandığını, cezadan kaçarak yasa dışı iş görmenin doğru olmıyacağını belirtti. Sokrates, bizim, İsa’nın Dağ Öğütü’yle çağrıştırdığımız ilkeyi ortaya atar. Havarilerine verdiği o öğütte, “kötüye, ondan ne denli kötülük görürsek görelim, kötülükle karşılık vermemeliyiz.” diyordu İsa. Sokrates daha sonra, Atina yasalarıyla söyleştiğini imgelemekte (hayal etmekte). O söyleşide yasalar, Sokrates’in kendilerine, bir oğulun babaya, bir kölenin efendisine göstereceği türden, hatta daha da aşırı bir saygı göstermesi gerektiğini ve her Atina yurttaşının, Atina devletini beğenmemesi durumunda başka yere göçmekte bağımsız olduğunu anlatır ve uzun bir bir söylevi şöyle bitirir:​
“Şimdi dinle bizi Sokrates. Seni kim yetiştirdi? Önce yaşantını ve çocuklarını, sonra adaleti değil; önce adaleti, sonra yaşantını ve çocuklarını düşün. Düşün ki yeraltının egemen kişileri önünde haklı çıkasın. Eğer Kriton’un önerdiği gibi davranırsan, sen ve sana bağlı olanlar bu dünyada da öteki dünyada da daha mutlu daha kutsal, daha doğru olamaz. Şimdi, suçsuz ve acı çekmiş, kötülük yapmamış, yasalara değil, insanlara kurban olmuş biri olarak ayrılıyorsun bu dünyadan. İleri gider, bizimle yapmış olduğun sözleşme ve anlaşmayı bozarak, en doğru biçimde davranmanın gerekli olduğu kendine, dostlarına, ülkene ve bize karşı yanlış davranıp kötülüğe kötülük, fenalığa fenalık yaparsan, yaşadığın sürece güceniriz sana. Yeraltı dünyasında bulunan yasa kardeşlerimiz de bir düşma n olarak karşılar seni. Bizi yıkmak için elinden geleni yapmış olduğunu bilirler çünkü.”​
“Kulaklarımda bir gizemcinin (mystic) kulaklarındaki flüt sesine benzer, mırıltı işitir gibiyim” der Sokrates. Sonra kalıp, ölüm yargısına katlanmanın, görevi olduğu sonucuna varır.​
Son saati gelmiştir, zincirleri çözülür, dostlarını karşısına alıp konuşmasına izin verilir. Ağlıyan karısının üzüntüsü, konuşmasını kesmesin diye onu dışarı yollar.​
ÖLÜMÜ SEVİNÇLE KARŞILAMAK
Sokrates, şu kanıyı savunarak girişir işe: Felsefe tini taşıyan herhangi biri, ölümden korkmıyacak ve onu sevinçle karşılıyacaksa da, yasa dışı olduğundan, kendi yaşamını kendi eliyle sona erdirmeyecektir. Dostları, kendini öldürmenin neden yasa dışı olduğunu sorar. Sokrates’in Orpheosçu öğretiye uyan karşılığı, tam bir Hristiyan’ın verebileceği karşılıktır: “Gizlice fısıldanan bir öğreti, insanın bir tutuklu olduğunu ve kapıyı açıp kaçma hakkına sahip bulunmadığını anlatır. Bu benim bütünüyle anlıyamadığım büyük bir gizemdir.” Sokrates, insanın Tanrı’ya olan bağlantısını, sığırın sahibine olan bağlantısıyla karşılaştırır. “Öküzünüz yoldan çıkıp özgürlüğü seçerse kızarsınız. Dolayısıyla insan beklesin, Tanrı, şimdi beni çağırdığı gibi kendisini çağırana değin yaşantısına son vermesin demek usa uygun ve yerinde bulunabilir.” Ölüme üzülmüyordu Sokrates. Şöyle düşünüyordu: “Bilge ve iyi olan tanrılarla birlikte olacağım (bu tür konuların herhangi birinden emin olduğum ölçüde eminim bundan), sonra (inancım o ölçüde güçlü olmamakla birlikte) benden önce göçmüş ardımda bıraktıklarımdan daha iyi kişilerle buluşacağım. Ölülere bir şey, iyi kişiye ise kötüye olduğundan daha iyi bir şey kaldığı konusundaki umudum yüksektir.”​
Ölüm Sokrates’e göre, tinle bedenin ayrılmasıdır. Burada, Platon’un gerçek-görünüş, idealar-duyulur nesneler, us-duyu algılaması, tin-beden ikilikleriyle karşılaşıyoruz. Bu çiftler bağlamlıdır. her çiftin birinci ögesi ikinciye gerçeklik ve iyilik bakımından üstündür. Bu ikiliğin sonucu, çileci (zühdi) bir ahlaktı. Hrıstiyanlık sadece kısmen almıştır onu. Onun bütünüyle alınmasını engelleyen iki neden vardı: 1) Platon haklı olsaydı, görünür dünyanın yaradılması koyu (sünni) Hristiyanlıkta kötü bir iş olacaktı. Yaratıcı iyi olamaz sonuçta. 2) Bekârlığı daha yüce tutmuşsa da evliliği hiçbir zaman kınamamıştır Platon. Manichaeus dinine bağlı olanlar her iki bakımdan da daha tutarlıydı.​
Felsefede, bilimde ve gündelik düşüncede sık sık sözü edilen, ilkin tin-beden ayrımı biçiminde ortaya çıkan zihin ve madde ayrımı dinsel bir kökene sahiptir. Önce de gördüğümüz gibi bir Orpheos, kendini, yeryüzüyle yıldızlı göğün çocuğu sayar. Onun bedeni yeryüzünden, tini gökten gelmiştir. Felsefe dilince anlatmak istediği kuram işte budur Platon’un (ya da Platon’un Sokrates’inin Ç.N.)​
ÇİLECİ YÖNLER
Sokrates, Phaedon’da öğretisinin çileci (ascetic, zühdi) içerimlerini geliştirmek ister. Ilımlı ve efendicedir onun çileciliği. Filozofun gündelik beğenilerden bütünüyle kaçınması gerektiği değil sadece o tür beğenilerin kölesi olmaması gerektiği kanısındadır o. Filozof, yiyip içmeye aldırış etmeyecek, gerekli ölçüde yiyip içecektir. Oruçla ilgili bir öneri yoktur. Sokrates’in içkiye ilgisiz olduğu, fakat gereğinde, esrikleşmeksizin, herhangi bir kişiden daha çok içtiği söylenir. Onun kınadığı içme değil, içmede beğeni bulmaktır. Aynı biçimde filozof, sevginin beğenisine, pahalı giysilere, sandallara, süslere aldırış etmemeli. Onun alışverişi bedenle değil, tinledir. Filozof “bedenden olabildiğince kaçıp, tine dönmek isteyecektir,”​
Anılan öğretinin, yaygın biçimiyle çileci olacağı açıktır. Fakat o bu niyetle ileri sürülmüş değildir. Duyu beğenilerinden kaçınma çabasında bulunmayacak, başka şeyler de düşünecektir filozof. Yemek yemeyi unutan, yediği sırada da kitaplara dalan pek çok filozof tanıdım. Platon’un istediği biçimde davranıyordu onlar. Moral bir çabayla boğazlarını düşünmemeye çalışmıyor, ama başka konulara daha çok ilgi gösteriyorlardı. Bir filozof, görünüşte evli barklı, çoluk çocuk sahibi olacaktır. Ama yine aynı dalgınlık içinde. Kadınlar bağımsızlık kazanalı beri güçleşti bu iş. Xantippe’nin şirretliğine şaşmamalı.​
Sokrates’e, göre, filozoflar, tini bedenle birlikte olmaktan kurtarmaya çalışırlar. Halksa, “hiçbir beğeni duygusu ve beden beğenilerinden hiçbir payı olmayan” kişi, için yaşamın yaşamaya değer yanı olmadığını ileri sürer. Bu noktada Platon, belki de bilmeyerek bir bölüm ahlakçının görüşünü evetlemiş olmaktadır. Duyu beğenilerini aramıyan kişinin, bütün beğenileri ortadan kaldırmış ve erdemli biçimde yaşıyor olması gerektiğini kabul eder o ahlakçılar. Sözü edilmemiş bir zarara neden olan bir yanlıştır bu. Zihin ve bedenin ayrılığı kabul edildiği sürece en iyisi ölçüsünde en kötü beğeniler de (kıskançlık, zalimlik, zorbalık gibi) zihinsel demektir. Milton’un şeytanı, fiziksel eziyette üstünlük kazanır, kendini tüm yıkım işine adar. Bundan da zihinsel bir beğeni duyar. Tanınmış pek çok din adamı duyu beğenilerini kınadığından öbür beğenilerden korunacak durumda da olmadığından, sözde din adına, korkunç zulüm ve eziyete varan bir güç sevgisinin egemenliği altına girmiştir. Hitler, bu tipin bir örneğidir. Duyu beğenileri onda pek küçük önem taşır. Bedenin tiranlığından kurtulmak, büyüklüğe yardımcı olur. Erdeme olduğu ölçüde günaha da uzanan bir büyüklüktür bu.​
DİNİN ANLIKSAL YANI
Dinin, doğru ya da yanlış olarak, Platon yönünden Sokrates’e yüklenen anlıksal yanına varmış oluyoruz şimdi. “Beden, bilgi kazanmaya engeldir, görme, işitme, doğru konuşmayan tanıklardır” deniyor. Gerçek varlık tine açılmışsa eğer, duyguda değil, düşüncede olmuştur bu. Bir an için bu öğretinin içerimlerini alalım ele. Tarih ve coğrafya dahil, görümsel (ampirik) bilginin tümüyle yadsınmasını içeriyor o. Dolayısıyla biz, Atina gibi bir yeri, Sokrates gibi bir insanı, bu insanın ölüşünü, ölürken gösterdiği yiğitliği, görüntü dünyasına ilişkin olarak, sadece görme ve işitme yoluyla biliriz. Gerçek bir filozofsa görme ve işitmeyi bir yana bırakır. Ya ne kalıyor ona? Önce mantık ve matematik. Onlar da varsayımsaldır ve gerçek dünya konusunda kesin savlar ileri sürmez. Bir sonraki adım (can alıcı adım) iyi düşün’üne (ideasına) dayanır. Bu ideaya ulaşınca filozofun, iyi olanın gerçek olduğunu bildiği, böylece, düşünler (idealar) dünyasının gerçek dünya olduğunu çıkarımlıyabileceği varsayılır. Daha sonra filozoflar, gerçekle iyinin özdeşliğini sürmüşlerdir ileri. Platon, bu özdeşliğin apaçıklığını önceden varsaymış görünüyor. Onu anlamak istiyorsak, varsayımsal olarak, bu varsayımız yerindeliğini onaylamalıyız.​
Zihin kendi içine kapandığında, seslerle, görmelerle, acıyle, beğeniyle rahatsız edilmediğinde, bedenle ilişiğini kesip gerçek varlığı özlediğinde beliren düşünce en iyi düşüncedir, der Sokrates. “O an da filozof, bedeni onurlamaz olur.” Bu noktadan Sokrates, idealar ya da biçimler ya da özlere geçer. Göze görünmiyen mutlak adalet, mutlak güzellik, mutlak iyilik vardır. “Yalnız saydıklarımdan değil, mutlak güçleri, her şeyin görülebilen gerçek yapısından ya da özünden söz ediyorum.” Bütün bunlar, yalnız anlıksal görülebilirler. Böylece biz bedendeyken, tin bedenin kötülüklerine bulanmışken, doğruluk yolundaki arzumuz doyurulmıyacaktır.​
Bu görüş, bilimsel gözlem ve deneyi, bilgiye varma yöntemi olmaktan çıkarıyor. Deneycinin zihni, kendi içine kapanmış, seslerden ve görüşlerden kaçmaya yönelmiş değildir. Platon’un öğütlediği yöntemle izlenebilecek iki zihinsel işlevlik türü, matematik ve gizemci iç görülerdir. Bu iki işlevlik türünün Platon ve Pythagoras’ta nasıl içten birleştiği açıklanır böylece.​
Görümcü (ampirik) için beden, dış gerçekliği olan dünyayla ilişki kurmamızı sağlar. Platon’a göre o, iki katlı kötüdür:​
1 - Dünyayı bir cam arkasından bakar gibi karanlık görmemize yol açan yanıltıcı bir ortam olarak;​
2 - Bizi bilgi uğraşısından, doğruluk görü’sünden uzaklaştıran arzuların kaynağı olarak.​
Şu aktarımlar daha iyi açıklar durumu:​
BEDENİN KÖTÜLÜĞÜ
“Beden, sadece yiyecek gereksinimi yüzünden bile, sonsuz üzüntü kaynağı bize. Ayrıca bizi uğraştıran, gerçek varlığı araştırmamıza engel olan sayrılıklara da açık. Her tür sevgi, istek, korku, gelip geçici boş imgeler ve bitimsiz aptallıklarla doldurur içimizi. Gerçekten, dendiği gibi, olanca düşünme gücümüzü alıp götürür. Savaşlar, dövüşler, anlaşmazlıklar, çatışmalar nereden doğar? Bedenden ve bedenin isteklerinden değil mi? Para sevgisinden çıkar savaşlar. Paranın beden uğruna ve bedenin işine yaraması için elde edilmesi gerekir. Bütün bu engeller nedeniyle, felsefeye ayıracak zamanımız kalmaz. En sonu ve en kötüsü, kendimizi düşünceye verecek zamanımız olsa bile, beden daima başımıza çöreklenir, araştırmalarımızda sıkıntı ve karışıklığa yol açar. Şaşırır, doğruyu göremeyiz. Herhangi bir şeyin doğru bilgisine sahip olmayı istediğimizde, bedenden sıyrılmak gerektiği deneyle kanıtlanmıştır. Tin, kendi içinde, içlerinden kavramalı şeyleri. O halde, istediğimiz, sevdiğimizi söylediğimiz bilgeliğe, yaşarken değil, öldükten sonra kavuşacağız demektir. Çünkü, bedenle birlikteyken, tin salt bilgiye yaramıyorsa, bilgiye ölümden sonra varılacaktır, eğer varılacaksa.”​
“Böylece, bedenin aptallıklarından, çılgınlıklarından kurtulunca arılanacağız ve arıyla içli dışlı olacağız, doğruluk ışığından başka bir şey olmayan aydınlık ışığını her yerde kendiliğimizden bileceğiz... Arılık tinin bedenden ayrılmasından başka nedir?.. Tinin bu ayrılış ve kurtuluşuna ölüm denir. Gerçek filozoflar, sadece onlar ölümü ararlar daima.”​
“Bütün şeylerin kendisiyle değiştirilebileceği tek bir geçer akçe vardır: Bilgelik.”​
“Gizemlerin kurucuları bir gerçeği anlatmak istemiş olmalı. Onlar, gerekli yüküm ve işlemi yerine getirmeksizin yeraltı dünyasına geçenlerin, çamurlar içinde yatacağını; gerekli işlem ve arılanmadan sonra geçenlerinse tanrılarla birlikte olacağını bu denli eskiden anlatırlarken saçmalıyor değillerdi. Çünkü gizemlerde söylendiği gibi insanların çoğu thyrsos(40) taşıyıcıdır ve pek azı gizemcidir. Daha doğrusu, benim yorumumla, pek azı gerçek filozoftur.” (gizemci: mistik)​
Burada bütün dil gizemcidir ve gizemlerden türemiştir. “Arılık” her şeyden önce törensel (ritual) bir anlamı olan Orpheosçu bir kavram. Platon için, bedene kölelik etmekten ve bedenin isteklerinden kurtuluş. Savaşların para sevgisinden doğduğunu, paranın sadece beden için gerekli bulunduğunu söylemesi ilginç Platon’un. Bu kanının ilk yarısına Marx da katılır. Fakat ikinci yarısı çok ayrı bir görüşle ilişkinlidir. Platon, bir kişinin, gereksinimlerini en düşük aşamaya indirdikten sonra çok az bir parayla yaşıyabileceğini düşünür. Kuşkusuz, doğrudur bu. Fakat o, aynı zamanda bir filozof, başkalarının kazandığı parayla geçinecektir. Dolayısıyla çok yoksul bir devlette filozof olmaması akla yakındır. Atina felsefe çalışmalarına, Perikles dönemindeki emperyalizm yol açmıştır. Daha geniş konuşursak, anlıksal ürünler, daha maddi ürünler ölçüsünde pahalıdır ve ekonomik koşullardan o ölçüde az bağımsızdır. Bilim, kitaplık, laboratuvar, teleskop, mikroskop, v.ö’ni gerektirir. Bilim adamı başkasının emeğiyle desteklenmelidir. Gizemci için bütün bunlar aptallıktır. Hindistan ya da Tibet’te kutsal bir kişi, hiçbir bir aygıt gereksinimini duymaz, ketenden bir giysi giyer, sadece pirinç yer. Kendisini bilge sanıp beş on kuruş sadaka da verirler. Onunla geçinir gider. Platon’un görüşünün mantıksal gelişimi budur.​
RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ
Yine Phaedon’a dönelim: Kebes, tinin ölümden sonra yaşayıp yaşamadığı konusunda kuşkuya düşer. Kanıt vermesi için zorlar Sokrates’i. Sokrates de verir. Fakat, kanıtlarının çok güçsüz olduğunu belirtmek gerek.​
İlk kanıt, karşıtı olan şeylerin, karşıtlarından türediğidir. Bu anlatım, Anaximandros’un evrensel adaletini anımsatır. Yaşam ve ölüm karşıttır. Dolayısiyle onların birbirini türetmesi gerekir. Buradan, ölü tinlerinin herhangi bir yerde var olduğu sonucu çıkar. St. Paul’un deyimiyle “Tohum ölmeyince canlanmaz.” Bu anlatım, böyle bir kurama ilişkin görülüyor.​
İkinci kanıt, bilginin anımsama olduğu, sonuçta tinin, doğumdan önce bulunduğudur. Bilginin bir anımsama olduğu kuramı, deneyden türetilemeyen tam, eşit gibi düşünlere (idealara) sahip olmamızla desteklenir. Yaklaşık eşitliğe varabiliyoruz. Gerçi, mutlak eşitlik, duyulur şeyler arasında bulunmuyor. Ama onunla ne demek istediğimizi biliyoruz yine de. Böyle bir şeyi yaşayarak öğrenmediğimizden bu konudaki bilgimizi daha önceki bir varlıktan getirmiş olmalıyız. Platon, benzer bir kanıtın öteki bütün düşünlere (idealara) uygulanacağı kanısında. Böylece, bütün özlerin varlığı ve bizim onları anlama yeteneğimiz, tinin daha önceden var olduğunu ve bilgiye sahip bulunduğunu kanıtlamakta.​
Bütün bilginin bir anımsama olduğu savı daha geniş olarak Menon’da (s. 82 ve ötesi) ele alınmıştır. Orada Sokrates, bilgi konusunda öğretmenin değil anımsamanın söz konusu olduğunu söyler. Görüşünü kanıtlamak için, Menon’un bir köle çocuk çağırmasını ister ve çağrılan çocuğa geometri soruları sormaya girişir. Kölenin, vereceği karşılıklarla, geometriyi gerçekten bildiğini ortaya koyacağı varsayılır. Çocuk o zamana değin farkedememişlir geometri bildiğini. Phaedon’da olduğu gibi Menon’da da aynı yargıya ulaşılır: Tin, bilgiyi daha önceki bir varlıktan getirir.​
Kanıtın görümsel (ampirik) bilgiye hiç de uygulanamayacağını gözlemek kolay. Sözgelimi köle-çocuk, piramitlerin ne zaman yapıldığını, Troia (Truva) kuşatmasının gerçekten olup olmadığını bu olaylarda hazır bulunmadıkça anımsamıyacak. Sadece, a priori adı verilen, özellikle mantıksal ve matematik bilginin, herkeste, deneyden bağımsız var olduğu ileri sürülebilir. Gerçekte bu, Platon’un gerçek bilgi saydığı gizemci iç görüden ayrı tek bilgi türü. Kanıtın matematik karşısındaki durumunu görelim:​
Eşitlik kavramını gözden geçirelim: Duyulur şeyler arasında, tam eşitlik konusunda bir deneylememiz bulunmadığını kabul etmeliyiz. Deneylemesine (experience) sahip olduğumuz, sadece yaklaşık eşitliktir. Bu durumda, mutlak eşitlik düşününe (ideasına) nasıl ulaşıyoruz? Böyle bir düşüne sahip değil miyiz yoksa?​
Somut bir durumu alalım ele: Metre, Paris’te bulunan belirli bir çubuğun belirli bir sıcaklıkta ki uzunluğu diye tanımlanır. Başka bir çubuk için de, “tam bir metre” dediğimizde ne anlatmak isteriz? Herhangi bir şey anlatmak istediğimizi sanmıyorum. Günümüzde, bilinen en kesin ölçme işlemi bile, çubuğumuzun, Paris’teki standart metreden daha uzun ya da daha kısa olduğunu göstermiyecektir. Aceleci davranışla, ölçme tekniğinde ortaya çıkacak gelişimlerin, bu sonucu değiştirmiyeceğini önceden bildirebilirdik. Bir belgenin herhangi bir anda çürütülebileceği anlamında görümsel (ampirik) bir anlatımdır bu. Mutlak eşitlik düşününe sahip olduğumuzu sanmam. Öyle sanmıştı Platon.​
Böyle bir düşüne sahipsek bile, belirli bir yaşa ulaşana değin hiçbir çocuğun ona ulaşamayacağı, bu düşünün deneylemeyle (experience) doğrudan doğruya türetilmiyorsa bile deneylemeyle ışığa kavuştuğu açık. Ayrıca, doğuştan önceki varlığımız, kendisi bir duyu algılaması olmadıkça, mutlak eşitlik düşününü de yaratmada yeteneksiz kalacaktı, yaşantımızın yeteneksiz kalması gibi. Daha önceki varlığımız, kısmen duyulur üstü sayılıyorsa, aynı varsayımı neden şimdiki varlığımız konusunda da ileri sürmiyelim? Nereden bakılırsa bakılsın, tutacak yanı bulunmaz böyle bir kanıtın.​
TİNİN ÖLÜMDEN SONRA YAŞAMASI
Kebes, anımsama öğretisinin kurulduğunu varsayarak şunları söyler: “Gerekenin aşağı yukarı yarısı kanıtlandı. Tinlerimizin, biz doğmadan var oldukları anlaşılıyor, onların, ölümden sonra da yaşıyacağı, sorunun kanıtlanması gereken ikinci yarısıdır.” İstenen kanıtlamaya girişir Sokrates. Karşıtından doğan her şeyle ilgili olarak söylenenden çıkar kanıt. Buna göre, yaşamın ölüme yol açması gibi, ölüm de yaşama yol açmalıdır. Felsefede daha uzun bir geçmişi olan başka bir kanıt da ekler: Yalnız, karmaşık olan çözüşür. Tin basittir. Parçalardan kurulu değildir. Basit olan, başlıyamaz, bitemez, değişemez. O halde özler değişmez. Sözgelimi mutlak güzellik daima aynıdır. Güzel nesnelerse sürekli olarak değişir. Bu bakımdan, görünen şeyler geçici, görünmiyen şeyler ilksiz-sonsuzdur. Sonuçla tin, ilksiz-sonsuz şeyler arasında sayılabilir. İlksiz-sonsuz olduğundan, sonsuz şeyleri, yani özleri düşünür. Duyu algısında olduğu gibi, değişen şeyler dünyasını düşündü mü şaşırır, yönünü yitirir.​
“Vücudu algı aygıtı olarak kullandığında, yani, görme işitme ya da başka bir duyuyu kullandığında (vücut aracılığıyla algılama, duyu aracılığıyla algılamadır)... değişebilirler bölgesine sürüklenir vücut yönünden, başı boş dolaşır, şaşalar bocalar. Dünya çevresinde döner durur, bir sarhoş gibidir değişimle ilinti kurunca... Kendine gelince düşünür tin, sonra başka dünyaya geçer. Arılık, ilksiz-sonsuzluk, ölümsüzlük, değişmezlik bölgesine. Tinin yabancısı değildir onlar. Kendi başına kaldığında tin, engele kösteğe uğramadığında onlarla yaşar, sapıklığı bırakır. Değişmiyenle birlikte olduğu için değişmiyendir. Tinin bu durumuna bilgelik denir.”​
Yaşamında vücudun köleliğinden kurtulmuş gerçek filozofun tini, ölümünden sonra, tanrılar kurulunda rahmetle yaşamak üzere, görünmez dünyaya geçecektir. Vücudu seven anlaşmamış tin, mezarın çevresinde dönen bir hayalet olacak ya da karakterine göre eşek, kurt, şahin gibi hayvanların vücuduna girecektir. Filozof olmadığı halde erdemli olan biriyse, bir arı ya eşek arısı ya karınca ya da sürü durumunda, topluca yaşıyan hayvanlardan birinin kılığını alacaktır.​
Öldüğünde göğe çıkacak olan sadece gerçek filozoflur. Felsefe çalışmamış, tüm arı olmayanlardan hiçbiri tanrılara eşlik edemez. Sadece bilgeseverler o hakka kavuşabilir. Felsefeye gerçekten sarılanların, bedenle ilgili beğenilerden kaçma nedeni budur. Yoksulluktan ya da küçümsenmekten çekindikleri için mi böyle davranırlar? Hayır. “Onlar tinin vücuda yapıştığını, sarıldığını, felsefeye katılana değin, gerçek varlığı, kendi kendine, kendi içinden değil, bir tutuklular evinin demir parmaklıkları arasından gözlediğini bilirler... Aşırı arzusu yüzünden, kendi tutsaklığının başlıca sorumlusudur tin.” Filozof ılımlı olacaktır. Çünkü “her beğeni ya da acı, tini vücuda bağlıyan bir çivi ya da perçindir. Sonunda tin beden gibi olur. Bedenin doğru dediğinin doğruluğuna inanır.”​
Bu noktada Simmias, tinin bir ezgi (harmony) olduğu konusundaki Pythagorasçı kanıyı ileri sürer, “Lir kırılırsa ezgi kalır mı?” diye sorar. Sokrates, ezginin karmaşık, tininse, yalın olduğu yanıtını verir. Ayrıca, tinin bir ezgi olduğu görüşünün, onun anımsama öğretisiyle saptanan önceki varlığıyla uyuşumlu sayılamayacağını, çünkü, ezginin lirden önce var olmadığını ekler sözlerine.​
Sonra felsefesini anlatmaya girişir Sokrates. İlginçtir bu. Fakat asıl kanıtla köklü bir bağlantısı yoktur. Ardından, düşünler (idealar) vardır, “başka şeyler onları paylaşır, adlarını onlardan alır” vargısına ulaşan düşünler öğretisini ve tinlerin ölümden sonraki yazgılarını dile getirir. İyi cennete, kötü cehenneme gidecek, iyiyle kötü arasındakiler de arafta kalacaklardır.​
SOKRATES’İN KARAKTERİ
Sokrates’in ölümü ve esenleşmeleri de yer alır Menon’da. Son sözleri, “Kriton, Askelipos’a bir horoz borçluyum, ödeyiver”, biçimindedir. Askelipos’a bir horoz verildi. (Sayrılıktan kurtulmak için horoz adanırdı Askelipos’a Ç.N.) Yaşantı hummasından kurtuluyordu Sokrates.​
Phaedon’da şu sonuca varılır: “Zamanın en bilge, en doğru, en iyi kişisiydi.” Platon’un dilinden dinlediğimiz Sokrates, yüzyıllarca filozoflara örnek olmuştur. Sağtöresel açıdan ne diyebiliriz onun için? (Sadece, Platon’un çizdiği portreyi alıyorum ele.) Erdemleri (Meziyetleri) açıktır. Dünya nimetlerine boş vermiştir. Son anında şakacı, terbiyeli, sakin kalacak ölçüde sıyrılmıştır korkudan. Herhangi bir şeyden çok, doğruluğuna inandığı şey üzerinde direnmektedir. Yine de büyük eksikleri vardır. Her kanıtlamasında doğruluk dışı ve düzenci gibi (sophistesçe, sofistçe) davranır. Özel düşüncesinde, kendi işine gelen vargıları kanıtlamak için yansız bilgi araştırmasından çok, zekâyı kullanır. Onda, kötü bir din adamını andıran bir rahatlık, bir aldırmazlık vardır. Eğer tanrılar katında sonsuz rahmete ereceğine inanmadan ölüme karşı aynı yiğitliği gösterebilseydi, kuşkusuz, çok daha büyük sayardık onu. Kendinden önce gelenlerin bir bölüğünden, düşüncesinde bilimsel olmayışı ve kendi sağtöresel (standartlarına) uygun evreni kutsallaştırma çabasıyle ayrılır. Böylesi, doğruluğa ihanet ve felsefi günahların en büyüğüdür. Herhangi bir kişi olarak, azizler öbeğine katıldığına; fakat, bir filozof olarak, bilimsel arafta uzun süre kalması gerektiğine inanabiliriz Sokrates’in.​

PLATON’A GÖRE EVRENİN DOĞUŞU (KOSMOGONIA)
Evrenin doğuşu öğretisini, Timaeos diyalogunda ortaya koymuştur Platon. Bu diyalog, Cicero yönünden Latinceye çevrildiğinden, Platon’un orta çağlarda tanınan tek yapıtı olmuş. Gerek o çağlarda gerekse daha önce yeni Platonculukta, Platon, en çok bu yapıtıyla etki yapmıştır. Böyle bir durum çok şaşırtıcıdır. Çünkü Timaeos, öbür diyaloglara bakıldığında, daha çok saçma bulunabilecek ögeler içerir. Felsefe yönünden önemsizdir. Yalnız, tarihsel etkisi açısından az çok ayrıntılı olarak ele alınmayı gerektirir.​
Önceki diyaloglarda Sokrates’in aldığı yeri burada bir Pythagorasçı alır ve bu okulun, dünyayı sayıyla açıklayan görüş dahil, görüşleri esas olarak kabul edilir. Cumhuriyet’in ilk beş yapıtının özeti verilir önce. Sonra Cebel-i Tarık’tan dışarda, yüz ölçümü Asya ve Libya’nın yüzölçümü toplamından geniş Atlantis adasının efsanesi anlatılır. Pythagorasçı bir gökbilim ustası olan Timaeos, dünyanın insan yaradılana değin geçen tarihini öyküler. Özetle şöyle söyler:​
Değişmez olan zekâ ve usla (akılla), değişense kanıyla kavranır. Dünya duyulur olduğundan ilksiz-sonsuz olamaz, Tanrı yönünden yaratılmış olmalıdır. Tanrı iyi olduğu için, dünyaya ilksiz-sonsuzu örnek alarak vücut vermiş; kıskanç olmadığı içinse, her şeyin olanaklı ölçüde kendine benzemesini istemiştir. “Tüm görünür gökleri, dinginlikte değil, düzensiz ve karmaşık biçimde devinirken buldu. Düzensizlikten düzen yarattı.” (Platon’un Tanrısı, İbrani ve Hristiyan Tanrısına benzemiyor. Dünyayı hiçten yaratmıyor. Daha önce var olan özdeği (material) yeniden düzene koyuyor.) Tanrı, tine zekâyı vermiş, bedene tini yerleştirmiştir. Dünyayı bütün olarak, tin ve zekâ sahibi, yaşayan bir yaratık yapmıştır. Pek çok değil, değişik Sokrates öncesi filozofların üzerinde durduğu gibi, tek bir dünya vardır. Birden çok dünya olamaz. Çünkü o Tanrıca, olanaklı ölçüde kavranan, ilksiz-sonsuz kökenle (orijinalle) uyuşacak biçimde tasarlanarak yaratılmış bir kopyadır. Bütünlüğü içinde dünya, bütün öbür hayvanları içinde bulunduran görünür bir hayvandır. Küre biçimindedir. Çünkü, benzer benzemezden hoştur. Her noktasında benzer olansa sadece küredir. Dünya döner, çünkü en yetkin devinim dönmektir. Çünkü, eli ayağı olmayan için tek devinim yolu odur.​
Dört ana element, yani ateş, su, hava ve yer bir sayıyla temsil edilir. Onlar sürekli bir orantı içindedir. Tanrı dünyayı yaparken bütün elementleri kullanmıştır. Dolayısıyla dünya yetkindir, yaşlanmaz, sayrılığa yakalanmaz. Orantıyla uyuşumlu olması sonucu dostluk tinine sahiptir. Bu bakımdan ancak, Tanrı’nın istemiyle çözüşür.​
Tanrı önce, tini, sonra bedeni yaratmıştır. Tin, bölünmez ve değişmez olanla, bölünebilir ve değişebilir olandan kurulmuştur, üçüncü aracı bir özdür.​
ZAMANIN KÖKENİ
Sonra, gezegenler konusunda Pythagorasçı görüşle karşılaşıyoruz. Bu görüş, zamanın kökenini (orijinini) de açıklamaya varıyor.​
“Baba ve yaratıcı olan, ilksiz-sonsuz tanrıların yaratılmış imgesi niteliğindeki varlığın devindiğini ve yaşadığını görünce sevindi. Bu sevinçle, onun kökene daha çok benziyen bir kopyasını yapmaya karar verdi. Köken ilksiz-sonsuz olduğundan, evrenin de olanak ölçüsünde ilksiz-sonsuz olmasını diledi. Artık, ideal varlığın yapısı sonrasız olmuştu. Ancak bir yaratığa, bunu olanca bütünlüğüyle yüklemek olanaksızdı. Bu bakımdan Tanrı, devinen bir ilksiz-sonsuzluk imgesi yaratmaya karar verdi. Göğü düzene koyunca, bu imgeyi ilksiz-sonsuz, fakat sayıya göre devinir kıldı. Beri yandan, ilksiz-sonsuzluğun kendisi birlik içindedir. Bu imgeye zaman diyoruz biz.” (41)​
Daha önce günler ve geceler yoktu. İlksiz-sonsuz özün var olmuş olduğunu ya da olacağını söyliyemeyiz. Onun sadece şu anda var olduğunu söylemek doğrudur. “Devinen ilksiz-sonsuzluk imgesi” deyiminde, ilksiz-sonsuz özün var olmuş olduğunu ve var olacağını söyleminin doğruluğu içerilir.​
Zaman ve gökler aynı anda var olmuşlardır. Tanrı, hayvanlar aritmetiği öğrenebilsinler diye yaratmıştır güneşi. Günler geceler birbirini izlemesiydi, sayıları düşünemezdik. Günün, gecenin, ayların ve yılların ortaya çıkışı sayı bilgisini yarattı ve bize zaman kavramını getirdi. Görme’ye borçlu olduğumuz en büyük bağıştır bu.​
Bütün olarak dünyadan ayrı dört hayvan türü vardır: Tanrılar, kuşlar, balıklar ve kara hayvanları. Tanrılar daha çok ateştir, durağan yıldızlarsa tanrısal ve ilksiz-sonsuz hayvan. Yaratıcı, tanrılara, onları yok edebileceğini ancak bunu yapmıyacağını bildirdi. Öbür bütün hayvanların, tanrısal ve ölümsüz yanlarını yarattıktan sonra, ölümlü yanlarını yaratma işini tanrılara bıraktı. “Bunlar, Platon’un tanrılarla ilgili öbür düşünceleri gibi belki ciddiye alınacak düşünceler değillerdir. Timaeos başlangıçta, sadece olasılığı araştırdığını hiçbir şeyden emin olamadığını söyler. Bu çok ayrıntılar açıkça imgeseldir, sözel olarak (literally) amaçlanmamıştır.”​
Timaeos, yaratıcının her yıldız için bir tin yarattığını söyler. Bu tinler, duyum, sevgi, korku ve kızgınlığa sahiptir. Onları yenebilirlerse suç işlemeksizin yaşıyabilir. Yenemezlerse yaşıyamaz. Kişioğlu doğru yaşarsa, öldükten sonra yaşantısında kadın olacaktır. Eğer o (erkek ya da kadın) kötülük yapmayı sürdürüyorsa, vahşi bir yaratık olacak, us (akıl) başarı kazanana değin biçim değiştirip duracaktır. Tanrı, birtakım tinleri yeryüzüne, birtakımını aya, birtakımınıysa gezegene ve yıldızlara göndermiş ve onların vücudunu yapma işini tanrılara bırakmıştır.​
İki tür neden vardır: 1) Zekâya bağlı olanlar. 2) Başka nedenlerle ortaya çıkarıldıkları için başka nedenleri ortaya çıkarmak zorunda olanlar. Zekâya bağlı nedenlere zihin bağışlanmıştır.​
Bunlar iyi ve hoş şeylere, ikinci tür nedenlerse, belirli bir düzen ve tasıma bağlı bulunmaksızın rastlantı sonuçlarına yol açarlar. Yaratım, her iki nedenin, zorunluğun ve zihnin karışımından yapılmış olduğu için bu nedenlerin her ikisini de ele almak gerekir. (Zorunluğun Tanrı gücüne bağlı bulunmadığı aşağıda ortaya çıkacaktır.) Sonra, Timaeos, yaratılışın zorunlukla ilgili bölümünü ele alır.​
Yer, hava, ateş ve su, ilk ilkeler ya da harfler ya da ana ögeler (elementler); dahası heceler, ya da ilk bileşenler bile değildir. Sözgelimi ateşe “bu” dememeli, “böyle” demelidir. Yani ateş bir töz değil bir töz durumudur. Bu noktada şöyle bir sorun çıkar karşımıza: anlaşılır özler sadece adlar mıdır? Karşılık, Platon’a göre, zihnin doğru kanıyle aynı olup olmamasına dayanır. Zihin, doğru kanının aynı değilse bilgi, özlerin bilgisi olmalıdır; dolayısıyla özler, yalnızca adlar olamaz. İmdi, zihin ve doğru kanı, kesinlikle birbirlerinden ayrıdır. Birincisi öğretim, ikincisi kandırımla yeteneklidir. Birincisine gerçek us eşlik eder. İkincisine etmez. Bütün insanlar doğru kanıyı paylaşır. Ancak zihin, tanrıların ve pek az insanın yüklemidir.​
İKİ DÜNYA
Bu durum öz dünyasıyla, geçici duyulur nesneler dünyası arasında kalan acayip bir uzay kuramına götürür.​
“Daima aynı, yaratılmış olmayan, ortadan kaldırılamıyan, dışardan herhangi bir şeyi kendi içine alamıyan, dışında bulunan herhangi bir nesneye geçmiyen, herhangi bir duyunun gözleyip ayırt edemeyeceği, zekâya sadece düşüncesi verilmiş olan bir tür varlık vardır. Bu varlıkla aynı adı taşıyan, yine ona benzer duyuyla algılanabilen, yaratılmış, sürekli devinim durumunda, bir yerde olan, sonra o yerden ayrılan, sadece kanı ve duyuyla, kavranan başka bir varlık daha vardır. Uzaysal ve ilksiz-sonsuz olan, ortadan kaldırılamıyan, bütün yaratıklar için bir sığınak sağlıyan, duyunun yardımı olmaksızın ve arı olmayan bir usla kavranan, çok güç gerçek olabilen üçüncü bir varlıktan daha söz edilebilir. Bu sonuncuyu düşteymiş gibi kavrıyarak bütün varlık konusunda, varlığın zorunlukla bir yerde bulunması ve bir yer kaplaması gerektiğini, gökte ve yerde bulunmıyan şeyin varlığı olmadığını söyleriz.”​
Bütünüyle anladığımı söyleyemeyeceğim çok güç bir parça bu. Dile getirilen kuram, sanıyorum, aritmetik gibi, salt us konusu görünen, yine de duyulur dünyanın bir görünüşü olan uzayla ilintili geometri üzerinde düşünmekten doğmuştur.​
Daha sonraki filozoflarda aynı görüşü bulmak hayal. Kant’ın, kendi uzay düşüncesine yaklaşık böyle bir görüşten hoşlanmış olması gerektiğini düşünmemek de gelmiyor elden.​
DÜNYA GEOMETRİKTİR
Özdeksel (material) dünyanın gerçek ana ögeleri (elementleri), Timacos’a göre, yer, hava, ateş ve su değil, biri bir karenin öbürüyse eşkenar üçgenin yarısı olan iki dik üçgendir. Aslında her şey bir karışıklık içindeydi. “Değişik ana ögeler (elementler), evreni biçimlemek üzere bir araya getirilmezden önce ayrı ayrı yerlere sahipti.” Sonra, Tanrı onları biçim ve sayıyla süslemiş, “hoş olmayan, iyi olmayan nesnelerden, olabildiğince hoş ve iyi nesneler yaratmıştır.” Bu iki tür üçgenin en güzel biçimler olduğu, dolayısıyla Tanrı’nın maddeyi yaratırken o üçgenleri kullandığı kabul edilir. Beş eşkenar cisimden dördünü bu üçgenler aracılığıyla kurmak olanaklıdır. Dört ana öğenin (elementin) her atomu eşkenar bir cisimdir. Toprağın atomları altı yüzlü, ateşin dört yüzlü, havanın sekiz yüzlü, suyun yirmi yüzlüdür. (Aşağıda oniki yüzlü cisimden söz edeceğim.)​
Eukleides XIII. yapıtında ortaya atılmış olan düzenli katılar geometrisi, Platon zamanında yeni bir buluştu. Bu buluş, kendi adını taşıyan diyalogda çok genç olduğunu anladığımız Theaetetos’ça bütünlenmiştir. Geleneğe göre sadece beş düzenli katı olduğunu saptayan, sekizgenle onikigen’i bulan Theaetetos’tur.(42) Eşkenar dört-yüzlü, sekiz-yüzlü ve yirmi-yüzlü’nün yüzleri eşkenar üçgenlerdir. Oniki-yüzlünün yüzleriyse beş-köşedir. Sonuçta Platon’un iki üçgenini vermezler. Bu yüzden, oniki-yüzlüyü kullanmamıştır, dört ana ögenin yapısında Platon.​
Oniki-yüzlü konusunda Platon, “tanrı’nın evrenin çizgilerini çizmekte kullandığı beşinci bir birleşim de vardır” der sadece. Karanlıktır bu tümce. Evrenin bir oniki-yüzlü olduğu kanısını uyandırır. Fakat başka yerde, “evren bir küredir” deniyor. Büyüde çok kullanılan beş köşeli yıldız, bu özelliğini, onda bu sağaltım özelliği bulan ve tarikat kardeşlerini birbirine tanıtan simgeye dönüştürmüş Pythagorasçılara borçludur. (43) Oniki-yüzlünün, beş köşe yüzlere ve bir bakıma evreni betimliyen özelliğe sahip olması; beş-çizgiye bu nitelikleri bağışlamış görünüyor. Konu ilgi çekici. Onun, belirgin usa yakın bir yanını bulmaksa güç.​
İKİ TİN
Bir duyum tartışmasından sonra Timaeos insanda, biri Tanrı, öbürüyse tanrılarca yaratılmış, sırasıyla ölümsüz ve ölümlü iki tinin bulunduğunu anlatır. Ölümlü tin “önce kötülüğe doğru kışkırtıcı olan beğeniye (zevke), sonra iyilikten alıkoyan acıya tinin iki aptal danışmanı olan korku ve atılganlığa, yatıştırılması güç kızgınlığa, kolaylıkla yanlış yöne gidebilen, umut gibi dayanılmaz ve korkunç niteliklere açıktır. Tanrılar bu nitelikleri zorunlu yasalara göre, us dışı duyu ve her şeye karşı koyan gözü kapalı bir sevgiyle karıştırıp kişioğlunu biçimlediler.”​
Ölümsüz tin başta, ölümlüsü göğüstedir.​
FİZYOLOJİ GÖRÜŞÜ
Platon’un fizyoloji görüşü de şaşılacak gibi. Ona göre, barsakların ereği, yiyeceği vücutta tutarak oburluğu önlemek. Kanının başkaca dile getirilmesine de tanıklık ediyoruz. Korkak ve doğru olmayan kişiler öbür yanda kadın olacaklar. Gökbilimin yıldızlara bakarak matematik bilgisi olmaksızın öğrenilebileceği kanısındaki suçsuz (masum) fakat hafif düşüncelilerse kuş biçimine dönüşecek. Felsefesi olmayanlar, vahşi kara yaratıklarına, en aptal kişilerse balığa.​
Diyalogun son paragrafı şöyle:
“Şimdi, evrenin yapısı konusundaki tartışmamızın bir sonu olduğunu söyleyebiliriz. Ölümlü ölümsüz hayvanlar geldi dünyaya. Dünya onlarla bütünlendi ve görüneni içeren görünür bir hayvan oldu. Görüneni, yani anlıksal en iyiyi, en büyük, en hoş, en yetkin olanın imgesi niteliğindeki duyulur Tanrı’yı, göğü tek yaradanı içeren.”​
Timaeos’ta neyi ciddiye alacağımızı, neyi bir sanrı (hayal) oyunu sayacağımızı kestirmek güç. Yaratılışın kaostan düzen çıkarma biçiminde dile getirilmesi bütünüyle ciddiye alınabilir sanırım. Dört ana öge arasındaki oranlı, onların düzenli katılara ve kendilerini kuran üçgenlere bağlantısı da böyledir. Zaman ve uzay konusundaki anlatım, yaratılmış dünyanın ilksiz-sonsuz ana tipe (archytype) ilişkin bir kopya olması, tam Platon inancını dile getirir. Dünyada, zorunluğun ve ereğin birbirine karışmış olduğu, edimsel olarak (practically) bütün Greklere özgü bir inançtır ve felsefenin çıkışından önceye rastlar. Platon bu inancı kabul etmiş, dolayısıyla Hristiyan tanrıbilimini uğraştıran “kötü” sorunundan kaçınmıştır. Dünyayı hayvan sayan kanı, ciddilikle ileri sürülmüştür sanırım. Fakat, biçim değiştirme konusundaki ayrıntılar ve tanrılarla ilgili bölümler, esasa ilişkin olmayan başka konular, olanaklı bir somutluk için sisteme katılmıştır görüşündeyim. Yukarıda da belirtmiş olduğu gibi, eski çağla orta çağın düşüncesine yaptığı etki yönünden, bütünüyle üzerinde durmaya değer bir eytişim (diyalog) Timacos. Bu etki, anılan çağların, boş inansal yönüne de bağlı kalmış değil ayrıca.​

PLATON’DA BİLGİ VE ALGI
Günümüzde çok kişi, görümsel (ampirik) bilginin, algıya dayandığını ya da algıdan türediğini kanıtsız kabul etmektedir. Bununla birlikte Platon’da ve birtakım başka okulların filozofları arasında, “bilgi” adı verilmeye değer hiçbir şeyin duyulardan türetilemiyeceğine; tek gerçek bilginin kavramlarla ilgili olduğuna varan bir öğreti göze çarpar. Bu görüşe göre “2 + 2=4” gerçek bilgidir. “Kar beyazdır” türünden bir anlatımsa çift anlamlılık ve belirsizlik dolu olduğundan filozofun doğrular öbeğine (corpus) girmez.​
Belki Parmenides’e geri götürülebilecek bu görüşü, felsefe dünyası açık biçimiyle Platon’a borçludur. Şimdi, Platon’un bilgiyi algıyla bir tutan görüşe karşı yaptığı eleştiriyi ele alacağım. Bu eleştiri, Theatetos’un ilk yarısındadır.​
Thatetos’ta “bilgi”nin bir tanımı aranır, diyalog olumsuz bir vargıyla kapanır, Değişik tanımlar ileri sürülür ve yadsınır. Hiçbir doyurucu tanım yapılmaz.​
Bunlardan ilki ve benim de üzerinde duracağım tek tanımı Theaetotos şöyle dile getirir.​
“Bir şeyi bilen kişi, bildiği şeyi algılıyor gibi geliyor bana. Şimdi görebildiğim kadarıyla bilgi algıdan başka bir şey değil.”​
İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜ
Sokrates bu öğretiyi, Pratagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür”, yani verilen herhangi bir şey bana, bana göründüğü gibi; sizeyse size göründüğü gibidir” öğretisiyle özleştirmektedir. “O halde algı tüm var olan bir şeydir. Bilgi olduğu için de şaşmaz” tümcelerini ekler Sokrates.​
Daha sonraki tartışma büyük ölçüde, algının öz çizgilerini belirtmeye ayrılmıştır. Böyle bir tartışmanın sonunda, algı gibi bir şeyin bilgi olmadığından ortaya çıktığını kanıtlamak uzun sürmez.​
Sokrates, Protagoras’ın öğretisine, Herakleitos’un, her şeyin tüm (daima) değiştiği yani, “var demekten hoşlandığımız her nesnenin gerçekte, olup sürecinde bulunduğu” öğretisini katar. Platon, bu öğretinin, duyu nesneleri için doğru, gerçek bilgi nesneleri için yanlış olduğuna inanır. Fakat, diyalog boyunca, onun olumlu (pozitif) öğretileri arka planda kalır.​
Sadece duyu şeylerine uygulanabilir olsa bile Herakleitos’un öğretisiyle, bilginin algı biçimindeki tanımını birlikte ele alırsak, bilginin olan değil olmakta olan konusunda olduğunu anlarız.​
BAĞLANTISAL ÖNERMELER
Bu noktada çok ilkel nitelikte çözülmezler çıkar karşımıza: 6’nın, 4’ten büyük, 12’den küçük, dolayısıyle hem büyük hem küçük olduğu söylenir. Çelişmedir bu. Aynı biçimde, Sokrates, henüz genç ve yeterince büyümemiş olan Theaetetos’tan şimdi daha uzundur. Fakat birkaç yıl sonra Theaetetos’tan daha kısa olacaktır. Bu bakımdan Sokrates hem uzundur hem kısa. Bağlantısal önerme düşüncesi Platon’u yanıltmış anlaşılan. Hegel’e değin (Hegel dahil) pek çok filozof aynı durumda. Sözü edilen türden çözülmezler, tartışmayla yakın ilgileri bulunmadığından bir yana bırakılabilir.​
Theaetetos’ta algı, nesneyle duyu organı arasında karşılıklı bir etki gibi görüşmüştür. Nesne ve duyu organı Herakleitos’a göre, sürekli biçimde değişmekte ve değişirken algılayışı da değiştirmektedir. Sokrates, sağlıklıyken şarabı tatlı, sayrıyken acı bulduğuna işaret eder. Algılayandaki değişme, algılayışın değişimine neden olmuştur.​
HAYVAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜ
Bu diyalogla Protagoras’ın öğretisine çeşitli itirazlar ileri sürülmüş, sonra bunlar geri alınmıştır. Protagoras’ın domuzları ve maymunları da tüm şeylerin ölçüsü sayması gerektiği söylenir. Onlar da algılıyan varlıklardır çünkü. Öte yandan düş ve delilikteki algıların geçerliği üzerine sorunlar çıkarılır ortaya. Protagoras’ın haklı olmasıyla, hiç kimsenin bir başkasından daha çok şey bilemiyeceği anlatılır: Protagoras sadece, tanrılar ölçüsünde bilge olmakla kalmıyor, daha kötüsü aptaldan daha bilge olmuyor. Ayrıca, bir kişinin yargıları öbürünün yargıları ölçüsünde doğruysa, Protagoras’ın yanıldığını ileri sürenler onun haklı bulunduğu nedenin aynıyla haklı olacaklardır.​
Sokrates kendini o an Protagoras’ın yerine koyarak, bu karşı çıkışların çoğunu yanıtlamaya çalışır. Düşlerdeki algılar algı olarak doğrudur. Domuzlar ve maymunlarla ilgili kanıtıysa kaba bir küçümseme olduğundan bir yana bırakır. İnsanın her şeye ölçü olması durumunda, bir kişinin başkası ölçüsünde bilge olacağı kanıtınaysa, yine Protagoras adına ilginç bir karşılık bulur: Bir yargı başka bir yargıdan daha doğru olmadığı halde, daha iyi sonuçlara sahip olabilmesi anlamında daha iyi olabilir. Pragmacılığı anımsatıyor bu.(44)​
Sokrates bu karşılığı verir. Yine de yetinmez, şunları ekler: Bir doktor sayrılığımın gidişini önceden bildirdiğinde, geleceğimi benden daha çok biliyor demektir. Yurttaşlar devletin neyi buyurması gerektiği konusunda anlaşamıyorsa, birtakım insanlar, geleceği başkalarından daha çok biliyor demektir. Böylece, bilge kişinin, şeylerin ölçüsü olmaya, bir aptaldan daha layık olduğu sonucu kaçınılmazdır.​
Bütün bunlar her insanın bütün şeylerin ölçüsü olduğu öğretisine karşı duruşlardır. Bilginin algı anlamına geldiği konusundaki öğretiyi birinciye yol açtığı ölçüde dolaylı olarak ilgilendirirler. Algıya olduğu kadar, belleğe de (hafızaya da) yer vermek gerektiğini öne süren dolaysız bir kanıt bulunmaktadır ayrıca. Bu kanıt kabul edilir, ileri sürülen tanım, o uzanımda değiştirilir.​
HERAKLEİTOS’UN ELEŞTİRİSİ
Şimdi Herakleitos öğretisinin eleştirilerine geliyoruz: söylendiğine göre bu öğreti önce, Herakleitos’un, Ephesoslu yetenekli gençler arasındaki ardıllarınca (tilmizlerince) ileri uçlara vardırılmış. Bir şey, ya yerini ya da niteliğini değiştirerek değişir. Sürekli akış öğretisi, şeylerin tüm (daima) her iki bakımdan da değişmekte olduğunu savunuyor. Ona bakılırsa, şeyler sadece birtakım niteliklerini değil bütün niteliklerini değiştirmektedir. Yetenekli gençler böyle düşünmüşler.(45) Bu kanı çapraşık sonuçlara varır. “Bu beyazdır” diyemeyiz sözgelimi. Konuşmaya başladığımız an o nesne beyaz olsa bile, tümcemizi bitirmeden değişmiştir. Bir nesneyi gördüğümüzü söyliyemeyiz. Görme, kesiksiz olarak görmeyiş’e dönüşmektedir. Her şey her yolda değişiyorsa, görme’ye görmeyiş’ten algılayışa algılanmayış’tan daha başka bir anlam vermeye hakkımız yoktur. “Algı bilgidir” dediğimiz ölçüde “algı bilgi değildir” de diyebiliriz.​
SÖZCÜK ANLAMLARI DEĞİŞMEZ
Yukarıki kanıtların vardığı sonuç, sürekli akışta olan ne olursa olsun, sözcük anlamlarının hiç değilse bir an değişmeden kalması gerektiğidir. Yoksa, hiçbir sav (assertion) belirli olamaz, hiçbir savın doğruluğu, yanlışlığından daha güçlü biçimde savunulamaz. Tartışma ve bilginin olanaklı olması isteniyorsa, değişmez olan bir şey bulunmalı. Sanırım kabul etmek gerekir bunu. Büyük ölçüde bir akış, sözü geçen kabule uygundur.​
Bu noktada Parmenides, çok büyük ve ulu bulunduğundan tartışma konusu yapılmaz. “Saygıdeğer, yüce ve soylu bir derinliğe sahip bir kişi o, herkesten çok sayarım onu.” Bu görüşleriyle Platon, durağan (statik) bir evrene karşı sempatisini, tanışma amacıyla kabul etmiş olduğu Herakleitos’un sürekli akış öğretisine karşı da antipatisini göstermiş olur. Böyle yüceleyici sözlerden sonra Parmenides, seçeneğini Herakleitos seçeneğine yaklaştırmaktan kaçınır.​
BİLGİ ALGI ÖZDEŞLİĞİ
Gelelim Platon’un, Protagorasçı bilgiyi-algı özdeşliği çabasına karşı tutumuna. Gözlerimiz kulaklarımızla olmaktan çok, gözlerimiz ve kulaklarımız aracılığıyla algıladığımızı anlatarak girişir işe Platon. Bir bölüm bilgimizin herhangi bir duyu organına ilişkin bulunmadığını belirtir sonra. Sözgelimi, her ikisini birden algılıyan duyu organı bulunmadığı halde seslerin ve renklerin benzemezliğini biliriz. “Varlık, varlık olmayış, benzerlik, benzerlik olmayış, aynılık ve ayrılıklar, birlik ve genellikle sayılar” için belirli bir duyu organımız yoktur. Aynı usavurma, saygıdeğer, saygıdeğer olmayan iyi ve kötü kavramları için de yapılabilir. “ Zihin kimi şeyleri kendi aracılığıyle, başka şeyleriyse vücut yetenekleri aracılığiyle düşünür.” Serti ve yumuşağı dokunmakla anlarız. Fakat onların var ve karşıt olduklarını zihin belirler. Varlığa ulaşan, sadece zihindir. Varlığa ulaşmazsak doğruluğa da ulaşamayız. Bundan, şeyleri sadece, duyular aracılığıyla bilemiyeceğimiz sonucu çıkar. Çünkü sadece duyularla, nesnelerin var olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla bilgi, izlenimlerde değil, düşüncede yer alır. Algı, varlığı ve sonuçta, doğruluğu kavramada hiçbir payı olmadığı için bilgi değildir.​
Bilginin algıyla özleştirilmesine karşı öne sürülen bu kanıtta kabul edilebilecek olanı kabul edilmemesi gerekenden ayırmak güç. Platon’un tartıştığı, birbiriyle bağlantılı üç tez var:​
1 - Bilgi algıdır.​
2 - İnsan her şeyin ölçüsüdür.​
3 - Her şey akış durumundadır.​
Kanıtın öncelikle işlediği birinci tez, bizim az önce ele aldığımız son parça dışında başlı başına tartışılmış değildir pek. Orada karşılaştırma, varlığın bilgisi ve sayının anlaşılmasının bilgiye esas olduğu, fakat bunların, herhangi bir duyu organıyle ortaya koyulmadığından, algıda içerilemeyeceği ileri sürülmüştür. Onlarla ilgili olarak söylenenler değişiktir. Benzerlik ve benzemezlikle başlıyalım:​
BENZERLİK - BENZEMEZLİK
Bir rengin, görmekte olduğum, ayrı koyulukta iki parçasının, duruma göre benzer ya da benzemez olduğunu kendi adıma “algılayış” değil “algı yargısı” saymak isterim. Bir algılayış bilgi değil, ortaya çıkan (vuku bulan) bir şeydir ve eş ölçüde fizik ve psikoloji dünyasına ilişkindir. Doğallıkla, Platon’un yaptığı gibi, algıyı algılayanla bir nesne arasındaki ilişki olarak düşünürüz. “bir masa görüyorum” deriz sözgelimi. Burada “ben” ve “masa” mantıksal kuruluşlardır. Kaba görünüşün özü sadece belirli renk parçalarıdır. Bu renk parçaları, dokunma imgeleriyle çağrışım yapar; sözcüklere neden ve bir anılar kaynağı olabilirler. Dokunma imgeleriyle bütünlenen algılayış, fiziksel olduğu varsayılan bir “nesne” olur. Sözcükler ve anılarla bütünlenen algılayış, öznenin bir parçası olan ve zihinsel sayılan bir algı durumuna geçer. Birincisi sadece bir görünüştür. Ne doğrudur ne de yanlış. Sözcüklerle bütünlendiğinde yargı olur ve doğruluğa yanlışlığa el verir. Bu yargıya ben “algı yargısı” diyorum. “Bilgi algıdır” önermesi “bilgi algı yargısıdır” biçiminde yorumlanabilir. Sadece bu biçimde, gramer yönünden doğrulanmaya yatkın olur.​
Benzerlik ve benzemezliğe dönelim: İki rengi aynı anda görüp, yine aynı anda algıladığımda, benzerlik ya da benzemezliğin, verinin parçası olması ve algı yargısında ileri sürülmesi tüm olanaklıdır. Platon’un, benzerlik ve benzemezliğin algılanmasına yarayan hiçbir duyu organına sahip olmadığımız yolundaki kanıtı beyin kabuğunu hesaba katmaz ve bütün duyu organlarının vücut yüzeyinde olduğunu varsayar.​
Benzerlik ve benzemezliğin, olanaklı, algısal veriler olarak işin içine katılması yolundaki kanıt şudur: Ayrı koyulukla A ve B gibi renk gördüğümüzü ve “A, B’ye benziyor” yargısını verdiğimizi düşünelim. Daha ileri giderek, Platon’un yaptığı gibi, böyle bir yargının, genellikle doğru ve bizim ele aldığımız durumdaysa özellikle doğru olduğunu düşünelim. Öyleyse, A ile B arasında, sadece, bizim açımızdan benzerliği ileri süren bir yargı değil, bir benzerlik bağlantısı (relation) bulunmaktadır. Salt bizim yargımız bulunsaydı ortada, doğruluk ve yanlışlığa el vermeyen keyfi bir yargı olacaktı o. Doğruluk ve yanlışlığa el verdiğinden A ile B arasındaki benzerlik, bizden ayrı olarak da vardır, salt zihinsel olamaz. “A, B’ye benziyor” yargısı doğruysa, “A kırmızıdır”, “A yuvarlaktır” yargıları ölçüsünde “olanak” açısından doğrudur. Benzerlik algısında zihin, renk algısında olduğundan daha çok işe karışıyor değildir.​
VARLIK
Platon’un, üzerinde çok durduğu “varlık”a geliyorum şimdi. Ona göre, ses ve rengin ikisini birden içeren bir düşünceye sahibiz. Yani o ses ve renk vardır. Varlık her şeye ilişkindir ve zihnin kendi başına kavradığı şeyler arasındadır. Varlığa ulaşmadan doğruluğa ulaşmak olanaksızdır.​
Burada, Platon’a karşı kanıt, benzerlik ve benzemezlik durumundaki kanıttan bütünüyle ayrıdır. Yeni kanıt, Platon’un varlık konusunda söylediği sözlerin, kötü bir gramer ya da söz dizimi (syntax) olduğudur. Böyle bir durum, sadece Platon için değil, Tanrı varlığıyla ilgili ontolojik kanıt türünden sorunlar için de önemlidir.​
Bir çocuğa “arslan vardır, tek boynuzlu at yoktur” dediğinizi düşünün. arslanlar konusundaki görüşünüzü, çocuğu hayvanat bahçesine götürüp, “bak, işte bir arslan” diyerek kanıtlayabilir, filozof değilseniz, “işte onun var olduğunu görüyorsun artık” tümcesini eklersiniz. Filozof olarak böyle bir tümce kullanırsanız saçmalıyorsunuz demektir. “Arslan vardır” demek, “arslan bulunmaktadır”, yani, “x bir arslandır, uygun bir arslan için doğrudur” demektir. O uygun x için “vardır” diyemeyiz, sadece, vardır fiilini, tam olan ya da olmayan bir tanıta (description) yükliyebiliriz. “Arslan” pek çok şeye uygulandığı için tam olmayan bir tanıttır (description) “Hayvanat bahçesindeki en büyük arslan”sa tam bir tanıttır. Çünkü tek bir nesneye uygulanmıştır.​
Şimdi, açık kırmızı bir renk parçasına baktığımızı düşünelim. “Bu benim şimdiki algımdır” diyebilirim. Aynı zamanda şimdiki algım vardır” tümcesini kullanabilirim. Ancak “bu vardır” diyemem, çünkü “vardır”, sadece bir ada karşıt olarak bir tanıta uygulandığında anlamlıdır. Böylece varlık, zihnin, nesneler yoluyla öğrendiği şeylerden biri olmak durumundan çıkar.​
Sayıların anlaşılmasına gelince, burada göz önüne alınacak çok ayrı iki şey bulunuyor:​
1 - Aritmetik önermeleri,​
2 - Görümsel (ampirik) sayma önermeleri.​
“2+2=4” birinci, “on parmağım var” ikinci türden önermelerdir.​
Aritmetiğin ve genellikle salt matematiğin algıdan türemediği konusunda Platon’la uzlaşıyorum. Salt matematik, “insanlar insandır” türünden, fakat, genellikle daha karmaşık totolojilerden kuruludur. Matematik bir önermenin doğruluğunu bilmek için. dünyayı değil, simgelerin anlamını incelemek zorundayız. Amacı sadece kısaltma olan tanımları bir yana bırakırsak simgeler, “ya da”, “değil’’, “bütün”, “kimi” sözcükleridir. Bunlar, “ Sokrates” sözcüğünde olduğu gibi, güncel dünyadaki herhangi bir nesneye karşılık değillerdir: Bir matematik denklemi, iki öbek simgenin aynı anlama sahip bulunduğunu ileri sürer. Salt matematiğe bağlı kalmadıkça bu anlam, algılanabilecek konusunda herhangi bir şeyi bilmeksizin anlaşılabilir bir anlam olmalıdır. Sonuçta matematik doğruluk, Platon’un belirttiği gibi, algıdan bağımsız, sadece simgelere ilişkin özel bir doğruluk.​
ALGIDAN TÜREMEMİŞ BİLGİ TÜRLERİ
“On parmağım var” türünden sayma işlemine ilişkin önermeler, tümüyle ayrı dizgedendir (kategoridendir). Hiç değilse, fiilsel olarak algıya dayanır. “Parmak” kavramının algıdan soyutlandığı açıktır. Fakat “on” kavramı nereden çıkmıştır? Burada gerçek bir tümele ya da bir Platon ideasına varıyor gibi görünebiliriz. “On”un algıdan soyutlandığını söyliyemeyiz. Çünkü, bir nesne konusunda “o” olarak görünen bir algılayış eş ölçüde başka türlü de görülebilir. Bir elin bütün parmaklarına hep birlikte “parmak” adı verdiğimi düşünelim. Bu durumda “iki parmağım var” diyebilirim. Böylesi, daha önce on sayısı yardımıyla betimlediğim algı olgusunun aynını tanıtlar. Dolayısıyla “on parmağım var” anlatımında algı, “bu kırmızıdır” anlatımında olduğundan daha küçük; kavramsa yine birinci anlatımda, ikincisinden daha büyük bir pay alır. Sorun, bir aşama sorunudur.​
“On” sözcüğünün ortaya çıktığı önermeler konusunda denecek şudur: Bu önermeler, doğru bir biçimde çözümlendiklerinde “on” sözcüğüne karşılık olacak hiçbir kök öge içermezler. Durumu “on” gibi büyük bir sayıda açıklamak, işi karıştırır. İyisi mi, “on parmağım var” tümcesi yerine, “iki elim var” tümcesini koyalım.​
“Bir a vardır bir de b. a ve b özdeş değildir. x ne olursa olsun ‘x elimdir’ anlatımı yalnız ve yalnız x’in a ya da b olması durumumla doğrudur.”​
“İki” sözcüğü görülmüyor burada. a ve b harflerinin görüldüğü doğru. Onların iki olduğunu, beyaz, siyah ya da herhangi bir renkte olduklarını bilme gereksiniminden daha büyük bir gereksinimle bilmek zorunda değiliz.​
Dolayısıyla sayılar, belirli kesin bir anlamda biçimseldir. Değişik derlemelerden her birinin, iki üyeye sahip olduğunu ileri süren değişik önermeleri doğrular olgular, ortak bir kök ögeye değil ortak bir biçime sahiptirler. Bu bakımdan onlar, Özgürlük Heykeli, ay, George Washington konusundaki uzay-zamanın belirli bir parçasına ilişkin önermelerden ayrıdırlar. Özgürlük Heykeli konusunda ileri sürülebilecek bütün anlatımlar arasında ortak olan, işte bu, uzay-zaman parçasına ilişkinliktir. “İki tane şu ya da bu vardır” türünden önermeler arasındaysa biçim dışında ortak hiçbir şey yoktur. “İki” simgesinin, içinde yer aldığı önermenin anlamına olan bağlantısı; kırmızı simgesinin, içinde yer aldığı önermeye olan bağlantısından çok daha karmaşıktır. Belirli bir anlamda, “iki”nin hiçbir anlamı bulunmadığını söyleyebiliriz. Çünkü o, doğru, bir anlatımda ortaya çıktığı zaman, anlatımın anlamı içinde “iki”ye karşılık hiçbir kök öge yoktur. Eğer istersek, sayıların bitimsiz değişmez v.ö. olduğunu söyliyebiliriz. Ancak sözlerimize, onların mantıksal uydurular olduklarını da eklemeliyiz.​
Dahası var: ses ve rengi amaçlayarak Platon, “ikisi birlikte ikidir, her biri birdir” diyor. “İki”yi gözden geçirmiştik, şimdi de “bir”i alalım ele. Varlık konusunda düşülen yanlışa benzer bir yanlışa düşülüyor burada. “Bir” yüklemi nesnelere değil, birim sınıflara yüklenir. “Yerin bir uydusu var” diyebiliriz. Fakat “ay birdir” demek, sözdizimsel (syntactical) yanlışlığa düşmektir. Böyle bir sav (assertion) ne anlatır? Aynı biçimde, ayın çeşitli bölümleri olduğundan “ay çoktur” da diyebilirsiniz. “yerin bir uydusu vardır” demek, “yerin uydusu” kavramının bir özelliğini, yani şu özelliği dile getirmek demektir:​
“x yerin bir uydusudur önermesinin yalnız ve yalnız x, c olduğunda doğru olduğu bir c vardır.”​
Gökbilimsel (astronomik) bir doğruluktur bu. Fakat, “yerin uydusu” yerine “ay”ı ya da başka bir özel adı koyarsanız sonuç ya anlamsızdır, ya da totoloji. “On”un “parmağım” kavramının bir özelliği olması gibi, belirli kavramların özelliğidir “bir”. “Yerin bir uydusu vardır. Bu da aydır. Dolayısıyla ay birdir” savı (assertion), “havariler 12’dir. Peter de bir havariydi. Dolayısıyla Peter 12’dir” savı ölçüsünde kötüdür. İkinci savda, 12 yerine “beyaz”ı koysaydık, sonuç geçerli olurdu.​
Yukarki düşünceler şunu gösteriyor: Mantık ve matematik gibi, algıdan türememiş biçimsel bilgi türleri bulunduğundan, Platon’un bütün öbür bilgilerle ilgili kanıtları yanlıştır. Doğallıkla, onun vargısının yanlışlığını değil, o vargının doğruluğunu var saydıracak geçerli bir neden bulunmadığını kanıtlar bu.​
HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜ
“İnsan her şeyin ölçüsüdür” ya da kendisinin yorumuyla düşünürsek, “her insan her şeyin ölçüsüdür” diyen Protagoras’ın durumuna göz attığımızda, tartışmanın gelişeceği düzeyi belirlemenin esas olduğunu görürüz. Başlangıçta, algılayışlarla çıkarımları ayırt etmek gerektiği açıktır. Algılayışlar arasında her insan, kaçınılmaz olarak kendi algılayışıyla sınırlıdır. Başkasının algılayışları konusundaki bilgisini, okumak ve işitmekle sağladı. Düş görenlerin ve delilerin algılayışları, algılayış olarak, tümüyle, başkalarının algılayışları ölçüsünde geçerlidir. Onlara karşı tek itiraz, alışılmadık bağlamları dolayısıyla, yanlış çıkarımlara yol açmaya yatkın oluşları biçimindedir.​
Çıkarımlar konusunda ne diyebiliriz? Onlar da eş ölçüde kişisel ve özel midir? Bir bakıma, durumun böyle olduğunu kabul etmeliyiz. İnandığım şeye, beni çeken bir neden olduğu için inanmalıyım. O neden bir başkasının savı (assertion) olabilir. Sözgelimi, kanıtları gözden geçiren bir yargıçsam yeter bir neden sayılabilir bu. Ayrıca, bir Protagorasçı olabilirim. Başlangıçta kendisiyle uyuşmasam da, küçük bir dikkat sonucu haklı çıktığını görmüş olduğum bir muhasebecinin bir sayı dizisi konusundaki kanısını benimkine üstün tutarak kabullenmem usa yatkındır. Bu anlamda bir başkasının benden bilge olduğunu düşünebilirim. Doğru yorumlandığında, hiçbir yanlış yapmadığımı değil, yanlışlarıma ilişkin kanıtın bence açık olması gerektiğini içerir Protagorasçı tutum. Geçmişteki benle ilgili olarak, başka biri konusunda verilircesine yargı verilmesi olanaklıdır. Algılara karşıt olarak çıkarımlarla ilgili, kişisel olmayan doğruluk ölçütü bulunduğunu var saydırır böylesini. Yaptığım herhangi bir çıkarım, bir başkası ölçüsünde doğruysa, Platon’un Protagoras’ta bulduğu anlıksal (intellectual) kargaşa gerçekten var demektir. Önem taşıyan bu noktada, Platon haklı görünüyor. Algıların görümsel özdekteki (material) çıkarımın doğruluğu için yapılan denetleme olduğunu söyleyecektir bir görümcü (empirik).​
EVRENSEL AKIŞ
Evrensel akış öğretisini Platon alaya almıştır. Bu konuyu savunmuş olan herkesin onu, Platon’un ona kazandırdığı aşırı biçimde görmüş olacağını sanmıyorum. Sözgelimi, gördüğümüz renklerin sürekli olarak değiştiğini varsayalım. “Kırmızı” gibi, bir sözcük, ayrı koyulukta pek çok renge uygulanır. “Kırmızıyı görüyorum” dediğimizde, bu sözleri kullanmak için geçen zaman boyunca, tümcenin doğru kalmaması için bir neden yoktur. Platon, vargılarını, algılama, algılamama, bilme, bilmeme türünden mantıksal karşıtları, sürekli değişme süreçlerine uygulıyarak elde eder. Ama, bu gibi karşıtlar, böyle süreçleri betimlemeye elverişli değildir. Sisli bir günde, önünüzde yürüyen bir adam düşünün. Adam gittikçe sislere bürünür. Sonunda onu hiç görmediğinizden emin bulunduğunuz bir an gelir. Arada bir kuşku zamanı vardır. Mantıksal karşıtlar kolaylık olsun diye yaratılmışlardır. Sürekli değişme, olanağını Platon’un bilmezlikten geldiği nicel bir aygıt ister. Platon’un bu konuda söyledikleri büyük ölçüde konu dışıdır.​
Aynı zamanda, sözcüklerin bir aşamaya değin kesin anlamı bulunmadıkça, tartışmanın olanaklı olmadığı kabul edilmelidir. Burada aşırı mutlak olmak kolaydır. Sözcükler anlamlarını değiştirir. Sözgelimi “idea” sözcüğünü alalım. Platon’un ona verdiği anlamı öğrenebiliriz. Ancak enikonu bir öğrenim süreciyle. Sözcüklerdeki anlam değişmelerinin, sözcüklerin betimlediği nesnelerdeki değişmelerden daha yavaş olması zorunludur. Sözcük anlamlarında hiçbir değişme olmaması zorunlu değil. Belki mantık ve matematiğin soyut sözcüklerine uygulanmaz bu. Böyle sözcüklerin, önermelerin maddesine değil, yalnızca biçimine uygulandığını görmüştük. Burada da mantık ve matematiği kendine özgü bulmaktayız yine. Platon, Pythagorasçıların etkisi altında, başka bilgileri epeyce matematikle kaynaştırmış. Bu yanlışı en büyük filozofların çoğuyla paylaşımıştır. Fakat, ne olsa yanlış yanlıştır.​
Kaynakça: Bertrand Russell - Batı Felsefesi Tarihi #1 - Antikçağ
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst