Fransız tanrıbilimci ve bilge. Platon ve Aristoteles felsefelerine dayanarak Hıristiyan düşüncesine, us ilkelerinden kaynaklanan yeni bir yorum getirmiştir.​
Nantes dolaylarında Palais’de doğdu, St. Marcel’ de öldü. (1079-1142) Soylu bir aileden gelen, asker ocağından yetişen, bilimi, yazını seven bir babanın en büyük çocuğuydu. Babasının etkisiyle, daha küçük yaşlarında, bilime karşı büyük bir ilgi duymuştur. Çağın ünlü filozofu, adçılık (nominalizm) çığırının öncüsü Ros- celinus’dan öğrenim görmüş, sonra Paris’e giderek, o dönemin en ünlü tartışmacısı, Champeaux’lu Guil- laume’un öğrencisi olmuştur. Guillaume ile arasında çıkan görüş ayrılığı nedeniyle önce Melun’da sonra Corbeil’de bir okul açmış, bir süre sonra Paris’e dönmüştür. Daha 22 yaşında bilgisinin genişliği, konuşmalarının etkisi, yönteminin sağlamlığı ile büyük bir ilgi uyandırmıştı. Ününün doruğuna ulaştığı bir dönemde papaz Fulbert’in yeğeni Heloise ile arasında geçen gönül serüveni onu yazın tarihinde birçok yapıta konu olan acıklı sona götürdü. Olaya öfkelenen Fulbert’in tuzağa düşürüp hadım ettirdiği Abaelardus, Saint-Denis Manastırı’na kapanmış, Heloise ise bir daha çıkmamak üzere Argenteuil’de rahibe olmuştur.​
Manastırda kendi içine kapanan Abaelardus De Umtate et Trinitate Divina adli kitabını yazınca kilisenin afarozuna uğradı; kilisenin baskısı sonucu kitabını kendi eliyle yaktı (1122). Noget-Sur Seine’de Üçleme ve Kutsal Ruh’a adadığı küçük bir tapınak yaptırıp bir süre sonra Heloise’e bıraktı. Bernard de Clairvaux onu çapkınlıkla suçlayıp yargılatınca Cluny Manastırı’nda Petrus Venerabilis’e sığındı; bir süre daha çalışmalarını sürdürdükten sonra öldü.​
Abaelardus, felsefeye, çağının yaygın bir geleneğine uyarak kavramların yorumuyla girer. Kavramların yorumu da Platon ve Aristoteles felsefelerinin Hıristiyan inançlarıyla uzlaştırılması çabasından kaynaklanır. Kavramlar tümel ve tikel olmak üzere ikiye ayrılır. Tümel kavramlar, belli bir varlık alanının bütününü kapsayan türler ve nitelikler gibi genel geçerlik taşıyan kavramlardır. Tikel olanlar ise, bir türün ya da bir varlık alanının bütününü değil de belli bireylerini içeren kavramlardır. Bu iki kavram türü gerek geçerlilik, gerekse içerik bakımından birbirlerinin karşıtıdır. Felsefenin konusu tümellerle tikellerin bilgisidir. Felsefe kavramı altında toplanan bütün bilgilerin kaynağı bu tümellerle tikeller arasında, us ilkelerine göre kurulan bağlantıdır. Abaelardus’a göre, tümeller, bireysel olanda, tikelde vardır. Bu bakımdan gerçek olan tikeldir. Tümeller tikellerden türemiştir. Tikelin dışında tümel ancak bir kavram olarak bulunabilir. Bireyde yani tikel olanda tümelin varlığı bir öz olarak değil bu bireyin durumu olarak söz konusudur. Tikeller bildiğimiz gerçek nesnelerdir. Tümel kavramlar bu tek tek nesnelerdedir (uni- verselia sunt in re). Bunlar, genellikle nesnelerin özleriyle bağlantılı biçimler (formae), bu nesnelerin durumlarıdır (status).
Abaelardus’a göre tümellerin tanrısal varlıklar olduğu görüşü doğru değildir. Anselmus, Champeaux’ lu Guillaume, gibi bilgelerin tümelleri tikelden önce gelen, gerçek ve genel varlık olarak yorumlamaları gerçeğe aykırıdır. Bu düşünürlerdeki Universalia sunt ante rem savı, kavramlara dayanan ve gerçek birer varlık olan tikelleri, nesneleri dışlayan bir görüştür. Bu nedenle sorunun çözümüne elverişli değildir. Abaelardus’un tek tek nesneleri (indıviduum) gerçek sayarak temel kavramları (ttniversalia) onlardan türetmesi Roscelinus’un başlattığı adçılık akımının yumuşatılmış bir biçimi olan kavramcılıktır (conceptualism).​
Abaelardus’a göre Yunan felsefesi, töre bakımından, İsrail’in Kutsal Kitap\nAxa daha üstündür. Us ilkelerine dayanan bir töre anlayışı, kapsamı içine giren bütün eylemler için doğrudur, geçerlidir. Bu nedenle Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışından önce yaşamış kimseleri, İncil’i bilmiyorlar veya İsa’yı tanımadılar diye inançsız say arak, suçlamak doğru değildir. İncil bir töre yasasının yeniden düzenlenmesinden öte bir anlam taşımaz. Töre ilkeleri, gerçekte, insanın yaşadığı sürece uyma gereğinde kaldığı davranışlar bütünüdür.​
İnanç konularında, araştırmalarda olduğu gibi, öze inme ve özde yatan değeri kavrama gereği vardır.​
İnceden inceye düşünmeden, ayrıntılara inen araştırmalara girişmeden, inanmak yeterli değildir. İnancın da us ilkelerine dayanması gerekir. Karşılaştırmadan, bir inceleme yapmadan inanmak, doyurucu olmadığı gibi, güven verici de değildir. Öte yandan inanmanın yalnız düşünce evreninde kalmaması, eylemlerde de, davranışlarda da etkisini göstermesi gerekir. Abaelardus, inançla töreye dayanan eylemi uzlaştırma konusunda Aristoteles etiğinin genel kurallarına uymuştur.​
Gerçek, iki türlüymüş gibi görünürse de, brrdir. Tanrı’riın bildirdiği (vahy ile gelen) gerçekle, usun kurallarına uyan, kaynağını usta bulan gerçek özdeştir. Us kurallarına uymayan gerçek Tanrı’nın bildirdiğine de uymaz. Bu nedenle gerçeği iki ayrı varlık diye düşünmek yersizdir.​
Tanrı, en yüksek aşamada bulunan en olgun ve yetkin, yüce, bütün eksikliklerden arınmış, kendi kendine yeten, yaratıcı varlıktır. Onun bütün eylemleri kendi varlığıyla bağlantılı olduğundan, gereklidir. Yapılması iyi olan bir işin yapılmaması, karşıtını içerdiğinden, kötüdür. Bu nedenle yapılması gerekenin yapılmaması tanrısal nitelikle bağdaşamaz. Tanrı’nın bütün eylemlerinde, kendi özü gereği bir kaçınılmazlık vardır. Öte yandan, Tanrı’nın bütün eylemlerinde tanrısal us egemendir. İnsanların, birer yaratık olarak, bütün eylemleri tanrısal istence bağlıdır. Kişi kendi davranışlarında tanrısal usun, istencin gerektirdiği doğrultunun dışına çıkamaz. Tanrı, kendi yüce bütünlüğü içinde, salt nedendir, salt diriliktir, salt devinimdir, salt varlıktır. Bütün erkimizin, istencimizin kaynağı odur. Bütün eylemlerimizin gerçek yaptırıcısı Tanrı’dır. Tanrı varolmadan olamaz, yaratmadan yapamaz. Varolmak da, yaratmak da Tanrı’nın özü gereğidir.​
Bizim suç dediğimiz olay eylemin biçiminde vardır, gerçekte suç kötülüğe eğilim olmadığı gibi eylemin kendi de değildir. Suç (günah) kötü bir isteği yerine getirmek, bir tutkuyu doyurmak düşüncesiyle yapılan tasarlamadır. Tasarlamanın yerine getirilmemesi günahı ortadan kaldırmaz. Suç söz konusu olduğunda tasarlayanla yapan özdeştir.​
Bütün eylemlerin yapıcısı ve nedeni Tanrı olduğuna göre, kişi, elinde olmayan, Tanrı istencine bağlı davranışlarından dolayı sorumlu tutulmaz, suçlu sayılamaz. Kötülüğe eğilim duymak kişinin uyması gereken yazgı olduğuna göre, suç (günah) değildir.​
Biçim (form), öz, töz ve tümeller gibi komşu felsefe kavramlarıyla yakından ilişkili bir var- lıkbilim ilkesidir. Biçim nesnelerin tümel yönüdür (aspect). Tikel nesnelerin nitelikleri birara- da bu nesnelerin biçimini oluşturur. Platon* biçimi geniş bir anlamda kavrayarak bundan tikellerde ortak olan bütün tümel özellikleri anlamıştır. Platon’a göre, tümeller kavram olarak zihnimizde doğuştan (innata) vardır ve bu kavramların karşılıkları olarak da nesnel bir gerçeklik taşır. Öyle ki, tikellerin bilgisi bir kani niteliğini aşmazken tümel gerçeklikler, yani form ya da idealar, gerçek bilgi nesneleridirler. Tikellerin özü tümel formlardır. Tikellerin sürekli değişim içinde bulunmasına karşın formlar soyut, saltık, kalıcı ve gerçektir. Tümel formlar gerçek tözleri oluşturur; nesnelerin evrensel örnekleridirler. Nesneller formlardan pay alarak, onlara benzeyerek varolur; formların yetkin olmayan kopyalarıdırlar. Nesnelerin, ilişkilerin, niteliklerin, eylem ve değerlerin formları, birarada, bir aşamalar bütünlüğü içinde evrenin gerçek ve evrensel varlığını ortaya koyar.
Aristoteles biçimin tikelden bağımsız ve ona öncel bir varlık taşıdığı düşüncesini yadsımıştır. Ona göre biçim Platon ’un dediği gibi nesnelerin özüdür, ancak tözle özdeş değildir. Biçim tikel olan tözden ayrılamaz, özdek ile birlikte tözü oluşturur. Biçim kazanmış olan töz bir tikel nesnedir. Form bir tikel nesnenin, bu anlamda, ondan ayrılmaz bir yönünü oluşturduğundan onun, tikelden soyut olarak, varlığından sözedi- lemez. Tanrı dışında salt form söz konusu değildir. Bir başka deyişle, biçim, bir nesnenin niteliklerini ve buna bağlı olarak, özünü oluşturur; ancak nesnenin kendisindedir, ondan ayrılamaz. Böylece Aristoteles soyutu somuta bağlamıştır.
Biçimin tümelkavramıyla olanmantıksalilişki- si, Orta Çağ skolastiğindeki gerçekçilik-adcılık çekişmesinde özgün görüşler ortaya koyan Ros- celinus*, Anselmus*, Abaelardus* ve Occam’lı William * gibi filozofların bu konudaki tutumlarını belirler. Modem felsefenin ilk döneminde Francis Bacon*, biçimden nesnelerin doğasına temel olan yasaları anlamıştır. Nesnelerin, ya da özdeğin, bu anlamda biçimini bulmak, onların nedenini bulmaktır. Bunun yöntemi de tümevarımdır.
Biçim Kant’ta ve ondan etkilenen felsefe sistemlerinde öznel bir ilke durumuna dönüşmüştür. Kant için biçim, anlığın duyuma uyguladığı bir düzen yapısıdır. Karmaşık bir çeşitlilik olarak anlığa giren duyum, burada “sezgi biçimleri” ile uzay-zaman içinde, “anlık biçimleri” ile de temel kategoriler çerçevesinde düzen bulur. Salt duyumun algı durumuna gelmesi ancak bu anlamda biçim kazanmasıyla olur. Böylece Kant’a göre, bilgi içeriğimizdeki biçim dış dünyanın bir yansısı olmak yerine anlığa özgü bir olgudur.
Çağdaş filozoflardan Wittgenstein için de bir nesnenin biçimi bir nitelikler kümesidir, ancak biçim aynı zamanda nesnenin başka nesnelerle biraraya gelerek durumlar oluşturabilme yetisidir. Nesneler biçimlerine bağlı olarak başka nesnelerle sınırlı sayıda durumlar oluşturabilir. Tümeller de bu nedenle nesnelerden bağımsız bir varlık taşımaz.
Öte yandan erdemler söz konusu olduğunda, bütün erdemler birer savaştır, bütün savaşlar da bir düşmanı dilemek, istemektir, öyleyse savaş erdemin gereksinimidir.​
Yunan felsefesiyle Hıristiyanlık arasında, belli bir konu özdeşliği vardır. Yunan felsefesinde önemli bir yer tutan erk-bilgelik- iyilik üçlüsünün Hıristiyan dinindeki karşılığı, üçleme (trinitate) adı verilen Baba-Ruh-Oğul bağlantısıdır. Erk-bilgelik-iyilik, ayrıca Hıristiyanlık’ta üç tanrısal varlığın (Baba-Ruh- Oğul’un) üç niteliğini gösterir:​
  1. Dilediğini yapan,​
  2. Bilen,​
  3. İsteyen​
Dilediğini yapan “erk”tir, gücü neye olsa yeter. Bilen, “bilgelik”, isteyen de “iyilik”tir. Üçlemede dile gelen tanrısal varlık birliğini kuran bu nitelikler inancın başlıca konusudur, üstelik us ilkelerine de aykırı değildir.​
İnsan için başlıca erdem kendini bilmektir. Kendini bilmenin yolu, bilgi edinmekle ve edinilen bilgiyi aklın kurallarına uygun duruma getirmekle bulunur. Kendini bilen kişi tanrısal varlığın yüceliğini kavrama olanağı bulur.​
Abaelardus’un “kendini bil” anlamına gelen Scito te Ipsum sözleriyle dile getirdiği düşüncenin kaynağı Sokrates-Platon gibi Yunan bilgelerinin, ilke edindiği felsefe anlayışıdır. Kendini bilmek, ahlakın birinci koşuludur, varlığın anlamını kavramanın da tek yoludur. Tanrı en yüce bilge, en yüce bilgin olduğundan, kişinin kendini bilmesinde tanrısal bir nitelik, kendini anlama vardır.​
Yöntem bir düşünme kuralıdır, us ile tanrısal bildiriş (vahy) arasındaki bağlantıyı ve inanç sorunlarını kavranabilir duruma getirmeyi sağlar. Yöntem uygulamasında, temel ilke tanrısal bildirişin içerdiği gerçeklerdir. Tanrısal bildirişi yalnız akla dayanarak eleştirmek olumlu sonuca götürmez. Yöntemin sağlıklı çalışmasında tanrısal bildiriş ile usun bağdaşması kaçınılmazdır.​
Yöntemin gerçek görevi, kilise büyüklerinin Kutsal Kitap‘tein kaynaklanarak Hıristiyanlık’ın temelini oluşturan görüşleriyle Platon-Aristoteles felsefesi arasında bağlantı kurmaktır. Abaelardus, bu bağlantıyı kurabilmek için Aristoteles mantığının temel kurallarını olduğu gibi alarak, Hıristiyan ; anlayışına ve bu anlayış doğrultusunda düzenlenen sorunlara uyguladı. Böylece inanç sorunlarını ussal araştırma alanına soktu.​
Abaelardus yalnız yaşadığı çağda değil, daha sonraki yüzyıllarda da etkisini sürdürmüş, Hıristiyan felsefesi alanında çalışmalara ışık tutmuştur. İnanç sorunlarına getirdiği akılcı yorum, akla değer' vermeyen, ve yalnız inaç verileriyle konulara çözüm bulmaya çalışanlara karşı sarsıcı eleştirileri yeni bir çığır açtı ve böylece Aristotelescilik’e yeni bir anlam kazandırdı. Özellikle Hıristiyanlık’ın tartışılmaz sayılan Tanrı, vahy, günah, kişisel suç, suça verilecek ceza gibi önemli sorunlarına akil ölçüleriyle yaklaşması yeni bir bakış açısı getirmiştir. Heloise ile geçen mutsuz serüveni yüzünden, yazın alanında da geniş ilgi görmüş, birçok yapıtın konusu olmuştur.​
YAPITLAR: De Unitate et Trinitate Divina (“Birlik ve Tanrısal Üçleme Üstüne”),Scito teIpsum (“KendiniBil”), Sic et Non (“Evet ve Hayır”) Intro duetto ad Theologıam (“Tanrıbilime Giriş”),Epistulae (“Mektuplar”).​
KAYNAKLAR: E. von Aster, Geschichte der Philosophie, 1951; A. Weber, Felsefe Tarihi($ev.TA. Vehbi Eralp), 1948; I.Z. Eyuboğlu, “Hıristiyan Felsefesi” (yayımlanmamış inceleme).​
BAKINIZ: AUGUSTINUS.​
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansklopedisi, 1. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983​
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
PETRUS Ortaçağın en ilginç filozoflarından biridir, Çok yönlü bir düşünür olan, akılcılığı ve hümanizmiyle seçkinleşen Abelardus, etik anlayışı ve yaşamıyla da dikkat çeker.​
Hayatı ve Eserleri
Petrus Abelardus (en yaygın adıyla Pierre Abelard; Peter Abailard, Petrus Abaelardus da denilmektedir) 1079 yılında Nantes (Namnetes, Fransa) yakınlarında, o zamanki adıyla Palatİnum (Le Pallet) kasabasında doğmuştur. Çağının 'T enfant terrible"! olarak da adlandırılan Abelardus, yaşam öyküsüyle edebiyat dünyasının da sürekli olarak ilgi odağı olmuştur. Görüşleriyle çağının din (Hıristiyanlık) ağırlıklı yaklaşımında, Victor Cousin'in deyimiyle, önemli gedikler açan Abelardus, ünlü nominalist Roscelinus'un öğrencisi, Salisburyli Johannes'in de hocasıdır. Aristoteles'in Kategoriler'ini ve Peri hernemenias'ını (De interpretatione, Yorum Üzerine) Porphyrios ve Boethius'un açıklamalı yorumları aracılığıyla okuyan, değerlendiren Abelardus'un ilgisi büyük ölçüde mantığa yöneliktir.​
On ikinci yüzyıl Rönesans'ının en ünlü temsilcilerinden biri olan Abelardus kaleme aldığı Historia mea calamitatum'da [Felaketlerimin Tarihi), yaşamını ve döneminin kültürel özelliklerini ayrıntısıyla dile getirir. Çağdaşlarıyla yaptığı tartışmalar, kurduğu okullar ve hakkında toplanan konsiller kadar, özel yaşamıyla da tüm çağların ilgi odağı olan Abelardus, özellikle tümeller tartışması konusunda adı akla ilk gelen kişilerden biridir. İyi bir edebiyat eğitimi alan, diyalektiğe (mantık) giderek artan bir ilgiyle bağlanan Abelardus, "Yedi Özgür Sanat"ın (septem artes liberates) özellikle dil sanatlarına ilişkin bölümüyle (trivium) bağlantılı çalışmalar yapmıştır. Aldığı eğitimle olan ilişkisini, yukarıda anılan yaşamöyküsünde şöyle betimler: "(...) eğitimde kaydettiğim ilerleme, beni edebiyata giderek büyüyen bir istekle bağladı ve böylece zihnimde oluşturduğu güzellik uğruna, askerliğin ünlü parlaklığından, mirasımdan, büyük oğul olmanın ayrıcalıklarından vazgeçerek, Minerva'nın bağrına sığınmak için, Mars'ın savaş alanını terkettim. Diyalektiği ve onun savunma biçimini, felsefenin tüm öğretilerine yeğ tutarak, savaş ordularını, mantığın ordularıyla değiştirdim; savaş ganimetlerini de tartışma saldırılarına kurban ettim."​
Dönemin kültür merkezi olan Paris'e gelmesi, Abelardus'un yaşamında tam bir dönüm noktası oluşturur. Birçok yazarın dediği gibi, Paris, onun için, sevinçlerini, mutsuzluklarını yaşadığı bir yer olacaktır: Heloissa ile burada tanışacak, okullarını bu kentte kuracak, çağının ünlü mantıkçı (bunlardan biri, Champeauxlu Guillaume'dur) ve teologlarıyla (Laonlu Anselmus, Clairvauxlu Bernard) yine bu kentte yoğun tartışmalara girecektir. "Palatinumlu peripatetikosçıı" olarak da anılan Abelardus, çevresindekiler le yoğun tartışmalara girmekten hiç çekinmemiştir. Yaptığı çalışmalar, üzerinde durduğu teoloji konulan, onun zaman içinde yeni düşmanlar kazanmasına yol açmış ve bu nedenle hakkında iki kousil toplanmıştır. 1122'de toplanan Soissons Konsilinde, Theologia Stımtni Boııi başlıklı kitabı yasaklanır. Abelardus, 1122'de Paracletunı'u kurar; yaşamı bundan böyle zaman zaman insanlardan kaçarak, zaman zaman da yoğun tartışmalarla dolu bir biçimde geçer. 1140 yılında toplanan Sens Konsilinde sapkın olmakla suçlanır. Açıklama yapmak üzere Konsile çağırılır; ancak Abelardus, bu çağrıyı reddeder. Yaşamının son iki yılını geçirdiği Cluny'e, Pierre le Venerable'ın yanına gider. 21 Nisan 1142'de Cluny'e bağlı Saint-Marcel manastırında ölür.​
Abelardus'un yapıtlarının büyük bir bölümü Patrologia Latina'nm 178. cildinde (Paris, 1855) yer almaktadır, Söz konusu yapıtlar arasında en ilginç olanı, yukarıda da kısaca sözü edilen Historic mea calamitatıım'dur [Felaketlerimin Tarihi). Yazar bu yapıtta yaşamını ayrıntılı bir biçimde anlatır ve böylece on ikinci yüzyılı çeşitli yönleriyle yansıtan son derece önemli bir malzeme oluşturur, Yapıt, Abelardus'un yaşamöyküsü olmanın ötesinde, dönemin entelektüellerinin, eğitim dünyasının, yapılan tartışmaların, toplanan konsillerin de tarihini içermektedir, Abelardus'un Historia mea calamitatum dışındaki yapıtları üç grupta toplanabilir. Birinci grubu; mantığa, mantık felsefesine ilişkin çalışmalar; ikinci grubu teoloji çalışmaları; üçüncü grubu da etiğe ilişkin yapıtlar oluşturur. Abelardus çağının geleneklerine uyarak, "trivium" a (gramer, mantık ya da diyalektik, retorik) bağlanmış ve bu alanın en önemli bölümlerinden biri olan mantıkta ya da diyalektikte elde ettiği sonuçları teoloji ve etik alanına geçirmeye çalışmıştır.​
Felsefe tarihi bağlamında düşünüldüğünde daha çok Aristoteles'e yakın olan Abelardus, mantık çalışmalarını Logica ingre- dientibus (1121) başlığı altında toplamıştır. Söz konusu yapıt, Porphyrios ve Boethius'un yorumlarının ışığında, yazarın, tümeller tartışmasına ilişkin görüşlerini yansıtmaktadır. Yaptığı çalışmalarda hiçbir zaman tek bir yetkeye dayanmayan Abelardus, Sic et non [Evet ve Hayır) adli yapıtını 1120-1140 yılları arasında yeniden gözden geçirerek birkaç kez yazmıştır. Yapıtta, din bağlamında karşıt düşünceler ileri süren yetkelerin görüşleri sıralanır. Abelardus burada "pro et contra" (le- hinde-aleyhinde) yöntemini uygular, Böylece tek bir konuda birbirine karşıt nitelikleriyle beliren düşünceleri, tutumları gözler önüne serer. Onun mantıkla ilgili bir diğer kitabı da Dialectica'dır; yapıtın 1117'den önce yazıldığı sanılmaktadır.​
Teoloji konusunda ise Abelardus şu kitapları yazmıştır: Theologia Simimi Boni [En Yüce İyiye İlişkin Tanrıbilim] tümüyle "trinitas" (kutsal üçleme) konusuna ayrılmıştır. Theologia Christiana [Hıristiyan Tanrıbili- mij yine trinitas konusuna ayrılmış olup, din konuları diyalektik tartışmanın konusu yapılmıştır. 1136-1140 yılları arasında kaleme alınan Introdııctio ad tlıeologiam'da [Teolojiye Giriş] yine "trinitas" konusu gündemdedir. Abelardus'un yapıtlarının bir bölümü de etik konusuna ayrılmıştır. Bu bağlamda, Scito te ipsimi [Kendini Bil], öteki başlığı ile Ethica [Etik] en önemli yapıtları arasında sayılır, Burada eylemlerin değerlendirilmesi ağırlıklı olarak Hıristiyanlık bağlamında ele alınır ve özellikle ahlâkın içsel boyutu olarak "niyet" üzerinde durulur. Ölümüyle yarım kaldığı ileri sürülen yapıtı Dialogııs inter Plülosophum, lıtdaeıtm et Christmnıım [Filozof, Yahudi ve Hıristiyan Arasında Diyalog] ise büyük ölçüde din eksenli kültüri erarası bir çalışma gibidir, Ethica'da ele alman kimi sorunlar Diyalog'da daha ayrıntılı olarak işlenir ve yine eylemin düşünsel boyutu üzerinde durulur. Abelardus'un burada sıralanan yapıtlarının dışında Heloissa'yla yazışmalarından ve ona yazdığı mektuplardan da söz edilebilir. Bu mektuplar yine dönemini ve özel yaşamını, Hıristiyanlıkla olan ilişkilerini yansıtan metinler olarak değerlendirilmektedir,​
Tümeller
Abelardus'un mantık konusundaki yazıları arasında en yaygın biçimde bilineni Logica ingredientibtıs'tur. Yapıtta Ortaçağın en önemli tartışma konusu olan tümeller tartışması ağırlıklı olarak yer alır. Bilindiği gibi, Platon ve özellikle de Aristoteles'in felsefenin gündemine yerleştirdiği sorunu, ilk kez en yetkin bir biçimde dile getiren Yeni-Platoncu filozof Porphyrios olmuştur. Isagoge, Aristoteles'in Kategorilerine Giriş başlıklı yapıtında Porphyrios, tümellerin ya da genel kavramların ontolojik durumuyla ve işlevleriyle ilgili bir dizi soru sorar. Ancak soruları ayrıntılı bir biçimde yanıtlamaz; bununla birlikte, tavrının Aristotelesçilerden yana olduğunu sezdirir. Yapıtta yer alan sorularda gündeme alınan, tümellerin gerçek birer varlıklarının olup olmadığı sorusudur. Tümellerin, genel kavramların "şey" (res) ya da "ses", "sözcük" (voces) olup olmadığı; duyulur gerçekliklerden ayrı bir varlıklarının olup olmadığı sorulur. Tümeller tartışması tarihine bakıldığında, gerçekçi (kavram realizmi) tutumdan yana olanlara göre tümeller "şey'Terdir; bunun karşıtı olan nominalizme göre ise tümeller, düşünme ve dil ortamında yer alan yapılardır.​
Ancak Abelardus ne gerçekçidir ne de adcıdır. Abelardus'un tümellerin varlığı ve işlevi konusundaki tutumunu daha iyi anlayabilmek için, sorunun ilkin varlıkla, sonra da bilgiyle ilgili boyutuna dikkat etmek gerekir. Bu durumda Abelardus'un kimi noktalarda nominalistlere daha yakın düştüğü fark edilebilir. Çünkü Abelardus da tıpkı nominalistler gibi, gerçek varlık olarak sadece tek olanı, tekili, bireyi kabul eder. Ona göre; bireyde varolan her şey bireysel niteliklidir. Bireyin dışında varolanlar ise düşünsel ve dilsel niteliklidir; bu durumda tümeller varlıksal yapıları bakımından sadece zihinde yer alan kavramlardır, sözcüklerdir. Ancak bunlar "flatus vocis" (nefes, soluk, boşsöz, ses dalgası) değildir; tam tersine "vox signi- ficativa"dır (anlamlı ses, sözcük); "serwo"dur (konuşma, söylem, dil). Tümel; Abelardus'a göre psikolojik, zihinsel, ussal bir insan ürünüdür; ayni zamanda varolana da dayanan anlamk bir yapıdır. Bu durumda Abelardus'un tümellere ilişkin görüşünün kavramcılık olduğu ileri sürülebilir. Kavramcılığın tümeller sorununa yaklaşımının, gerçekçilerin ve adçılarm yaklaşımından farklı olduğu görülmektedir. Bir kavramcı olarak Abelardus için tümelin gerçeklik dünyasında bir karşılığı yoktur. Ancak bu, tümelin boş bir ses, "vox" olduğunu da göstermez. "Anlamlı ses" anlamındaki tümel, yoğun zihinsel işlemler sonucu elde edilmiştir. Yine ona göre, anlama yetisinin soyutlama işlemiyle tümel tasarımlar ortaya çıkar ve bu, dilde yansımasını bulur. Bu bağlamda sözcük bir imdir, göstergedir. Abelardus için mantık bir "ars ser mod nal i s" tir; başka bir deyişle dili kullanma sanatıdır. Abelardus'un tümeller sorunuyla bu denli çok ilgilenmesinin asil nedeni, teolojik kaygıları ve bu bağlamda geçen "trinitas" dogmasıdır. Ancak ona göre, "Tanrı dilin de üstündedir, düşünmenin üstünde olduğu gibi (...) Her bilimin bir sözcük dağarcığı olduğu gibi, en yüce iyiyi inceleyenlerin de olmalıdır; gerçekliğe ilişkin terimlerle Tann'dan söz edilemez, ancak sözcük değişimleriyle ve gizemli alegorilerle ondan söz edilebilir." Abelardus, teolojik konulara, tümellere ilişkin görüşlerinin eşliğinde, ne gerçekçilerin yaptığı gibi onların nesnel varlığının olduğunu kabul eden, ne de nominalistlerin yaptığı gibi onların hiçbir şey olmadıklarını ileri süren bir tutumla yaklaşır; tam tersine kavramcı tutumunu burada da sürdürür.​
Etik Anlayışı
Etiğe ilişkin duruşunda "erdem" kavramına büyük bir yer ayıran Abelardus'a göre ahlâk alanı bir çatışma, bir savaş alanıdır. İyi ile kötü istenç, sürekli olarak çatışırlar; iyi istencin yardımcıları erdemlerdir. Özellike ölçülülük erdemi, kötü istencin durdurucusudur. Ayrıca, eylemin ardındaki düşünsel boyuta etiğinde önemli bir yer veren Abelardus, bu konudaki görüşlerini Scito te ipsum'da şöyle dile getirir: "Savaş sona erdiğinde, artık savaşacak bir şey yoktur, sadece zafer ödülünü almak söz konusudur. Oysa savaş içerisinde savaşmak zorundayız, başka bir dünyada zafer çelengi taşımak için. Ama bir savaşın da olması için vuruşlarımıza dayanan, ilk vuruşta çökmeyen bir düşman olması gerekir. İşte bu düşman kesinlikle bizim kötü niyetimizdir; kutsal istence boyun eğerek onun üzerinde bir zafer elde ediyoruz, faka t onu tümüyle ortadan kal di ramıyor uz."​
Abelardus, buradan da anlaşıldığı gibi, eylemi görünür yanıyla değil, fakat belirleyici arkaplânıyla değerlendirmeye çalışmaktadır. Ona göre, nasıl ki anlamlar içinde yer aldıkları bağlama göre değişiyorlarsa, eylemler de niyet bağlamında ancak bir değer ya da anlam ve önem kazanabilirler. Ölümüyle yarım kaldığı ileri sürülen Filozof, Yahudi ve Hıristiyan Arasında Diyalog başlıklı kitabı, günümüz açısından bakıldığında, "kültürler- arası" ya da yer yer "dinlerarası" diyalogu gündemine alan bir çalışmadır. Abelardus Diyalog'da özellikle Yahudiliği, evrensel değerler içermediği için çok sert bir dille eleştirir; varolana din açısından bakmakla, felsefe açısından bakmanın ne denli farklı olduğunu örnekleriyle belirgin kılmaya çalışır ve bu bağlamda, aklın ilerletici rolünü öne çıkarmayı amaçlar. Bu noktada Abelardus'un a- kılcılığın temsilcisi olduğu ileri sürülebilir; bununla birlikte, bu akılcılık, çağının genel yapısı dolayısıyla, tanrısal akla bağlı bir akılcılıktır. Abelardus, tüm yapıtlarıyla, felsefe tarihinde Aristotelesçi çizgide yer almakta ve her şeye karşın, çağının koşulları içinde eleştirel düşünmenin en iyi örneklerinden birini oluşturmaktadır.​
Abelardus, Dialectica, ed, L. M. de Rijk - Van Gorcıun, Assen, 1956.​
Abelardus, Bir Mutsuzluk Öyküsü (çev. B. Çotuksöken), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988; ayıu kitabın içinde Filozof Yahudi ve Hıristiyan Arasında Diyalog da yer almaktadır.​
B. Çotuksöken, Petrus Abelardus'un Ahlâk Anla- ytşt, [Önsöz: Nermi Uygur], İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1988.​
B. Çotuksöken - S Babür, Metinlerle Ortaçağda Felsefe (1. bs., 1989), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000.​
B. Çotuksöken, Ortaçağ Yazıları, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1993.​
E. Gilson, Heloise et Abelard, Troisieme edition revue, Vrin, Paris, 1978.​
L. Grane, Peter Abelard. Philosophy and Clıristifirııtı/ in the Middle Ages, New York, 1964.​
J. Jolivet, Aspects de la pensçe inedievale: Abelard. Doctrines du langage, Vrin-Reprise, Paris, 1987.​
f. Jolivet, Abelard ou la philosophic dans le laugagc, Editions Seghcrs, Paris, 1969,​
Ayrıca bkz., ETİK, KAVRAM REALİZMİ, KAVRAMCILIK, NOMİNALİZM, SKOLASTİSİZM, TÜMELLER KAVGASI.​
Kaynak: Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Abelardus (1079-1142) erken Skolastiğin, Aziz Anselmus’un inanç-akıl ilişkisi bağlamında gerçekleştirmiş olduğu, Yüksek Skolastiği adeta haber veren ilk sentezini bu kez tümeller konusunda hayata geçiren ve böylelikle de 13. yüzyılın büyük sentezine giden yolda önemli açılımlar sağlamış olan Ortaçağ Hıristiyan filozofudur. O, kavramcılığıyla sadece büyük sentezin önünü açmış olduğu için değil fakat dikkatleri bu dünyaya çekme yolunda önemli bir adım atarak Ockhamlı William’a çıkacak yoldaki engelleri ortadan kaldırmış olduğu için de Ortaçağ düşüncesinin en kritik eşiğini meydana getiren kişidir. Tümeller konusunda kendisine intikal eden Porphyros ve Boethius metinlerini satır satır ve sözcük sözcük analiz etmek suretiyle Skolastik yöntemin bir prototipini veren Abelardus’un önemi, ikinci olarak, onun Hıristiyan dogmalarını açıklamada mantıksal teknikleri kullanma yönündeki en etkili teşebbüslerden birinin sahibi olmasından kaynaklanır. O, üçüncü olarak Hıristiyan Ortaçağı’nın etik anlayışında, 14. yüzyılın iradeciliğini önceleyen niyet etiğiyle önem taşır.​
(a) İnanç-Akıl İlişkisine Dair Görüşleri
Esas Aziz Anselmus’un başlattığı “anlamaya çalışan iman” geleneği içinde yer alan Abelardus, güçlü diyalektikçi veya mantıkçı kimliğiyle bu geleneğin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Buna göre, o da inancın dogmalarını, Kilisenin otoritesini apaçık bir veri olarak ve tartışmasız bir biçimde kabul eder. Yani, Hıristiyan öğretiye bütün kalbiyle bağlanan, Kilisenin otoritesine asla başkaldırmayan Abelardus, modern anlamda bir rasyonalist değildir. Hatta o, bir filozof olmayı bile reddeder. Şu halde, onun için de Hıristiyan inancı temeldir ve vahiy önce gelir.​
Aklı Hıristiyan öğretiyi çarpıtmak, onun yanlışlığını göstermek için değil fakat vahyedilen hakikati açımlamak, açıklamak ve hatta doğrulamak için kullanmak isteyen Abelardus aynı gelenek içinde yer alan Anselmus’tan, imandan sonra gelen diskürsif düşünceyi tamamlayıcı bir unsur olarak sezgiye veya entelektüel görüye sahip olmaması ve çok daha güçlü bir mantıkçı ya da diyalektikçi olması açısından farklılık gösterir. Abelardus’ta vahyedilen hakikat ya da geleneksel dogmalar, bu yüzden diyalektiğin ya da aklın ölçülerine daha uygun düşen bir ifade kazanmaya başlar. Ona göre, sözcüklerin, terimlerin ve yöntemlerin hakikati tam bir sadakatle ifade etmeleri özelliğinin bir sonucu olarak, spekülasyonların usta diyalektikçiler tarafından kullanılan sözcük ve terimlere uygun olmaları gerekir. Bundan dolayı, dini hakikatlerin teolojik ifadesi de diyalektiğe uymalıdır; vahyolunan hakikatin anlaşılır kılınması veya imanın gizleriyle ilgili bir açıklama ya da tartışma ancak bu sayede mümkün olabilir.​
İnancın doğruları veya imanın dogmaları Abelardus için şu halde, sonsuz derinlikteki kuyular, nurlarla dolu doğaüstü hakikatin kelamdaki yansımaları değildir. Bu dogmalar daha ziyade, Hıristiyan filozofa, onun aklını ve dolayısıyla, başka hiçbir yasayı değil de mantık ve gramerin yasalarını kullanarak anlaşılır hale getirmesi için aktarılmış önermeler veya gönderilmiş olgulardır. O işte bu amaçla, Hıristiyan dogmalarını anlaşılır hale getirmek, kutsal metinlerden doğan problemlere rasyonel bir çözüm sağlamak üzere, bu metinlerde geçen önermeler ve argümanlar üzerinde yoğun çalışmalar yapmıştır. Ona göre, bir mantıkçı ya da filozofun ilk işi, argümanın içeriğinden ziyade, formu üzerinde yoğunlaşmaktır. Ona düşen öncelikle argümanların geçerli mi geçersiz mi, önermelerin doğru mu yanlış mı olduklarına karar vermektir. Zira diyalektik esas doğrulukla yanlışlık arasındaki farklılığı söyleyebilmenin bir yoludur. Bundan dolayı, Abelardus’un mantığı öncelikle önermelerin doğruluk ya da yanlışlığı ile ilgilidir; söz konusu mantık bundan sonra bir önerme tarafından ifade olunan şeyin gerçekten de vakıa olup olmadığına bakar. Böyle bir araştırma ise Abelardus’un bakış açısından, bir yandan tasım kurallarına ve biçimlerine ilişkin bir çalışmayı olduğu kadar, gramer ve sentaksla ilgili bir araştırmayı, diğer yandan da Porphyros’un beş tümeli ve Aristoteles’in on kategorisiyle ilgili bir incelemeyi ihtiva etmek durumundadır.​
Dilde ve insani iletişimdeki en temel öğe sözcüktür: Sözcükler dinleyicinin ya da okuyucunun zihninde düşüncelerin doğuşuna neden oldukları gibi, bir şeye de gönderme yaparlar. Fakat bir şeyin​
bir dilde ifade edilebilmesi ve ona bir isim verilebilmesi için her şeyden önce onun ne olduğuyla ilgili bir düşüncenin bulunması gerekir. Aynı şey önermeler için de geçerlidir: Onlar da şeylerle ilgili olup, bu şeylerle ilgili düşüncelere yol açarlar. Demek ki dil ile gerçeklik arasında her zaman bir ide veya düşünce ya da başka türlü söylendiğinde bir anlamayla anlam bulunur. Önermelerin, Abelardus’a göre, bir anlam ifade edebilmeleri için onlarda bir yüklemin bulunması veya “Sokrates bir insandır” örneğinde olduğu gibi, bir özne-yüklem ilişkisinin söz konusu olması gerekir. Abelardus’un mantık araştırmalarını yoğunlaştıran ve onu meşhur “tümeller problemi”inin tam içine sokan husus da zaten budur. “Sokrates bir insandır” önermesi, her ne kadar gramatikal olarak doğru olsa ve anlam bakımından da doğru gibi görünse de güçlük “dır”la ifade olunan bağlacın işlevinden kaynaklanır. Acaba cümle özneyle yüklem arasında öz bakımından bir özdeşliği mi göstermektedir, yoksa “insan” terimi “Sokrates” bireyinde mevcut olan evrensel bir öz ya da doğanın yerini mi tutmaktadır?​
(b) Tümellerle ilgili Görüşü
Bir filozof olarak Abelardus’un felsefeye ve Ortaçağ düşüncesine olan en önemli katkısı, öyle sanılır ki tümeller problemine getirdiği çözümden, problemi ontolojik bir problem olmaktan büyük ölçüde çıkartarak, yukarıda olduğu gibi, mantıksal ve epistemolojik bir problem haline getirmesinden ve böylelikle de via moderna yolunu açmasından meydana gelmektedir.​
Abelardus, tümeller tartışmasına önce eleştirilerle, Porphyros ve Boethius’tan kalan metinleri okuyarak girer. Eleştirilerin ardından, konuya psikolojik bir yaklaşım benimsenerek yaklaşılması gerektiğinde ısrarlı olur Ona göre, zihindeki genel kavramlara dış gerçeklikte neyin karşılık geldiği sorusuna bir yanıt getirmek amacıyla şeylerin kendilerine gitmek yerine, işe kavramların kendilerinden, kavramları ifade eden sözcüklerden başlamak ve zihindeki bu kavramların nasıl oluştuğunu görmeye çalışmak gerekir. Problem, mahiyeti biraz değişmiş olsa da son çözümlemede yine aynı problemdir. Yani, burada söz konusu olan problem, düşünceyle gerçeklik arasında nasıl bir ilişki bulunduğu sorusuyla ilgili olan epistemolojik bir problemdir.​
Buna göre, genel kavramlara karşılık gelen tümellerin gerçeklikte var olup olmadıklarını bilmesek bile, genel kavramlarımızın ve genel terim ya da sözcüklerin var olduğu herkes için açıktır. Abelardus, genel bir sözcüğü, bir cins ismi, insan isminde olduğu gibi, tek tek insanlardan oluşan bir çokluğa genel bir uzlaşımın sonucu olarak yüklenmeye uygun bir yapıda olan bir sözcük, buna karşın tekil bir sözcük ya da bir özel ismi, yalnızca bir kişiye, salt tek bir kimsenin ismi olarak görüldüğünde, örneğin Sokrates’e yüklenebilir olan bir sözcük diye tanımlar. Sokrates ismiyle adlandırılan bir kimse gerçekten de var olduğu için özel isimlerde hiçbir güçlük söz konusu olmaz. Fakat insan cins ismiyle, genel insan sözcüğüyle adlandırılan genel bir yapı, tümel bir varlık olmadığı için genel sözcüklerle ilgili olarak ortaya bir güçlük çıkar. Abelardus’a göre, nominalizmi doğuran, nominalistleri genel sözcüklerin, cins isimlerin tam olarak karşılık geldikleri ya da gösterdikleri, tek ve ayrı hiçbir şey bulunmadığı sonucuna götüren de işte bu güçlüktür.​
Abelardus, nominalistlerle birlikte, genel kavram ya da sözcüklerin gösterdikleri ya da karşılık geldikleri hiçbir tek şey bulunmadığını ve var olan her şeyin bireylerden ibaret olduğunu kabul etse de buradan genel sözcüklerin anlamdan yoksun olduğu sonucunun hiçbir şekilde çıkmadığını öne sürer. Güçlük, ona göre, insan zihninin soyutlama yapma, soyutlamalar oluşturma gücüne sahip bulunduğunu kabul etmekle çözülür. İnsan zihni yalnızca bireylerin, örneğin Platon’un ve Sokrates’in kavramlarına sahip olmakla kalmaz fakat bu bireylerin çeşitli yönlerine ilişkin genel fikir ve kavramlara ulaşır. Başka bir deyişle, çok sayıda birey benzer parça ya da yönlere sahip olduğundan, bu benzer parça ya da yönler, içi boş olmayan, anlamlı bir genel kavram için sağlam bir temel meydana getirirler. Bu açıdan bakıldığında, Sokrates kavramıyla Platon kavramına ek olarak, genel insan kavramına ulaşırız. O, insan genel kavramının da tıpkı birinciler gibi, doğrudan doğruya Sokrates’e ve Platon’a ilişkin algıdan türetildiğini savunmuştur, şu farklı ki genel kavramın oluşumu biraz daha karmaşıktır. Abelardus’a göre, biz bireyden, örneğin Sokrates’in somut bireyselliğinden akıllılığı ve hayvanlığı soyutlayabiliriz. Platon, Aristoteles ve başka birçok insan daha söz konusu olduğu zaman da aynı şeyi yaparız. İnsan genel kavramı ya da tümeline işte bu şekilde, yani Sokrates, Platon, Aristoteles ve başka insanların bu yönleri üzerinde yoğunlaşmak suretiyle ulaşırız. Buradan da anlaşılacağı üzere, Abelardus’a göre, tümeller, genel kavramlar, realistlerin öne sürdükleri gibi, zihinden bağımsız özlere, ayrı genel nesnelere karşılık gelmemekle birlikte, nominalistlerin öne sürdükleri gibi salt ağızdan çıkan boş sözler de değildirler.​
Buna göre, cinsler ve türler somut bir biçimde var olan şeyler olmayıp, daha çok şeylerin, zihnin bu şeylerin benzerliklerini karşılaştırarak soyutlayıp tümel kavramlarda ifade ettiği, formlarıdır. Tümeller, cins ve türler soyut ya da teorik açıdan değerlendirildiklerinde, onların zihnin dışında, zihindışı gerçeklikte tümeller olarak var olan şeyler olmadıkları için zihinsel yapımlar olarak görülmeleri gerekir; fakat söz konusu yapımlar, var olan bireylerin karşılaştırılmaları sonucunda gerçekleştirilen soyutlamalar oldukları için onların, genel kavramların nesnel bir temel ve gönderim veya referanstan yoksun oldukları söylenemez.​
(c) Etiği
Abelardus’un etik anlayışı doğallıkla dini ve teolojik olarak temellenen bir etik görüşüdür. Bununla birlikte, onun etik anlayışı Ortaçağın diğer etik teorilerinden önemli bir farklılık gösterir. Pek çok görüşün ahlaki eylemin iyiliğini sadece Tanrı tarafından konulmuş yasaya veya ilahi emirlere uygunluğuna bağladığı yerde, Abelardus ahlaki iyiliği failin niyetine ve iradesine bağlar. O, ahlaklılığın eylem ve eylemlerin sonuçlarından ziyade, kişinin içsel yaşantısıyla, tinsel saflığıyla veya niyetleriyle ilgili olduğunu düşünür.​
Skolastik ahlak teolojisinin önemli kurucularından biri olan Abelardus, gerçekten de ahlaki iyiliği bir eylemin Tanrı tarafından konan yasaya uygunluğuna bağlayan ve günahı ilahi yasanın ihlâli olarak yorumlayan Ortodoks görüşe karşı çıkarak, iyiliği failin niyet ve iradesine bağlarken, 14. yüzyılın, Tanrıda olduğu gibi insanda da gerçek iyinin özgür seçime bağlı olduğunu bildiren iradeciliğine çok yaklaşır. Gerçekten de onun etik görüşünde niyet her şeydir. Niyet, ona göre, en kötü eylemleri bile bağışlatabilirken, gerçekte en masum, en kolay eylemleri ahlaki bir kötülük, hatta bir günah haline getirebilir. Örneğin oburluk veya abartılı giyim kuşam kendi içlerinde bağışlanabilir kusurlardır, zira insan bu hatalara ahlaki sonuçlarının hiç farkında olmadan düşebilir. Fakat insan bilerek ihtiyacı olandan fazlasını yer veya gösteriş yapmak adına, kibrinin bir parçası olarak, yani isteyerek mübalağalı giyinir, takıp takıştırırsa, bu sadece ahlaken yanlış olmakla kalmaz, bütünüyle günah olur.​
Niyetin özünde bulunduğu ahlaklılığa ilgisiz olan şey, Abelardus’a göre, sadece sonuçlar değildir; etik alanının eylem alanıyla asla örtüşmediğini savunan Abelardus için sonuçları doğuran eylemler de doğal olarak ahlaklılığa ilgisiz olmak durumundadır. Ona göre, haz bile ahlaklılığa yabancı olmak durumundadır; ruhu sakatlayan hazlardan hiçbiri ahlaken kötü değildir. Hatta Abelardus arzuları bile mahkûm etmez. O, müminlere her ne kadar onların şehevi duygulara yenik düşmemeleri emredilmiş olmakla birlikte, bu duygulara sahip olmakta herhangi bir mahzur ya da kötülük olmadığını söyler. Yine, bir birey kendi iradesine aykırı olarak eylemeye zorlanabilir ya da kişi kendisine haz verecek bir eylemde bulunabilir fakat Abelardus’a göre, bireyin her iki durumda da ahlaki bir yanlış içinde olduğu söylenemez. Çünkü onun gözünde kötü olan biricik şey, “kötü ve olumsuz olana rıza göstermek, uygunsuz olanı tasdik etmek” diye tanımlanan kötü niyettir.​
Abelardus evrensel olduğuna inandığı niyet ölçütünü, insanlara olduğu kadar, Tanrıya da uygular. Tanrı da ona göre, iradesiyle yargılanmak durumundadır. O, bizim dünyevi ölçütlerimize göre, en iyi durumda uygunsuz, en kötü halde de yanlış ve suç olan bir şeyi emretmenin bile Tanrı için bir tutarsızlık veya ahlaki bir yanlış olmadığı inancındadır. Nitekim Tanrının İbrahim’e oğlu İsmail’i kendisine kurban etmesini emretmesi, burada İbrahim’in bir örnek olacak itaatini sınama iradesiyle hareket ettiği için kötü ve tutarsız bir hareket tarzı olarak görülemez.​
Ahlaklılığı özde niyete indirgeyen, ahlaki değerleri insanları iyi ya da kötü eylemlere eğilimli hale getiren zihni meziyet ya da kusurlara bağlayan Abelardus’u esas ilgilendiren şey, ahlaki yanlış, suç veya kötülüğün dini bir çerçeve içindeki en yüksek tezahürü olan günah olmuştur. Ona göre, ahlaklılık her ne kadar bütünüyle niyete bağlı olsa da günah güçsüz bellek, kızgınlık, bilgisizlik, hırs veya akli düşüncede zaaf benzeri entelektüel eksiklik ve lükse düşkünlük gösterme, maddeye bağlanma benzeri bedensel bir eğilime eşitlenemez. Bu türden kusur, bozukluk, eğilim veya yetersizlikler, sadece ahlaklılık mücadelesine yol açan malzemeyi veya koşulları oluşturur. İnsanların günah işleyip işlememeleri kötülük ya da olumsuzluklara, dünyevi istek ve arzulara karşı verilecek mücadelenin sonucuyla ilgili bir konu olmak durumundadır.​
Başka bir deyişle, arzular ve ete duyulan şehevi istek ahlaklılık mücadelesinin, Abelardus’a göre, temel dayanağını veya malzemesini meydana getirir. Kişi kendisini bu istek ve arzuların insafına mı bırakmalı, yoksa onları mutlak denetimi altına mı almalıdır? Bir insanın bu soruya vereceği cevap, onun ahlaklı olup olmadığını, günah işleyip işlemediğini belirleyen en önemli ölçüttür. Günah sadece kişi kendisini cinsel arzuya bıraktığı, ona rıza gösterdiği, onu bütünüyle olumladığı zaman ortaya çıkar: Abelardus, şehevi duyguların, cinsel arzuların son derece doğal olduklarını düşünür; onlar her zaman bizimle olup, bizim insani zayıflığımızın bir parçasıdırlar; bununla birlikte, şehevi duygunun, cinsel arzunun sadece veya bizzat kendisi bizi günaha mahkûm etmez. Ahlaklılık dediğimiz şey, gerçekte söz konusu arzulara karşı verdiğimiz bu mücadeleden başka bir şey değildir. Şehevi arzular üzerinde kazanılacak mutlak hâkimiyet, ona göre, insan varlıkların kazanabilecekleri en büyük zaferdir.​
Ahlaklılığı şimdiye kadar eylemin gerisindeki niyetle ve arzular üzerinde kurulacak bir hâkimiyetle belirlenen bir mücadele olarak olumsuz bir biçimde tanımlayan Abelardus, ahlaklılığın nihai amacını, insanın en yüksek hedefini, gerçek iyiyi önce mutluluk olarak tanımlar: Sonra da mutluluk tanımında, sahip bulunduğu Hıristiyan dünya görüşüne uygun olarak bir tadilat yapar ve onu ebedi saadet diye ifade etmeye başlar. Söz konusu ebedi saadete ise erdemli bir yaşayışla erişilebileceğini öne sürer. İnsan, ona göre, erdem aracılığıyla en yüce iyiye, sonsuz mutluluğa, ebedi saadete ulaşır; kusurlara boyun eğmekle de günah işler ve sürekli bir cezalandırılmaya maruz kalır: Peki ya erdem, erdemli yaşayış nedir? Abelardus erdemi iki bakımından, yani hem insan ruhunun iyi yönelim ya da meziyetleri, insanın manevi yapısının iyi yanları olarak ve hem de insana ilişkin en yüce iyinin aracı olarak; yani ahlaklılığın hem önkoşulu ve hem de temel yolu olarak ele alır; ve sadece kendi kültürüne değil fakat tarihsel art alanına da bağlı kalarak, erdemleri belli başlıklar altında toplar. İlk sırada gelen erdem, bütün erdemlerin bir değişiklikle kendisinden çıktığı ve bir benzerini sonradan Aquinalı Thomas’ın teolojik erdemleri arasında göreceğimiz basiret erdemidir:​
Sonra gelen erdem ise ahlaki failin başka birey ve nesnelerle, kutsal olan ve olmayan kişilerle olan bağını belirleyen bir erdem olarak ve kendini aşabilen, başkalarını da en az kendisi kadar, hatta yeri geldiğinde kendisinden de çok düşünen insanların hayata geçirebilecekleri tinsel bir yönelim, her şeye ve herkese layık olduğu yeri ve değeri verme diye tanımlanan bir erdem olarak adalettir. O kendi içinde saygı, yardımseverlik, hakseverlik ve cezalandırma diye dörde ayrılan temel erdem olarak adaletin, cesaret ve sabırdan oluşan güç ve ölçülülükle tamamlandığını öne sürer. Ona göre, bütün bu erdemler arasında içten bir bağ vardır; biri ötekini mutlaka gerekli kılar. Adil olmadan güçlü ve ölçülü olunamaz, öte yandan da ancak güçlü ve ölçülü insan adil olabilir. Yine, erdemli olabilmek için basirete ihtiyaç bulunmaktadır. İşte bütün bu erdemler, Abelardus’a göre, Tanrının bu yönde bir değerlendirme yapması, böyle takdir etmesi koşuluyla, ahiret hayatında en yüce iyiyi, ebedi saadeti sağlayacaklardır. Ama unutulmamalıdır ki son söz yine Tanrınındır. İnsanın elinde olan ruhunun iyi yanlarını, güzel meziyetlerini hayata geçirmek, erdemlerini ruhunda bütünüyle hâkim kılmak ve iyi niyetli olmaktır. Basiretli, adil, güçlü, ölçülü insanın iradesi baştan çıkmış, niyeti kötü olabilir mi? Böyle biri Tanrının istediklerinin dışına çıkabilir mi? Çünkü Tanrı en yüce iyi olarak, hep iyiyi ister. Erdemli bir insan Tanrıyı hakir görebilir mi, O’nu görmezden gelebilir mi? Dolayısıyla da günah işleyebilir mi? Tek sözcükle, “hayır”. O halde, erdemli bir insanın ebedi saadete ulaşması artık imkân dahilindedir. Ahlakın içsel boyutu (manevi hayat, iyi irade, iyi niyet) ile dışsal görünüşü (eylemler) arasında, daha önce olmayan bir bağ artık kurulmuş olur.​
Kaynakça:
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci
Ortaçağ Felsefesi Tarihi / Ahmet Cevizci
Felsefe Tarihi / Alfred Weber
Batı Felsefesi Tarihi / Bertrand Russell
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst