1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Anlam nedir? Sözcükler nasıl anlam kazanır? Sözcüklerin bir araya gelerek oluşturdukları tamlama, yüklem, tümce gibi karmaşık terimler nasıl anlam oluşturur? Bir terimin anlamı ile dünya arasındaki ilişki nedir? Bir terimin anlamını kavramanın koşulları nelerdir? Sözcüklerin anlamlan aracılığıyla nasıl iletişim kurarız? Bu tür sorulara yanıt arayan anlam kuramları üzerine çalışmalar dil felsefesinin, en temel öğesini oluşturur.​
Yirminci yüzyılda özellikle Gottlob Frege'nin yolunu açtığı ve felsefe tarihine dile dönüş olarak geçen dönemden önce kapsamlı bir anlam kuramına rastlayamayız. Ancak anlam üzerine bir çok felsefi görüşün temellerinin Antik Yunan felsefesinde atıldığını görüyoruz. Formların zihinden bağımsız varlıklar olduğunu iddia eden Platon, Frege'nin nesnel anlam kuramının zeminini oluşturur. Aristoteles'in Platon'a karşı çıkarak oluşturduğu tümeller kuramı ve bunun bir uzantısı olarak gelişen ve özellikle Ortaçağ felsefesinde ağırlığını hissettiren nominalizm öğretisi de anlam üzerine bazı düşünceleri içinde barındırır. Günümüz felsefesinde büyük etki bırakmış olan Frege'nin anlam/gönderme kuramı, varsaydığı metafizik savları açısından temelde bir çok eleştiriye maruz kalmış olsa da, anlam kavramı üzerine bazı temel savları hem dilbilimde hem de dil felsefesinde yapılan çalışmalarda ağırlığını korumaktadır. Frege'nin, bir terimin anlamı aracılığıyla, o terimin gönderme yaptığı nesneyi zihnimizde temsil etmemiz, onu düşünmemiz, ve onun hakkında yargılarda bulunmamızın olanaklı olduğu görüşü bugün birçok düşünür tarafından kabul edilmektedir. Ayrıca, Frege'nin bir tümceyi oluşturan terimlerin anlamlarının, o tümcenin anlamını nasıl oluşturduğuyla ilgili çözümleme yöntemi ve terminoloji, dil üzerine yapılan çalışmalarda merkezî konumunu sürdürüyor. Ancak anlamı soyut bir varlık olarak gören Frege'nin bu metafizik savı özellikle empirisist gelenek içerisinde kabul görmemiş ve bunun bir sonucu olarak yirminci yüzyılda anlam üzerine pek çok kuram öne sürülmüştür. Bir sözcüğün anlamının insanın zihninde ya da beyninde yer aldığını savlayan öznelcilik, anlamın sözcükleri duyduğumuzda gösterdiğimiz gözlenebilir davranışlarda yattığını öne süren davranışçılık, bir tümcenin anlamının o tümcenin doğruluk koşullarında yattığını iddia eden doğrttlamacılık, sözcüklerin anlamlarının dış dünya tarafından belirlendiği görüşüne dayanan dışsatcılık, sözcüklerin anlamlarının tek tek değil bir dilin kavramsal çerçevesi içinde bir bütün olarak kurulduğunu savunan lıolizm günümüz felsefesinde iz bırakmış başlıca anlam kuramlarıdır.​
Tümeller ve Anlam
Anlam kuramlarının kaynağını antik Yunan felsefesinin temel sorunlarından birini oluşturmuş olan tümeller sorunu'nda bulmaktayız. Ortak bir niteliği olan iki nesne ele alalım; örneğin, farklı tonda iki kırmızı cismi düşündüğümüzde, iki cismin renkleri tıpatıp aynı olmasa, yani birinin kırmızılığı ile diğerininki farklı olsa bile, ikisi de sonuçta kırmızıdır. Bu durumda iki cismin tikel olarak farklı olan kırmızılıklarının yani sıra, ikisinde ortak olan bir kırmızı tümeli var mıdır? Yoksa, ikisine de kırmızı dememiz nasıl mümkün olur? Bu soruya Platon meşhur Formlar ya da İdealar Kuramı ile yanıt vermekteydi. Bütün kırmızı nesneler arasında ortak olan şeyin, bu nesnelerin hepsinin soyut bir Kırmızı Formu'na ait olmaları olduğunu öne süren Platon'a göre, böyle bir Form'un yokluğunda, bu nesneler arasında ortak bir şey olduğunu söylemek, dahası bizim "kırmızı" sözcüğünü anlamamız mümkün olamazdı. Platon, kendi felsefesinin, başta epistemolojik, ontolojik ve etik problemleri ya da soruları olmak üzere, temel sorularına Formlar Kuramı'm kullanarak bir yanıt arıyordu, örneğin, ona göre, adaletin ne olduğunu anlamamız için Adalet Formu'nu bilmemiz gerekir; yalnızca, örnekler yoluyla adaletin ne olduğunu kavrayamayız. Biri bize adil bir devlet, ya da adil bir örgüt, ya da adil bir karar örneği verse, bu örneklerin sayısı ne denli çok olursa olsun, onlar bizim adaletin ne olduğunu anlamamıza yetmez. Zaten mutlak olarak adil olan bir duruma da rastlayamayız bu dünyada. Verilen örneklerin hepsi mutlak adaletin mükemmel olmayan kopyalarıdır olsa olsa. Bunu görmenin bir yolu da, geometrik cisimleri ele almaktır. Tahtaya, ya da kağıda çizilen bir üçgen, en iyi cetvelleri ve kalemleri kullansak da, asla mükemmel olamaz. Yani bizler, bu fiziksel dünyada mükemmel bir üçgen görmem işiz di r, bununla birlikte üçgenin ne olduğunu yine de biliriz.​
Bu bilginin, mutlak ve mükemmel soyut Formlar Dünyasının bilgisi olduğunu öne süren Platon, bununla birlikte, bu bilginin üzerinin örtülü olduğunu, ve dolayısıyla öğrenmenin, bir anlamda yeniden bilir hale gelmekten ya da kısacası anımsamaktan ibaret olduğunu savundu. Formların bilgisine fiziksel dünyada sahip olamayacağımıza göre, bu bilginin kaynağı ölümsüz olan ve aslında her şeyi bilen ruhumuzdur. Günümüzde Platon'un kuramı kabul görmeyebilir, hatta onun ruhlarla ve öğrenmeyle ilgili savları bazılarına saçma da gelebilir. Ancak Platon, Formların soyut kendilikler olarak bizden bağımsız varlıklar olduğunu söylerken, aynı zamanda, realist ve nesnel bir anlam kuramının da temelini atıyordu. Nitekim, Frege'nin kuramında anlam ve kavram denen şeyler de, tıpkı Platon'un Formları gibi, zihinden bağımsız olarak var olan soyut şeylerdir. Diğer yandan Platonik Formlara "anlam" demek yanlış olur; örneğin Üçgen Formu, Platon'a göre, üç doğrudan oluşan ve iç açılarının toplamı 180 derece olan soyut bir kendiliktir. Ancak "üçgen" sözcüğünün anlamının, üç doğrudan oluştuğunu ve İç açılarının toplamının 180 derece ettiğini söyleyemeyiz. Zira bir sözcüğün anlamını iç açıları olan bir şey olarak düşünmeyiz.​
Platon'un kuramında Formlar fiziksel dünyanın nesnelerinden bağımsız olarak varlıklarını sürdürür. Bu görüşe karşı çıkan Aristoteles, Formların, ya da diğer bir adıyla tümellerin, nesnelerin içinde yer aldığını savunur. Söz gelimi, Kırmızı Tümeli tüm kırmızı nesnelerin bir parçası olup, Platon'a göre tüm kırmızı cisimler yok olsa dahi Kırmızı Tümeli varlığını sürdürken, Aristoteles için tümelin varlığı kırmızı nesnelerin varlığını gerektirir. Tüm kırmızı nesneleri "kırmızı" diye adlandırmamıza neden olan ise, Platon'un kuramında olduğu gibi bu nesnelerin hepsinin soyut bir Kırmızı Formu'na ait olmaları değil, aynı tümeli paylaşmalarıdır. Bir tümelin kavranmasının Aristoteles felsefesinde nasıl gerçekleştiği konusunda farklı yorumlar olsa da, buradan bir anlam kuramı geliştirmek istersek şöyle diyebiliriz: Bir sözcüğün anlamını kavramak, o sözcüğün doğru olarak uygulandığı nesneler arasındaki benzerliği kavramaktır. Günümüzde de birçok savunucusu olan bu görüş temel bir eleştiriye maruz kalır: Nesnelerden bağımsız soyut bir varlık olarak form, tümel ya da atılam'ı kabul etmeyen bu tezin temel kavramı olan benzerlik, nasıl soyut olmayan bir varlık olarak nesnelerin içerisinde yer alır? Yani, "kırmızı" sözcüğünün anlamını kavramak için kırmızı nesneleri deneyimleyip bunlar arasındaki benzerliğin farkına varmak gerekiyorsa, aynı yolla "benzerlik" sözcüğünün anlamını kavramak nasıl olanaklı oluyor? Çağdaş felsefede bu sorunu çözme yollarını arayan bazı düşünürler, benzerliğin de bir tür tikel olduğu görüşünü savunarak nominalizme dönüş yaparlar.​
Tümeller sorununa zıt yönde verilen yanıt bizi nominalizm adlı ilginç öğretiye götürür. Her ne kadar çoğu İzm son ekiyle biten birçok felsefi öğretide olduğu gibi, nominalizmin de birden çok tanımı ve değişik biçimleri olsa da, genel anlamda bu öğreti tümellerin varlığını reddeder. Yani, bütün kırmızı cisimlerde ortak olan bir kırmızı tümeli olmadığı gibi, bütün demokrasilerde ortak olan bir demokrasi tümeli, ya da tüm aşklarda ortak olan bir aşk tümeli vs. bulamayız, bu iddiaya göre. Varolan her şeyin fizikî ya da maddî olduğunu iddia eden fizikalizm ya da materyalizm tezinin bir uzantısıdır bu. Zira tüm kırmızı nesneler fiziksel cisimler olsa da, bu cisimleri kırmızı yapan ortak bir kırmızı tümeli olduğunu söylemek, bu kırmızı tümelinin soyut bir şey olduğu iddiasını içerir. Tümelci görüşe göre dünyamızdaki tüm kırmızı nesneler yok olsalar da, kırmızılık varlığını sürdürür, benzer bir biçimde dünyamızdaki tüm yönetimleri diktatörler ele geçirse dahi demokrasi soyut bir tümel olarak yine de vardır. Bu tür soyut varlıkları reddeden nominalist görüşün yirminci yüzyılda da etkili olduğunu görmekteyiz. Örneğin, kendisi felsefede her ne kadar anlam üzerine bir kuramın geliştirilmesinin olanaklı olmadığını savunmuş olsa da, Wittgenstein, aynı adla çağrılan nesneler arasında ortak bir nitelik olmadığını, yalnızca bu nesneler arasında bir ailevî benzerlik olduğunu savunarak kimi yorumculara göre nominalizme geri dönüş yapmıştır. Öte yandan özellikle deneyimci felsefe geleneğinde ve modern bilimin temel dayanağı gibi görünen fizikalizme yakın olanlar arasında, nominalizm kendisine birçok savunucu bulmuştur. Nitekim modern bilim, daha önceleri çok soyut gibi görünen süreçleri, bugün fiziksel olarak açıklamaya çalışıyor. Bir nörologa göre, bir duyguyu yaşamak, örneğin hüzün hissetmek, beyindeki moleküllerin belirli bir dizilişinden kaynaklanan tamamen fiziksel bir süreç olabilir. Öte yandan, tüm çekiciliğine karşın, nominalizm, bir anlamda negatif bir anlam kuramı olarak ciddi sorunlara da yol açmaktadır. Eğer tüm kırmızı cisimler arasında ortak olan bir şey yoksa, bu cisimlere "kırmızı" sıfatını atfetmemiz nedendir? "Kırmızı" sözcüğünü, ya da herhangi bir sözcüğü öğrenmemiz nasıl mümkün oluyor? Bir sözcüğün doğru olarak uygulandığı nesneler arasında bir ortaklık yok ise, bu sözcüğün anlamı nereden geliyor? Nasıl oluyor da sözcükler aracılığıyla iletişim kuruyoruz? Dünyada karşılığı olmayan, örneğin "ejderha" gibi bir sözcüğün anlamlı olmasını nasıl açıklayacağız? Bu tür sorulara nominalistlerin verdiği farklı yanıtlar, yeni yeni kuramların doğuşuna yol açmıştır.​
Öznelcilik
Nominalizmin bir uzantısı da öznelcilik tezidir: Bu görüşün açık bir savunucusu olan Locke'a göre bir sözcüğün anlamı, kişinin zihninde bir ideden oluşur. Zihinsel süreçler kişiden kişiye değiştiğine göre, bir sözcüğün anlamı da kişiden kişiye, hatta aynı kişinin farklı zamanlardaki zihinsel durumuna göre değişebilir. Bu öznelci görüş de özellikle iletişimle ilgili bazı temel sorunlara yol açmıştır: Sözcüklerin anlamını zihinsel süreçlerle özdeşleştirdiğimizde, iletişim kurmamız olgusunu nasıl açıklayacağız? İki kişinin iletişim kurabilmesi için sözcüklere aynı anlamları atfetmeleri gerekir, fakat "anlam" dediğimiz şey eğer öznel bir zihinsel durum ise, iki kişinin bir sözcükten aynı şeyi anlamaları için aynı zihinsel durumda olmaları gerekir. Nitekim, Locke zihnimizde aynı ideye sahip olmamız durumunda iletişim kurabileceğimizi iddia eder, ama bu idenin aynı olmasının nasıl mümkün olduğunu açıklamaz.​
Öznelci görüş yirminci yüzyılda, kendisine özellikle dilbilimde bir çok taraftar bulmuştur. Örneğin, günümüz dilbiliminin en etkili düşünürü olan Chomsky, sözcüklerin anlamının sözlüklerde ya da dış dünyada değil, "kafanın içinde" olduğunu iddia ederek Locke'un öznelciliğine dönüş yapar. Bilişsel bilim ve bu disiplinin alt kolu olan yapay zekâ çalışmalarında da öznelci görüş yaygın olarak kabul görmeye devam ediyor. Örneğin, sinir ağları kuramının bir versiyonuna göre, bir sözcüğün anlamını kavrama edimi, beyindeki nöronların aktivasyon düzeylerinin karmaşık ilişkisinin bir fonksiyonu olmak durumundadır.​
Anlam ve Gönderme
Çağdaş anlam kuramlarının oluşumunda önemli bir etkide bulunmuş olan John Stuart Mill her ne kadar kapsamlı bir anlam kuramı geliştirmemiş olsa da, onun connotation ile denotation arasında yaptığı ayırım bir yandan Frege'nin kuramının temelini oluşturan sinn ile bedeutımg arasındaki ayırıma ışık tutarken, diğer yandan yine bu ayırımı kullanarak geliştirdiği bir sav özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde dil felsefesinde yeni bir çığır açan doğrudan gönderine kuramt'nı bir açıdan öngörür. Mili isimleri temelde ikiye ayırır: Tekil isimler ve genel isimler. "Ağaç", "gezegen" gibi birden çok nesneye uygulanabilen genel isimler hem connotation hem de denotation's sahiptirler; "Venüs", "Ankara", "Bu" gibi tekil isimler ise yalnızca denotation's sahiptirler. Her ne kadar Mill'in bu teknik terimlerini dilimize tam olarak çevirmek zor olsa da, connotation için anlam, denotation için de gönderme demek çok da yanlış olmayabilir. Böyle yorumlandığında Mill'in görüşlerini şöyle dile getirebiliriz: Genel isimler anlamları aracılığıyla gönderme yaparken, özel isimler herhangi bir anlam ifade etmeden gönderme yaparlar. Örneğin "üçgen" sözcüğü bir genel isim olduğu için bir anlama sahiptir. Herne kadar bu anlamın ne olduğunu Mili tam olarak söylemese de, bir sözcüğün anlamı gönderme yaptığı nesnesine ilişkin bir tür bilgi içerir ve göndermeyi bu sayede yapar. "Üçgen" sözcüğünün anlamına "üç kesişen doğrudan oluşan ve üç açısı olan geometrik şekil" diyelim. Mill'e göre "üçgen" sözcüğünün bu şekle gönderme yapması, söz konusu anlam aracılığıyla olur. Sözcüğün anlamını kavramak da bu anlamı öğrenmeyi gerektirir. Diğer yandan "Ankara" gibi tekil isimler anlam aracılığıyla gönderme yapmazlar. Mill'in kendi örneğinde "Dartmouth" adı (İngiltere'de bir şehir) bu şehre Dart nehrinin ağzında olması nedeniyle verilmişse de, alüvyon bu nehrin ağzını doldurduğunda şehir ad değiştirmez. Dolayısıyla, bu isim "Dart nehrinin ağzındaki şehir" anlamına gelmez, o böyle bir connotation's sahip değildir. Onun işte bu argümanı daha sonraları özellikle Kripke'nin öncülüğünde gelişen doğrudan gönderme kuramının da temelini oluşturur. Bununla birlikte, Mill'in anlam üzerine çalışmalarının önemi, ancak Frege'nin ortaya çıkmasından sonra anlaşılmıştır.​
Anlam ve gönderme üzerine felsefe tarihinin en etkili kuramını geliştirmiş olan Frege ise, Kant felsefesinin temel bir kavramından yola çıkar. Dış dünyanın nesneleri, Kant'ın deyimiyle bize kendilerini "sunarlar," ancak bu sundukları yüzleri dışında, onların bir de sunmadıkları yüzleri vardır. Kant buradan yola çıkarak fenomenler dünyası ile numenler dünyası arasındaki meşhur ayırımını ortaya koyar. Her ne kadar çalışmalarında Frege'nin böyle bir ayırımı benimsediğine dair bir ipucu bulamasak da, nesnelerin bizlere "sunuluş biçimleri" olduğu fikri Frege'nin kuramı için bir temel oluşturur. Aynı nesne, birden çok (hatta sonsuz) şekilde kendini sunabilir: örneğin Venüs gezegeni kendini günbatımından hemen sonra ilk ortaya çıkan parlak gök cismi (Akşam Yıldızı) şeklinde sunduğu gibi, gündoğumundan hemen önce en son görünen parlak gök cismi (Sabah Yıldızı) şeklinde de sunar.​
Nesnenin kendini sunuş biçimi ile bizim dil yoluyla o nesne hakkında düşünebilmemiz arasında organik bir bağ bulunur. Bir nesneden bahsedebilmemiz için, o nesneyi zihnimizde temsil etmemiz gerekir ilkin. İşte bunu sağlayan o nesnenin adı olarak kullandığımız terime bir anlam (Sinn) yüklememiz olup, bu yüklenen anlam o nesnenin kendini sunuş biçimini içerir. Sunuş biçimi, dış dünyaya ait nesnel bir gerçekliğe dayandığına göre, bir terimin anlamı da nesnel olmak durumundadır. Platon'un Formları gibi, sözcüklerimizin anlamları. bizim yarattığımız şeyler değildir, dolayısıyla onlar zaman içinde değişmezler. Hangi sözcüğe ne anlam yükleyeceğimize biz karar verebiliriz, hatta aynı sözcüğe zaman içinde farklı anlamlar yükleyebiliriz. Başka bir deyişle, bir sözcüğün değişmez ve mutlak bir anlamı yoktur, ancak anlamın kendisi değişmez ve mutlaktır.​
Dil ile dünya arasındaki ilişki, Frege'nin kuramında, doğrudan kurulan bir ilişki olamaz. Sözcüklerimiz hep anlamları aracılığıyla gönderme yaparlar. Bir isme hangi anlamı yükleyeceğimiz bizim seçimimize kalsa da, o anlamın dünyada hangi nesneyi belirleyeceği bizim kararımıza bağlı değildir. Anlamlar, nesnelerin kavramsallaştırılması işlevini yerine getirir ve bir nesneyi kavramsallaştırmadan, ondan söz etmemiz ya da »onu düşünmemiz mümkün olmaz. Örneğin, Venüs gezegenine gönderme yapabilmemiz için, onu gündoğumundan hemen önce en son görünen parlak gök cismi veya günbatımından hemen sonra ilk ortaya çıkan parlak gök cismi ya da başka bir biçimde kavramsallaştırmamız gerekir. Dili, düşünmeyi ve iletişimi olanaklı kılan anlam, Locke'ta olduğu gibi, zihnimizde yer alan öznel kendilikler değildir, Frege'ye göre. Frege, bu hususu açıklamak için ilginç bir benzetme yapar. Bir teleskopla Aya baktığımızda doğrudan Ayı değil, ayin teleskopun lensi üzerinde oluşturduğu imgeyi görürüz. Ayarları sabit tuttuğumuzda o imge hep lensin üzerinde olacaktır. Yani, Ay nesnel gerçekliğin bir parçası ise, Ayin lens üzerindeki imgesi de bir anlamda nesnel gerçekliğin bir parçası olmak durumunda olur. Teleskopun ayarları yapıldığında lens üzerinde oluşan imge, kimse teleskopa bakmasa bile orada varlığını sürdürür. Oysa, teleskopa bakan bir gözlemcinin gözbebeği üzerinde oluşacak imge öznel olup, kişiden kişiye değişir. Bir sözcüğün anlamı, o anlamın biri tarafından kavranması ve o sözcüğün gönderme yaptığı nesne arasındaki ilişki de benzer bir durum içerir. Aynı anlamı farklı kişiler farklı biçimlerde kavrayabilirler, ancak kavranan anlam ve sözcüğün gönderme yaptığı nesne aynı olmak durumundadır. Yani, gözbebeğinin üzerinde oluşan imge kişiden kişiye değişeceği gibi, bir sözcüğün anlamının kavranması (ki buna Frege zihinde oluşan "ide" der) da öznel bir süreçtir. Ancak teleskopun üzerinde oluşan imge gibi, o kavranan anlam da nesnel ve bizden bağımsız bir varlık olmak durumundadır. Diğer yandan, Aym varlığının nesnelliği gibi, sözcüğün gönderme yaptığı şey de bizden bağımsız dış dünyanın bir parçasıdır.​
Sözcükler belirli mantıksal kategoriler içerisinde anlam kazanırlar. Bu kategoriler arasından iki tanesini, Frege temel kategoriler yapar: Özne ve yüklem. Özne tekil bir terimdir, yani tek bir nesneye gönderme yapar. "Ahmet", "Venüs" gibi özel isimler, "bu", "şu" gibi işaret zamirleri, "ben", "sen" gibi kişi zamirleri, "en küçük asal sayı", "Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yıl" gibi betimlemelerin hepsi özne konumunda kullanılabilen tekil terimlerdir. Oysa, yüklemler tek bir nesneye değil, fakat birçok nesneye uygulanabilir. Bir tümcenin öznesini kaldırdığımızda geriye kalan terime "yüklem" diyor, Frege. Örneğin "Sokrates akıllıdır" tümcesinde "Sokrates" özne olduğuna göre, bu ismi kaldırdığımızda geriye kalan "akıllıdır" terimi yüklemdir. Yüklem yalnızca "akıllıdır" sözcüğünden oluşmuyor bu örnekte, özneyi kaldırdığımızda geriye kalan boşluk da yüklemin bir parçası. Frege'ye göre, yüklemin bu boşluğu sayesinde yeni öznelerle yeni tümceler elde etmek mümkün olur. Bundan dolayı, bu tür terimlere Frege "doymamış terimler" adını verir ve bununla da onların doymaları için doymuş bir özneye (yani tekil terime) gereksinimleri olduğunu ima eder. Bu şekilde baktığımızda yüklemler matematiksel fonksiyonlara benzerler. Örneğin, f(x) = x2 fonksiyonununu doğal sayılar için ele alalım. Bir sayı alıp x yerine koyduğumuzda bu fonksiyon bize o sayının karesini veriyor, x = 1 için f(x)= 1, x= 2 için f(x)= 4, vs. Benzer bir biçimde bir yüklem de her özne için farklı bir tümce oluşturur. Örneğin " akıllıdır" yüklemi, "Sokrates" öznesi için "Sokrates akıllıdır", "Derya'nın köpeği" öznesi için "Derya'nın köpeği akıllıdır" tümcesini verir.​
Frege'nin kuramında özne ile yüklemin bir araya gelmeleri, bir parçası eksik (doymamış) bir dilsel öğenin, eksiksiz (doymuş) bir dilsel öğe ile bütünleşmesi sonucunu doğurur. Bir tümceyi, işte bu şekilde elde etmekteyiz. Bileşik ve türemiş bir yapısı olan tümce, dil-dünya ilişkisinin anlaşılması açısından büyük bir önem taşır, Frege'ye göre. Zira ancak tümce düzeyinde bir şey üzerine bir iddiada bulunabilmekteyiz. Bunun en açık göstergesi de, "doğru" ya da "yanlış" dediğimiz şeylerin ancak bir tümce tarafından dile getirilen şeyler olmasıdır. Tek başına "Sokrates" ismi bir iddia taşımayacağı gibi, tek başına "akıllıdır" yüklemi de bir iddia içeremez, ancak ikisi bir araya gelip "Sokrates akıllıdır" tümcesini oluşturduklarında ancak, doğru ya da yanlış bir şey söylemiş oluruz.​
Tümceler doğal ya da formel dillerin parçalarıdır; örneğin, Türkçede "Dünya yuvarlaktır" tümcesi ile İngilizce'de "The world is round" tümcesi aynı değildir. Ancak bu iki tümcenin ortak olan yani, aynı anlama geliyor olmaları. Frege tümcelerin anlamlarına "düşünce" (gedanke) diyor. Bununla birlikte, onun tümcelerin anlamlarına bu adı vermesinin bizleri yanıltmaması gerekir. Frege'ye göre anlamlar zihnimizde yer alan öznel şeyler değillerdir. Başka bir deyişle, bir tümcenin anlamı, o hiç kimse tarafından düşünülmese dahi, varlığını sürdürür. Tümcenin anlamına "düşünce" demesinin nedeni, düşünmenin temelini bu anlamların oluşturması olgusudur. Kısacası, düşünme dediğimiz süreç tümcenin anlamlan cinsinden veya üzerinden gerçekleşir. Düşünme edimi her ne kadar zihinsel bir süreç olsa da, düşünülen şey, ya da düşüncenin kendisi, bu kurama göre, nesnel ve bizden bağımsız var olan bir şeydir. Dünyanın yuvarlak olduğu düşüncesi, o bizim zihnimizden hiç geçmese de veya biz bu düşünceyi hiç düşünmesek de, var olmaya devam eder. Günümüzde, Frege'nin "düşünce" (gedanke) teriminin yerine yaygın olarak "önerme" (proposition) terimi kullanılmaktadır.​
Yine, Frege'ye göre salt düşünme ile bir yargıda bulunma arasında önemli bir fark vardır. Bir önermeyi düşünürken onun doğruluğu ya da yanlışlığıyla ilgili hiçbir inancımız olmayabilir. Söz gelimi, yarının yağmurlu bir gün olacağı düşüncesini aklımdan geçirmem, yarının yağmurlu bir gün olacağına inanmamı gerektirmez. İnanmak için yargıda bulunmam gerekir ki, bunun için de salt düşünülen önermenin kavranması yetmez. Düşüncenin nesnesi, özne ve yüklemin anlamlarından oluşan soyut bir önermedir, ancak yargı için anlamın ötesine geçip tümcenin göndergesine (gönderme yaptığı şeye) ulaşmak gerekir. Nedir tümcenin göndergesi? Bunu anlaşılır hale getirmek için, Frege temel bir kural öne sürer: Karmaşık bir terimin göndergesi, o terimin parçalarının göndergelerinin bir fonksiyonudur. Bu önemli kuralın bir sonucu da şudur: Karmaşık bir terimin bir parçası olan bir terimin yerine aynı nesneye gönderme yapan (eşgöndermeli) bir başka terim koyarsak, o karmaşık terimin göndergesi değişmez. Örneğin "Atatürk'ün annesi" terimi Zübeyde Hanım'a gönderme yapıyorsa, bu terimin bir parçası olan "Atatürk" ismi yerine "Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı" terimini koyduğumuzda elde edeceğimiz "Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı'nın annesi" terimi de yine Zübeyde Hanım'a gönderme yapar. Aynı türden bir ikameyi bir tümce içinde yaptığımızda tümcenin göndergesinin ne olduğunu buluruz: "Dünya yuvarlaktır" tümcesinde "Dünya" yerine "Güneşe uzaklığı açısından üçüncü gezegen" terimini koyduğumuzda, "Güneşe uzaklığı açısından üçüncü gezegen yuvarlaktır" tümcesini elde ederiz. Bu iki tümcenin göndergeleri aynı olmalıdır. Frege'ye göre, bu tür eşgönderimli terimlerin yer değiştirmesi ile elde edilecek tümceler arasında ortak olan şey doğruluk değeridir. Tümceler farklıdır, tümcelerin anlamları farklıdır, buna karşın değişmeyen tek şey doğruluktur. Yani, ilk tümce doğru ise ikincisi de doğru olmak, ilk tümce yanlış ise ikincisi de yanlış olmak durumundadır. Bu tür bir akil yürütme sonunda tümcelerin göndergelerinin doğruluk değerleri olduğu sonucuna varır, Frege. İki doğruluk değeri vardır bu kurama göre; Doğru ve yanlış. Ancak bu demek değil ki her anlamlı tümce ya doğru ya da yanlış olmalı. Eğer bir tümcenin özne konumundaki tekil terimi hiçbir şeye gönderme yapmıyorsa, tümcenin kendisi de hiçbir şeye gönderme yapmaz, yani o ne doğrudur ne de yanlış. Russell'ın klâsik örneğini alırsak "Fransa'nın şimdiki kralı keldir" tümcesi, Fransa'nın şimdi bir kralı olmamasından dolayı, ne doğru ne de yanlış olur, Frege'nin kuramına göre.​
Frege'nin oldukça basit görünen bir kavram tanımı var: Kavram yüklemin gönderme yaptığı şeydir, örneğin beyaz kavramı, "​
beyazdır" yükleminin göndergesidir. Bu yüklem bütün beyaz nesneler için doğru, bütün beyaz olmayan nesneler için de yanlış sonuç verir. Bu durumda yüklemin göndergesi olan kavram, nesnelerden doğruluk değerine giden bir tür fonksiyon olur, evrenin her nesnesini bir doğruluk değeriyle eşler. Bu tanımın bir sonucu da, kavramların doymamış (boşluklu) şeyler olduğuna işaret eder. Oysa, özne konumundaki tekil terimlerin göndergeleri doymuş şeylerdir. Bu da bize "nesne" tanımını verir. Kısaca, bir tümcenin iki temel unsuru olan özne ve yüklem bizi nesneler ve kavramlar dünyasına götürür. Nesne tanım gereği doymuş, kavram ise tanım gereği doymamış olduğundan, bu ikisinin doğaları çok farklıdır: Bir nesne bir kavram olamadığı gibi, bir kavram da bir nesne olamaz. Başka bir deyişle, Frege'ye göre evrenin nesneler ve kavramlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte bu ayırım, somut ve soyut şeylere ilişkin bir ayırım değildir, zira bütün kavramlar soyut olsalar da, bütün nesneler somut değildir. Örneğin, sayılar kavram değil, fakat birer nesnedir ama soyutturlar, ya da bir ismin anlamı soyut bir varlıktır, ancak bir nesnedir.​
Frege'nin çok büyük bir önem taşıyan söz konusu anlam/gönderme ayırımı günümüz dilbiliminde ve dil felsefesinde sıklıkla kullanılır; bununla birlikte, o bazı eleştirilere de maruz kalmıştır. Bunlar arasında en etkili olan Russell'ın anlam kuramı, Mill'den aldığı denotation nosyonu üzerine kuruludur. Bu nosyonun Russell tarafından iki farklı anlamda kullanılmış olması, onun Türkçe'ye çevrilmesi açısından sorun yaratır. Yine de, en yakın karşılık olarak gönderme kavramını kullanabiliriz. Russell'a göre, doğal dillerin yüzey gramerleri çoğunluk yanıltıcıdır, örneğin, "Ali gelmedi" tümcesi ile "Kimse gelmedi" tümcesi yüzeyde benzeşirler. Bu benzeşime dayanarak, bunlardan ilkinin öznesinin "Ali", ikincisinin öznesinin ise "kimse" olduğunu söyleyebiliriz. Oysa, Russell bu iki çözümlemeyi de reddederken, söz konusu türden tümcelerin yapılarının çok farklı olduğunu iddia eder. Zira, "Kimse" bir özne değil, ikinci dereceden bir yüklem olan bir niceleyicidir. Diğer yandan ilk tümcenin de öznesi Ali'nin kendisi olamaz. Zira Russell'a göre bir tümcenin mantıksal öznesini kavrayabilmemiz için, onu doğrudan bilebilmemiz, ya da diğer bir deyişle onunla doğrudan tanışık olmamız gerekir, özellikle Hume etkisinin çok belirleyici olduğu empirisist bir gelenekten gelmesinin bir sonucu olarak, o bir insanın dış dünyanın nesnelerini doğrudan bilebilmesinin olanaklı olmadığı görüşünü savunur. Ona göre, "Ali gelmedi" tümcesinin mantıksal öznesi Ali'nin kendi olsaydı, hiç kimse kendinden başka kişileri doğrudan bilemeyeceğinden, bu tümcenin anlamını kavramak Ali'den başka kimseye nasip olmazdı. Doğrudan bilemediğimiz dış dünyanın nesnelerini ancak dolaylı olarak bilebiliriz ve bu yol için de dil bir temel oluşturur. Bizim doğrudan tanışık olup bilebildiğimiz, nesnelerin zihnimizde bıraktığı izlerdir. Bunlara duyu verileri adını veren Russell'ın kendi örneğini ele alacak olursak, önümüzde duran bir masayı algılarken doğrudan masayı değil, masanın zihnimizde oluşturduğu (renk ve şekil gibi) duyu verilerini algılarız. Masanın varlığını bilebilmemiz için, zihnimizde oluşan duyu verilerinin nedeni olan bir masanın varoluşuyla ilgili bir çıkarım yapmak gerekir, Russell'a göre. Bu da masayı betimlememizi gerektirir; yani, "bu duyu verilerine neden olan şey" gibi bir betimleme sayesinde ancak, masayı dolaylı olarak bilmemiz mümkün olur. Dış dünyanın tüm nesneleri için, bilgi ancak bu şekilde elde edilir. İşte bu deneyimci ve dolayındı realizm kuramı, onun betimlemeler kuramının da temelini oluşturur.​
Bir terimin anlamı ile göndergesi arasında bir ayırım yapmaz, Russell; anlam, göndergedir. Bu durumda bir tümcenin anlamını kavramak için, o tümcenin parçalarının göndergelerini bilmek gerekir. Doğrudan bilebileceğimiz iki şey verdir, zihnimizdeki duyu verileri ve tümeller. Dolayısıyla bir tümcenin anlamı da bu ikisinden oluşmalıdır, yoksa tümceleri kavramamız mümkün olamaz. Russell tümeli, aynı Frege'de olduğu gibi bir fonksiyon olarak tanımlar, örneğin sarı tümeli, "__ sarıdır" yükleminin gönderme yaptığı bir fonksiyondur. Boşluğa farklı nesneler koyarak farklı önermeler elde edebileceğimizi söyleyen Russell'a göre, tümeller herkes tarafından kavranabildikleri için dilin ortak yanını oluştururlar. Oysa, duyu verileri kişiden kişiye değiştikleri için öznel olmak durumundadırlar. İşte bundan dolayı, Russell'ın kuramında bir tümcenin anlamı kısmen nesnel, kısmen de özneldir.​
Russell'ın özellikle duyu verilerine dayalı bu ilginç kuramı günümüzde az sayıda savunucu bulan bir kuram olmakla birlikte, bir tümcenin semantik analizi bağlamında, onun betimlemeler-kuramının sunduğu model, dil felsefecileri, dilbilimciler ve özellikle mantıkçılar tarafından halâ kullanılmaktadır. Bu modele göre,​
"İnce Memed'İn yazarı meşhurdur" gibi basit bir özne/yüklem formu taşıyan bir tümcenin çözümlenmesi sonucu şunları elde ederiz:​
İnce Memed'İn yazarı olan en azından bir kişi vardır,​
İnce Memed'İn yazarı olan en fazla bir kişi vardır, ve​
bu kişi meşhurdur.​
Hal böyle olduğunda, tümce yalnızca "... İnce Memed'in yazarıdır", "... meşhurdur" yüklemleri ile, ikinci dereceden bir yüklem olan varlık niceleyicisi ile çözümlenebilir. Yani, Yaşar Kemal'i yalnızca betimleyip ona doğrudan bir gönderme yapmadığımızdan, Yaşar Kemal önermenin bir parçası olmaz. Russell dünya üzerine olan tüm iddialarımızı betimlemeler kuramının önerdiği bu modele göre çözümleyebileceğimizi İddia eder.​
Doğrulamacılık
Metafiziği tümden reddeden mantıkçı pozitivizm okulunun temel aldığı, doğrulamacı anlam kuramı bir tümcenin anlamının, o tümcenin' doğruluk koşullarında olduğu savıyla belirginleşir. Yani, bu kurama göre, bir tümcenin anlamını kavramak, o tümcenin hangi koşullarda doğru, hangi koşullarda yanlış olduğunu kavramayı gerektirir. İşte bu kuramdan yola çıkarak, mantıkçı pozitivistler, klâsik felsefeninmetafizik tümcelerinin doğrulanabilir ya da-yanlışlanabilir olmamalarından dolayı anlamsız olduğunu göstermeye çalışırlar. Matematiğin ve mantığın önermeleri her koşulda doğruoldukları için, onlar totolojik ve analitik önermelerdir. Bundan dolayı, dünya üzerine bilgi içermezler. Ancak bu durumda matematiğin ve mantığın tüm doğru önermelerinin aynı anlama geldiği sonucuna varmamız gerekir. Bu sorun dışında, doğrulamacı anlam kuramına yapılan diğer bir temel eleştiri ise, onun ortaya attığı anlamlılık ölçütüne göre kuramın bizzat kendisinin anlamsız olduğu sonucu-4 nun çıktığına İşaret eder. Camap, Ayer, Schtick gibi filozofların savunduğu doğrulamacı anlam kuramı, en azından bu şekliyle, günümüzde çok az sayıda düşünür tarafından kabul görse de, özellikle bilim felsefesinin gelişiminde çok önemli bir yer tutar. Diğer yandan, özellikle Camap'da kaynağını bulan ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında felsefede büyük bîr iz bırakmış olan mümkün dünyalar semantiği doğrulamacılık kuramının bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Bu öğretinin temel görüşüne göre bir tümcenin anlamı, o tümcenin doğru olduğu mümkün dünyalar yoluyla tanımlanır.​
Dışsalcılık
Locke'm temellerini attığı öznel anlam kuramlarına karşı çıkan bazı çağdaş filozoflar ise, anlamı "kafanın içinde" veya zihinde değil de, dış dünyada aramamız gerektiğini ileri sürerler. Bu görüşün önde gelen temsilcilerinden biri olan Putnam, bir sözcüğün anlamını ve o anlamın biri tarafından kavranmasını, salt kişinin zihninde olup bitenlerle açıklamanın mümkün olmadığını savunarak dışsalcı anlam kuramının gelişmesinde öncü olmuştur. Putnam'a göre, özellikle doğal türlere ilişkin sözcüklerimizin anlamlan dünyanın durumuna bağlıdır. Örneğin, "su" sözcüğünün anlamı, bu sözcüğü duyduğumuzda zihnimizde oluşan imgeler ya da düşünceler ile değil, doğada bulunan su türünün kendisi tarafından belirlenir. Bu görüşün yalnızca doğal türlere ait terimler için değil, tüm sözcüklerimizin anlamları için geçerli olduğunu savunan Burge gibi bazı filozoflar, dışsalcılık kuramının yaygınlaşmasında oldukça etkili olmuşlardır. Anlamın göndergeyi belirlediğine dair Frege'nin temel savını reddeden bu akımın bazı temsilcileri, bu ilişkiyi tersine çevirerek göndergenin anlamı belirlediğini savunurlar.​
Davranışçılık
Yirminci yüzyılda psikoloji, dilbilim ve felsefede büyük bir iz bırakan pozitivizmin bir uzantısı olan davranışçılık öğretisinden yola çıkılarak, özellikle Quine'm öncülüğünde bir anlam kuramı geliştirilmiştir. Bu akim Platon/Frege realizmine karşı çıkarak, empirik bir biçimde gözlemlenemeyen soyut bir kendilik olarak tümel ve anlamı tümüyle reddeder. Bununla birlikte, Locke türü bir öznelcilik de yanlıştır, zira insan zihninin içinde olup bitenler de gözlemlenebilir şeyler değildir. Bu durumda bir sözcüğün anlamı, o sözcüğü duyduğunda kişinin vereceği davranışsal tepkilerde aranmalıdır. İletişim kurmak, sözcüklere benzer türde davranışsal tepkiler vermemiz sayesinde gerçekleşir. Özellikle dilbilimde Chomsky'nin, felsefede Putnam gibi bir çok düşünürün davranışçılığa karşı açtığı savaş ile bu öğreti günümüzde geçerliliğini bir hayli yitirmiş gibi görünmektedir. Öte yandan, Quine'm doğalcı felsefesi içerisinde imlam gibi semantik bir kavramı fiziksel uyarımlara dayandırma çabası da fazla destek bulmamıştır.​
Holizm
Özellikle çağdaş bilim felsefesinde çok etkili olmuş olan holizm ya da bütüncülük adlı kuramı, kabaca, sözcüklerin tek tek değil, fakat bir bütüri olarak anlam kazandıkları görüşü diye tanımlamak mümkündür. Bu kuramın gerisinde bilimsel bilginin elde edilmesiyle ilgili, Quine-Duhem Savı olarak anılan, meşhur yaklaşım yatar. Bu sav temelde Popper’ın yanlışlamacı kuramına bir tepki olarak geliştirilmiş olup, bilimsel önermelerin tek tek değil fakat bir bütün olarak çürütülebileceği görüşüne dayanır. Örneğin, yapılan bir gözlem, Newton'un ikinci Devinim Yasası ile çatışırsa, söz konusu Yasa'nın yanlış olduğu sonucuna varamayız. Zira herhangi bir bilimsel yasadan gözlenebilir bir sonuç çıkarmak için, bir çok varsayımda bulunmak gerekir. Dolayısıyla, bu türden bir çatışma söz konusu olduğunda, bu yasanın yanlış olduğu sonucuna değil de, olsa olsa bu yasayla birlikte tüm bu varsayımların oluşturduğu bütünün içinde bir tutarsızlık olduğu sonucuna varabiliriz. Bundan dolayı, tek tek bilimsel yasaları çürütmek mümkün değildir. İşte bu epistemik savın ortaya çıkardığı holizm adlı anlam kuramı, bilimsel terimlerin anlamları için de aynı durumun geçerli olduğunu söyler. Örneğin "öğretmen" sözcüğünün anlamını kavramak için, "öğrenci", "öğrenme", "eğitim" gibi birçok sözcüğün anlamını da aynı anda kavramak gerekir. Başka bir deyişle, "öğretmen" sözcüğünün anlamını kavrayıp da, "öğrenci" sözcüğünün anlamını kavramamak mümkün değildir. Bazı düşünürler, işte bu kuramdan yola çıkarak, bilim dilinin de aynen böyle işlediği sonucuna varır. Örneğin, bilim tarihçisi ve filozofu Kuhn'a göre Newton Yasası'nm temel kavramları olan kütle, güç ve ivme, tek tek tanımlanamazlar. Bu kavramları anlayabilmek için hepsini (ya da en azından ikisini) bir bütün olarak Newton Yasalarının bağlamında kavramak gerekir. Sözcükler, o dilin temel yapısı çerçevesinde birbirleriyle girdikleri ilişkiler ile kavramsal çerçeve denen bütün bir yapı oluştururlar. Öte yandan, bilim tarihinin ışık tuttuğu bir gerçek de, bu tür kavramsal çerçevelerin sürekli değiştiği gerçeğidir. Örneğin, Kuhn'a göre bilimde bir "devrim" olduğunda, yalnızca bir kuram değil, aynı zamanda bu kuramın içinde yer aldığı kavramsal çerçeve de yenisiyle birlikte değişir. Her kavramsal çerçeve dünyaya yeni bir bakış açısı sunduğundan, böyle bir değişimle birlikte, dünyaya bakış açısı da değişir. Dünya görüşündeki bu değişim de, yalnızca bilim adamma değil, tüm insanlığa etkide bulunur. Örneğin, günümüzde gökyüzüne baktığımız zaman birçok Güneş Sistemi ve gezegen "görürüz", ancak Batlamyus döneminde ortalama bir insanın aynı gökyüzüne baktığında cisimleri bu kavramlarla görmesi olanaklı değildi. Bazı düşünürler bu görüşleri temel alıp, algının, bilginin, hatta varlığın kavramsal çerçevelere göreli olduğunu savunarak değişik türden rölativist savlar öne sürmüşlerdir.​
Günümüzde anlam üzerine öne sürülmüş bu farklı görüşler hakkında tartışmalar yoğun olarak sürerken, dilbilimciler ve felsefeciler arasında anlam üzerine büyük çaplı bir uzlaşımın sağlandığını söylemek zor görünüyor.​
Aristoteles, Metafizik(çev. A. Arslan), İstanbul, Sosyal Yayınlar, 2. basla, 1996.​
A. J. Ayer, Language, Truth and Logic, Gollancz Press, 1936.​
R. Carnap, The Logical Syntax of Language, Routledge & Kegan Paul, 1937.​
N. Chomsky, Aspects of the Theory of Syntax, MİT Press, 1965.​
G. Frege, G. (1892) "Uber Sinn und Bcdeutung", Zeitschrift fur Philosophie und philosophische Kritik 100(1892), pp. 25-50 (trans. M. Black as "On Sense and Reference", Translations from the Philosophical Writings of Gottlob Frege(eds. M. Black P. Geach), Blackwell Publishers).​
T. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, The University Press, 1970.​
J. Locke, "Of Words", An Essay Concerning Haman Understanding, Book UI, London, 1690.​
J. S. Mill, "Of Names", A System of Logic, London, 1843.​
P. Martinich(ed.) The Philosophy of Language, Oxford University Press, 1985.​
Platon, Diyaloglar, cilt 1, Menon(çev. A. Cemgil), Kratylos(çev. T. Aktürel), Istanbul, Remzi Kitabevi, 1989.​
Platon, Devlet(gev. S. Eyüboğlu M. A. Cimcoz), Istanbul, Remzi Kitabevi, 1975.​
H. Putnam, "The Meaning of 'Meaning'", Language, Mind and Knowledge(ed. K. Gunderson), University of Minnesota Press, 1975.​
W. V. Quine, Pursuit of Truth, Harvard University Press, 1992.​
Russell, "On Denoting", Mind 14(1905), pp. 479-93.​
Ayrıca bkz., ANALİTİK FELSEFE, ANALİZ, ANLAM, ANLAMBİLİM, ANLAMLILIK, ARİSTOTELES, BİLİŞSEL BİLİM, BÜTÜNCÜLÜK, DAVRANIŞÇILIK, DIŞSALCILIK, DİL FELSEFESİ, DİLE DÖNÜŞ, DOĞRULAMACILIK, FREGE, GÖNDERME, GÜNDELİK DİL FELSEFESİ, KAVRAM REALİZMİ, KUHN, LOCKE, MANTIKÇI POZİTİVİZM, MILL, NOMİNALİZM, ÖZNELCİLİK, PLATON, POPPER, PUTNAM, QUINE-DUHEM TEZİ, RUSSELL, SCHL1CK, TÜMELLER KAVGASI, VİYANA ÇEVRESİ.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst