1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Amour Propre, öz-sevgi anlamına gelen; kişinin kendinden duyduğu memnuniyeti ifade eden ve başkaları nezdinde itibar görme talebine atıfta bulunan Fransızca terimdir. Bir yandan kibir veya kendini beğenmişlik, diğer yandan da onur veya izzetinefis anlamlarına gelir.​
Amour propre, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda ahlaksal duyguların çözümlenmesiyle ilgilenen yazar ve düşünürleri meşgul etmiştir. Augustinus'un (354-430) İtiraflar'ında 'kibir'den en büyük ve ölümcül günâh olarak söz ettiği göz önüne alınırsa, insanın kendisine duyduğu bir sevginin, ancak Batı düşüncesindeki hümanist dönüşün ardından, yeni ve canlı bir ilginin konusu haline gelebilmiş olması şaşırtıcı sayılmamalıdır. La Rochefoucauld (1613-1680) insan eylemlerinin arkasındaki nedenleri sarkastik bir üslupla tartıştığı Maksimler'de terimi şu şekilde anmaktadır:​
"Amour propre, kişinin kendisini sevmesi ve her şeyi kendisi için sevmesidir; insanların kendilerine tapınmalarına neden olur ve talih bunun araçlarını sunduğu takdirde, onların başkaları karşısında birer tiran haline gelmelerine yol açar." Hume (17111776) ise Ahlâkın İlkelerine İlişkin Bir İnceleme'de "insanın kendi davranış ve karakterine ilişkin yargısından ileri gelen bilinçli değer duygusu, kendinden memnuniyet" diye tanımladığı amour propreun, tüm duyguların en yaygını olduğu halde, İngiliz dilinde uygun bir karşılığa sahip olmadığını vurgulamaktadır. Hume'a göre, 'kibir' sözcüğü yaygın olarak olumsuz bir anlama sahipken, amour propre olumlu veya olumsuz diye nitelendirilmesi kolay olmayan bir duyguya işaret etmektedir.​
Terimin daha kapsamlı bir felsefi tartışmaya konu olması ise, Rousseau'yla (17121778) birlikte gerçekleşmiştir. Rousseau, her ikisi de felsefi içerimlerinden bağımsız olarak ele alındıkları takdirde 'öz-sevgi' diye karşılanabilecek olan amour propre ve amour de soi (ya da amour de soi-mâme) terimleri arasında kategorik bir ayırım yapar. Amour de soi, insanın kendisi dışındaki herhangi bir varlığa atıfta bulunmaksızın, bütünüyle doğal ve yalıtılmış bir biçimde kendi varoluşuna duyduğu sevgidir. Amour propre ise kişinin kendisini başkalarının dolayımıyla görmesine dayanır ve insanın özneler-arası bir düzlemde kendisine duyduğu sevgiye işaret eder.​
Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temelleri Üzerine Konuşma'da bu ayırımın altını özellikle çizmektedir: Amour propre ve amour de soi, doğaları ve yol açtıkları sonuçlar bakımından son derece farklı olan bu iki tutku birbirine karıştırılmamalıdır. Amour de soi, her hayvanı kendi varlığını muhafaza etme konusunda dikkatli olmaya yönelten, insanda aklın kılavuzluğu ve merhametin etkisi altında insaniyete ve erdeme yol açan doğal bir duygudur. Amour propre ise, her bireyi kendisini herkesten üstün görmeye yönelten, birbirlerine yaptıkları tüm kötülükleri insanlara esinleyen ve onurun sahici kaynağı olan göreli bir duygudur; insan eseridir ve toplum içerisinde ortaya çıkar.​
Bu bağlamda amour de soi doğal insana, amour propre ise uygar veya toplumsallaşmış insana atıfta bulunmaktadır. Dolayısıyla onların, Rousseau için yalnızca iki farklı tutkuyu değil, fakat insansal varoluşun iki aslî kipini ifade ettikleri söylenebilir. Nitekim, bu iki tutku arasındaki ayırtın, farklı cephelerden ele alındığında doğa-uzlaşım, mutlak olan-göreli olan, insan-yurttaş, dolayımsızlık-dolayımlılık, bütünlük-parçalılık gibi Rousseaucu düşüncenin gramerini oluşturan farklı kavram çiftlerine karşılık gelmektedir.​
Rousseau'nun amour propre çözümlemesi, bir yandan "kibir"i en büyük günah olarak mahkum eden Augustinus'tan, diğer yandan da "şan ve şeref düşkünlüğü"nü doğa durumunda herkesin herkese karşı yürüttüğü savaşın temel nedenlerinden biri olarak gören Hobbes'tan izler taşır. Rousseau, kişinin itibar sahibi olmak ve başkalarının gözünde yücelmek istemesini, Augustinus'a benzer bir biçimde, her türlü kötülüğe yol açabilecek temel ahlâkî kusur olarak değerlendirmektedir. Üstelik bu kusur, insanın doğa durumunu terk etmesi ve doğanın ona sunduğu masumiyeti geride bırakmasıyla, yani Adem'in cennetten kovulmasını andıran bir "düşüş" veya "yabancılaşma" ile birlikte ortaya çıkmıştır. Başkalarından yalıtılmış olarak ve yalnızca kendisi için yaşayan, dolayısıyla bütünlüklü bir varoluşa sahip olan doğal veya yabanıl insanın aksine, toplumsal veya uygar insan ancak başkalarının kanılarında yaşayabilmekte ve kendi varoluşunu ancak onların yargıları sayesinde hissetmektedir. Amour propre, bu bakımdan ele alındığında, uygar insanın parçalanmışlığını ifade eder. Öte yandan Rousseau, Hobbes'a benzer bir biçimde, amour propre ile insanlığın yıkıcı bir savaşa sürüklenmesi arasında doğrudan bir ilişki olduğu görüşündedir. Zira, insanların kendilerini diğerleriyle kıyaslamalarına dayanan amour propre, kişinin yalnızca başkalarından daha üstün olmak istemesini değil, fakat bu üstünlüğün bizzat başkaları tarafından da tanınmasını talep etmektedir. Bu nedenle de, her türlü rekabetin ve çatışmanın, yani herkesin herkese karşı yürüttüğü psikolojik veya fiilî savaşın zeminini oluşturmaktadır.​
Bununla birlikte, Rousseau'nun amour propre kavrayışı, hem Augustinus'tan hem de Hobbes'tan şu temel noktalarda farklılaşır. Rousseau'ya göre insanın doğadan kopuşu ve bir amour propre varlığı haline gelişi, doğal masumiyetin geride bırakılması anlamında bir düşüş olmakla birlikte, aynı zamanda tarihsel insanın doğuşuna, yani insanın kendi kaderini yaratan bir bilinç varlığı olarak ortaya çıkışına işaret eder. Öyle ki, eğer insan doğa durumunun bilinçsiz masumiyeti içerisinde kalmış olsaydı, asla bir özne haline gelemeyecek ve kendi eseri olan bir anlam dünyası kuramayacaktı. Dolayısıyla amour propre, Augustinus tarafından varsayılmış olanın aksine, yalnızca insana özgü kötülüklerin kaynağı değil, fakat aynı zamanda ve en az onun kadar önemli olmak üzere, insanı insan yapan her şeyin, yani bilincin, toplumsallaşmanın ve tarihsel eylemin eseridir. Başka bir deyişle, insanın bu dünyadaki varoluşunu değerli kılan her şeyle dolaylı veya dolaysız olarak ilgilidir. Nitekim, Rousseau'nun Hobbes'tan ayrıldığı nokta da tam olarak burada teşhis edilebilir. Hobbes, "şan ve şeref düşkünlüğü" ile insanın başkalarına hakim olma arzusunu, doğanın insana verdiği temel özellikler arasında saymaktaydı. Oysa Rousseau'ya göre amour propre bütünüyle insana özgü olsa da, doğal değildir; çünkü varlığını insanın doğadan kopuşuna, tarihsel ve toplumsal bir varlık haline gelişine borçludur. Bu nedenle de, doğal ve değiştirilemez olan tutkuların aksine, işlenebilen, dönüştürülebilen ve hatta erdeme yöneltilebilen bir yapıdadır.​
Bu sav, Rousseau'nun insan anlayışı, dolayısıyla toplum ve politika hakkındaki görüşleri açısından özellikle önemlidir. Zira, amour proprevn dönüştürülebileceğini söylemek, insanın doğayı terk ederek yitirdiği bütünlüklü varoluşa yeniden kavuşabileceğini, yani yabancılaşmanın aşabileceğini söylemek anlamına gelir. Bu, hiç kuşkusuz, doğaya geri dönerek gerçekleşmeyecektir. Doğaya geri dönmek, artık bir bilinç varlığı olan insan için mümkün olmadığı gibi, arzulanabilir olmaktan da uzaktır. Böylece Rousseau, kendi başına bırakıldığında büyük ölçüde kötülüğe ve çatışmaya yol açan amour propreu, mütehakkim bir üstünlük arzusunun kaynağı olmaktan çıkarmaya ve onu eşitler arasında tesis edilecek karşılıklı bir tanınma ilişkisinin temeli haline getirmeye yönelir. O, böylesi bir tasarının ancak "iyi düzenlenmiş bir toplum"da, yani eşit ve özgür yurttaşlardan oluşan bir cumhuriyette gerçekleştirilebileceği görüşündedir. Ana hatları Toplum Sözleşmesi'nde anlatılan bu toplumda, herkes yurttaş olmak sıfatıyla eşit kamusal onur veya saygınlığa sahip olacak; böylece hiç kimse başkalarının üstünlüğünü tanımaya zorlanmadığı için onlara karşı üstünlük iddiasında da bulunmayacaktır. Kişinin kendisine duyduğu sevgi, Rousseau'ya göre bu koşullar altında, kişiyi diğerleri nezdinde eşit ve saygın kılan bağa, yani yurttaşlık bağına yönelik bir sevgi haline gelecek ve amour propre kendisini yurtseverlik olarak açığa vuracaktır.​
Sonuç olarak, Rousseau'nun amour propre hakkındaki yorumu iki bakımdan bütünüyle yeni ve yaratıcı bir nitelik taşımaktadır. İlk olarak o, amour propre ile insanın bir bilinç varlığı olması arasındaki felsefi ilişkiyi açığa çıkartmış; amour propreun gelişebilmesi için, kişinin başkalarıyla zihinde temsil edilen bir ilişki içinde olması gerektiğini göstermiştir, ikinci olarak ise, kendisine kadar yalnızca ahlaksal duyguların çözümlenmesi çerçevesinde ele alınan bir konuyu, ahlâkın alanından politikanın alanına taşımış ve amour propre ile modern toplumun normatif temelini oluşturan 'karşıklı tanınma' ilişkisi arasında özsel bir bağ kurmuştur.​
J. Charvet, The Social Problem in the Philosophy of Rousseau, Cambridge University Press, Cambridge, 1974.​
N. J. H. Dent, A Rousseau Dictionary, Blackwell, Oxford, 1992.​
J. J. Rousseau, Discourse on the Origin and Foundations of Inequality Among Men, (Ed. & Tr. V. Gourevitch), The Discourses and Other Early Political Writings içinde, Cambridge University Press, Cambridge, 1997.​
J. J. Rousseau, Emile or Oh Eduaitionftr. A. Bloom), Penguin Books, London, 1991.​
J. N. Shklar, Men and Citizens A Study of Rousseau's Social Theory, Cambridge University Press, Cambridge, 1969.​
M. Viroli, Jean-Jacques Rousseau and the ‘wellordered society' (tr, D. Hanson, Cambridge University Press,Cambridge, 1988.​
Ayrıca bkz. AŞK, AUGİSTUNUS, HOBBES, HÜMANİZM, İNSAN DOĞASI, HUME, ROUSSEAU.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst