1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Aile Benzerlikleri terimi, her ne kadar Wittgenstein ile birlikte anılsa da, felsefe tarihinde ilk kez, farklı bir bağlamda Nietzsche tarafından kullanılmış bir terimdir. Buna göre, İyinin ve Kötünün Ötesinde (S. 20)'de Nietzsche, felsefe kavramlarının kendi başlarına gelişigüzel bir biçimde değil de, gelenek ya da tarih içinde kendisinden önceki kavramlarla belirli bağlantılar içinde ortaya çıktıklarını ve belirli bir sisteme ait olduklarım ya da belirli bir sistem içinde yer aldıklarını söyler. Bu sistemliliği ise o, felsefe yapma gereği ve/veya gereksinimi diye tanımlanabilecek olan "ortak felsefe grameri" kavramına dayandırır. Nietzsche işte bu anlamda örneğin, Hint, Yunan ve Alman felsefeleri arasındaki bir "tuhaf aile benzerliği"nden söz eder. Bununla birlikte Nietzsche burada, söz konusu kavramı açımlayıp derinleştirmekten çok, bu kavram temelinde insanın niçin felsefe yapma gereği duyduğunu temellendirme amacı güder.​
"Aile benzerlikleri" kavramı, asil olarak yirminci yüzyıl analitik felsefe geleneğinden AvusturyalI filozof Ludwig Wittgenstein'in (1889-1951), özellikle ikinci dönem felsefesinde, dilin doğasına ilişkin ilk dönemindeki anlayışına getirdiği eleştiriler çerçevesindeki tanımlamasıyla felsefe literatürüne girmiş bir kavramdır. Wittgenstein'in ilk dönem felsefesinde geliştirdiği resimsel anlam kuramına göre, doğrulanabilen ve dolayısıyla anlamlı olan tümcelerin oluşturduğu dilin, yapısı gereği dile getirdiği nesne, olgu durumu ya da olgularla bire bir örtüşmesi gerekmektedir. Öyle ki, dilin temel öğeleri durumundaki sözcükler nesneleri karşılarken, dilbilim kuralları da, olgu durumlarını ve giderek olguları meydana getiren ilişkileri temsil eden öğelerdir. Buna göre, gerek dilsel gerekse dilbilimsel öğeleri açısından dile getirme iddiasında olduğu gerçeklikle örtüşmeyen ifade, "insan organizmasının fizyolojisi kadar karmaşıklık sergileyen günlük dil" içinde anlamlı olabilmesine karşın, empirik araştırma dili içinde anlamsızlığa düşeceğinden, empirik bir araştırmanın konusu olamaz, olmamalıdır. Bu anlamda herhangi bir dilsel ifade, ilgili olduğu gerçeklik kesitini resmettiği ölçüde empirik yöntemlerle doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olacaktır. Nitekim, felsefenin görevi de bu bağlamda, gerçekliğe ilişkin kimi iddialar ortaya koymak yerine, gerçeklik hakkında ortaya konmuş iddiaların empirik araştırma konusu olup olamayacağını belirlemeye yönelik tümüyle çözümleyici bir etkinliktir, bir görevdir.​
Wittgenstein ilk döneminde, kısaca bu şekilde özetlenebilecek dil anlayışını ortaya koyduğu Tractatus'u tamamlamakla, felsefenin tüm problemlerini çözdüğünü iddia ederek uzaklaştığı felsefeye, yine ilk dönemdeki dile ilişkin görüşlerinin eleştirisiyle geri dönmüştür. O, bu anlamda ikinci dönem felsefesinin temel eseri olan Felsefi Soruşturmalar'ın daha ilk paragrafında, bir anlamda ilk dönem dil anlayışının dayandığı geleneksel anlam anlayışına itiraz ederek, başlar. Geleneksel özcü dil/anlam anlayışına göre, dilsel ifadeler ile gönderme yaptıkları nesne ya da olgular arasında, ifadenin anlamını belirleyen bir bağıntı vardır. Buna göre bir kavramın, kendisine ait tüm kaplamın o kavram altında toplanmasını sağlayan ortak özsel bir niteliği vardır. Örneğin, kırmızı ya da ağaç kavramlarının uygulanabildiği tüm olgu ya da nesne durumlarında, onlara o kavramların uygulanabilmesine olanak veren, tümüne birden ortak olan bir kırmızılık ya da ağaç olma özü vardır. Bu öz sayesindedir ki, kavramın kaplamını oluşturan tüm tikel ya da tekil örnekler, o kavram altında toplanabilmektedir. Böylece "kırmızı" ya da "ağaç" sözcükleri, ilgili ortak özü taşıyan tüm nesne ya da olguları nitelendirme ya da adlandırma amacıyla kullanılabilmektedir.​
Wittgenstein, ilk dönemindeki dil anlayışına kaynaklık eden böylesi bir görüşü, Augustin uscu anlam anlayışı temelinde eleştirir. Şöyle ki, Augustinus'a göre, "dildeki tekil sözcükler nesneleri adlandırır... Her sözcüğün bir anlamı vardır. Bu anlam sözcük ile karşılıklı ilişkilidir. Anlam, sözcüğün temsil ettiği (yerine geçtiği) nesnedir." Oysa Wittgenstein'ın ikinci dönemindeki dil anlayışına göre, ne anlam, sözcüğün yerine geçtiği nesnedir, ne de dilin gerçeklik ile bire bir örtüşmesi gibi bir zorunluluk söz konusudur. Bu dönemde Wittgenstein dili, gerçeklikle bire bir örtüşme zorunluluğundan bağımsız olarak, yaşam pratiği içinde biçimlenen, anlam kazanan ve hatta deyim yerindeyse, yeni anlam ve formlara evrilen, örneğin çivi çakma ya da resim yapma gibi bir etkinlik olarak tanımlar. Bu anlamda Wittgenstein, ikinci döneminin temel argümanı olarak anlam ile kullanımı özdeşleştirir ya da anlamı kullanım olarak tanımlar. Dilsel ifadeler de, bu etkinlik içinde kullanılan nMlerdir. Dolayısıyla telaffuz edilen dilsel ifadenin anlamını belirleyen de, onun işte o özgül bağlam içindeki kullanımıdır. Şöyle ki, insanlar belirli 'yaşam biçimleri'ne sahiptirler ve bu 'yaşam biçimleri' içinde, söylenebilirse eğer, aralarındaki örtük uzlaşmaya dayalı olarak geliştirdikleri ilke ve kurallar çerçevesinde, dil ile iletişimde bulunurlar. Wittgenstein'm burada 'yaşama biçimi'nden kastettiği, bir yaşama kültürü ya da bir sosyal formasyondur. İletişim aracı olarak dile ya da dilsel ifadelere anlamlarını kazandıran da, ifadelerin içinde kullanıldıkları bu sosyal/kültürel 'yaşam biçimi' bağlamıdır. İnsanlar böyle bir ortam içinde, sahip oldukları dil ile iletişimde bulunurken, yalnızca o dile ait ifade biçimlerinin telaffuzu ile yetinmeyip, dilsel ifadelerin telaffuzuna bir de jest ya da mimiklerini katarlar. Jest ya da mimik, herhangi bir sözcüğün ya da ifadenin tonlaması olabileceği gibi, dilsel ifadeye eşlik eden bir yüz ifadesi ya da bir el veya beden hareketi de olabilir. Ancak bu jest ya da mimik ile birlikte telaffuz edilen dilsel ifade, işte o bağlam içinde anlam kazanır. Örneğin ayni "su" sözcüğü, yüzde bir şaşkınlık ifadesiyle söylendiğinde bir soru kipi -"su?"anlaşılırken, avucu açık biçimde elin uzatılmasıyla birlikte aynı sözcüğün telaffuz edilmesi -"Su!"-, suyun istendiği; herhangi bir jest ve mimik olmaksızın yalnızca "Su." biçiminde telaffuz edilmesi ile de, bir soruya verilen yanıt anlamını taşıyacaktır, taşıyabilir. Benzer biçimde, örneğin 'hayır' sözcüğünün bağlam içinde itiraz/yadsıma, bildirme ya da soru sorma gibi birbirinden farklı anlamlardan hangisini yüklendiği de, yine o sözcüğün telaffuzuna eşlik eden jest ya da mimiklerle birlikte belirlenir —ses tonunun yükseltilerek 'Hayır!' denmesi; herhangi bir jest-mimik eklemeksizin sıradan bir ses tonuyla 'Hayır.' ya da bir şaşkınlık ifadesi olarak 'Hayır?' telaffuzu örneklerinde olduğu gibi.​
Bu örneklerden de görülebileceği gibi, herhangi bir sözcüğün özgül anlamı, jest ve mimiklerle birlikte içinde kullanıldığı bağlamdaki kullanım biçimleri tarafından belirlenir. İşte Wittgenstein, dilsel ifadelerin yukarıda örneklendiği biçimiyle belirli bağlamlar içinde jest ve mimiklerle birlikte kullanılmasını, dil-oyunları kavramıyla açıklar. Diloyunları kavramı, Wittgenstein'm ikinci dönem felsefesinde, son derece önemli bir yer tutar. Zira söz konusu kavram, farklı dilsel etkinliklerin birbirlerine göre benzerlik ve/veya farklılıklarını imleyen bir kavramdır. Şöyle ki, emir vermek, bir şeyi betimlemek, bildirmek, şaka yapmak, soru sormak, teşekkür etmek, selamlaşmak, dua etmek gibi dil etkinliklerinden her biri birbirlerinden farklı dilsel ifadelerle yerine getirilebileceği gibi, ayni dilsel ifade, birden çok amaç için de kullanılabilir.​
İşte Wittgenstein dil-oyunları kavramını, dilsel ifadeler arasındaki yukarıda betimlenen türden binişiklik ve kesişme durumlarını betimleme amacıyla kullanır. Nasıl ki, kağıt oyunları, top oyunları, sözcük oyunları ya da tahta oyunları hem kendi içlerinde hem de kendi aralarında hem benzerlikler hem de farklılıklar gösterirler, aynı şekilde dilsel etkinlikler ya da dil oyunları da hem kendi içlerinde hem de kendi aralarında, benzerlik ve/veya farklılıklar gösterirler. Bu örneklerden de görülebileceği gibi, dil oyunları kavramı aslında, bir bakıma dil ile yerine getirilen kimi iletişim etkinliklerinin birbirlerine göre farklılıklarının vurgulanması yoluyla, dilin aslında tek bir amaç için, tek bir işleve sahip ve genel geçer tek bir yapısı olan bir sistem olmadığı ve/veya olamayacağı vurgulanmak tadır.​
Wittgenstein'a göre, dil-oyunları arasındaki bu benzerlik ve/veya farklılıkları nitelendirmek için 'aile benzerlikleri'nden daha iyi bir ifade yok gibidir. Zira bir ailenin üyeleri arasındaki yapı, çehre, göz rengi, yürüyüş, huy vb. çeşitli benzerlikler üst üste gelir ve bir çakışma durumu sergilerler. Buna dayanarak Wittgenstein, 'oyunlar'in da bir aile oluşturduğunu söyler. Bu anlamda örneğin tanıdığımız iki insanın, yukarıda sayılan kimi özellikler açısından benzerliklerini görüp gözlemledikten sonra, onların ayni ailenin üyeleri olduklarına kanaat getiririz. Bunun için tekil/bireysel özellikleri gözlemlemenin dışında, ne herhangi bir açıklayıcı ve genel bir benzerlik tanımına başvururuz, ne de ailenin tüm bireylerine ortak bir özellik ve/veya nitelik arayışına gireriz. Belli bir benzerlik noktasına ulaşıncaya kadar benzerliklerin listesini çıkarmayız. Hepsi hepsi sezgisel olarak benzerlikleri görürüz. Dolayısıyla felsefecilerin de bir sözcüğün anlamını soruştururken, sözcüğün kullanım bağlamları ya da biçimlerinden bağımsız, sözcüğe ait açıklayıcı genel bir tanım arayışına girmeksizin, doğrudan ilgili sözcüğün kullanım bağlamına ve/veya biçimine bakmaları gerekir. Sözcük, söz konusu yaşam biçimi çerçevesinde ya da dil-oyunu içinde neyi ifade etmek üzere kullanılmıştır? Olabilir ki orada, mevcut tüm kullanım çeşitliğinin dışında bir amaçla ya da anlamda kullanılmıştır. Onun için Wittgenstein sözcüklerin anlamlarını soruştururken, "Düşünme, bak!" der. Sözcüğün içinde geçtiği dil-oyununa ve giderek dil-oyununun içinde yer aldığı bağlama ya da yaşam biçimine bakmak gerekir. Çünkü dil, farklı yaşam biçimlerinde farklı amaçlar için farklı kurallar çerçevesinde kullanılan bir 'oyunlar ailesidir. Bir başka anlatımla dil, eğer söylenebilirse, anlamını, kimliğini ve belki de ruhunu, pratik/kullanım(lar) içinde gördüğü işlevler dolayımıyla kazanan, sürdüren ve hatta evrilen bir araçtır, araçlar bütünü ya da sistemidir. Ya da Wittgenstein'in anlatımıyla, "dil" denilen şey, biçimsel birliğe sahip olmayan, ama birbirleriyle az ya da çok ilintili olan bir yapılar ailesidir. Örneğin, "iyi" sözcüğünün anlamını öğrenirken, sözcüğün kullanıldığı dil-oyunlarma ve/veya bağlamlara bakarak, onun farklı bağlamlarda ve/veya dil-oyunlarında farklı amaçlarla kullanımından dolayı, onun bir anlamlar ailesine sahip olduğunu görürüz. Bu anlamda yapı ya da anlam benzerliklerinin bir aradalığını imlemek amacıyla kullanılan aile benzerlikleri kavramının işlevi, kavramların anlam çeşitliliğini sınıflandırma ya da gruplandırma gibi pratik bir amaç güden bir işlevdir.​
Aile benzerlikleri kavramıyla Wittgenstein böylece, tümeller probleminin iki uç noktasından birisi olan nominalizme karşı, herhangi bir kavramın farklı kullanımlarının diyelim "X" olarak adlandırılmalarının ötesinde 'aile benzerlikleri'ne uygun düşen benzerliklere sahip olduklarını söyleyerek; özcülüğe karşı da, 'aile benzerliklerine' benzer benzerliklerinden başka tümüne genellenebilir ortak bir özelliğin olmadığını öne sürerek, tümeller problemine farklı bir çözüm seçeneği getirmiştir.​
H. J. Glock, A Wittgenstein Dictionary, Blackwell Publishers, 1999.​
F. Nietesche, İyinin ve Kötünün Ötesinde (çev. A. İnam), Ara Yayıncılık, İstanbul, 1989​
L. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar (çev. D. Kanıt), Ktireyel Yayınları, İstanbul, 1998​
Ayrıca bkz., ANALİTİK FELSEFE, ANALİZ, ANLAM, ANLAM KURAMLARI, AUGUSTİNUSÇU DİL ANLAYIŞI, DİL FELSEFESİ, DİL OYUNU, WITTGENSTEİN.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
Piramit Liderler 0
Benzer Konular
Haile Selasiye

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst