1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Hint felsefe tarihini kesin çizgilerle belirli dönemlere ayırmak güçtür. Hint tarihini konu alan bütün incelemelerin karşısına çıkan bu güçlüğün nedenini, Hint düşüncesinin eskiden beri sonsuzluğa yönelmiş olmasında ve tarihleri kesin olarak belirlemeye önem vermemesinde aramak gerekir. Hindistan’da bizim bildiğimiz türde, örneğin Eski Mısırlılarda olduğu gibi, önemli olayların tarihlerini kesin olarak bildiren bir tarih yazılmamıştır.​
Hintlilerin felsefi düşünceleri de engin bir denize benzetilebilir, öyle ki, bu denize açılan kimse yönünü kolay kolay bulamaz. Hint felsefesiyle ilgili çoğu yapıtın hangi yüzyıla ait olduğunu saptamak bile güçtür. Batı'da felsefenin dönemlerine damgalarını vurmuş olan düşünürlerin kişilikleri ve yaşamları genellikle az çok bilinirken Hintli düşünürler hep yapıtlarının ve düşüncelerinin arkasına gizlenmişlerdir. Bu düşünürlerin kimi zaman adları bilinirse de, yaşam öyküleri bilinmez.​
Hint felsefesi - daha Hint düşünce tarihinin araştırılması ve konuyla ilgili bütün yapıtların Batı dillerine çevrilmesi işi tamamlanmadığından - ancak bilgilerimizin bugünkü durumuna göre anlamlı ve bizim için yeterli birkaç çağa ayrılarak incelenebilir.​
Aşağı yukarı İÖ 1500 ile 500 yılları arasında olan çağa Vedalar Çağı denir. Bu ad, bu çağ üzerine bilgilerimizi borçlu olduğumuz ve hepsine birden Veda'lar denen metinlerden alınmıştır. Vedalar denince, bir tek kitapta toplanmış olan yazılar değil, geniş bir yazın akla gelir ve bu çağın değişik dönemlerinde, kimlikleri bilinmeyen pek çok yazarın, ozanın katkısıyla oluşmuş olan bu metinler, çok daha eski çağların izlerini taşıyan mitleri ve dini düşünceleri de içermektedir. Veda, tanrı bilgisi, din bilgisi anlamına gelir ve eski çağlardan kalma pek çok bilgiyi günümüze taşır. Vedaların uzunluğu «Kitab-ı Mukaddes'in (Kutsal Kitabın)» uzunluğunun altı katına yakındır.(5) Vedalar şunlardır:​
Rigveda - Yakarış ve tanrıları övme bilgisi(6) Samaveda - İlahiler Vedası, ilahi okuma bilgisi Yayurveda - Kurban töreni bilgisi Atharvaveda - Atharvan'ın Vedası, büyü bilgisi Bu Vedalar, rahiplerin eskiden, kurban töreni bilgisini, ilahileri, tanrıya yakarış biçimlerini, gizemli sözleri vb. sakladıkları başvuru kitaplarıydı. Her kurban törenine tanrıya yakaran, ilahi okuyan, tören işlerini yürüten rahipler ve bir de başrahip olmak üzere dört rahibin katılması gerektiğinden her birinin görevine uygun olarak bu dört Veda oluşmuştur.​
Vedaların her biri kendi içinde yine dört bölüme ayrılabilir:
Mantras - İlahiler ve dualar Brahmanas - Yakarış, büyü ve kurban sözlerinin yerinde kullanılışını gösteren bilgiler Aranyakas - «Orman metinleri», ormana çekilenlere öğütler Upanishads (Upanişad'lar) - «Gizli Öğretiler», bunlar felsefi bakımdan en önemli metinlerdir.​
Vedalar başka açılardan da bölümlere ayrılarak incelenebilir. Dindar bir Hindu bu metinleri tanrı yasası, tanrıdan kaynaklanan tartışılmaz gerçekler olarak bilir. Vedalar çağı diye adlandırılan Hint felsefesinin bu ilk çağım daha yakından inceleyebilmek için yine dönemlere ayırmak gerekecektir:​
1. İlahiler dönemi ya da Vedaların ilk dönemi, yaklaşık İÖ 1500-1000 yılları.​
2. Kurban törenleri gizemciliği dönemi, yaklaşık İÖ 1000-750 yılları.​
3. Upanişadlar dönemi, yaklaşık İÖ 750-500 yılları.​
1. İLAHİLER DÖNEMİ
Daha sonraki gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için Hindistan'a yeni yerleşmeye başlamış olan Aryaların yaşamını gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Vedaların en eskisi ve aynı zamanda insanlığın yazıya geçirilmiş en eski düşünce ürünlerinden biri olan Rigveda'nın ilahileri, bize, Hindistan'ın kuzeybatısına daha yeni yeni yayılmaya başlamış olan Aryaların yaşamları ve dini üzerine bir fikir veriyor.(7)​
Aryalar o zamanlar, kentler kurmasını bilmeyen, gemicilikten anlamayan, savaşçı köylüler ve göçebe çobanlardı. Demircilik, çömlekçilik, marangozluk ve dokumacılık gibi el sanatlarını ise biliyorlardı. Dünya görüşlerinde, bugün bize en olağan gerçekler gibi görünen canlı cansız, insan doğa, madde ruh ayrımları belirgin değildi.(8) İlk tanrılar doğa güçleri ve gerçekleriydi. Eski toplumlarda genellikle olduğu gibi gök, yer, ateş, ışık, yel, su hep insanlar gibi yaşayan, konuşan, davranan ve acı çekebilen kişiler olarak düşünülürdü. Rigveda, sürülerin çoğalması, iyi ürün alınabilmesi, uzun bir yaşam vb. için, Agni (ateş tanrısı), Indra (şimşek ve yıldırım tanrısı), Vişnu (Vishnu, güneş tanrısı) gibi tanrılara, yöneltilmiş yakarışlar, yalvarışlar, dilekler ve övgülerle doludur.​
Felsefi düşüncenin ilk kıvılcımları burada şu soruyla çakmıştır: Bu tanrı bolluğunun ötesinde son bir gerçek, bir varoluş nedeni gizli olamaz mı? Sakın bütün varlıklar tek bir kaynaktan çıkmış olmasın? Sonraları Hint felsefesinin üzerinde çok durduğu birlik düşüncesinin ilk tohumlarının daha bu dönemde atıldığı görülmektedir.​
Rigveda’nın Yaradılış ilahisinde bu düşünceler ve her şeyin kaynağı olan ve tüm evreni kapsayan son gerçeği arayış, görkemli bir biçimde şöyle dile getirilmiştir:​
"Başta ne varlık vardı ne yokluk​
Her yeri dolduran her yerde olan​
Hava da yoktu yukarıda gökler de!​
Nerede derin uçurumlar, denizler?​
Başta ne ölümsüzlük vardı ne ölüm!​
Gece de olmazdı, gündüz de​
Başka şey yokken O bir başına​
Sonsuzlukta uçardı sessizce.​
Karanlıkla örtülüydü her yer​
Başı sonu olmayan ışıksız gecede​
Sıkılmış olmalı ki örtü içinde​
Birden doğdu O, parlayan bir güçle.​
Bu bir olandan çıktı önce​
Bilginin tohumu olan sevgi​
Varlığın kökü yokluk iken​
Sevgiyi aradı durdu bilgi​
Bir ayrılık girmemişse araya​
Üstteki nedir, alttaki nedir?​
Yerinde duramayıp düşünce tohum​
Yer altta, gerilim üsttedir.​
Bütün bunları kuran kim?​
Varlık neden olmuş duyan kim?​
Tanrılar da gelmişler buraya!​
Nereden gelmişler gören kim ?​
Kim ise varlığı yaradan​
Bakar mı göğün üst katından​
Yerde ne varmış, ne yokmuş​
O da mı bilmez, kim bilir?" (9)​
Derin bir sezgiyle gerçeği arayan bu ilahinin sonunda İlahiler döneminin sonuna gelindiğini bildiren bir kuşku beliriyor: Tanrılardan kuşkulanmak! Ozan bize tanrıların "oradan bu yana" geldiğini söylüyor; demek ki, onlar da yaratılmışlar.​
Aşağıdaki dizelerde de eski Veda dininin çöktüğü, daha doğrusu yeni bir dönemin eşiğine gelindiği iyice belli oluyor. Tanrılara karşı duyulan kuşku giderek bir alaya dönüşüyor:​
"Yarışın bakalım, Indra'yı övüp durun!​
Keşke sizi bir duyabilse bir kez olsun...​
Diyorlar ki "Indra nerdesin niçin yoksun!"​
Hiç olmamış mı gören, ya kim o övülen?" (10)​
Burada görülen örneklerden ve bunlardan daha da aşırı olanlarından Vedaların ilkel dini görüşlerinin yıkıldığını ve her şeyin birliği düşüncesinin ortaya çıkışıyla Hint düşüncesini eşsiz doruklara ulaştıracak olan bir sonraki adımın atılmasının zamanının geldiğini anlıyoruz.​
2. KURBAN TÖRENLERİ GİZEMCİLİĞİ DÖNEMİ
Aryaların doğuya, Ganj çatalağzına yayıldıkları ve orada başka bir ırktan olan yerlileri alt ettikleri bu dönemde, Hint toplumunu kalıcı bir düzene ve biçime sokmuş olan şu gelişmeler görülmüştür: Kast düzeninin oluşması ve rahipler kastı olan Brahman'ların toplum içinde ayrıcalıklı bir yer elde etmesi.​
Kastların oluşumuna yol açan en başta gelen etken, çoğunluğu oluşturan yerli halka karışarak eriyip gitmekten korkan bir yönetici ve egemen azınlığın üstün ve ayrıcalıklı kalabilme isteğiydi. Böylece ilkin, Arya’lar ve Çudra’lar (Chudras) - bunlar her halde boyun eğen eski yerli halklardan biriydi - ayrımı yapıldı; ya da daha doğrusu, zaten gerçekleşmiş olan bir ayrım Kast düşüncesinin ortaya çıkmasıyla aşılmaz bir bölünme olarak pekiştirildi. Bu ırk ayrımı yapıldıktan sonra - Portekizce olan «kast» yerine Sanskritçede renk anlamına gelen «varna» sözcüğü kullanılır - Aryalar kendi içlerinde de şu üç büyük kasta ayrıldılar:​
Brahman 'lar - Rahipler​
Kşatriya'lar (Kshatriyas) - Krallar, beyler, soylu savaşçılar (Ortaçağ şövalyeleri gibi!)​
Vaişya'lar - (Vaishyas) Satıcılar, vb.​
Bunların altında Çudra'lar ve daha da aşağıda Parya lar ya da «dışlanmışlar» vardır; yola getirilemeyen yerliler, savaş tutsaklan, ve köleler de «Dokunulmazlara oluşturur.»​
Mahatma Gandhi'nin de çok karşı olduğu bu kurum, günümüze dek tam olarak çözülememiş ağır toplum sorunlarından biridir. Bu kastlar zamanla giderek dallanıp budaklanmış ve her biri kendi içinde kapalı sayısız alt kastlara ayrılmıştır. Ancak Batı uygarlığının ülkeye girmesi, fabrika işçiliği ve demir yollan bu düzeni biraz sarsmıştır.​
Hint düşüncesinin gelişimini - burada bizi ilgilendiren konu budur - derinden etkileyen bir başka oluşum da Brahman rahipler kastının giderek önem kazanması ve toplum içinde ayrıcalıklı bir yere gelmesidir. Vedaların ilk çağında savaşçılar sınıfı olan Kşatriya'lar (Kshatriyas) toplumun en üst katındaydılar. Yeni ülkeleri almak için yapılan savaşlar bir son bulup yerini barışçı uğraşlara bırakınca, tarım ve el sanatlarına dayanan düzenli bir yaşama geçilince, halk doğa üstü güçlerden yararlanmayı umarak dua ve kurbana büyük önem verdi, çünkü ekinlerin veriminin ve bolluğun tanrıların isteğine bağlı olduğuna inanıyordu. Tanrılarla ve doğa üstü güçlerle doğrudan doğruya ilişki kurabilme bilgisine ise yalnız Brahmanlar sahipti ve onlar da bu bilgiyi kaim bir giz perdesi altında sıkı sıkı saklıyorlar ve "törenden en küçük bir sapma bile yarar yerine zarar getirir" uyarısında bulunuyorlardı. Buna ek olarak, rahiplerin eskiden kalma tapınış ve yakarış biçimleri artık iyice uzaklaşan bir geçmişe dayandığından daha da anlaşılmaz, karanlık ve gizemli bir havaya bürünüyordu. Tanrılardan yardım dilemek için başka bir din kurumu ve yetke olmayınca Brahmanlar günlük yaşamın tüm önemli işlerinde ve durumlarında tanrıların vazgeçilmez aracıları oldular. Savaş, barış, kralların tahta çıkması, doğum, evlenme gibi durumların uğurlu ya da uğursuz sayılması hep başarıyla uygulanması Brahmanların elinde olan kurban törenine bağlıydı. Aynı zamanda iyi bir eğitim yapabilmenin tekeli de onlardaydı. Batı'daki benzer oluşumlardan farklı olarak Brahmanlar, örneğin Ortaçağ Katolik kilisesinin gücü gibi, dünyaya dönük bir güç oluşturmayı hiç bir zaman düşünmemiş ya da kilisenin Papa'ya bağlı kapalı örgütü gibi ast üst ilişkisine dayanan bir örgüt kurmamışlardır. Onlar kendi aralarında eşit ve aynı haklara sahip bireyler olarak kaldılar.​
Herkesin göremediği, yalnız gizli bilgiyi almış olanların bilebileceği ayrıntılarla, kurban töreninin etkisinin olumlu ya da olumsuz olmasına yol açabilen Brahman rahiplerini, gerekli çabayı göstermeye özendirmek, isteklendirmek için iyi ağırlayarak yedirip içirmek, onlara armağanlar sunmak, saygı gösterilerinde bulunmak gerekliydi ve bu yüzden de Brahmanların toplum içindeki konumu gittikçe sağlamlaşmıştır. Bu dönemden kalmış olan Brahmana metinleri denen yazın, neredeyse bütünüyle rahiplerin bu gizli kurban törenleri bilgilerini içermektedir. Bu bakımdan bunlar - Hindistan'da din ve felsefe hep bir arada iç içe olduğundan - Hint felsefesinin nasıl gelişmiş olduğunu ancak dolaylı yoldan gösterebilen kaynaklar olarak değerlendirilebilir.​
Buraya son olarak şunu ekleyelim. Bundan sonraki Hint felsefesinin üzerinde durduğu şu iki kavram da bu dönemde oluşmuştur: Brahman ve Atman. Bunları ileride yakından göreceğiz.​
3. UPANİŞAD'LAR DÖNEMİ
Rahiplerin derledikleri basmakalıp sözlerde ve Brahmana yorumlarında, katılaşma ve yobazlık belirtileri görülünce araştırıcı Hint düşünürü uzun bir süre bunlarla oyalanamadı. Bilgeler ve çileciler kuzeydeki ormanlarda araştırmalarını sürdürdüler ve Schopenhauer'in şöyle övdüğü o eşsiz Upani- şadları yarattılar. "Bu dünyada olabilecek en verimli ve yüceltici okuma budur. Yaşamımın avunç (teselli) kaynağı bu olmuştur, ölümümün de avunç kaynağı bu olacaktır."(12)​
Upanişadlar kendi içinde tutarlı bir tek öğretiyi değil, pek çok bilgenin çeşitli öğretilerini ve görüşlerini içerir. Kimi pek önemli kimi az önemli 100ü aşkın Upanişad vardır. «Upanişad (Upanishad)» sözcüğü «upa (yakın)» ve «sad (oturmak)» sözcüklerinin bileşiminden oluşur ve bundan da Upanişadla- rın (gerçeğe, ustaya) "yakın oturan'lar, yani yalnız eriştirilmişler için gizli bir öğreti olduğu anlaşılır. (13) Bu çağdaki Hint felsefe öğretilerinin gerçekte, eriştirilmiş küçük bir azınlığa açık, içrek (ezote- rik) öğretiler olduğunu burada belirtmek gerekir. Gizli öğretinin yalnız gerçeğe en çok yaklaşmış ve en sevilen öğrenciye verilmesi gerektiği sık sık anımsatılır. Upanişadları kimlerin yazmış olduğu da genellikle bilinmez. Sayılan adlar arasında Gargi adında bir kadın ve büyük Yagnavalkya en önemlileridir. Yagnavalkya’nın, Upanişadlar- da yer alan öğretilerinin hepsini bir başına geliştirmiş olduğuna kuşkuyla bakılabilirse de gerçekten yaşamış bir kimse olması pekâlâ olasıdır. Söylenceye göre, varlıklı bir aile reisi olan Yagnavalk- ya'nın iki karısı varmış; Maitreyi ve Katyayana. İki karısını da bırakıp, yalnız başına gerçeği aramak için, ormanlara gitmek üzere hazırlanmış. Bunu öğrenince, Maitreyi de onunla birlikte gitmek istemiş.​
"Maitreyi" dedi Yagnavalkya, "Bak, ben artık bu ülkeden gitmek üzereyim. Şimdi Katyayana ve senin için son düzenlemeleri yapıyorum.'' Bunu duyan Maitreyi dedi ki: "Efendim, şimdi yeryüzünün bütün zenginlikleri benim olsa, ölümsüz olabilir miyim?" "Hayır, olamazsın", dedi Yagnavalkya "zengin olmakla ölümsüz olunmaz." Bunun üzerine Maitreyi dedi ki, "Beni ölümsüz yapamayan bütün bu şeyleri ben o zaman ne yapayım? Efendim - ne biliyorsan bana da öğret!" (14)​
O zamanlar Hindistan'da kadınlar da gerçeği arayabiliyorlar ve felsefe yapabiliyorlardı. Vedala- rın eski döneminin ilahilerinin dünyaya dönük, yaşam dolu havasına karşılık Upanişadların havası oldukça karamsar ve ağırdır. Bir Upanişad'da ülkesini terk ederek yaşamın anlamını bulmak umuduyla ormanlara giden bir raca’dan (raja, kral) söz açılıyor. Raca yaşamın anlamını aramakla uzunca​
bir süre geçirdikten sonra sonunda bir bilgeyle karşılaşır. Ona, nasıl mutlu olabileceğini sorar. Bilge önce konuşmak istemez, sonra şunları söyler:​
"Ey saygıdeğer kişi! Bu kemikten, deriden, kastan, ilikten, etten, ersuyundan, kandan, gözyaşından, çapaktan, sümükten, tükürükten, terden, boktan, çişten, ödden ve salyadan oluşan, kokuşmuş vücutla nasıl mutlu olunur! Bu isteklerin, öfkenin, kızgınlığın, tutkunun, korkunun, kuşkunun, ürkekliğin, kıskançlığın, özlemin, tiksinmenin, açlığın, susuzluğun, yaşlılığın, ölümün, hastalığın ve daha başkalarının uğrağı olan bu vücutla nasıl mutlu olunur! Hem, bu dünyada her şey gelip geçici, bu sinekler ve böcekler ve benzerleri gibi, şu otlar, ağaçlar gibi önce oluyor sonra yok oluyor. Dahası da var - denizlerin kuruması, dağların devrilmesi, demirkazığın titremesi, fırtınaların kopması, yerin çatlayıp göçmesi... Bütün bunların olabildiği bir yerde nasıl mutlu olunur! Sonra, bir gün her şeyden bıkılır; sonra yine her şeye yeni baştan başlanır!" (15)​
Buradaki gibi tüm varoluşun bir acı çekme (ıstırap) olarak değerlendirilişi Hint düşünürlerinin bundan sonra artık hiç dilinden düşürmediği bir konu olacaktır. Aryaların başlangıç dönemindeki iyimser, yaşama dönük tutumunun bu köklü değişime nasıl uğradığını anlamaya ve açıklamaya çalışabiliriz. Sıcak iklimin yumuşatıcı etkisi burada büyük bir rol oynamış olabilir. Ayrıca bir toplumda da, gençlikteki taşkınlıklardan, eğlence düşkünlüğünden sonra olgunluk dönemlerinde gerçeği araştırmak, geçici olanla oyalanmamak gibi düşünceler​
güçlenebilir. Yüce düşünceler ve özellikle felsefeler hep kuşkunun ve hoşnutsuzluğun düşünürü kemirmeye başladığı anda doğup onu bilinen ve görünen gerçeklerin ardındaki ve ötesindeki gizli anlamı aramaya itmemiş midir? Hint düşünürlerinin şimdi saptığı yön olan gizemcilik, düşüncenin var- gücüyle içe, öze yönelerek derinleşmesi ve yoğunlaşması, dış gerçeğin önemsiz görülmesine yol açmıştır.​
İki temel Hint felsefe öğretisi Upanişadların önemli olanlarında beliriyor: Atman ve Brahman öğretisi; genedoğum ve kurtuluş düşüncesi.​
a) Atman ve Brahman
Eski metinlerde de rastlanan Atman ve Brahman sözcüklerine Upanişadlarda büyük önem verilmiştir. Bu sözcüklerin çağrıştırdığı anlamların, savaşçılar kastı olan Kşatriya’ların toplum içinde Brahman rahiplerinden daha önemli oldukları bir dönemde gelişerek son biçimini aldığı ileri sürülmüştür. Eskiden «yakarış», «büyülü söz», sonra «kutlu bilgi»,(16) anlamlarına gelen «Brahman». uzun bir anlam değiştirme süreci sonunda «evrenin yaradılış ilkesi», «tüm evreni kapsayan» ve «her şeyin kaynağı ve barınağı olan» anlamında çok geniş bir kavram olmuştur. Eski bir metinde şunlar yazılı:​
"Evren başlangıçta baştan sona Brahman'dı. O tanrıları yarattı. Tanrıları yarattıktan sonra onları bu dünyaların başına dikti..." (17)​
Bir başka metinde de şu dizeleri buluyoruz:​
"O ağaç ki tahtasıdır Brahman Yer ve gök yapılmıştır hep ondan Bilgeler, duyun dinleyin beni:​
Brahman yüklenir taşır evreni!" (18)​
Köken olarak «yakarış» anlamına gelen bir sözcük nasıl olup da böyle her şeyi kavrayan bir ilke olmuş? (Dil tarihini ya da kökenbilimi (etimolojiyi) biraz incelemiş olanlar sözcüklerin anlam değişimini gösteren çok daha şaşırtıcı örnekler verebilirler.) Tanrıya yakaran bir kişi, yakarışıyla kendi isteğini, her şeyi kavrayan tanrı isteğine dönüştürmek istediğine göre bu sözcüğün anlamının nereden nereye kaydığını gösteren bir köprü kurulabilir ve Hintli düşünürlerin "Brahman her şeyin kaynağıdır" özdeyişine daha baştan nasıl ulaştıkları anlaşılır.​
Atman kavramı da uzun bir gelişme süreci sonunda yeni bir anlam boyutu kazanmıştır. Köken olarak önce olasılıkla «üfürük», «soluk, (nefes, Almanca: Atem, Atmen)» anlamına gelen «Atman» sonunda «özvarlık», «benliğin özü», «kendi başına oluş» gibi anlamlar kazanmıştır.(19) Atman kişiliğimizin en derin özüdür. İnsanı önce görünüşünü oluşturan kabuğundan soyarsak ve geriye kalan yaşam özü diyebileceğimiz kişilikten (buna «ruh» da diyebiliriz) yine bütün istekleri, duyguları, tutkuları çıkarırsak, işte o zaman, «Atman» kavramına, varlığımızın derinliğindeki o tutulamaz en derin öze ulaşırız ve buna «benlik» «öz», «ruh» gibi adlar verebilirsek de bu adlardan hiç biri «Atman» kavramının anlamını tam olarak karşılamaz. Genellikle daha eski dönemlerde tamamlanmış olan anlam gelişmelerinin ötesinde Upanişadlarda atılmış olan önemli adım, Brahman ve Atman'm bir olduğu gerçeğinin anlatılması ve şu denklemin kurulmasıdır: «Brahman = Atman».​
Bu durumda evrende yalnız bir-tek-gerçek öz olabilir. Ve bu, bütün evren söz konusu olduğunda Brahman, birer birer varlıklar söz konusu olduğunda Atman'dır. Evren Brahman'dır, Brahman ise gerçekte bizim içimizdeki Atman'dır. (20)​
Biz burada Aryaların dininin Sami ırkın dünyasında gelişen dinlere (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamlık) kesinkes karşıt bir görüş açısı getirdiğini görüyoruz: Sami dinler, Tanrıyı her şeyin üstünde, buyurucu, efendi olarak ve insanı da Tanrının kulu kölesi olarak görürlerken, Hintli her ikisinin de gerçekte bir olduğunu ileri sürer.(21)​
Evrenin anlamı, özü kendi özümüzün derinliklerindeyse ve buna özümüze dalarak, yoğunlaşarak ulaşabiliyorsak o zaman dış gerçeğin bilinmesi Hintli bilge için pek önem taşımaz. Ona göre, yer ve zaman içindeki nesneler dünyası gerçeğin kendisi olamaz, Atman değildir, yanıltıcı bir görüntüdür, gerçeğin örtüsüdür, düştür, Hintlilerin kullandığı kavramı kullanırsak, «maya»dır. Dış gerçeğin bilinmesi gerçek bilgi değildir, yalancı bilgidir. Özellikle varlığın pek çok biçimlerde, görülmesi maya' dır. Gerçekte yalnızca birlik vardır.​
"Şunu aklına sok: Çokluk gerçekte yok"(22) Bu durumda doğayı inceleyen, araştıran bilimlerin gelişmesi için hiç bir dürtü kalmıyor.​
"İnsan Atmanı tanımalı. Onu tanıyan evreni tanımış olur." Biraz önce kendisinden söz etmiş olduğumuz Yagnavalkya karısı Maitreyi ile konuşurken böyle diyor. "Kendi özünü gerçekten anlamalı, bunu sezebilmeli insan, Maitreyi. Kendi özünü görmüş, duymuş, anlamış, tanımış olan kimse evrendeki her şeyi bilmiş olur!"(23) Bu düşünceyi biraz daha açmak gerekir. Burada akla dayanarak öğrenmekle, düşünmekle gerçeğin anlaşı- lamayacağı düşüncesi beliriyor, - Upanişadlar'ın gizli öğretiler olarak ortaya çıkmış oldukları unutulmamalı.​
"Okuyup öğrenmekle Atman'a varılmaz, kitap bilgisiyle ve akılla oraya yol yoktur... Bir Brahman öğrenmek için çırpınmayı bırakmalı ve bir çocuk gibi olmalıdır... Gerçeği sözcükler söyleyemez, bunlar yalnız çeneyi yorar." (24) Gerçek akılla kavrana- maz, sözcüklere sığmaz, herkese de açık değildir. Seçilip yola girmiş olanlar bile ancak uzun bir yolculuk sonunda ona ulaşabilirler. Oruç, arınmak, susmak, düşünceyi içe doğru yoğunlaştırmak, özdenetim, dikkatin ve isteklerin dış dünyadan tümüyle çekilmesi - tüm bunlar maya'nın bütün aldatıcı görüntülerini aşarak kişinin kendi özüne, Atman'a varabilmesi için gerekli ön hazırlıklardır. Başarıya ve dünya zevklerine aldırmamak, gerçeği içte arayış uğruna kendini bile bile sıkıntılara sokmak, yani çile çekmek eğilimi Hintlilerde başka hiç bir halkta görülmemiş boyutlara varmıştır.​
Derin anlamlara ancak yaşam boyu süren bir gelişme sonunda ermek uygun görülmüştü. Son amaca yönelen kişinin her biri aşağı yukarı yirmi​
yıl süren dört aşamadan geçmesi gerekiyordu: Bu kişi, ilk aşamada seçtiği ve evine taşındığı bir öğretmenin gözetiminde bir «Brahmacarin» olarak Veda öğrenimine başlar. Saygı, çalışkanlık, doğruluk onun yükümlülükleridir. Eğitim sözlü olarak verildiğinden öğrencinin kutsal metinleri ezberlemesi gerekir - eski metinler yüzyıllarca bu yolla korunmuş ve kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.​
«Grihastha», aile reisi olarak bu kişi olgun bir adamın yaşamını yaşar, bir aile kurar, oğullarını ve kızlarını büyütür, yetiştirir ve ailesine karşı yükümlülüklerini yerine getirir.​
Üçüncü aşamada, oğulları büyüdükten sonra çoğunlukla eşiyle ormana çekilir ve bir «Vana- prastha» olarak dünyaya sırtını ve sonsuzluğa yüzünü çevirir.​
Son olarak da çok ileri bir yaşta bütün varlığını ve karısını bırakarak, her şeyi boşlar, dindar ve gezgin bir dilenci, «Sannyasi», (dünyadan geçmiş kişi) olarak, bilgeliğe ve öyle bir ruh durumuna ulaşmaya çalışır ki, en sonunda Brahman'a kavuşabilsin ve onda yok olabilsin.​
Bu en üst aşama yalnız Brahman kastına açıktı. Daha aşağıdaki kastlar genellikle aile reisi aşamasında kalırlardı. Brahman'ların kurduğu bu dört aşamalı yaşam düzeni toplum yaşamının gerçeklerini ve gereklerini göz önünde bulunduran ve Hindistan'da çok güçlü olan dünyadan kaçma eğilimini ve çileciliği bir ölçüde azaltan, yavaşlatan ve böylece toplumun düzeninin bozulmasını önleyen başarılı bir uygulama olarak değerlendirilebilir. Yalnız ileri yaşlardaki kimselerin, bir yurttaş ve ai-​
le reisi olarak yükümlülüklerini yerine getirdikten sonra öteki dünyaya yönelmek isteyebilmelerinin akıllıca bir önlem olduğunda kuşku yok. İleri yaşlarda olanların da dünyadan el etek çekmeye özen- dirilmesiyle günlük yaşamın ve ülke yönetiminin en verimli çağında bulunan kimselerin eline geçmesi sağlanmış olur.​
b) Genedoğum ve Kurtuluş
Şimdi, yukarıda söylenmiş olanlarla yakın ilişkisi bulunan ve Hint halkının din ve felsefesini o zamandan bugüne dek derinden etkilemiş ve biçimlemiş olan bir başka temel düşünceye, «genedoğum (ruhgöçü, reenkarnasyon)» ve «kurtuluş (moksha)» inancına bir göz atalım.​
İnsan öldükten sonra ne oluyor? "O zaman kalıcı bilgisi, işlerinin etkisi, özü onu bırakmaz.- Bir yaprağın ucuna kadar kendisini ite çeke ilerleyip, bir başka yaprağa geçen bir tırtıl gibi, kendi özümüz de bir bedenden çıkıp, kalıcı olmayan bilgiyi bırakıp büzüle süzüle bir başka bedene geçer, gene doğar. - Bir heykeltraş yıpranmış bir heykelin malzemesini alıp ona nasıl yeni, başka ve daha güzel bir biçim verirse, kendi özümüz de tıpkı böyle, bir bedenden sıyrılıp, gereksiz bilgiyi, birikimi atıp başka, yeni ve daha güzel bir biçime kavuşur. İnsanlar olsun... Tanrılar olsun... başka yaratıklar olsun hepsi için bu böyledir... Birinin özü ne ise, neden yapılmışsa, nasıl davranmışsa, nasıl olmuşsa ona göre yeniden biçimlenir, doğar. İyilik yapan iyi olarak doğar, kötülük yapan kötü olarak doğar,​
kutlu işler yapan kutlu kişi olur, uğursuz işler yapan uğursuz kişi olur." İşte, Yagnavalkya genedo- ğum öğretisini bize böyle açıklamıştır.(25)​
Yaşamındaki gelişmesine göre daha yüksek veya daha aşağı bir basamakta hep yeniden doğmak, bu yaşamın acı dolu olduğunu görmüş olan kişiye artık hiç çekici gelmeyebilir. Bu kişi artık iyi bir yaşam sürerek daha yüksek bir basamakta yeniden doğabilmek için değil, bu sürekli gidiş geliş döngüsünden, ölümle doğum arasındaki bu zincirden kurtulmak için uğraşır. Bu da Hintliler için kurtuluş demek olan mokşa dır. Etki tepki ilişkisi içindeki davranışlar (karma) yeniden doğuşu, yeni bir yaşamı hazırladığına göre, mokşa aynı zamanda kar- ma'dan, etki tepki zincirine bağımlılıktan da kurtulmak demektir. Kurtuluşa götüren yolu seçen kişinin dünya işlerini bırakarak bir köşeye çekilmesi, yaşama isteğini, nefsini körletmesi gereklidir.​
Kurtuluş için bu kadarı da yetmez. Ayrıca derin bir bilgi ve sezgi de ister. "Yalnız geçici olmayanı bilen kişi, kurtuluşa ulaşabilir."(26) Ve bu bilgi de Atmanla bir olmaktan başka bir şey değildir. Onun için şöyle denmiştir: "O benim özümdür, ben ondan ayrılarak yine ona, özüme kavuşacağım." (27) Atman içimizde olduğuna göre gerçekte kendimizi feda etmeye gerek yoktur, bunun niçin böyle olduğunu anlayabilmek yeterlidir:​
"Kim «aham Brahma asmi (ben Brahman'ım)» sözünün ne demek olduğunu anlamışsa artık kurtulmaz, çünkü o kişi çoktan kurtulmuştur: o kişi çokluktaki yanılgıyı görmüştür."(28) Yagnavalkya konuşmasını sürdürüyor, "İsteksiz olan, isteklerden arınmış olan, artık isteklere doymuş olan, isteğini kendi içine çevirmiş olan kişinin özü artık dolaşıp durmaz: çünkü o Brahman'dır, Brahman'ın içinde erimiş çözülmüştür." (29)​
Burada bilgi kurtarıcı güçtür. Biz Batılılar için kişiliğimiz öyle değerli bir şey ki, ruhumuza ölümsüzlük kazandırmışız, oysa Hintlilerin kurtuluş öğretisinde kişilik korunmuyor yoklukta eriyip gidiyor:​
"Akan ırmaklar denize kavuşunca nasıl yok olurlarsa, adlarını ve biçimlerini nasıl yitirirlerse, bilge kişi de onlar gibi yol alır, biçimden ve niteliklerden sıyrılarak, soyunarak her şeyin ötesinde olan tanrı bilgeliğine kavuşur, erer.”(30)​
c) Upanişad Öğretilerinin Önemi
Kuşbakışı bir göz atarak en belirgin çizgilerini belirlemeye çalıştığımız Upanişad öğretilerini değerlendirmeye kalkıştığımız zaman, bir düşüncenin bütün öteki ayrıntıların yanında parladığını görürüz: Tanrının ve kişinin özde bir olduğu düşüncesi.​
Bu düşünce üzerine ünlü İndoloji uzmanı, Paul Deussen şunları yazmıştır: "Gelecek zamanların felsefeleri hangi yeni ve daha gidilmemiş yollardan giderlerse gitsinler, şu düşüncenin hiç bir zaman göz ardı edilemeyeceği daha şimdiden kesinlikle bellidir: doğadaki nesnelerin özüne inildikçe, gerçek daha yakından anlaşıldıkça filozofun önünde giderek açılan çözülememiş büyük bilmecenin çözümü, eğer bulunacaksa, doğanın gizinin içeriden açıldığı, çözüldüğü yerde, yani içimizde bulunmalıdır."(31)​
Sezgiye dayanan bu tür düşüncelerin Batılı düşünürlere ilk bakışta sanıldığı kadar uzak olmadığını Goethe nin şu dizelerinden de anlıyoruz:​
"Şaka sanmayın bu sözü:​
Sürdüğünüz iz yanlış iz!​
Değil mi doğanın özü İnsanın gönlündeki giz?*​
(*) "Ihr folget falscher Spur,​
Denkt nicht, wir scherzen!​
Ist nicht der Kern der Natur Menschen im Herzen?"​
Kaynak: İlkçağ Felsefesi / H. J. Störig​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst