1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
soyut-dusunce-768x432.jpg
Geleneksel toplumun basit düşünsel araçları ve diğer sistemleriyle, modern dünyanın karmaşık, çok boyutlu, hızla değişen sistemlerini kavramalıyız.​
Önce birkaç küçük soru: Siz hiç İngiltere’de futbolla, Amerika’da basketbolla, Fransa’da peynirle ya da şarapla ilgili kitap bulamayacağınızı düşünür müsünüz? Bu ülkelerde bu kitaplardan yüzlercesini bulabileceğinize eminsinizdir haklı olarak. Peki siz Türkiye’de güreşle ya da halk oyunlarıyla ilgili yeterince kitap bulabileceğinizi sanıyor musunuz? Hani güreş, bin yıllardan gelen ata sporumuzdu, hani halk oyunu ekiplerimiz dünya şampiyonuydu? Bir örnek daha: Bizde geleneksel çocuk oyunları konusunda yüzlerce çalışma vardır, ama çağdaş yorumlar içeren sistematik eser sayısı yok denecek kadar azdır. Bunları sıradan bir ilgisizlik, toplumsal bir beceriksizlik ya da okuma-yazma kültürü eksikliği olarak açıklayabilirsiniz. Oysa bunun ardında daha ciddi bir sorun var gibi görünüyor bana: Düşünce yapısındaki bir gelişmemişlik.​
Shakespeare ‘ i ya da Goethe ‘yi yüzyıllardır yaşatan sadece onların büyüklüğü değildir, bu zenginliği durmadan yeniden yorumlayan düşünce yapısıdır aynı zamanda. Siz Yunus Emre deyince sevgi, Mevlana deyince hoşgörü sözcüklerinden daha fazlasını hatırlıyor musunuz, Yunus ya da Mevlana yorumu olarak? Birkaç yıl önce Konya’dan, adı Mevlana’ya göre kadın ya da aşk ya da benzeri bir şey olan bir kitap almıştım. Kitabın bütün yaptığı Mevlana’nın bu konulardaki sözlerini derleyip art arda sıralamaktan ibaretti. Yani “yorum yok” tu. Neden yok? Çünkü büyük olasılıkla bizim bu yorumu yapabilecek zihinsel yapılarımız yok. Psikoloji diliyle söylersek, bilişsel gelişimimiz bu tür sistematik, kapsamlı, derinliğine yorumları yapabilecek düzeye ulaşmamış. Felsefeyi sevmediğimiz için (“felsefe yapma!”) bu tür yorumları yapamayışımız da aynı nedene bağlı: Soyut düşünceden yoksun olmak. Psikoloji diliyle söylersek, soyut düşünce evresine geçmemiş olmak.​
Soyut (aslında “formel”) düşüncenin nasıl bir şey olduğunu açıklamadan önce, ondan bir önceki evrenin adını koyalım: Somut düşünce. Adı üstünde, somut olana, şimdi ve burada olana dayalı bir düşünme türü. Bu demektir ki, somut evredeki bir kişi fiziksel gerçeklikten sıyrılamaz, somut olarak varolmayan şeyler üzerinde akıl yürütemez, yani kuram kuramaz, felsefe yapamaz.​
Geleneksel düşünce yapıları
Oyuncak Müzesi için Anadolu’yu gezdiğim yıllarda Çorum yöresinde ormanlık bir dağ köyünde köylülerin uzun geçen karlı kış günlerinde ocak başında tahta oyuncak yaparak oyalandıklarını öğrenmiş, oyuncağın anavatanı olan Almanya’da da oyuncak üretiminin tıpatıp aynı koşullarda doğduğunu anımsamıştım. Ama bir farkla: Almanya’da köylülerin basit üretimini daha sonra Avrupa çapında bir sanayiye dönüştüren etkenlerin başında 18. yüzyılın çocuk anlayışı ve eğitim felsefesi geliyordu. Yani somut bir uğraş soyut bir düşünce yapısıyla bütünleşmişti. İstanbul’da Türk oyuncak sanayiinin tarihini araştırmaya çalışırken bizim üreticilerimizin çok zor koşullarda harikalar yarattıklarını görmüştüm; ama hepsi Avrupa ürünlerinin taklidi olan harikalar. Bir adım daha atıp özgün eserler yaratamıyorlardı; çünkü pratikteki bütün becerilerine karşın kuramsal bilgilere sahip değillerdi, deneyimlerini soyut düzeye aktarıp orada sistemleştirme olanağından yoksunlardı. Oyuncağın tarihini hiç merak etmemişlerdi, psikolojideki, antropolojideki yerini bilmiyorlardı. Oyuncağın eğitsel işlevleri hakkında düşünmüşlerdi olsa olsa, bu da birkaç cümleyle özetlenebilecek düşünce kıpırtılarından ibaretti. Belki bu kuramsal bilgi ve düşünce eksiklikleri yüzünden yaratıcılıkları özgün olamıyor, pratik çözümlerle, taklitçi buluşlarla sınırlı kalıyordu. (İçlerinde üniversite bitirmiş ya da yabancı dil bilen birkaçının farklılığı hemen belli oluyordu.)​
Oyuncak sanayiinde böyle de, oyun kültüründe farklı mı? Ülkemizde çok zengin bir oyun kültürü olduğu hep söylenegelir, hem çocuk oyunları alanında, hem halk oyunları alanında. Ama çocuk oyunları alanındaki araştırmaların hepsi “derleme” niteliğindedir, çağdaş oyun kuramlarıyla hiçbir bağlantıları kurulmamıştır (oyun kültürümüzün zenginliğiyle öğünenlerin bu yoksulluğun hesabını da vermeleri gerekmez mi?). Öte yandan, dünya birincisi olan halk oyunlarımızın sadece “otantik” dalda birincilik aldığını, “stilize” dalda adının bile geçmediğini öğrenince hiç şaşırmadım. Stilize etmek yeniden yorumlamak demektir, bu da yaratıcılık gerektirir.​
Birkaç yıl önce gazetelerde Fransız çobanlarının bizim çobanlarımızı eğitmek için Türkiye’ye geldiklerini okumuştum. Bu yakınlarda -ne tesadüf- yine Fransız nalbantların bizimkileri eğitmek için geldiklerini televizyon haberlerinden öğrendim. Fransız çobanlarının ya da nalbantlarının bizdekilerden farkı ya da üstünlüğü neydi dersiniz? Televizyon habercisi yerli bir nalbanta Fransız meslektaşının ayda bir milyar kazandığını, onun kazancının ne kadar olduğunu soruyordu (magazin gazeteciliği ya da somut düşünme eğilimiyle); aradaki asıl farkın ne olduğunu merak etmiyordu. Aradaki fark büyük olasılıkla bilgi farkıydı, ama daha da önemlisi düşünme farkıydı. Bizim insanımız yeni bilgi talep etmiyordu, bilgiyi soyut düzeye taşımıyordu, dolayısıyla meslekte hiçbir ilerleme sağlamıyordu.​
Deprem felâketi sırasında iki olgu hepimizin dikkatini çekti: Örgütlenme yetersizliğimiz, bilimsel yaklaşım eksiğimiz (bu ikisinin birbirine alttan alta bağlı olduğunu kim yadsıyabilir?). Örgütlenmede yetersizdik, felâketin altından eş-dost yardımıyla kalkmaya çalışıyorduk, özellikle başlarda. Ama asıl felaket olguları açıklamakta ve çözmekte hâlâ bilime dayanmaktan uzak oluşumuzdu, hem başlarda hem sonraları. Bilim olmadan bu işin altından kalkamayacağımızı şimdi şimdi anlıyoruz.​
Geniş kitlelerin bilimsel bir dünya görüşüne ve akılcı yaklaşıma sahip olmayışının bu ne ilk örneği, ne de sonuncusu. Yıllar önce yine bu gazetede yayınlanmış bir gözlemi hiç unutmuyorum: Zamanın büyükşehir belediyesinin itfaiye müdürü, İstanbul’daki bütün okullara mektup yazarak öğrencilerine yangın eğitimi verebileceklerini söyler, taleplerini bekler. Okulların büyük çoğunluğu ya hiç yanıt vermez, ya da teşekkür edip geçiştirir. Ama -şimdi sıkı durun- kentteki bütün gayrimüslim okulları olumlu yanıt verir, gelmelerini ve öğrencilerini eğitmelerini isterler. Dünyaya bilimsel bakmayan ve bunun araçlarını talep etmeyen bir toplum oluşumuzun bundan daha çarpıcı bir örneği olabilir mi? Almanya’dan oyuncak, Fransa’dan çobanlık, Japonya’dan deprem eğitimi almak zorunda kalışımızın temelinde sadece bilgi eksikliği yok, bilgiyi talep etme isteksizliği, bilgi hırsı yokluğu, bilgiye götüren anlayış eksikliği de var. Yüzyıllar boyunca yangın felâketi yaşamış bir İstanbul’da itfaiyeciliğin pratikleri kadar kuramları ve felsefeleri de üretilmiş olmalıydı. Depremin konuşulduğu bir oturumda bir bilim adamımız bizim şimdi bir “kırılma kuramı”na gereksinmemiz var demişti.​
Bir kuram soyut bir yapıdır. Oysa geleneksel toplumlar somut yapılarla yaşarlar, yaşadıklarını soyut sistemlere dönüştürme gereksinmesini duymazlar. Gündelik yaşamın somut sorunları yine somut yollarla ve hemen çözülür; daha geniş yorumlara, ileriye yönelik akılyürütmelere gerek kalmaz. Kısa vadeli çözümler yeğlenir, geleceğe bakmak akla gelmez. Böylece İstanbul’un yangınları, depremleri hiç ders alınmadan tarih boyunca “tekerrür” edip durur. Ders çıkarmak soyut düşünmektir, o da her işini somut düzlemde çözenlerde bulunmaz. Aziz Nesin Türk halkının yüzde altmışının aptal olduğunu söylerken bu tür gözlemlerden hareket ediyordu (ama zekâya niceliksel yaklaşımla niteliksel yaklaşımın farkını bilmediği için gözlemini iyi açıklayamıyordu; çünkü burada sorun zekânın niceliğinde değil, düşüncenin yapısında odaklanıyor). Ankara’nın bir orta sınıf semtiyle bir gecekondu semtinin okullarına bilişsel gelişim testi uygulayan bir doktora öğrencimin tepkisini hiç unutmuyorum: Aziz Nesin az bile söylemiş hocam demişti. Çünkü soyut düşünce puanları gecekondu semtinde neredeyse sıfırdı, orta sınıf semtinde bile oldukça az çıkmıştı; çoğunluk ara evrede sıkışıp kalmıştı. Bunun sorumlusu elbette halk değildir, düpedüz kültür ortamı ve eğitim sistemidir. Soyut düşünme yeteneği büyük ölçüde uygun kültür ve eğitim koşullarında kazanılır.​
Bilimi yapan düşünce
O halde soyut düşünme nedir? Bilişsel gelişim kuramcılarına göre soyut düşünmenin temel özellikleri varsayımlarla akıl yürütme ve olasılıkları dikkate almadır. Bir sorunu doğrudan gözlemlenebilen verilerle düşünen çocuklara karşılık, soyut düşünme yapılarına sahip olan ergenler aynı sorunu olasılıklar bağlamında düşünebilmektedirler. Soyut/formel düşüncenin en ayırt edici özelliği işte bu olasılık yaklaşımıdır (olasılık deyip geçmeyin; “mutlak” olandan “muhtemel” olana geçmek zihinsel bir devrimdir). Olasılık anlayışını ölçmek için geliştirilen bir ölçekte şu tür sorular yer almaktadır: İtalya’da çok değerli resimler, heykeller bulunmaktadır. Dünyanın her yerinden insanların görmek istediği bu sanat eserlerini korumak gerekmektedir. Floransa’da son zamanlardaki seller bu eşsiz eserlerin çoğuna zarar vermiştir. Deneklere İtalyanların bu eserlerin zarar görmesinden dolayı suçlu sayılıp sayılmayacakları sorulmuştur. Somut düzeyde düşünen çocuklar hayır demişlerdir, suçlu olan hava ve yağmurdur (yani “takdir-i ilahi”). Soyut düzeyde düşünen ergenler ise eserleri sellerden korunabilecek şekilde saklayamayan İtalyanları (yani olasılıkları düşünmeyen insanları) sorumlu bulmuşlardır. Yoruma gerek var mı?​
Soyut düşünme; varsayımlar geliştiren, olasılıkları dikkate alan, zaman perspektivine sahip olan, önermeler mantığını kullanan, işlemler üzerinde işlem yapan, sistematik olan bir düşünme biçimidir. Bu özellikler de gösteriyor ki, soyut/formel düşünce bilimi yapan ve bilimsel bilgiyi anlamamızı sağlayan bir düşünme yoludur. Bilimsel kavramların anlaşılması soyut düşünce yapılarını gerektirmektedir. Soyut düşüncede başarılı olanların bilimsel ilgileri de yüksek bulunmuştur. Başka bir deyişle, bilime ilgi duymak ve bilimsel bilgiyi talep etmek soyut düşüncenin varlığını gerektirmektedir. O halde bir toplumun bilgi ya da bilim toplumu olabilmesi insanlarının çoğunun soyut düşünme gelişimini göstermesine bağlıdır. Alt sosyoekonomik düzey, kırsal çevre kültürü, otoriteryen ilişkiler, ezberci eğitim sistemi, yaratıcılıktan yoksun müfredat programları soyut düşünceyi desteklemez. Böyle bir kültür ve eğitim ortamında yetişen insanlar da kaçınılmaz biçimde soyut düşünceden uzak, dolayısıyla bilime yabancı kalırlar.​
Gelişmenin yönü
Bütün gelişmeler basitten karmaşığa, somuttan soyuta, bağımlılıktan bağımsızlığa, yerelden evrensele doğrudur. Ahlâk gelişiminde de öyle. Ahlâk gelişiminde en üst düzey ahlaki düşünceye evrensel ilkelerin rehberlik ettiği düzeydir. Ahlâkın felsefi bir yapı içerdiği düzeydir bu, dolayısıyla yetkin bir soyut düşünceye dayanır. Ahlâkın bu en yüksek düzeyinde temel ilke “yaşamın değeri”dir ve bu değer bütün değerlerin önündedir. Dolayısıyla insanın varlığına hiçbir gerekçeyle, hiçbir inanç ya da ideal uğruna kıyılamaz. Yaşamı böylesine korunması gereken insan da artık tek boyutlu, basit, dümdüz, sığ, çelişkisiz, çatışmasız bir varlık olarak görülemez. Televizyondaki “din ve ahlak” saatlerinden birinde ilahiyatçı bir öğretim üyesinin şöyle dediğini duyunca kanım donmuştu: Bir insan ya iyidir ya kötüdür, hem iyi hem kötü olamaz! (İnsan bunun ardından ister istemez “katli vaciptir” sözünün gelmesini bekliyor.)​
İnsan asıl hem iyi hem kötü olduğu zaman insandır. İnsanın çelişkiler barındıran bir varlık olduğunu kavrayabilmek için de üst düzeyde soyut düşünme yeteneği gerekmektedir. Ayrıca soyut düşünme gelişirken insanın kişilik yapısının da geliştiğini unutmamak gerekir; bu bağlamda insanın kendini algılayışından ahlak anlayışına kadar pek çok şey de değişmekte ve gelişmektedir. Bazı araştırmacılara göre soyut akıl yürütmenin en ileri aşamasında diyalektik düşünce söz konusudur. Artık düz mantık her şey demek değildir, yaşamın bütün sorunlarında tek ve doğru çözümü gösteremez. Yaşamdaki belirsizlikler, çelişkiler, iki anlamlılıklar ancak diyalektik düşünme yoluyla kavranabilir. Diyalektik bakış dünyayı, toplumsal ve siyasal sistemleri, kişilerarası ilişkileri ve bütün bunlardaki değişimleri ve evrimi kavramamızı sağlar. Her türlü bilginin göreli olduğunu, çelişkinin gerçekliğin en temel özelliği olduğunu, insanın da bir çelişkiler yumağı olduğunu diyalektik yaklaşımla kavrarız. Yaşam deneyiminin kişiye kazandırdığı bilgelik diyalektik düşüncede yansır, ama diyalektik düşünme düzeyine ulaşabilmek için de soyut düşünme yeterliğine sahip olmak zorunludur.​
Laikliği anlamak ve benimsemek
Formel ve/veya diyalektik düşünme, matematiği, fiziği, biyolojiyi, ama aynı zamanda insanı, ahlakı, dini, laikliği derinliğine anlamamızı sağlayan düşünce yapısıdır. İçinde barındırdığı sentez nedeniyle özellikle laikliği. Bu topluma laiklikle ilgili üç büyük yalan söylenmektedir: Kişinin değil devletin laik olduğu, İslamın laiklikle bağdaşmadığı, laikliğin dinsizlik olduğu. Üçü de yanlış olan bu önermelerin sonuncusu en çok istismar aracı olanıdır. Bir insanın laik ise dindar olamayacağı, dindar ise laik olamayacağı sık sık söylenmektedir. İnsanın hem inançlı hem laik olabileceği akıllarına sığmamaktadır. Bir insanın ahlaklı olmak için ille de dindar olmasının gerekmediğini kavrayamadıkları gibi. Her dinin bir ahlak sistemi olduğunu, ama her ahlak sisteminin dinsel olması gerekmediğini bilmedikleri gibi. Bugünün laik batı bilimini yaratan birçok bilim adamının koyu dindar olduğunu tarihten öğrenmedikleri gibi. İşte bu sentezi kavrayabilmek için de soyut düşünme düzeyine ulaşmış olmak gerekmektedir. Geniş kitlelerin hâlâ somut düzeyde düşündüğü toplumlarda bilimi anlamak ve istemek de çok güçtür, laikliği kavramak ve benimsemek de. Laiklik sadece demokrasinin değil bilimin de olmazsa olmaz koşuludur. Adının önünde akademik ünvanlar olan kişilerin laikliğe karşı, şeriattan yana olduklarını söyleyebildikleri bir toplumda, yalnız sokaktaki eğitimsiz insanların değil üniversitedeki kimi öğretim üyelerinin de düşünce düzeyinden kuşku duymak yanlış olmayacaktır.​
Evreni, dünyayı, toplumu, insanı, yaşamı kavrayabilmek için gelişmiş düşünce yapılarına gereksinmemiz var. Geleneksel toplumun basit düşünsel araçlarıyla ve değer sistemleriyle modern dünyanın karmaşık, çok boyutlu, hızla değişen sistemlerini kavrayamayız. Toplumumuzda daha fazla insanın daha gelişmiş zihinsel araçlarla düşünebilmesinin yollarını aramamız gerekmektedir. Araştırmalar uygun eğitim programlarının soyut düşünmeyi geliştirebileceğini göstermektedir. Daha çok insanın bilim yaptığı, bilimsel bilgiyi daha çok insanın istediği bir toplum olmak istiyorsak bu olanağı biz de kullanmak zorundayız. Bütün sorun, kültür ve eğitim ortamımızı bu amaç çevresinde örgütlemek ve zenginleştirmektir. (Tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında yapıldığı gibi.)​
Son birkaç söz. Bu yazıyı kaleme alırken bazı kaygılarım vardı. Bütün açıklamaların temeline düşünsel yapıları koyarak “psikolojizm” yapmakla, bilişsel gelişim kuramına yöneltilen eleştirileri dikkate almamakla suçlanmak gibi. Somut düşüncenin gündelik yaşam için önemini gözardı etmekle eleştirilmek gibi. Bu konuların da elbette farkında olduğumu söyleyebilirim. Ama düşünce yapılarını, süreçlerini araştırmayı ve geliştirmeyi genellikle ihmal etmiş bir toplumda yaşamak bunların vurgulanmasını gerektiriyordu. Bir toplum en öğündüğü değerler, en acı çektiği felâketler konusunda bile bilimsel yorumlar üretemiyorsa bu sorunun altını kalın kalın çizmekte yarar var demektir.​
*A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi.​
Yayınlandığı yer: Cumhuriyet Bilim Teknik, 9 Eylül 2000.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst