Samuel BeckettSamuel Beckett (1906 - 1989), oyunlarında ve romanlarında biçimsel deney yöntemini kullanarak, modem yaşamın anlamsızlığını, umutsuzluğunu ve sonsuz gecikmişliğini tasvir etmesiyle bilinen, modernistlerin en sonuncusu, ilk postmodernist ya da postmodern modernist olarak nitelenen, absürd (saçma) tiyatronun öncülerinden kabul edilen, 20. yüzyılın en önemli figürlerinden biridir.

Hayatı ve Eserleri

Samuel Beckett 13 Nisan 1906'da orta sınıf Protestan bir ailenin çocuğu olarak Dublin'de doğmuştur. Beckett, 14 yaşına basınca, bir zamanlar Oscar Wilde'in da okuduğu, Kral I. James tarafından Enniskillen'de kurulan Portora Royal School'a gönderilir. Portora'dan 1923'de ayrılarak, Dublin Üniversitesindeki Trinity College'e girer. Burada Fransızca ve İtalyanca öğrenimi gören Beckett, 1927'de Trinity College'in Roman Dilleri'nden mezun olur. 1928'de Paris'teki Ecole Normale Superieure'de İngilizce okutmanı olur. Burada James Joyce ile tanışan Beckett bu yıllarda, Joyce'un ilerde Finnegan's Wake adıyla yayımlanacak romanının bir bölümünü çevirmeye başlar. Bu dönemde Joyce, Proust, Descartes, Schopenhauer ve Berkeley'in düşünceleri Beckett'te derin izler bırakır. 1930'da Roman Dilleri yardımcı profesörü olarak Trinity College'e çağrılır, aynı yıl Whoroscope adlı bir şiiri yayımlanır. Yine bu yılda, Paris'teyken Proust üzerine yazdığı bir denemesi, Londralı bir yayıncının tavsiyesiyle basılan Beckett, üniversiteden ayrıldıktan sonra, 1932-1937 yılları arasında Londra'da yaşar. Bu dönemde yazdığı öykülerden oluşan ve hayli süslü üslubu da Joyce'un etkisini yansıtan More Pricks Than Kicks [Aşksız Birleşmeler] 1934'te, Echo's Bones [Yankının Kemikleri] adlı bir şiir kitabı 1935'te, özgürlük özlemi ve kendi yaşamını sürdürme isteğinden doğan Murphy adlı kitabı ise, 1938'te Londra'da yayımlanır.

1937'de Paris'e dönen Beckett, II. Dünya Savaşı sırasında Fransız direniş grubuna katılır. 1942'de Gestapo'dan kurtulmak için Fransa'nın güneyine Vacluse'e kaçarak, burada iki yıl çiftlik işlerinde çalışır, bir yandan da Watt adlı romanını yazar. 1945'de, savaş sona erince İrlanda'ya giderek bir Kızılhaç birliğine gönüllü üye olur, ama kısa bir süre sonra yeniden Paris'e döner. Bu yerleşme Beckett'in edebiyat hayatına da olağanüstü verimlilik katmıştır.

Nitekim, Beckett, beş pi içinde Eleutheria, Waiting for Godot [Godot'yu Beklerken], Endgame [Oyun Sonu] adlı piyesleri ve Mercier et Camier, Molloy, Malone Dies [Malone Ölüyor], The Unnamable [Adlandırılmayan] adlı romanlarını yazar. Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılmayan, kimilerinin Beckett'in en önemli yapıtları olarak gördüğü bu Üçleme, varolduklarının tek kanıtı ağız ve zihinleri olan, sessizliğe ve hiçliğe katlanabilmek için uzun hikâyeler uyduran ve uzun monologlara giren anlatıcılarıyla dikkat çeker. 1952'de kitap olarak yayımlanan Godot'yu Beklerken, Ocak 1953'te Paris'te Theatre Babyloue'da ilk kez temsili olarak sahnelenmiştir. Daha sonra dünyanın belli başlı dillerine çevrilerek, farklı ülkelerde bir milyondan fazla seyirci çeken ve Beckett'i dünya çapında üne kavuşturan bu piyes dışında, yapıtlarının çoğu Fransızca yazılmıştır. Beckett bu konuda "Fransızca ile üslup yapmadan yazmak daha kolaydır" der. Yine Fransızca yazışı üzerine Herbert Blau'a, bunun birkaçış olduğunu, kendisinde sevmediği bir şeyler bulunduğunu, Fransızca'nın ise bunu az çok düzelttiğini bildirir.

1966'dan sonra oyunlarının bir çoğunu, dünyanın çeşitli ülkelerinde kendisi sahneleyen Beckett, 1969'da kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülünü kabul etmekle birlikte, konuşma yapmak için Stockholm'e gitmek yerine, kazandığı parayla Tunus'a tatile gitmiştir. 1938'de tanışıp daha sonra evlendiği Suzanne Dumesnil ile birlikte, ölümüne kadar Paris'te yaşayan Beckett, 22 Aralık 1989'da Paris'te ölür.

Görüşleri

Beckett, düşüncelerinin edebiyat, psikoloji ve felsefe akımlarına dahil edilerek sınırlandırılmasına karşı çıkar. Her ne kadar sınırlanmaya tepki duymuş ve kendine özgü bir felsefe sistemi oluşturmamışsa da, yapıtlarının şifresini kırmaya yönelik çağdaş yorumlar, onları, genellikle Hıristiyanlık bağlamında dinle; Fransız rasyonalizmiyle (özelde Descartes); İngiliz empirisizmiyle (özelde Berkeley); varoluşçulukla (Nietzsche, Heidegger, Camus, Sartre); absürd tiyatro ve postmodernizmle ilişkilendirerek kavramaya çalışır. Onun yaşadığı dönem de göz önünde bulundurulduğunda, bu saptamalardaki haklılık payı bir hayli yüksektir.

Sorunsal: Beckett'in yaşadığı dönem, Aydınlanma çağı ile başlayan ve 1880'lerde Nietzsche'nin "Tanrı'nın ölümü" iddiasını ortaya koymasına yol açan dinî inancın söndüğü, Birinci Dünya Savaşı'nın etkisiyle toplumsal gelişimin kaçınılmazlığına olan inancın çöktüğü, Stalin'in Sovyetler Birliği'ni baskıcı bir diktatörlüğe dönüştürmesinden sonra Marx'in öngördüğü köktenci toplumsal devrim umutlarının yitirildiği, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Hitler'in Avrupa'ya hükmederken uyguladığı barbarlık, kitle soykırımı ve savaşın ertesinde Batı Avrupa ve ABD gibi zengin toplumların içine düştüğü manevî bunalımların filizlendiği bir dönemdir. Birçok duyarlı insan için, 20. yüzyıla damgasını vuran bu sarsıcı bireysel ve toplumsal değişiklikler içerisinde önceden kesinlik taşıyan kavramlar çözülüp dağılır, umut ve iyimserliğin en sağlam kaleleri düşer. İnsanoğlu birdenbire kendisini ürkütücü ve mantıksız, tek sözcükle saçma bir evren ile yüz yüze bulur. Umudun bütün dayanakları, ve mutlak anlamın bütün açıklamaları birdenbire maskelerinden sıyrılıp ıslık çalan anlamsız hayallere, boş dedikodulara dönüşür. Böylesi bir anlamsızlık ve çöküş duygusunun yoğun bir şekilde yaşandığı iklim edebiyatı, sosyolojiyi, psikolojiyi, felsefeyi kısacası, bütün sosyal disiplinleri derin bir şekilde etkilemiştir. Artık yeryüzünde çözümlenmesi gereken tek sorun, "insan" sorunuydu ve bu soruna bağlı olarak dünyanın anlamlılığı, geleceğin elle tutulurluğu ve güvenirliği, insanın yok oluş sürecinin yarattığı şaşkınlık gibi sorunları da yedeğine alarak ilerleyen varoluşçuluk ve absürd tiyatro geleneği, bu tarihsel kesite hakim olan başlıca akımlar oldu.

Beckett'in içinde doğduğu ve yaşadığı bu olumsuz ortam, döneminin düşün ve edebiyat hareketleri ve çok genç yaşta kazandığı aydın kişi duyarlılığı, onun, dünya ve insan karşısındaki tutumunu ve yapıtlarının dokusunu belirleyen etkenlerdir. Nitekim 20. yüzyılda doğmuş, yaşamış ve 'Altın çağ' diye lanse edilen bu tarihsel kesitin yüzeysel parıltılarının ardındaki "çıplak" gerçeği görmüş olan Beckett, ölmeye yazgılı olan insanın trajik yüzünü betimleyen söylemiyle ve mekânzaman sınırlarını aşarak tüm mekânzaman'ları kucaklayan yapıtlarıyla döneminin bir kırılma noktasıdır. O, geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış, geleceğin değerlerini yaratamayan, yaşadığı ve anlayamadığı dünya'nın karmaşası içinde edilgen bir konuma itilmiş, bir yandan da, hem "dünya" denen toplumsal olgunun vazgeçilmez "varlığı" olmanın, hem de yeryüzündeki tüm yaratıklar gibi "ölüm"e yazgılı oluşunun ikilemini, sonsuz bir tedirginlik içinde yaşayan insan adına dile getirilmiş amansız bir başkaldırının yazarıdır.

Beckett için başkaldırı, insan yaşamının anlamlı olduğu yanılgısını uyandıran olguların olumsuzlanmasıyla dile gelir ve "hiçbir yerdelik" (kaos) izlenimi veren 20. yüzyılın kurmaca serüveninden, Yunan mitologyasına dönüşü evetleyen bir anlayışla örtüşür. Beckett bir anlamda, insanın mitologyasının başlangıcı olan kaos'la, -insan tarafından oluşturulmuşkaos arasında yaşadığı serüvenin mirini yazmıştır. Yani, "ilkel" denen insanın varoluşunun gizini araştırma yolunda oluşturduğu mitlerle, "uygar" denen insanın aynı yaklaşımla ürettiği "edebiyat"ın buluştuğu noktada belirlenen Beckett'in söylemi, "uygar" denen insanla "ilkel" denen insanın kaygılarını ve bu kaygıları anlatma biçimini buluşturur.

The Contemporary English Novel adlı yapıtında Frederick K. Karl, Beckett'in düşünce yönünden İngiliz rasyonalizmini ve mantığını açıkça reddedip, bunun yerine Descartes'm zihin ve beden ikiliğini kabul ettiğini, edebî yönden ise, son yüzyılın İngiliz romancılarından çok Proust, Sartre, Camus gibi deneysel yazarlara yakın durduğunu söyler. Dolayısıyla Beckett'in, Kartezyen rasyonalizm ve başta Heidegger, Camus, Sartre olmak üzere varoluşçu gelenekle yer yer örtüşen yapıtlarına, "ele aldığı konular" (absürd, bilinç, Tanrı, dil), "kahramanlarının özellikleri" ve "postmodern izlekler" olmak üzere üç açıdan bakmak mümkündür.

Saçma ve Başkaldırı: Beckett'in yapıtlarındaki kahramanların ruhsal ve fizikî durumunu "absürd" açısından incelediğimizde karşımıza bıkkınlık, bekleyiş, kötürümlük, yalnızlık, sessizlik, insan varoluşunun yerini belleğin alması, yarıya gömülmüş tam hareketsizlik halleri ile örülmüş bir dünya çıkar. Beckett'in nihilistik bir anlayışla kodladığı yapıtları, aynı zamanda onun yaşama ve topluma ilişkin düşüncelerinin de bir izdüşümüdür. O, yapıtlarında yaşamı, yani toplumu, insanın her türlü anlam ve ufuktan yoksun, umutsuz bir yalnızlaşma ve yabancılaşma içinde kendi varlığını taşımak zorunda kaldığı bir yer olarak ortaya koyar. Böyle bir dünyada zamanla varoluşlarını yitirme kaygısı taşıyan kahramanların kaybolan fırsatlar, kendilerine kabul ettirilmiş ilişkiler, kendilerine işkence için ansızın ortaya çıkan işler, aileler ve yabancılar zinciriyle boğuştuğunu görürüz. Bu boğuşmalar ve mücadeleler esnasında kahramanlar kendi küçük umutlarıyla ulaştıkları hedefin daha da küçük oluşu arasındaki absürd ayırımın farkına varırlar. Burada absürd'ün kullanılışı, Beckett ve Camus için de, varlığı keşfetme yolunda doğaüstü bir araçtır. Yani, absürd bu iki düşünür için de rahatlama değil, bir çıkış noktası, bir başkaldırıdır.

Beckett'in en ünlü yapıtlarından Godot'yu Beklerken'i İncelediğimizde, bu kez de Heidegger'in düşünceleri üzerine inşâ edilen bir örgüyle karşılaşırız. Heidegger'in "Goworjenheit" -insanın evrene fırlatılmışlığı— düşüncesi üzerine temellendirilen oyunda, Vladimir'in Godot'yu bekleme süreci içinde ortaya koyduğu iki temel düşünsel eylem vardır. İlki, insanın "varoluş"unun bir anlam taşıyıp taşımadığı, insanın "ben" diyebileceği bir "öz"e sahip olup olmadığıdır; ikincisi ise, insan için "kurtuluş" olasılığının bulunup bulunmadığıdır. İnsanın varoluşunu dolduran bir "öz"ün olup olmadığı sorusu, oyun boyunca olumsuzlanır ve Vladimir'in "varoluşundan duyduğu kuşku, ortada hiçbir tanık olmadığı için giderilemez. Vladimir'in "varohış"u dolduran bir "ben" olduğunu kanıtlama yolundaki çabası, "dil" yoluyla da boşa çıkarılır. Yapılan her tartışma bir kısır döngü içinde gelişir ve varoluş'un "anlamı"na ilişkin hiçbir somut kanıt bulunamadan noktalanır. Beckett'in burada söylemek istediği şudur: Eğer "var"sak, başkalarının zihninde, onlarla olan ilişkilerimizle ve onlar üstünde yaptığımız etkiyle "var"ızdır. Ancak yaşamımızın bir aşamasında başkalarının bizi görmediğinin bilincine varırız. Bu durumda varolduğumuzdan nasıl emin olabiliriz? Böylece Beckett, Descartes'ın düz mantığını bir ikileme dönüştürür ve "Düşünüyorum, demek ki varım" saptamasını, "Düşünüyorum, ama var mıyım?" sorusuyla tersten okumaya çalışır.

Bilinç: Beckett düşüncesinin anahtar koşullarından olan "bilinç", iletişimin olanaksızlığı ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında, yaşamın anlamsızlığına karşı direnen tek gerçektir. O, bilinç'e bakışını özellikle bilinç akışı tekniğini ve bilinç oyunlarını kullanarak yazdığı Üçleme adlı yapıtında temellendirir. Beckett, Üçleme'nin son kitabı Adlandırılamayan'da, anlatıcıyı, son aşamada kendisine "ben" demekten vazgeçen bir "ses"e dönüştürür. Kendi bilincinde olma eylemine tutsak olan anlatıcının zihni, kafatasından çıkan bir ses'e çekilirken, anlatıcı, önce toplumsal sistemin belirleyiciliğinden, sonra da bedensel işlevlerinden arındırılarak "saf bilince" indirgenir. Bilince indirgeme işlemini tamamlayan Beckett, toplumsal çevreyi yok ederek kişiyi yalnızlaştırır, bedensel yetenekleri de git gide törpüleyerek bedeni ortadan kaldırır ve böylece varlığını yazma, konuşma ya da düşünme yoluyla sürdürebilen bilinci, dilin tükendiği noktada varlık ve hiçlik arasındaki ince çizgiye çeker. Onun için bilinç, burada varlık durumlarının, düzenlemelerinin, ben-öteki ilişkisi koşullarının gözlemcisidir. Beckett'in, insanı, Kartezyen tanımla düşünen bir şey olarak görmesi ve bilginin yalnızca bilince özgü bulunduğunu kabul etmesi de, bu düşünceden doğar. Dış dünya ya da kısaca gerçeklik, Beckettçi bir algılayışla onu tanımlayanın duyarlığına göre değişik görünümlerde algılanır.

Tanrı: Beckett'in sorunlaştırdığı diğer bir konuda Tanrı problemidir. O, zaman zaman teolojiyle alay eder; ona göre, teoloji insanlarca kurulmuş olduğundan gülünçtür. Beckett Tanrı'yı bir tirana benzetir; Tanrı insanlara zulmeden birisidir ve keyfî hareket eder. Aslında o, aşkın bir varlığa, yani Tanrı'ya inanmak ister, ama bunu gerçekleştiremeyince de, kaçınılmaz bir biçimde insanların kapalı evrenine geri döner. Bundan dolayı Beckett, yaşam için karamsardır, ama buna rağmen inancını büsbütün yitirmemiştir. Ona göre insan, Tanrı'nın zulmüne ve yaşamın ızdırabına katlanamaz, ancak ızdırabını başkalarıyla paylaşırsa buna dayanabilir. Böylece Beckett, insan yaşamındaki tek doyurucu ilişkiyi Godot’yu Beklerken adlı yapıtında resmettiği gibi arkadaşlık/dostluk olarak gösterir. Burada kahramanlar kavgasını ve mücadelesini yapıtlarının anahtar kelimesi olan "belki" etrafında sürdürür ve karamsarlık iyimserlikle dengelenmeye çalışılır.

Dil: Beckett, kendisi için belki de en öncelikli problem olan "dil" konusunda, yazma uğraşındaki elitist tutumu nedeniyle dil kullanımına titizlikle önem veren Proust'tan daha ilk gençlik yıllarında etkilenmiştir. O, yazma serüvenini, Proust'un "büyük yazarlar hep aynı yapıtı yazıyor" ifadesinden hareketle dili yenileme yolunda yapılan bir çaba olarak değerlendirir. Beckett öncelikle, anlam iletmenin tanımlanmış aracı olan dilin, giderek anlamsızlaşan fosilleşmiş kalıplarına saldırır ve iletişim yollarının tıkandığı, dünyanın ürkütücü imgelerle tasvir edildiği bir dönemde, dil eleştirisinin gerekliliğine inanır. Beckett, sistematik bir "dil teorisi" sunmamasına karşın, onun bu soruna bakışını romanlarında ve oyunlarında kullandığı dil olmak üzere iki döneme ayırabiliriz. O, romanlarını, "dili ortadan kaldıramayacağımıza göre, hiç değilse onun saygınlığını zedelememek için elimizden geleni yapmalıyız" anlayışıyla kurgular. Kendini yinelemeyen, yani daha önce yazılmış olanlardan kaçınan üslubuyla Beckett, romanlarında yalınlığı ön plana çıkarırken, yazının "sıfır noktasına" ulaşmayı hedefler. Ona göre, bu hedefin gerçekleşmesinin şartı, tüm yüzeysel gerçeklerin dışlandığı ve asil benliğin somut biçimde tarif edilmediği bir dünyanın anlatımında, biçimin de içeriğin de en aza indirilmesidir.

Beckett'in mekân-zaman belirleyiciliğini yok sayarak, dilin kodlayacağı nesneleri ortadan kaldırması, romanlarında içe dönüklüğü yansıtan uzun monologları ön plana çıkarmasına neden olur ve yazının sıfır noktasına ulaşma hedefi bu uzun monologlarla gerçekleşir. Beckett'in roman dilinden tiyatro diline geçişi de, bu aşamada zorunlu bir değişim olarak okunabilir. Çünkü dilin dış dünyadan insan zihnine indirilmesi sonucu, yazıyı sıfır noktasına ulaştırmayı başarmış olan yazarın aynı türü sürdürmesi, sıfır noktadaki yazıyı da aşındırması anlamına gelir. Beckett, bu noktada tiyatro dilini, "anlatılacak hiçbir şey olmayışının, hiçbir anlatım yolu bulunmayışının, anlatma gücü ve anlatma isteği olmamasına karşın, anlatmanın zorunlu oluşunun bir anlatımı" şeklinde düşünür. Roman dilinde hemen hemen her şeyi söylemiş olan Beckett'e göre, tiyatro yoluyla gerçek rahatça dışlanabiliyordu ve her şeyin düş, her şeyin oyun olduğu bir dünya, anlatı türüne nispetle daha kolay yaratılıyordu. O, gerçek algısının mantıksal açıklamalarla bağlarının kesildiği noktada, dilin "anlam üretme" yetisinin sorgulanması sonucu oluşturduğu (dili bir anlamda işlevsiz kılan, bir anlamda da dile daha bir özenle yaklaşan) sahne dilinde, akla yaslanan bütün geleneksel söylemlerin dile bakışına yer vermez. Çünkü Beckett'in sahne dili, insan durumunun anlamsızlığını ve bu duruma rasyonel yoldan yaklaşımın yetersizliğini, rasyonel yöntemleri ve zincirleme düşünceyi açıkça bir yana iterek göstermeye çalışır. Böylece Beckett, tiyatro yapıtlarında dilin ötesine geçen bir anlatım biçimi oluşturma adına, dili ikinci plana atar ve insanın içinde bulunduğu kaos, hiçbir mantıkî düzenlemeyle açıklanamayacağından, akıldışılığı, dille değil, sessizlik ve suskunlukla verir.

Ruby Cohn, Samuel Beckett'in Eserlerindeki Felsefî Bölümler adlı incelemesine Beckett'in şu sözleriyle başlar: "Heidegger ve Sartre varlık ve varoluş arasındaki bir çelişkiden söz ederken haklı olabilirler mi, bilmiyorum, ama onların dili benim için çok felsefîdir. Ben filozof değilim. Bir kimse yalnızca gözünün gördüğü şeylerden söz edebilir, bunlarsa karmakarışıktır." Bir anlamda bu söz, Beckett'in yapıtlarındaki kişileri, yani 'kahramanlarını' oluşturma aşamasındayken, neden Heideggerci ve Sartrecı ağdalı dil kullanımından uzak durduğunun ipuçlarını verir. Ancak onun kahramanları her ne kadar filozof değillerse de, dünya, varoluş, bilinç, Tanrı gibi sorunlara eğilmekten kendilerini alamazlar. Sartre'ın "karakter yok artık, kahramanlarımız da tıpkı bizim gibi bir tuzağa yakalanmış özgürlüklerdir" sözüyle karakteri öldüren tavrı ve modern romancının kendi bilincinin formunun "iç monolog" olduğu iddiası, Beckett'e, kahramanlarının tipolojisini çizmesi bakımından büyük bir kaynak oluşturur. Sartrecı anlayış ve tekniğin uygulandığı Beckett'in kahramanlarında ilk göze çarpan özellik, buyurma yetilerinin sınırlılığıdır. O, karakterlerinin zihinsel güçlerini bile bile asgarî düzeyin altına çekmiştir. Çoğunlukla derindirler ama derinlikleri ilkel, gelişmemiş anlamda bir derinliktir. Ahlaksal ve ontolojik gerçekler üzerinde, mekânda, öteki nesnelere göre durumlarının sınırlı geometrik görüş açısı içerisinde kafa yorarlar. Ben'in yerine başkalarına olan uzaklık, onlarla duygu ilintileri, ışığın, gölgelerin, biçimlerin anlamı ve geçen zamanın basitçe değerlendirilişi gibi varoluşun basit hatları üzerine düşünülür. Bu düşünüşler esnasında kahramanların problemi, "niçin varım?" tarzındaki bir soru değildir. Onlar "acaba var mıyım?" doğrultusunda düşünürler. Beckett'in kahramanları varolmayı özler, ama varoluş onları şaşırtır ve korkutur. Çünkü, varolma olgusunun gerçekliğinden emin olamaz ve elindeki olgular ne olursa olsun, bunların, onlara sahip olduğu özgün an dışında da geçerli olgular olarak kalacağına güvenemez. Dolayısıyla, korkan, şaşıran ve güvensizlik ortamını soluyan kahramanlar, "kımıltısız" bir akış içerisinde varoluşlarının bir işlevsellik taşımadığını kavrarlar. İnsanın kendini aldatmamasının tek yolunun, hiçbir "eylem"de bulunmamak olduğu kanısına varmışlardır. Çünkü, insanın kendisini "aldatması" demek, onun "varoluşunun" bir işlevi olduğuna inanması demektir. Böylelikle, varoluşuna bir anlam katamayan Beckett'in kahramanları, içeriğin ve biçimin en aza indirgendiği bu dünyada vakit geçirmek için uğraşan soytarılardır. Ama gerçek soytarılardan farklı olarak başkalarını eğlendirmek değil, kendi sıkıntılarını gidermek isterler; oynarlar, ama kendileri için oynarlar. Onlar, bir tarafı akıl diğer tarafı dünya olan, ama hiçbirine de ait olmayan yabancılardır. Beckett, bu dünyanın "evrensel soytarıları" olan kahramanlarının yaşamlarındaki ayrıntıları atıp onları tüm yapaylıklardan sıyırarak, onların ruh ve düşüncelerini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Beckett, kendisinin ayrıntıları ayıklayan bir analizci olduğunu söylerken, kahramanlarını salt varoluşun yalın koşullarıyla, yapmacık bir neşeye ya da umutsuzluğa kaptırmadan, onları soğukkanlılıkla yüz yüze gelmeye zorlayarak, bir bakıma insanlığın önündeki imkânları açık tutmaya çalışır.

Postmademizm ve Etik

Beckett ile ilgili son olarak ele alınması gereken konu, onun düşüncelerinin postmodern kuramca ya da postmodern düşünürlerce nasıl içkinleştirildiği meselesidir. Beckett'in yapıtlarında karşılaşılan merkezsizlik, zamansal düzensizlik, parçalanma, süreksizlik, birliğin kayboluşu, kısır döngü, kaos, dilin yersiz yurtsuzlaşması gibi biçim ve içerik özellikleri, özellikle sessizliğin/suskunluğun önemsenmesi, yapıtlarının, bir zamanlar istikrarlı görünen toplumsal düzenlemelerin ve düşünce örüntülerinin yıkıldığına dair kanaatlere zemin oluşturması, birtakım postmodern düşünürlere (İhab Hassan, Derrida, Foucault, vb.) edebiyat, tarih, felsefe disiplinlerinin soruşturulması çerçevesinde güçlü esin kaynakları oluşturur. Bu düşünürlere göre, Batı edebiyatının yeniden inşâ sürecinde tartışılan "kutsal yazar tasvirinin parçalanması, öznenin ölümü ve sessizlik edebiyatı" gibi meselelerde, Beckett'in "kimin konuştuğunun ne önemi var?" savı oldukça belirgindir.

İhab Hassan, The Dismemberment Of Orpheus: Towards a Postmodern Literature [Orpheus'un Parçalanışı: Postmodern Bir Edebiyata Doğru] adlı yapıtında Beckett'in metinlerinde doruğa ulaşan "sessizliği", bu yüzyılın parçalanmaya razı olan, ama gene de telleri olmayan bir lirle şarkı söylemeye devam eden "sessizlik edebiyatı"nın başlangıcı olarak değerlendirir. Ona göre, Beckett'in anlatılarındaki dili düşünce olarak örgütleyemeyen ve anlattığı düşünce bile olmayan özneler, gerçekte dili düşünceden, akıldan kurtararak, düşünceyi, varlığı gerektirmeyecek ve olumlamayacak dilsel bir sistem şeklinde kurmaya çalışır, ancak anlatılardaki özneler bunu kurma yolunda sözle sessizliğin, varlıkla hiçliğin çakıştığı noktada da parçalanmaya yüz tutmuştur. İhab Hassan, anlatılardaki, dolayısıyla öznelerdeki bu aşırı parçalanmayı sessizliği konuşmaya, konuşmayı da gene sessizliğe iten "acı" biçimiyle okur. Yine İhab Hassan'a göre, Beckett'in öznesi, bu ikilemler sonucunda varolan "acıyı" hafifletmek ya da unutabilmek için sürekli dille boğuşur. Bu boğuşmalar esnasında Beckett'in öznesi, dış dünyaya anlamdan yoksun bir şekilde sadece sesini fırlatır. Ancak onun öznesinin sesinde, dilin kendisine bir türlü vermediği "anlam" tavizi olmadığı gibi öznesinin sesi, anlamdan yoksun bir şekilde sağa sola düşen söz yığınlarından ibarettir. Bunun içindir ki İhab Hassan'a göre, Beckett, dilin anlamla varoluşunu, yaşamın dünyaya dayatmayı denediği bir ayrıcalık istemi olarak algılar ve yapıtlarında ayrıcalık talebinin getirisi olan bilgi kurma, biyolojik olana kimlik talebi gibi sorunlara yer vermez. Böylece Beckett, dilin sınırlayıcı, baskıcı, tanımlayıcı karakterini dışlayan üslubuyla parçalanmış, merkezsiz, yalnız öznelerin sessizliğini ve suskunluğunu ön plana çıkarır. Anlatılardaki suskunluk ve sessizlik, daha önce de belirttiğimiz gibi, İhab Hassan için de, anlam yoksunluğundan kaynaklanır, çünkü suskunluk ve sessizlik Beckett'e göre, yaşamın ne denli tekdüze, bunaltıcı biçimde işleyen bir süreç olduğunu açığa vurur.

Aynı zamanda suskunluk ve sessizlik Beckett'a, akıl, tarih ve toplumdan uzaklaşma olanağı verir, belleği boş tutarak onun karşıt bir dil oluşturmasına olanak sağlar. Tam da karşıt dil oluşturma bağlamında "Metnin anlamı nedir?" sorusuna "Metnin anlamı hiçbir şeydir, metni okur yaratır" cevabını veren ve Derrida'nın ortaya koyup öncülüğünü yaptığı yapı-bozumcu geleneğin 'anlamsızlık' temeline oturan yaklaşımı, Beckett'in yapıtlarına yönlendirilebilir. Nitekim postmodern tiyatro eleştirmeni Herbert Blau, Beckett'in yapıtlarının, suskunluk, sessizlik, boşluk ve anlamsızlık açısından yapı-bozumcu okumaya çok müsait olduğunu ileri sürer. Blau'ya göre, Godot'yu Beklerken adlı oyundaki bekleyiş, yani varolmayan kurtarıcının beklenişi, yokluk yoluyla varlığın düşündürülmesini, antitezden teze geçişi, bir başka deyişle postmodernizmin gerçek olarak tanımladığı "differance"ı yansıtır. Blau ayrıca, oyundaki boşlukların da, seyircide, aynaya baktığı zaman kendini gören kişi olgusunu uyandırdığını söyler.

Yazara rağmen yeni algılama ve yorumlama biçimlerini besleyen bu görüşler, Beckett'in yapıtlarını, "yeni bir dil oluşturma ya da varolan dilin altını kazma" yolunda hayatî bir taşıyıcı olarak değerlendirmekle birlikte, aynı zamanda da onun yapıtlarını, gelişen "anonimlik" tartışmalarının odağına koyar. Bu görüşleri savunanlardan birisi de hiç kuşkusuz Foucault'dur. O, özellikle Beckett'in "kimin konuştuğunun ne önemi var?" savından hareketle kaleme aldığı What is an author? [Yazar Nedir?] adlı makalesinde, Binbir Gece Masalları'nâan başlayıp Beckett'e kadar uzanan "anonimlik" geleneğinin bir dökümünü yapar. Yazarın neliğine dair modern tanımları askıya alan Foucault için, artık günümüzde sorulması gereken soru, "Gerçekte konuşan kim?" sorusundan ziyade, "Kimin konuştuğunun ne önemi var?" sorusudur. Foucault'ya göre, 18. yüzyıldan beri edebiyat söyleminde kurgunun anlamının düzenleyicisi görevini yerine getiren yazar-işlevi ve beraberindeki özne yorumu, Beckett'in bu savıyla önemini yitirmiştir. Foucault 1970 yılında College de France'da yaptığı açılış konuşmasında "Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp sarmalamasını ve beni, her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim" derken, sözün gücünü vurguladığı gibi, aynı zamanda orada konuşan öznenin tarafsız anonimasını da belirtmektedir. Foucault, konuşmaya başladığı sırada, Beckett'in Adlnudırılrınınynu adlı romanın son aşamasında, kendisine "ben" demekten vazgeçen bir ben olan anlatıcının peşine düşer: "Sürdürmek gerek, ben sürdüremiyorum, sürdürmek gerek, sözcükler olduğu sürece onlan söylemek gerek, beni buluncaya, beni söyleyinceye dek, onları söylemek gerek tuhaf çaba, tuhaf hata, sürdürmek gerek, belki de çoktan oldu, belki de çoktan söylediler bana, söyleyeceklerini, belki beni öykünün eşiğine dek, öyküme açılan kapının eşiğine dek taşıdılar, eğer kapı açılırsa şaşardım." Böylece Beckett'in "ben" dediği şeyi tekrar tekrar yazması, Foucaultcu anonimanın arkaplânını oluşturur.

Ayrıca Maurice Blanchot, Gelecek Kitnp'ta, "Beckett'in kitaplarında kim konuşmaktadır? Hep aynı şeyi söyleyen 'ben' neyin nesidir? Nereye gelmek istemektedir? Herhangi bir yerde bulunan bu yazar ne ümit etmektedir? Okuyan bizler ne ümit etmekteyiz? Yahut ta hiç bitmeyen, devamlı kendi etrafında dönen ölü gibi dolaşan, bir söz tarafından sürüklenen, anlamı olmayan değil, ama merkezi olmayan, başlamayan, bitmeyen, fakat susmayan, emreden, hiç durmayan ve durduğu zaman bile konuşan, sebat eden ve suskunluk dolu olmayan, bu suskunluğun sonsuza dek konuştuğu yazar nerededir?" diye sorar. Söylenen şeyleri yeniden söyleyerek benliğini kaybeden Beckett, bu durumu kahramanlarına da aktararak onları sürekli tekrara düşürür, dağıtır, belirsizleştirir. İşte yapıtın, tarihin, yazarın ya da Foucault'nun görüşüne göre "denizin sınırında kumdan bir yüz gibi silinecek olan insanın sonunun" geleneğiyle ya da mirasıyla olan göbek bağının kesildiği nokta, Beckett'in belirsiz, dağılmış, merkezsiz insanlarının içinde bulunduğu durumdur ve Beckett'in metinlerinde görünen insanın, bir bakıma kimliğini ya da en azından konturlarını yitirdiği kesindir. İnsanın artık tarih içine yazımlanmış ya da radikal bir sahnesel işlemle tüm sorunları halleden toplumsaltarihsel bir açıklamayla tarihselleştirilmiş bir bireyle, modern kurucu özneyle hiçbir ilgisi yoktur. Yani Beckett'in insanı daha çok bir söylem taşıyıcısı/değiş-tokuşçusu, teatral bir durumun gerçeğe yakınlığına boyun eğmeyen bir metin-söyleme-makinası olmuştur.

S. BECKETT, Üçleme (çev. U. Ün), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1997; S. BECKETT, Murphy (çev. U. Ün), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1994; S. BECKETT, IVattfçev. U. Ün), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1993; S. BECKETT, Tüm Kısa Oyunları (çev. A. Göktürk G. Turan Ş. Aydın U Ün Ş. Erol L. Mollamustafaoğlu, M. Küpüşoğlu), Mitos Yayınları, İstanbul, 1993; S. BECKETT, Godotyu Beklerken, Tüm Düşenler, Oyun Sonu (çev. U. Ün), İstanbul, Mitos Yayınları, 1993; S. CONNER, Postmodern Kültür (çev. D. Şahiner), İstanbul, YKY, 2001; H. ÇALIŞKAN (yay. haz.), Absürd Tiyatro, Ankara, İmge Yayınları, 1995; D. DOLTAŞ, Postmodernizm, Tartışmalar ve Uygulamalar, İstanbul, Telos Yayınları, 1999; M. ESLİN, Absürd Tiyatro(çev. G. Siper), Ankara, Dost Yayınları, 1999; M. FOUCAULT, "What is an author?”, Modern Criticism and Theory(ed., D. Lodge), Longman, London and New York 1900); M. FOUCAULT, Söylemin Düzeni (çev. T. Ilgaz), Istanbul, Hil Yayınları, 1907; K. F. KARL, The Contemporary English Novel, New York: The Noon day press, 1967; A. ÖZGÜVEN, Çağdaş Tiyatroda Samuel Beckett’in Yeri, Ege Üniv. Edebiyat Fak. Yayınları, 1903; P. PAVIS, Sahneleme, Kültürler Kavşağında Tiyatro(çev. S. Kamber), Ankara, Dost Yayınları, 1999; A. UTKU, “Yazı Oyunundaki Ölü Adam-Yazarın Ölümü ve Foucaultcu Retorik-’’ Doğu Batı Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 14, 2001; A. YÜKSEL, Samuel Beckett Tiyatrosu, İstanbul, YKY, 1997.​

Felsefe Ansiklopedisi / Ahmet Cevizci

Ayrıca bkz., BAŞKALDIRI FELSEFESİ, BIRAKILMIŞLA, BULANTI, CAMUS, DESCARTES, EDEBİYAT, EDEBİYAT FELSEFESİ, FOUCAULT, HEIDEGGER, SAÇMA, SARTRE, VAROLUŞÇULUK.​
 
1000Fikir

1000Fikir

Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Filozoflar 0
Piramit Asiler ve Reformcular 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst