Kuesli Nicholas ve Nicolas van Cuso olarak da adlandırılan Nicolaus Cusanus, Alman bir filozof, ilahiyatçı, hukukçu ve astronomdu. Rönesans hümanizminin ilk Alman savunucularından biri olarak, Avrupa tarihinde manevi ve siyasi katkılarda bulundu.​
Rönesans’ın Ortaçağın doğa anlayışından büsbütün farklı olan doğa telakkisine, kendisine doğrudan doğruya ve bizatihi kendisi için yönelinen sırlarla dolu, bilinmeyen, alabildiğine büyük bir dünya olarak doğa anlayışına giden yolda ilk adımı Nikolaus Cusanus’un (1401-1464) attığı söylenebilir. Gerçekten de gelişen ve kendi kendini açımlayan bir sistem olarak evren tasarımı ve dünyanın sonsuzluğu düşüncesiyle başta Giordano Bruno olmak üzere pek çok Rönesans filozofunu etkilemiş olan Cusanus’un, bununla birlikte bir ayağı Ortaçağdaydı.​
Bu yüzden düşüncelerini ifade etmeye, önce Tanrıyla ilgili görüşlerini ortaya koyarak başlar.​
Tanrının karşıtların tek ve mutlak olarak sonsuz bir varlıktaki sentezi (coincidentia oppositorum) olduğunu öne süren Nikolaus yine, Tanrının yaratıklarda bulunan bütün bu ayrım ve karşıtlıkları kendisinde kavranamaz bir şekilde bir araya getirerek aştığını söyler. Cusanus bundan dolayı bir negatif teoloji öne sürer; yani Tanrının ancak olumsuz bir biçimde bilinebileceğini savunur. Ona göre biz sonlu bir şeyi daha önceden bildiğimiz bir şeye benzeterek veya o şeyle kıyaslayarak biliriz; bizim sonlu şeyleri bilmemizin yolu kıyaslama, benzerlik kurma ve ayrımdır. Fakat Tanrı sonsuz veya sınırsız bir varlık olduğu için sonlu hiçbir şeye benzemez; bu yüzden Tanrıya birtakım özellikler yüklemek, sonlu şeyler için kullandığımız kavram ve kategorileri ona uygulamak, O’nunla bu dünyadaki şeyler arasında bir benzerlik ilişkisi kurmak olur.​
Sonlu şeylere yüklediğimiz kavram veya özelliklerin Tanrıda bizim bilmediğimiz bir tarzda bir araya geldiğini söyleyen Cusanus, bizim Tanrının ne olduğunu değil de ne olmadığını bildiğimizi ileri sürer. Demek ki ilahi doğayla olan ilişkisi açısından zihnimiz bir bilgisizlik hali içinde bulunur. Bununla birlikte bu bilgisizlik, Tanrıya ilişkin hiçbir bilgisi olmayan veya Tanrının ne olduğunu anlamak için en küçük bir çaba sarf etmemiş olan bir kimsenin bilgisizliği değildir. Söz konusu bilgisizlik, insan psikolojisinin ve sonsuz bir nesneyle karşı karşıya kaldığında sonlu bir zihni kaçınılmaz olarak etkileyen sınırlamaların bir sonucu olmak durumundadır. Fakat bu bilgisizliğin bir değeri olabilmesi için Cusanus’a göre, onun bütün bu faktörlerin ya da en azından Tanrının sonsuzluğuyla insan zihninin sonsuzluğunun bir sonucu olduğunun farkına varılması gerekir. Başka bir deyişle, söz konusu bilgisizlik entelektüel bir çaba içine girmeyi reddetmenin veya dini kayıtsızlığın bir sonucu olmak durumundadır. Söz konusu bilgisizlik Tanrının sonsuzluğunun ve aşkınlığının bilincine varmaktan kaynaklanır. O, dolayısıyla “öğrenilmiş” veya “âlimce” bir bilgisizliktir (docta ignorantio).​
Bu bağlamda insan bilgisine dair görüşlerini gündeme getiren Cusanus, bilginin en aşağı düzeyinin duyu algısı olduğunu söyler. Duyular kendi başlarına sadece olumlarlar; tasdik ve inkâr ancak akıl (ratio) düzeyine çıkıldığı zaman söz konusu olur. Diskürsif aklın çelişmezlik ilkesi tarafından belirlenip yönlendirildiğini söyleyen Nikolaus, aklın etkinliğinin bize sadece yaklaşık bir bilgi verdiğini söyler; aklın insana verdiği bilgi, sadece Tanrı konusunda değil fakat yaratıklara ilişkin olarak da yaklaşık bir bilgidir. Çünkü yaratıkların hakikati Tanrıda gizlidir. Tanrının bilinememesi nedeniyle yaratıkların da bilinemeyeceğini, daha doğrusu diskürsif akıl yoluyla elde edilen tüm bilgilerin sadece yaklaşık bir bilgi olduğunu dile getiren Cusanus’a göre, bilgi veya bilinç dediğimiz şey bir tahminden öte hiçbir şey değildir.​
Nikolaus Tanrıya ilişkin doğal bilginin en yüksek türü veya en üst düzeyine, diskürsif akılyürütme yoluyla değil de bir tür zihinsel sezgi yoluyla erişilebileceğini öne sürer. Buna göre duyu algısının tasdik ettiği, aklın hem tasdik hem de inkâr ettiği yerde, zihin inkâr eder. Gerçekten de akıl A’yı olumlarken, B’yi olumsuzlar; oysa zihin A ve B’yi hem ayrı ayrı hem de birlikte olumsuzlar; başka bir deyişle, o Tanrıyı coincidentia oppositorum olarak kavrar. Bu kavrayış ya da daha doğusu sezgi, dilde açımlanıp ifade edilemez. Tanrının başka terimlerle tanımlanamayacağını söyleyen Nikolaus, O’nun kendi tanımı olduğunu öne sürer. Tanrı, Nikolaus’un gözünde aşkın, sonsuz ve kavranamazdır.​
Tanrı-dünya ilişkisi söz konusu olduğunda, Cusanus,zaman zaman panteist bir yoruma yol açan sözcükler kullanır. Buna göre Tanrı her şeyi ihtiva eder. O, omnia complians olup, var olan her şey ilahi basitlik içinde ihtiva edilir. Tanrı olmadığında onlar hiçbir şeydir. Tanrı aynı zamanda her şeyi açıklayan varlık olma anlamında omnia explicans’tır; o, kendisinden bir şeyleri açımlayan çok sayıda varlığın kaynağıdır. Bu ifadelerine rağmen, Nikolaus panteist olduğunu kabul etmez. Tanrı, ona göre her şeyi, tüm varlıkların nedeni olma anlamında ihtiva eder. O, ilahi ve basit özü içinde bir olduğu için var olan her şeyi kapsayıcı bir biçimde içerir. Tanrı yine her şeyde açıklayıcı bir anlamda varolur; zira O, her şeye içkin olup, var olan her şey O’na bağımlıdır. Nihayet, Tanrı her yerde mevcut olması anlamında âlemin merkezi ve de çevresidir. Her yaratığın yaratılmış bir Tanrı olduğunu öne süren Cusanus, nihayet Tanrının evrenin özü olduğunu söyler. Dünya, ona göre sonsuz sayıda şeyden meydana gelir; bu yüzden o da bir anlamda sonsuzdur. Zamanın ebediyetin imgesi olduğunu, yaratılıştan önce zamanın olmadığını ve dolayısıyla, dünyanın ezeli olduğunu öne süren Cusanus evrenin mekânsal olarak da sonsuz olduğunu söyler. Onun merkezi yoktur; dünya evrenin merkezi olmadığı gibi, güneşin de evrende imtiyazlı bir yeri bulunmamaktadır. Evrendeki her şey gibi dünya da hareket halindedir.​
Cusanus, Platon ve Aristoteles’ten gelen gerçeklik hiyerarşileri anlayışını, evrende maddeden organizmalar yoluyla saf ruhlara kadar uzanan bir gerçeklik düzeyleri hiyerarşisinin bulunduğunu kabul eder. Fakat söz konusu anlayıştan bağımsız olarak, Tanrının eşsiz tezahürü olduğuna inandığı bireye ve bireysellik düşüncesine özel bir önem atfeder. Bir kere, ona göre, her şeyden önce sadece bireyler var olur; sadece kavramsal düzeyde var olan tümeller gerçekte var değildirler. İkinci olarak bireysel her varlık bütün evreni yansıtır. Evren, öyleyse ahenkli bir sistemdir. Evrenin sonlu şeylerin sonsuz çeşitliliğinden meydana geldiğini söyleyen Cusanus, varlığın bütün unsurlarının birbirlerine ve evrene “çoklukta bir birlik” temin edecek şekilde bağlandığını söyler. Evren mutlak ve basit ilahi birliğin açımlanması olup, bütün bir evren her bir bireysel varlıkta yansıtılır.​
Tek tek her şey bütün bir evreni yansıtmakla birlikte, bu durum esas insan için geçerlidir. Çünkü insan kendisinde maddeyi, organik hayatı, nebati ve hayvani yaşamı ve nihayet manevi bir şey olarak akılsallığı bir araya getirir. İnsan, kendisinde gerçekliğin entelektüel ve maddi boyutlarını bir araya getiren küçük bir dünya ya da mikrokozmostur. Bu açıdan bakıldığında tıpkı insan doğasının en iyi şekilde zihinde veya beşeri akılda yansıtılması gibi, evrenin esas olarak veya en iyi insanda yansıtıldığı söylenebilir.​
Her şeye rağmen bir geçiş filozofu olan ve dolayısıyla Ortaçağ düşüncesinden azımsanmayacak kadar çok unsur ihtiva eden Cusanus’un söz konusu öğretisi, skolastik düşüncenin Aristotelesçi evren tablosuna önemli bir darbe indirmiştir. Her şey bir yana kendi içine kapalı evren sisteminin sağlam ve güvenilir çerçevesini kemirmeye başlamıştır. Cusanus, ikinci olarak bu tablo içindeki yapı ayrılıklarını da ortadan kaldırma durumuna gelmişti; ondan sonra gökyüzü ile yeryüzü arasındaki, skolastik düşünceye özgü sert karşıtlık tamamen ortadan kalkacaktır. Evrenin bu iki ayrı bölgesinde aynı yasaların hüküm sürdüğünü telaffuz eden ilk kişi olan Cusanus’tan sonra hem göğü hem de yeri ile doğanın değişerek gelişen bir birliği olduğu anlayışı, ondan sonra Rönesans düşüncesinin en temel inançlarından biri haline gelecektir.​
Oysa Ortaçağ doğa anlayışı bakımından düalistti; yeryüzü ile gökyüzünün yapılarının farklı olduğunu ileri süren bu görüş, bunlardan her birinin kendine özgü yasaları olduğunu savunuyordu. Rönesans’ın doğanın birliğini savunan doğa felsefesi, tabiatın derinliklerine nüfuz etmeye başlayınca, evreni en içeriden birleştiren temel güçler veya ana kuvvetlerle karşılaşılacağını varsayar. Rönesans’ın doğa felsefesi, sonraki doğa filozoflarında açıklıkla görüleceği üzere, doğayı bilme amacı içinde yapılacak ilk şeyin, söz konusu ana kuvvetleri aramak olduğunu ileri sürer.​
Demek ki doğa karşısında Rönesans döneminde takınılan bu araştırıcı tutum, onun Ortaçağ düşünüşü karşısındaki bir başka büyük farklılığını meydana getirir. Ortaçağ felsefesi doğaya ilişkin araştırmayı küçümsediği için doğayı araştırmıyor, Antik Yunan’dan almış olduğu tabloya ve kavramlara temiz, açık sınırlar çizerek düzen kazandırmaya çalışıyordu. Oysa Rönesans düşüncesi çeşitlilikteki birliğe, doğanın çok çeşitli görünüşlerinin gerisine saklanmış güçlere bilgi ile sokulmak ister. Bu güçleri bilmek, bir yandan da onlara veya doğaya egemen olmak demektir.​
Rönesans düşüncesi önce doğaya egemen olmaya, bununla birlikte, sistemli bir araştırma ile değil fakat büyü ile başlamıştır. Rönesans’ın büyüye başvurması hem doğa üzerine bilgi birikiminin eksik olmasından hem de doğayı canlı, organik bir varlık olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. İnsan söz konusu anlayışa göre canlı doğanın bir parçası veya makrokozmosu bir bütün olarak yansıtan bir mikrokozmos olduğu için doğanın sırlarına nüfuz edebilir.​
Kaynakça:
Felsefe Tarihi / Ahmet Cevizci​
Felsefe Tarihi / Alfred Weber​
Batı Felsefesi Tarihi / Bertrand Russell​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
Piramit Bilim İnsanları ve Yenilikçiler 0
Benzer Konular
Nicolaus Kopernik

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst