Mikhail Mikhailovich Bakhtin, 1895 ve 1975 yılları arasında yaşamış, ünlü Rus edebiyat eleştirmenidir. 1920'lerde Sovyetlerde geliştirilen "formalizm" akımının önce doğrultusunda, sonra da karşısında yer alarak başladığı edebiyat incelemelerini, taşraya sürüldüğü için sessiz sedasız sürdürmüş, ancak 1960'larda Batı dillerine çevrildiği ölçüde, büyük yankı yapan bu araştırmalar sonucu epey ün kazanmış, Manchester ve Meksika'da adına uluslararası toplantılar gerçekleştirilmiş olan Bakhtin, Stalinci baskının kurbanlarından biri olmuştur. Bu dönemde V. N. Volochinov ve P. N. Medvedev gibi takma adlara da başvurmak zorunda kalan yazar, 40 yıl sonra gün ışığına çıkan çalışmalarıyla, göstergebilim ve sosyoloji alanlarında çalışan kuramcılara esin kaynağı görevini görmüştür. Aslında daha en baştan çalışmalarındaki özgünlük kendisinin biçimcilerden de ayrılmasına neden olduğu, ayrıca çalışmaları zamanına göre birçok açılardan kökten yenilikler içerdiği için Bakhtin'i, geriye dönerek, yirminci yüzyılda gelişen, hermeneutikten yapısöküme kadar birçok akımm ışığında okursak, birçok açılardan başdöndürücü savlarla karşılaşırız. Bakhtin yirminci yüzyılın son çeyreğinde gün ışığına çıkan düşüncelerin çoğunun öncüsü olarak da değerlendirilebilir. Öyle de olmuş, Batının birtakım ilkelerini kökten sorgulayan, değişime uğratan biri olarak ele alınmıştır.​

Bu arada Volochinov ve Medvedev'in onun kullandığı takma adlar olduğu, Rus dilbilimcisi Jakobson tarafından daha kendisi yaşarken öne sürülmüş, kendisi bu konuda sessiz kalmıştır. Bu sesssizliğin politik bir sessizlik olduğunu düşünenler de vardır. Bazı yorumcular da, bu yazarlara Bakhtin merkezli çalışmalar adı altında başvurmaktadırlar, çünkü her ne kadar ortada üç ad varsa da savunulan görüşlerde epey belirli bir birlik de söz konusudur. Bakhtin merkezli çalışmalar, son zamanlarda birçok alanda kökten değişikliklerinin temellerinin atıldığı bir alan olarak sürekli gündeme gelmektedir.​

Kendisine gösterilen bu geç kalmış ilgi, tarih açısından Sovyet Rusya'nın dağılma, çözülme yıllarına rastladığı için, sanki Rusya'nın susturduğu son büyük düşünürmüş gibi, artık bu imparatorluğun yıkılmasından sonra kadri bilinen son büyük yazar olarak da kabul görmüştür.​

Bakhtin'in Batı dillerine önce Rabelais ve Dostoyevski üzerine incelemeleri çevrilmiş, sonra da edebiyat ve dil üzerine yazdığı genel çalışmalar da tartışılmaya başlanmıştır. 1927 yılında yazdığı Freud ve ertesi yılki Edebiyat Tarihinde Biçimsel Yöntem adlı çalışmalarında geliştirdiği "karnaval" kavramını, Dostoyevski ve Rabelais üzerine uygulayan Bakhtin, bu incelemeleri aynı zamanda sadece bu yazılara özgü özellikler olarak değil de, dönemlerini genel olarak anlatan, çağlarına tanık olan toplum araştırmaları olarak ele almıştır. François Rabelais ve Ortaçağ ile Rönesans'ta Halk Kültürü adlı eserinde, adından anlaşılabileceği gibi, bir yandan bir yazarı öte yandan onun aracılığıyla bütün bir insanlık dönemini uzun uzadıya incelemektedir.​

Edebiyat yapıtlarının herhangi bir dönemi derinlemesine belirleyen yapıtlar olmaları, yazarların onları bütün çelişkileriyle yaşayan bireyler olmasından kaynaklanmaktadır. Bu tarih en çok dönüşüm dönemlerinde sancılara gebe kalarak kendi kendinin tersine de dönebilmektedir. Bakhtin'in edebiyata getirdiği karnaval kavramına bu açıdan yaklaşmak gerekir. Karnaval zaten Batının Ortaçağdan bu yana geliştirdiği bir tören tarzıdır. Ve sözcük anlamıyla "ete veda" demektir. Son olarak eğlenip, ondan sonra perhize dönülen bu ara dönem, din ile dinin vazgeçtiği ya da vazgeçtiğini iddia ettiği dünya nimetleri arasında bir karşılıklı alışveriş gibi düşünülmektedir. İnsan bilinci, bir yandan dünyaya eğilmekte, öte yandan bu dünyayı yok saymaya çalışmaktadır. Kant ve Alman idealizminde üzerinde durulan bu ikilikler, sonradan Marksizmin en çok da Rusya'da kati bir kalıpçılığa bürünmesinden başlayarak ihmal edilmiş, edebiyatta da tek ilke olarak sosyalist gerçekçilik benimsenmişti. Bu görüşlerin tek yanlılığı, insandaki çelişkilerin ancak olumlu bir çözüm yolundan geçerek sergilenmesi gerektiği düşüncesine dayanıyordu.​

Aslında bazı açılardan Kant ve Alman idealizminin de çelişkileri sergilemek ama bunların üstesinden gelmek için birer yol önermek gibi bir eğilimi vardı. Belirli bir gelecekte insanın bölünmeleri, onu sonlu kılan özellikler, ondaki çatışmalar yeni bir toplum ya da yeni bir sonsuzluk anlayışıyla aşılabilirdi. Hegel'in kötü sonsuzluk dediği sadece belirsizlik içeren ve matematik özellikler gösteren sonsuzluk anlayışın aşılması, bu gerçek güncel sonsuzluğa geçmek için yeterliydi. Bu bakımdan Bakhtin'in en çok bu yazarlara yakın olduğu düşünülebilir. Bu arada yirminci yüzyılda, Heidegger'in düşüncesi de Alman idealizmine en yakın bir noktaya ulaşarak onları eleştirmek ve o ulaşım noktasından başlayarak, yeni bir kavşağa girmek olduğuna göre, Bakhtin bu açıdan da çağdaş yazarlara en yakın olan Sovyet düşünürüdür. Hegel'i sadece klâsik Marksizmin yaptığı gibi tersine çevirmekle yetinmenin, en âlâsından bir Hegelcilik olduğunu, böyle bir tuzağa Bakhtin'in düşmediğini söyleyebiliriz.​

Alman idealizminin geliştiği dönemin öncesini, yani Rönesansı ve 19. yüzyıl sonunu, eşdeyişle bu idealizmin bir sonraki dönemini araştırmalarına konu olarak alan Bakhtin, bu çatışmaların hiç de öyle ortadan kaldırılacak gibi olmadıklarını gösterirken, onların insanın özelliği olduğu üzerinde durur. İşte bu açıdan da her türlü çatışmayı ancak ortadan kaldırma (Aufhebung) kavramıyla yatıştırmayı deneyen Hegel'den ayrılır. Bu anlamda karnaval, çelişkilerin aynı anda yaşandığı, benimsendiği onaylandığı bir andır. Bu anın edebiyatta yansıması da Dostoyevski ve Rabelais'nin yapıtlarını oluşturmuştur. Bunların incelenmesiyle hem bu karnavalın nasıl olup da bir tür arzu yasası oluşturduğunu, hem de bu karnavalın özellikleriyle sergilenmesi sağlanacaktır. Karnaval bir kendinden geçme, yabancılaşma değil de başkalaşma, kendinden başkası olma isteğinin dile geldiği en önemli kaynaşma ânı olarak kendini sunmaktadır.​

Bu karnavalın irdelenmesi, aynı zamanda bir zaman felsefesine dayanır: Zaman ikilidir ve "an" geçici özelliğinde, bu ikiliği yansıtmalıdır. Eğer zaman sıradan olarak yaşanırsa, onun bu ikiliği ortaya çıkmaz, ama zamanın kendi kendinin dışına taşarak kendinin tersine dönerek yaşanması sıradan olmayan bir zaman, bu zamanın iç yüzünü de ortaya koyacak ve sadece insanı değil zamanı da çığırından çıkaracaktır.​

İşte bu çığırından çıkma zamanı, bu sıradanlığa izin vermeyen zaman, bu sıradanlığın altüst edildiği an Bakhtin'e göre, karnaval zamanıdır. Karnaval insana kendi kendini aşma denemesi sunmaktadır. En alt ile en üstünün bir arada olmasını sağlamaktadır. En alt ile en üst insanla Tanrı, iyilikle kötülük, açlıkla tokluk, arzuyla arzunun doyurulması, sonlulukla sonsuzluk olabilir. Batı felsefesinin en başında ortaya çıkan ikili kavramlar, bir tür birbiri içerisine geçmişlikle birbirlerini tamamlamaktadırlar. Bu halkın kendine özgü bir kültürüdür. Birtakım sınıflar tarihi durdurmak isterken, bu ikiliklerden birinin gerçekleştirilmesiyle ötekinin alt olacağı inancını taşırlar, ama bu aldatıcıdır. Er geç bu ikilik kendini böylece sürdürecektir. Bu bağlamda Freud'un bilinçdışı kavramını kullanan Bakhtin, bilinçdışını, bu karnaval yerinin bir uzantısı olarak görür. Ve, Freud'un, "bilinçdışının çelişkileri bilmediği" düşüncesinden yola çıkarak, bu çelişkilerin sergilendiği alanı karnaval yeriolarak belirler.​

Bu arada tarihsel olarak belirtilmesi gereken bir özellik de şudur: Sovyet Rusya'nın kurulma aşamasında, yani komünist devrimin ilk dönemlerinde, sonradan Stalin döneminde yapılacağı gibi psikanaliz lanetlenmemiş, tam tersine Rusya'daki birçok psikiyatri kliniklerinde öğrenilmeye, uygulanmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Bu doğrultuda Troçki, "komünist insan, psikanalizi hazmetmiş insandır" diyerek, bu çalışmaları teşvik etmiş, bütün ülkede psikanalitik bir coşku yaşanmıştır. Troçki'nin sürülmesi ve Stalinciliğin her türlü muhalefeti susturmasıyla, psikanalizi de geri çevirme süreci başlamış, 30'lardan başlayarak artık psikanaliz de "burjuva bilimi olarak görülüp" geri çevrilmiştir. İşte bu bastırma hareketinden, Bakhtin de nasibini almış ve bu yüzden taşraya sürülmüştür. 1927 yılında yazdığı ilk yapıt olan Freudçuluk adlı incelemesi de, çok sonraları gün ışığına çıkabilmiştir. Freud'tan yola çıkması kendisinin, Batıda Dionysos şenliklerinden bu yana epey kullanılan bu karnaval düşüncesine, birtakım yenilikler de getirmesini sağlamıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.:​

(1) Karnaval, bir öznellik olmayıp, özneyi oluşturan özellikleri belirtir; (2) karnaval din içerisinde değil, dine karşı yönleriyle ele alınmalıdır; (3) karnaval kimlik felsefesinin aldatıcılığını ortaya koymaktadır. (4) Karnaval sırasında dilin belirli bir kullanılışı gündeme gelmektedir. (5) Karnaval aracılığıyla bir zaman felsefesi geliştirilmektedir. Bir yandan sıradan işlerin, günlük yaşantının zamanı vardır. Öte yandan, karnavalın anlan kendine göre harcayan zamanı bulunur. (6) Karnaval bir kendinden geçme, farklı kimliklere bürünme sanatıdır. Sanatın kendisini de bu ayrılıklar içerisinde algılamamızı sağlar. (7) Ancak karnaval düşüncesi, somut bir uygulama alanı olarak bir dönemi ya da bir edebiyat yapıtını kendine inceleme alanı olarak alır.​

Karnaval bir döküm aşamasında bize sonuç olarak bilinçdışının bütün belirtilerini sunar. Freud bilinçdışını bilimsel olarak ele aldığımızda, ona en uygun alan olarak bir "divan"a yatan bir öznenin kendini anımsama sürecini bulmuştu. Psikanaliz bu anımsama sürecine müdahale ederek, ona yön vererek, bu bilinçdışına yolculuğu kolaylaştırıyordu. Bakhtin'e göre, belirli bir düzeyin üzerindeki sanat yapıtları da bilinçdışının en derinlemesine belirdiği anıtlardır. Ancak onlardan yola çıkarak bilinçdışının ilkelerini anlayabiliriz.​

Batıya özgü kapitalizmin ilk oluştuğu dönem olan Rönesans ile bu kapitalizmin krize girdiği 19. yüzyılın sonu, bu anlamda örnek dönemlerdir. Bu dönemleri incelediğimiz zaman, ayrıca bu dönemleri en derinlemesine yansıtan anıtlar olarak sanat yapıtlarını aldığımız zaman Rabelais'nin ve Dostoyevski'nin yapıtlarının bu dönemleri, bilinçdışını, karnaval kavramını en iyi yansıtan yapıtlar olarak ortaya çıkar. Böylece Bakhtin'in önem verdiği alan kurulmuş olur: Bir dil boşalımı olarak edebiyat uygulaması ve bunun yol açtığı kültürün kriz dönemiyle ilgili bilgi edinme olasılığı. Ama bu aşamalardan geçen bilgi, artık tam olarak bilgi değildir. Bilgiden fazla, bilgiden başka bir şeydir.​

Bilgi genellikle tek yanlı bir birikim oluşturur, ama bu karnavaldan edinilen bilgi çelişkili bir bilgidir. Zıtlara yer verir ve birliğin dağıldığı anı yakalar. Alman idealizminde de bilginin çelişkili yapısı üzerinde durulmuştu. Ama kendinin bilinci ya da özbilinç kavramı aracılığıyla ya da bu kavramın hukuktaki karşılığı olan devlet aracılığıyla, en çok da Hegel'de, bu çelişkilerin aşılacağı bir ân da bulunuyordu. Oysa Rönesans kültürünün ve Dostoyevski'nin zamanının bize öğrettiği özellik, bu çelişkilerin şiir dilinde sanatta sürekli olarak gösterilmelerinin bir gerçekliğe karşılık gelmeleriydi.​

Nitekim, Julia Kristeva, doğrudan doğruya Bakhtin'in çabalarının doğrultusunda, 19. yüzyıl sonu Fransız şiirinde Rimbaud ve Lautreamont'u ele alarak, ayrıca Bakhtin'in Fransızca çevirilerine önsözler ve açıklamalar getirerek düşünürün öğretilerinin yayılmasını sağlayacaktır. Bu arada uzaktan uzağa Batıda yapısalcı dil anlayışının eleştirilişi de Bakhtin tarafından, ya da onun öğretisini benimseyip geliştirenler tarafından gündeme getirilecektir.​

Şöyle ki dili bir gösterge sistemi olarak ele almak Stoalılarca başlatılan bir görüştür. Bu görüşü yeniden güncelleştiren, hatta etik açısından kendisini de hep stoik bir bilge olarak gören, en azından kendisini izleyenlere göre böyle bir kimlik kazanan Ferdinand de Saussure, Stoalıların dil üzerine çalışmalarını bir gelenek içerisinde yeniden düzenleyip, göstergenin gösteren ve gösterilen diye ikiye ayrılmasını açıklarken, Stoalılarda bir de Lekton diye adlandırılan bir yön bulunduğunu ihmal etmişti. Lekton tam olarak çevirirsek "denilen" anlamına gelir. "Kapı açık" diye bir cümleyi çok değişik anlamlarda kullanabilir, onunla bambaşka şeyleri demek isteyebiliriz. "Kapı açık", yerine göre "kapıyı kapatın, işe başlayın", "kapının açık olması şaşırtıcı" vb. anlamlarda kullanılabilir. Bir emir bildirdiği gibi, bir gözlem ve bir arzu da, onun aracılığıyla dile gelebilir. Dolayısıyla dilin genel olarak anlam üretmesi değil de somut durumlarda,-belirli koşullarda çok özel amaçlarla kullanılması önemlidir.​

İşte dilbilimde yapısalcı görüşün dili kalıplar içerisine yerleştirmesine karşı olarak bu somut özellikleri de incelemek amacıyla 1970'lerden başlayarak dilbilimde yeni bir akım ortaya çıkmaya başlar. Stoalıların "lekton"unu vermek için, bu arada Bakhtin'in de çalışmaları gündeme getirilir. Sonunda Fransız dilbilimci Emile Benveniste, "enondation" kavramını gündeme taşıyarak bu duruma açıklık getirir. Enondatio, herhangi bir dil ürününü söyleme tarzı anlamına gelir. Onu somut bir dille, belirli koşullarda, belirli amaçlar için kullanma, harcama demektir.​

İşte daha 1928 yıllarında edebiyatta biçimcilik üzerine yazdığı denemede, Bakhtin bu biçimi aşan, biçimi üretken kılan, onu baştan aşağı geçen özellikler üzerinde durur. Bu somutluğun bilime girmesi için, onun, Freud'dan ya da dilbilimin çelişkileri de düşünmesi gerekliliğinden kaynaklanmasını savunuyordu. Lacan'm söz konusu enonciation kavramını psikanalizde nasıl kullandığını gördüğümüz zaman, 1927'lerde Bakhtin'in bu konuyu araştırmasının ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz.​

Bakhtin dilin sadece bir yansıtma olduğuna inanmaz. Dil aynı zamanda bir ürün, bir etkinliktir. Ayrıca bu etkinlik insanın doğal olarak geliştirdiği bir etkinlik de değildir. Daha doğrusu doğal olanın yanına bir de tarih eklenmiştir. İnsan çelişkiler içerisindeki etkinlikleri aracılığıyla, bir yandan tarihi, bir yandan doğayı kendisine özgü bir biçimde kullanmayı öğrenir. Ama insanın bu durum aracılığıyla oturmuş bir kimlik aldığını sanmak aldatıcıdır. İnsan bu ürünlerde çelişkilerini yansıttığı gibi, kimlik kaybedişini de sergiler.​

Burada Bakhtin'in dil anlayışında en önemli olan ikinci bir özelliği açıklamak kaçınılmaz olur. Bu özellik de dilin ancak başkasıyla ilişkilerimiz aracılığıyla anlam kazandığı düşüncesidir. "Düşünüyorum"un kapalılığından değil, başkasına açıklıktan yola çıkan Bakhtin için, dil bize başkalarından gelir. Toplum birbirine başkalıklarını sunan bireylerden oluşur. (Öteki terimini kullanmıyoruz: çünkü bu kavram başkasının ulaşılamayacak olduğu, yani Tanrı ya da şeytanla karıştırıldığı zaman ortaya çıkar. Batı dillerinde Türkçe'de olduğu gibi, diğeri, öteki, başkası gibi ayrı kavramlar olmadığından, bu ikinci anlamda başkası baş harfin büyük yazılmasıyla belirtilir.) Başkalaşma Hegel'de olduğu gibi ille de yabancılaşma getirmez. Hegel'de yabancılaşma kuramı, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, yabancılaşmanın içerisinden geçip, kendisine tersine dönerek ulaşacağı bir huzur ortamı sunar. Yabancılaşma sadece bir geçiş dönemidir. Oysa başkalaşma olarak alırsak, bu arada insanın kimliğini önceden verilmiş değil de, gitgide başkalarına özdeşleşme ve bu özdeşleşmenin kırılması olarak ele alırsak, sonunda selamet olan bir yere değil, bu durumun, bu ikiliklerin sürekli kendilerini ürettikleri bir kaynağın onaylanmasını buluruz. Onun için önemli olan tek dilcilik diye Türkçeye çevirebileceğimiz dilde tek yanlılığa karşı olmaktır. Bu konuda Bakhtin Roman Üzerine adlı eserinde şöyle yazar: "Tek yanlı dil (tekçi dil diye de çevirebiliriz) dilde merkezîleşme ve birleşme süreçlerinin -ki bunlar tarihsel süreçlerdir-, dildeki merkezkaç güçlerin teorik bir ifadesidir. Tek yanlı bir dil hiçbir zaman verili değildir, o, temelinde konumlandırılmış ve dilin çok yanlılığına, heteroglossiaya karşı geliştirilmiştir."​

Yine bu bağlamda, Bakhtin'in geliştirdiği son, ama kimilerine göre de en önemli kavram ise, "diyalojik" kavramıdır. Görünüşte Platon'u anımsatan bu kavramı da edebiyata Bakhtin getirmiştir. Sürekli sözünü ettiğimiz bu başkalaşma durumları, felsefe kökenli bu kavram daha da açığa kavuşturur. Diyalog karşılıklı konuşma olabilir ama diyalojik ikili bir yapının sürekli içiçeliğini belirtir. Belirli bir düzeyin üzerindeki edebiyat yapıtlarında, tek yanlı bir görüş değil, bir iki farklı sesin bir arada bulunduğunu görürüz.​

Dostoyevski'nin üslûbunda, kahramanlarının her birinin düşünceleri, okuduğumuz anda geçerli, ikna edici; bütün olumsuzluklarına rağmen, kendilerini ortaya koyarken gözüpektirler. Sırasıyla katili, dindarı, devrimciyi, saf kişiyi herbirini bir karşılıklı etkileniş içerisinde gösterir bize, Dostoyevski. aynı biçimde Rabelais'nin metninde Katolik ve Protestan çatışmaları, halk dili ile işlenmiş dil, arzunun tükenmezliğini dile getirir. Bir metin tükenmezdir, çünkü kendisini işlerken kendisinin tersini de, kendisinin düşünemediğini de imâ eder. Biz okuyucu olarak bunların karşısında Montaigne'in "Bir insanda insanlığın bütün halleri vardır" ilkesinin doğrultusunda, herbirini içimizde ayrı ayrı yaşatarak özümseriz.​

Bakhtin üzerine bu güne kadar yapılmış en kapsamlı çalışmada Michael Gardiner, The Dialogues of Critique'te en çok bu kavram üzerinde durmakta, Bakhtin'in tezlerinin anlaşılması için en önemli anahtarın bu olduğunu vurgulamaktadır. Batı kültürünü oluşturan ikiye bölmeler ve aynı zamanda bu ikiliklerin aşılması çabasının yeniden yorumu olarak da tanımlanabilecek diyalojizm, birçok bakımdan düşünceyi yenilemiş, hatta Gardiner'e göre, Batıda 60'larda gelişen Foucault, Derrida, Deleuze, vb. gibi yazarlarda karşılaştığımız bazı özellikleri hazırlamıştır. Bundan yola çıkarak, ideoloji diye adlandırdığımız süreçleri daha derinlemesine inceleyebilir, ve bunların yorumlanmasında yeni kavramlara başvurabiliriz. Bunlar şöyle sıralanabilir:​

(a) Edebiyatın dil çalışması olduğu, ama bu çalışmanın toplumsal kökenli ilkelere sahip bulunduğu, bunların da temelde, başkasıyla temel ilişkilerimizdeki alış veriş, ikililik ve çelişki öğeleri barındırdığı gerçeği Bakhtin'in edebiyat incelemelerine getirdiği yeniliklerdendir.​

(b) Gösterge incelenirken onun toplumsal boyutu ihmal edilmemelidir. Toplumsal boyut zaman, tarihsellik getirir.​

(c) Bir göstergeyi kullanan kişi, bu kullanma sürecinde, bireysel özelliklerinden gitgide sıyrılır; kendine mesafe alır. Kendiğilindelik diye bir kavramdan söz edemeyiz. Saussure ve onun yolundan gidenler nesnelcilik, sadece özneyi kendi içerisinde bir saydamlık olarak ele alanlar da öznelcilik yaparak, gerçekten uzaklaşmışlardır.​

(d) Özne, sadece içinde taşıdığı başkasının ondaki her şeyden önce dile dayanan boyutuyla yer alır. Bu dil boyutu, dışta kalan ama dışta kalmasına karşın belirleyici olan bir özellik taşır,​

(e) Bu boyut 18. yüzyıldan bu yana ideoloji denilen, önceleri olumlu (fikirler yumağı), sonraları olumsuz anlamlar içeren (yanlış düşünce) kavrama da açıklık getirmektedir. İdeoloji sadece bir üstyapı sorunu değildir. Özneyi oluşturan başlıca etmen olan dilin bir dağılım tarzıdır. Sürekli olarak esnektir ve içerisine başka öğeler de alarak değişir.​

(f) Diyalojik özellik, ikilinin en başından en sonuna kadar sürekli gitmesidir. Hilmi Ziya Ülken'in de Bilim Felsefesi'nin son bölümünde diyalektik yerine diyalojik kavramını önerdiğini, Kristeva'nın anne çocuk İkilisini bir diyaloji olarak yorumlamasını anımsarsak, diyalojinin somut olarak iki kişinin ya da bilimi oluşturan özneyle bilimin kendisinin nesnelleşme sürecini karşılayabileceğini de düşünebiliriz.​

Bu ilkeleri 1960 sonrasından başlayarak Fransa ve İngiltere'de Julia Kristeva ve Tzvetan Todorov gibi Doğu ülkelerinden Batıya göçmüş yazarlar tanıtmış, bunları sadece kalıp olarak ele almayıp, psikanalizin, dilbilimin son gelişmeleriyle birlikte zenginleştirerek geliştirmişlerdir.​

Son zamanlarda Fransa'da seçmenlerin çoğunun sağa oy vermesi, son anda bunun aşırı sağın iktidara geçmesini sağlayacak bir hamle olabileceğini görerek bunu aynı seçmenin önlemeye çalışması, toplumbilimciler tarafından tamamen Bakhtin doğrultusunda bir sosyal olay olarak yorumlanmıştır. aynı yorumları Türkiye'de de bir iki ayda palazlanıp sonra seçimlere girerek birden beklenmedik oylar alan partiler için de söyleyebiliriz. Bakhtinciler açısından toplumların içindeki eğlence karnaval yaratma, bu aşamada bazı değerleri terse çevirme arzulan yatmaktadır.​

Ne olursa olsun Bakhtin'in bir iki küçük kavramla özetlenebilecek kuramı, birbirinden çok değişik alanlarda uygulama olanağı bulmaktadır. Bu da onun verimliliğini ve esnekliğini gösterir. Hiç kuşkusuz bu uygulamalar ileride de sürecektir. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı, Kemal Tahir'i bu açıdan okumak Türk araştırmacılarının ileride denemeleri gereken araştırmalar olabilir. Dostoyevski ve Rabelais üzerine yaptığı çalışmalar bizde de örnek alınabilir.​

Dostoyevski’nin Poetikası adını taşıyan incelemenin bölümleri bu konuda önemlidir. Her şeyden önce Poetika, Aristoteles'ten bu yana edebiyat alanındaki teorik çalışmalar için kullanılmaktaydı. Rus biçimciler için bir inceleme, o yapıtın nasıl yapıldığını bulmalıydı. Bakhtin bu mekanik görüşü aşmış ve poetikayı kökü toplumsal yaşamdaki çok değerliliğe yaslanan bir çelişkiler yumağı, bir dil bayramı olarak ele almıştır.​

Birinci bölüm, "Dostoyevski'nin çoksesli (polifonik) romanı ve edebiyat eleştirisindeki çözümlenmesi" adını taşır. Bu bölümde Bakhtin, Dostoyevski üzerine geliştirilen yorumların çokluğunu ve bunların birbirleriyle çelişmelerini, Dostoyevski'nin romanlarındaki çok sesliliğinin bir kanıtı olarak gösterir. Dostoyevski, birtakım kahramanlarını konuştururken, onları sadece kendine özgü bir görüşün temsilcisi olarak değil, kendi bağımsızlıkları içerisinde, bir başkasının sesinin, düşüncesinin aranışı takıntısı gibi geliştirmektedir. Öyle ki, insanın olası yanlarının sergilenmesine dayalı bu çoğulluk, başdöndürücü bir etki yapmakta, herhangi bir kahramanla değil de, ayrılığını, ayrıcalığını, ayrıksılığını yaşayan bir yığın düşünce yüklü kişilerle karşılaşmaktayızdır.​

İkinci bölümde, "Dostoyevski'nin Yapıtında Roman Kişileri ve Yazarın Onlara Karşı Tutumu"nda, işte yazarın bu kişi özgürlüğünü nasıl sağladığı araştırılmaktadır. Burada da Dostoyevski'nin dogmatik olmadığı, kişileri bir diyalog içerisine yerleştirdiğinin altı çizilir. Bakhtin şöyle yazar: "Dostoyevski'nin kahramanı kendisini ölü yerine koyan, bitiren başkalarının sözlerini hep kırmak ister. Bu, savaş yaşantısının ana nedeni haline gelir, Nastasya Philoppovna'da olduğu gibi trajediye dönüşür. ... İnsan hiçbir zaman kendi kendisine uymaz. İnsana hiçbir zaman A=A formülünü uygulayamayız. Dostoyevski'nin sanatçı bakış açısına göre, kişiliğin gerçek yaşamı insanın bu kendi kendisine uymadığı noktada ortaya çıkar: Nesneye dönüştürülüp, varoluşuna üstten tepeden bakarsak, bu aşkınlık noktasında, insan bir casus tarafından gözetleniyormuş gibi gözlenebilir, saptanabilir, önceden neler yapacakları söylenebilir ama bunlar onun irâdesinin dışında, 'gıyaben' olur. Oysa insan kişiliğinin sahici yönü ancak kendisinin de özgürce yanıt verebildiği diyalojik bir yaklaşmada belirtilebilir."​

Bundan sonraki bölümde Bakhtin, yazarın düşünce dünyasını nasıl irdelediğini incelemektedir. Düşünce Yunancadaki İdea'nın karşılığında kullanılmaktadır. Bakhtin yazarın ideolojik yönünü belirtir. Dostoyevski'in kahramanları aynı zamanda dünya toplum üzerine kuramlar geliştirirler. Bilindiği gibi Ecinniler'deki kahraman Kirilov'un üstün insan düşüncesi, bu romanı okuyan Nietzsche'yi etkileyecektir. Ama Dostoyevski'de hiçbir düşünce onun karşısında yer alan diğer düşünceler olmadan bulunmaz. Üstün insan olduğuna inanan Stavrogin, aynı zamanda kendini bir sürüngen olarak da görür. Kaldı ki, romanın sonunda düşüncelerin yükünü taşıyamayacak, intihar edecektir. Bakhtin'e göre, "Dostoyevski tekbenciliği aşar. Kendi için değil, roman kişileri için sakladığı bir idealizmi vardır. Bu sadece bir tek kahraman için değil hepsi için geçerlidir. Bilinçli 'benlik' ile dünya arasındaki ilişkiler yerine, yapıtının merkezine bilinçli, birbirlerini sürekli eleştiren benlikler arasındaki karşılıklı ilişkileri koymaktadır."​

Bundan sonra Bakhtin edebiyat tarihine eğilerek türleri inceler. "Dostoyevski'nin yapıtlarında kompozisyon ve tür özellikleri" adını taşıyan bu bölümde, yazar dilbilimde diyakronik denilen yönteme başvurarak, diyalojik tarzın tarih içerisinde nasıl oluştuğunu, hangi aşamalardan geçerek Dostoyevski'deki olgunluğa ulaştığını inceler. "Sokratik diyaloglar" bu türün bir yerde başlangıcıdır. Sadece Eflatun değil, Eski Yunan'da Sokrates'i ömek alan birçok yazar, bu tür ikili kahramanlar, ya da kahramanların ters düşünceler geliştirdiği diyaloglar yazmışhr. Ortaçağda İsa'nın çarmıha gerilmesini anlatan oyunlar, Rönesans'ta panayır eğlenceleri, karnavallar, bunların süregelen örnekleridir. Yalnız Dostoyevski'de bunlar öğretici ya da din içerikli özelliklerinden sıyrılıp, tam tamına bir bilinç çahşmasına dönüşür.​

Ecinniler'de Chatov Stavrogine'e şöyle der: "Sonsuzlukta karşılaşan iki varlığız biz.. son defa karşılaşıyoruz hiç kuşkusuz, bu havaları bırakın ve insan gibi konuşun, hayatınızda bir kere olsun insan gibi konuşun." Dostoyevski'de insanın insanla bütün önemli karşılaşmaları, hep sonsuzlukta gerçekleşir, son defa oluyormuş havasıyla verilir. Bunlar krizin son anlarıdır ve karnavallar, misterlere özgü bir zaman ve mekânda oluşur. (Misterler önceleri Dionysos adına sonra da Ortaçağda İsa adına yapılan gizli törenlerdir. Bizim tarikatlarda olduğu gibi, "alem" aşamaları da vardır.)​

Tarih içerisinde diyalojik yapının oluşumunu ortaya koyduktan sonra, son bölümde, Bakhtin, "Dostoyevski'de Sözcük" adı altında dilbilimci olarak yapıtını bitirir. Sözcük Rusçada sadece sözcük değil, söz, karşı söz, küçük mektup vb. anlamlara da gelmektedir. Dolaylı dolaysız anlatıları inceleyen yazar, Dostoyesvki'nin değişik türleri, sözleri nasıl harmanladığını, dolaylılığı sanki dolaysızmış gibi verdiğini açıklar. Bu incelemeyi Fransızcada ilk tanıtan Kristeva, zamanında yeterli bir özne kuramı gelişmediği için, bu açılardan Bakhtin'in bir araştırmacı kimliğiyle davrandığını, yazılarında Hıristiyanlıktan, Hegel'den, Marksizmden Freud'dan gelen mirasın her zaman tutarlı bir sava dönüşmediğini belirtir.​

Araştırma olarak birçok kaynaktan beslenmek, bunları tam bir sonucu ulaştırmadan okura vermek, Avrupa kültürünü çelişkili bir bütün olarak ele almak Bakhtin'in en kalıcı mirası olmuştur.​

M. M. BAKHTİN, Le freudisme, Paris, 1927;​

M. M. BAKHTİN, La methode formelie en litterature, 1928; M. M. BAKHTİN, Problemes de la poetique de Dostoievsky 1929;​

M. M. BAKHTİN, L'oeuvre de François Rabelais et la culture populaire au Moyen-âge et sous la renaissance, Paris, 1930; M. GARDINER, The Dialogics of Critique, Routledge, 1992.​

Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​

Ayrıca bkz., BAKHTİN ÇEVRESİ, DİYALOJİ, DOSTOYOVESKİ, DİL FELSEFESİ, EDEBİYAT VE FELSEFE, SOVYETLERDE FELSEFE.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
Piramit Liderler 0
Benzer Konular
Mikhail Gorbaçov

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst