Karl-Otto Apel adı, her ne kadar bazen eleştirel öğreti ile birlikte anılsa ve onun felsefi anlayışı önemli noktalarda Habermas ile benzerlik taşısa da (bunlara Apel'ın 1972'den beri Frankfurt Goethe Üniversitesi'nde felsefe öğretiyor olmasını da katabiliriz), o Frankfurt Okulu'na ait bir düşünür değildir. Dolayısıyla Horkheimer, Adorno, Marcuse ve Benjamin gibi düşünürlerin onun üzerinde esaslı bir etkisi olduğunu iddia etmek oldukça güçtür. Apel öğrencilik yılları ve meslek hayatından arkadaşı olan Habermas'ın son dönem yapıtlarına ilgi duymasına karşılık, ondan da bazı açılardan belirgin bir şekilde ayrılır: O kendini "yalnızca" bir filozof olarak görmeyenlerden değildir. Ara sıra çalışmalarında bilim öğretisi sorularını tartışmaya açsa bile, onun için felsefenin diğer bilimlerle bir çalışma bağlamında bölümlenmesi düşüncesi çok az etkili olmuştur. Dahası, Apel kendini akademik bir felsefeci olarak görmede güçlük çekmez. Felsefe ile siyaset arasında kesin bir ayırım yapan Apel'e göre, felsefe veya bilimin siyasî bir temsili ancak ve ancak demokratik olarak düzenlenmiş bir üniversitede varolabilir ve bu temsil sınırsız bir şekilde devlet ve özel girişim tarafından aydınlatılmalıdır. Bu girişimi Apel saf felsefi ve bilimsel bir teşebbüs olarak anlar: Felsefe veya bilim dogmatizme karşı savaş açmalı ve "büyük düşünürlerin öğretilerini körü körüne desteklemekten vazgeçmelidir. Ayrıca Apel, bazı düşünürler gibi, geniş bir kamuoyu oluşturmayı denememiş ve politik amaçlı öğrenci hareketlerine karşı hep mesafeli bir tavır sergilemiştir.​
Hayatı ve Eserleri
Apel 1922 yılında Düsseldorf'ta dünyaya gelir. Bonn'da Erich Rothacker'in yanında yaptığı felsefe öğrenimini, 1950 yılında Heidegger üzerine yazdığı bir doktora teziyle tamamlar (Dasein und Erkennen: eine erkenntnistheoretische Interpretation der Philosophie M. Heideggers). Doçentlik tezinin konusu ise Dante'den Vico'ya Hümanizm Geleneğinde Dil İdesi'dir. 1962'den beri çeşitli üniversitelerde sürdürdüğü öğretim etkinliğini 1972'den sonra Frankfurt'ta devam ettirir. Apel doçentlik tezinin haricinde Amerikalı pragmatik filozof Charles Sanderş Peirce'in bir dizi yazısı üzerine geniş yorumlar yapar ve onları 1975 yılında, Der Denkweg von Charles S. Peirce adı altında bir kitapta toplar. 1979 yılında Die Erklâren: Verstehen Kontroverse in transendentalpragmatischer Sicht adlı çalışması piyasaya çıkan Apel bu çalışmasında, GH. Von Wright'in Explanation and Understanding başlıklı yapıtı üzerine kaleme aldığı makaleleri toplar. Ancak Apel'in felsefe programı için başat rol oynayan yapıtı Transformation der Philosophie [Felsefenin Dönüşümü]'dir. Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, çalışma bizzat belli bir programı içermektedir.​
Yirmi yıl boyunca Apel'in ortaya koyduğu makaleleri gözden geçiren bir kimse, hem bu programın yıllar içerisinde bizzat bir transformasyona tâbi tutulduğunu, hem de onun belli bir program altında toplanılan yazıların temelde önceki çalışmaların bir tekrarı olduğunu hemen fark eder. Bununla birlikte, Apel'in felsefi kavrayışı belli bir süreklilik taşır; bunu onun çeşitli yazarlarla yaptığı karşılaştırmalarda hep bir temel düşünceyi ortaya koymaya çalışması ve bunu yaparken de değişik düşünürleri bir konuşma ortamında buluşturmayı denemeye kalkışmasından anlamak mümkündür. Gerçekten de, Apel'in felsefesi için, değişik anlayışları birbirleriyle karşılaştırmalı olarak tasvir etmek esastır; o, en önemlilerini belirtmek gerekirse, Heidegger ve Wittgenstein'i, Kant ve Peirce'i kendi programını verimli kılmak için gözden geçirir ve yorumlar; bu yöntem çerçevesinde o dipnotları gereğinden fazla kullanır; onun özellikle son dönem yazıları, belki de bu yüzden, oldukça zor anlaşılır yazılar olmak durumundadır.​
Felsefe Anlayışı
Apel felsefenin gerçek anlamda ilkin filozofların oluşturmuş olduğu bir iletişim topluluğunda gelişebileceğine ve bu nedenle felsefi sistemlere "bir kişinin dünya görüşü" şeklinde bakmanın doğru olmayacağına inanır. Ona göre felsefe, hakikati elde etmeye yönelik tek başına yürütülen bir çaba değildir, tersine açıklama ve yorumların yapıldığı büyük bir konuşma ya da diyalogdur; bununla birlikte, sonuçta yalnızca en doğru argümanların en fâzla ikna edici yönleri geri kalmalıdır. Bir iletişim topluluğu olarak felsefe telakkisini, Apel temelde Peİrce'e borçludur. Bu anlayış bize aynı zamanda onun felsefenin transformasyonundan ne anladığına dair ipucu da verir. Onun görüşüne göre, öncelikle filozofları bizzat büyük bir konuşmanın sürekli katılımcısı olarak anlamak ve onların düşüncelerini bu tarz bir konuşma ortamına katmak gerekir. Filozofların monolog tarzındaki özel görüşleri sıkça kendi anlayışlarıyla çelişki oluşturur, bu yüzden bu görüşleri "büyük konuşma ölçütü"ne tâbi kılmak ve büyük konuşma ölçütünün yönlendirmesi içerisinde "yeniden şekillendirmek" gerekir. Böylece felsefenin transformasyonu, felsefenin bilim veya siyasete yönelmesinden esaslı olarak farklıdır; transformasyon işleminde felsefe ilk defa kendine has yapısına kavuşur ve bu aynı zamanda bilim ve siyaset için de bir konuşma modeli oluşturur.​
Peirce'in "araştırıcıların oluşturduğu iletişim topluluğu" tezinden Apel başlangıçta haberdar değildir, dolayısıyla onun felsefi programı doğrudan Peirce'den hareketle anlaşılamaz. Apel'in felsefi gelişiminin başlangıcında daha ziyade Heidegger vardır. Bunu o ilk çalışmasında, Heidegger'in iki farklı düşüncesini birbiriyle uzlaştırmaya çalışarak gösterir. Varlık ve Zaman'm önemli tezlerinden biri, insanların dünyada nesnelerle, kendi algı ve anlayışları sayesinde çok yönlü bir ilişkiye girmedikleridir; insanlar daha ziyade dünyanın açık oyun (hareket) sahasında olmaya "hükmedilirler" ve onlar bu oyun sahasında "mevcutturlar. İnsanlar bu tarzda olduklarından, daima açımlanan dünyanın oyun sahasında "keşfedilen" insanlar tek tek nesnelerle ilişkiye girebilirler. Dünyaya, Heidegger'in tasarımladığı gibi, daima "birlikte dünya (Mitwelt)" aittir; insanlar bu yüzden sonradan birbirleriyle ilişki kuran tek tek varlıklar olarak görülemez, onlar daha baştan birbirleriyle ilişkide olan ve tavırlarını birbirlerine göre belirleyen bir yapıdadırlar. Heidegger Varlık ve Zaman'da dili dünyanın bir yapı anı olarak kavramasına karşın, sonraki yapıtlarında dili bizzat bir oyun sahasının açılımı olarak anlar ki, buna felsefenin katılımı ve sanat eserleri özel bir yapı kazandırır. Apel için dünya düşüncesi ile bizzat bir oyun sahasını açımlayan dil düşüncesi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır: Bunun neticesi olarak ilk defa dil, dünyanın oyun sahasını oluşturur ve sonuçta dünya ve dilin esasta bir olduğu ortaya çıkar; insanlar konuşanlar olarak birbirleriyle ve konuşuyor (dil sahibi) olmaları nedeniyle nesnelerle ilişkiye girerler. Böylece, Peirce'in anladığı anlamda bilim adamlarının büyük konuşması olmadan, "iletişim topluluğu" düşüncesi ortaya konulmuş olur.​
Dil Felsefesi
Apel Wittgenstein'dan hareketle çeşitli dil felsefeleri arasında karşılaştırmalar yapar. Bu çerçevede Wittgenstein'in üzerinde büyük etki yaptığı Apel'e göre, Wittgenstein Heidegger ile bir dizi ortaklaşa yöne sahiptir. Wittgenstein Felsefi Araştırmalar'da, insanın dilsel ifadeleri, onları nasıl kullanacağını bilmeden anlayamayacağını ve onları daima belli bir bağlantı, bir "dil oyunu" içerisinde kullandığını göstermek istemiştir. Gerçi Wittgenstein bu tür dilsel oyunları "hayat biçimi" olarak göstermiştir, ama hayatı onlarda tam olarak nasıl anlamak gerektiğini açık bir şekilde belirtmemiştir. Ayrıca o, dil oyunları çokluğu içinde birbirlerine karşı ne şekilde bir ilişki içinde oldukları sorusunu da cevapsız bırakmıştı. Apel her iki sorunun, Heidegger'in dünyaya ilişkin yaklaşımıyla cevaplanmış olduğuna inanır. Birinci soru bağlamında Heidegger'de, tek tek bireyler için dünyada olmanın ve bunu dünya-da-olmaya uyarlamanın ne anlama geldiğini belirleyen esaslı bir analiz göze çarpar. İkinci soruyla ilgili olarak da, Apel, Heidegger'de bir cevap bulunduğuna inanır. Çünkü o kendi dünya analizini Heidegger'in dil kuramı ile birlikte ortaya koyar. Apel'in burada vardığı sonuç, dünyanın dilde açımlanmış olarak anlaşılmasının mümkün olduğudur. Gerçi tek tek dil oyunları yalnızca dünyanın bir bölümünü oluşturur, ama insanlar katıldıkları her bir dil oyununu tema yapma, birbirleriyle ilişkilendirme ve karşılaştırma durumundadır, çünkü dünya bir bütün olarak ancak dilsel bir şekilde açımlanabilir. Dünyanın dilselliği tekrar tümüyle insanları sürekli ve sonuçlanmayan bir konuşma içerisine sürükler ki, bu, felsefenin konuşmasıdır. Dilsel ifade ilkin felsefede tümüyle ortaya çıkar. Bu şekilde felsefe diğerleri yanında bir bilim olmaya veya siyasallaşmaya karşı bir garanti oluşturur; felsefenin kendine özgü ödevi de bu olsa gerektir. Kısaca, Apel'in kavradığı şekliyle felsefe kendi konuşmasında dünyanın birlik ve tümlüğünün temelini atar.​
Apel için önemli olan, tek tek dil oyunlarının ve onlar tarafından ifade edilen kanaatlerin felsefi açıdan haklılandırılıp haklılandırılamayacağıdır, O felsefenin konuşmasını bu tür bir eleştirel denemenin yeri saydığından Heidegger'in konseptini (Hegel ile bağlantılı H. Gadamer'in hermeneutiği gibi), tamamlanmaya muhtaç bir yapıda görür. Gerçi onun kanaatine göre Heidegger, insanların dünyada varoluşunu analiz etmeyi başarmış ve dünyadaki varoluşun esası olarak anlamayı açık bir yöntem ilkesi olarak ortaya koyabilmiştir. Ancak, Gadamer gibi Heidegger'de de, uygun olan anlayış ile uygun olmayan anlayış arasındaki ayırım eksiktir ve üstelik böyle bir ayırım için bir ölçüt de aranmamıştir. Bu tür bir ölçüt olmaksızın dünyanın anlaşılmasında bir ilerlemenin gerçekleşmesi ve (Apel'in anladığı anlamda) "felsefenin bir transformasyonu" imkânsızdır. Hiç kimse bir filozofu, onun kendini anladığından daha iyi anlayacağını, soru ve çözüm önerilerine yeni bir bağlamda daha sağlıklı bir çözüm getireceğini iddia edemez. Eğer bu yüzden Apel, Peirce'e dayanarak, "felsefenin sonsuz konuşması, araştırıcıların iletişim topluluğu olarak belirlenmelidir" diyorsa, o bununla basit bir şekilde Peirce'in düşüncelerini Heidegger üzerinden yorumlayarak aktarıyor değildir. Felsefe, araştırıcıların sonsuz konuşması olarak kavranmadan dünyanın dilsel karakterinin hesap edilebilmesi mümkün değildir, Yani, dünya dilde açımlanan birlikte-dünya olduğu sürece, insanlar dilsel varlık olarak birleşmeyi çok arzularlar; her konuşma birliğe yöneliktir ve gerçek bir birlik yalnızca iyi argümanların ikna gücünün olduğu yerde söz konusu olabilir. Ama argümanların değişiminde karara ve basitçe karara varan bir kimse belli bir şekilde davranmak için, Apel'e göre, hâlâ argümantasyonun kaçınılmazlığına tâbi olur: O kendi kanaatini başkalarından önce, kendi yaptıkları sayesinde temellendirerek akil yürütmektedir. Birleşmek için temel gereklilik, bir kişinin "belli koşullar altında bir birliğin oluşması imkânsızdır" görüşünden hareketle sorgulanması değildir, tam tersine her bir deneyimden önce varolan birlikte-dünyamn "fi priori" iletişim topluluğu, Apel tarafından şu veya bu şekilde bir anlayışın oluştuğu ve belli kanaatlerin paylaşıldığı bir topluluk olarak karakterize edilmez; o, kendisinin de belirttiği gibi, "Common-Sense-A priori" değildir. Gerçi insan iletişim topluluğundan hareketle "düşünce üretemez", çünkü insan sonradan diğer "öznelerle" ilişkiye giren yalın bir özne değildir. Ancak iletişim topluluğunda ifade edilen tüm kanaatler, deneysel bilimlerde olduğu gibi, esaslı olarak itiraz olunabilir özelliktedir.​
Aynı şekilde belli toplumsal durumlarda ön-kabuller genel olarak temsil edilen kanaatlere karşı olabilir. Bu durumda temsil edilen kanaatlerin gerçek bir birlik sayesinde meydana gelmediği ve onların "ideolojik" olarak kabul edildiği varsayılabilir. Bu varsayım felsefi olarak ifade edildiğinde, felsefe ideoloji eleştirisi niteliğine bürünür. Bu bakış açısından hareketle Apel Habermas ile uyuşur; ama ondan farklı olarak, Apel'e göre, felsefe ilk aşamada ideoloji eleştirisi ve bu eleştirinin ideolojik-teorik bir temellendirmesi olamaz. Onun için ideoloji eleştirisi daha ziyade, bir ve bütün bir dünyaya yönelik iletişimin oluşturulmasını amaç edinen felsefenin bir ödevidir. Bu açıdan bakıldığında ideologların işlevi, yalnızca bu ödevi felsefi argümantasyonun genel çerçevesinde ortaya koymada vesile olmaktır.​
Apel'e göre felsefe eleştirel teori olarak toplum bazında etkili olan bir şey diye belirlenmediğinden, onun argümantatif konuşmada bir ve bütün dünyayı canlandırması başka bir ödev çerçevesinde düzenlenmelidir. Felsefe kendine özgü argümantatif icrasında bir "nihaî-temellendirme"ye sahiptir. Ve ilkin bu şekilde Apel'in felsefenin transformasyonu programını hedefine varmış olur. Bu tür bir nihaî-temellendirme ancak, bilgi öğretisi ve etik gibi geleneksel felsefi disiplinlerin iletişim topluluğunun a priori yapısına bir dönüş yapmasıyla mümkün olur. Bilgi teorisi, herhangi bir tarzda sürekli olarak bilinç alanına taşınan bir dış dünya modelinin yönlendirmesinden hareketle çözüme erişmeye çalışır. Apel için, bilince etki eden ve bu şekilde de bilgiyi ortaya çıkaran dünya dışında bir "kendinde şey" yoktur. Kendinde şey'den insan sadece onun üzerine konuştuğu zaman haberdar olur ve böylece de kendinde şey düşüncesi dilsel olarak paylaşılmış olur. Apel bunun sonucu olarak bir dış dünya düşüncesini, sadece dış dünya dilde kanıtlandığı sürece kabul eder. Şeyler, yalnızca dilsel olarak erişilebilir olduğundan bilginin kesinliği de ancak önermelerin (ifadelerin) doğruluğu ölçüsünde düşünülebilir, önermelerin doğruluğu biricik ölçütünü yalnızca iletişimin kuşatıcı bir ifadesinde bulabilir; bu onların genel-geçer kabul edilmelerinin de nedenidir. İletişimin sınırlı koşulları altında bilgi ancak sınırlı bir geçerliliğe sahip olabilir ve bilgi süreci, "dilsel olarak paylaşılan varsayım oluşturma" sürecinden başka bir şey değildir.​
Etik Anlayışı
Felsefi etikte de benzer bir durum söz konusudur. Ahlâkî normlar, genel olarak kabul görme (tanınma) sayesinde karakterize olurlar ve onların genel kabul görmesi, kapsayıcı bir iletişime sahip olmaları anlamına gelir. Bir iletişim topluluğunun tüm üyeleri kişisel taleplerle ortaya çıktığından, daima diğerlerinin taleplerini tanıma ödevi ile karşı karşıyadırlar; aksi takdirde kendi taleplerinin formülasyonunu gerekçelendiremezler. Bundan başka, onlar başkaları karşısında kendi taleplerinin hesabını vermek zorundadırlar. Her hesap verme de temelde, başkalarıyla kendi taleplerini birleştirme amacını güder; değişik taleplerin koordinasyonunu ise ahlâkî normlar sağlar. Birlik bir iletişim topluluğunun en üst normu olduğundan belli bir uyuşma, birleşmenin iletişimsel sürecini garanti altına aldığı ve kuşatıcı bir birliği gerçekleştirmeyi hedeflediği ölçüde ahlâkîdir.​
Gerek bilgi teorisi gerekse etik tartışmalarında Apel daima Kant'ın felsefesini temele almıştır. Ama bu felsefe her şeyden önce bir transformasyona tâbi tutulmalıdır. O Kant'ta içerikse! olan bilinç halinin a priori bir iletişim topluluğunda varolmasını mümkün kılmak ister. İletişim topluluğu, Kant'ta olduğu gibi, her tür deneyimden önce gelen bir bilinci barındırır ve deneyimin imkânının koşulları da hep transandentaldır. Bu bağlamda Apel'in felsefi anlayışı iletişimi teorik olarak kavrayan transandental bir felsefedir. Yine bu felsefede dilsel eylemin imkânının koşullan söz konusu olduğundan, Apel onu daha ziyade "transandental-pragmatik felsefe" diye adlandırır.​
Apel'in asil amacı ahlâkî normların "nihaî-temellendirme imkânını" kanıtlamaktır. Böylece o kendi nihaî-temellendirme ile ilgili, örneğin Hans Albert tarafından varsayılan Münchausen-Trilemma'da olduğu gibi, bir kısır döngüye, bir gerilemeye veya bir dogmatizme düşmediğini ortaya koymaya çalışır. Apel, ahlâkî normların geçerliliğini, "mutlak bir hakikat vardır", "kötüden farklı olan mutlak bir iyi vardır" gibi, "her zaman" varsayılan önermeler yardımıyla temellendirmeyi dener. Gerçekte, "yalan söylememelisin!" tarzında, herhangi bir nihaî-temellendirme önermesi sunmayan Apel yalnızca, Kant'ın deyimiyle, bu tür cümleleri anlamlı bir şekilde oluşturabilmenin "imkânının koşullarını" ortaya koyar. Bir başka ifadeyle o, "yalan söylememelisin!" ifadesinin tartışmasız doğru veya iyi olduğunu iddia etmez; yalnızca bu tür ifadelerin, mutlak bir iyinin varlığı kabul edilmeden anlamsız olacağını söylüyor. Ancak, acaba böylesi bir zeminde bir nihaî-temellendirme söz konusu olabilir mi? Ona göre, bu yalnızca, nihaî-temellendirme sürecinde varsayılan "son neden"! açık bırakarak, yani durum ve ilgili şeylerle ilişki kurularak başarılabilir. Apel, eşit hak ve yeteneklere sahip, aynı düzeyde eğitilmiş, bağımsız bireylerden oluşan "idea! bir iletişim topluluğu" olgu-karşıtı varsayımından hareketle rölativizmin aşılabileceğine inanır. Her ne kadar Apel'de felsefi bir nihaîtemellendirme söz konusu olsa da, o daha ziyade kesin bilgiye erişmek için birtakım öneriler sunar. Ayrıca Apel'in yazılarında, transformasyona yönelik tüm girişimlerin daima transforme edilmemiş bir tarafı geriye kaldığından, felsefi konuşma sürekli olarak yeniden gündeme gelir.​
K.-O. Apel, Transformation der Philosophic, 2. Bde., Frankfurt 1976.​
Çilingir, Ahlâk Felsefesine Giriş Metinlerle Ahlâkî Temellendirme, Ankara, 2003.​
A, Hügli P.Lübcke (Hg.), Philosopltie im 20. Jahrhundert, Bd. 1, Hamburg 1994.​
Ayrıca bkz,, AHLÂKÎ TEMELLENDİRME, ALMAN FELSEFESİ, ANLAMA, DİL FELSEFESİ, ETİK, GADAMER, HEIDEGGER, İLETİŞİM, İLETİŞİM ETİĞİ, KANT.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst