1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
İlahî Aydınlanma, esas itibariyle bir insanın, fakat zaman zaman da insanların oluşturduğu toplum veya kültürlerin cehaletten kurtulup, karanlıktan çıkmasını tanımlar. Aydınlanmanın tarih içinde iki farklı ve alternatif yolu tasanlanmıştır. Bunlardan birincisi, insanın Tanrı'nın yardımıyla, ikincisi özellikle bilimin yardımıyla aydınlanmasına işaret eder. Söz konusu iki aydınlanma modeli de, ortak olarak insanın mevcut bilişsel durumunu bir olumsuzlukla ifade edip, bundan çıkışın, şu hâlde farklı yollarını öne sürer. Birbirlerine tamamen karşıt olan bu iki yoldan birincisi doğaüstücülüğe, ikincisi ise doğalcılığa dayanır. Tarihsel olarak önce gelen birincisinde, aydınlanma süreci, Tanrı'dan insan zihnine, yukarıdan aşağıya doğru, buna karşın ikincisinde maddî koşullardan veya dışarıdan insan zihnine, aşağıdan yukarıya doğru bir hareket veya eylemle karakterize olur. Başka bir deyişle, birincisinde aydınlanmanın aracı İlâhî nur veya tanrısal ışık olduğundan, o tinsel ve dini; oysa ikincisinde aydınlanmanın aracı bilim olduğundan, o bu kez maddî ve bilimsel bir tavrı ifade eder. Birincisinin oldukça seçkinci olduğu yerde, ikincisi eşitlikçidir veya en azından belli bir aydınlanma modelini bütün insanlara açık olan evrensel bir model olarak sunar. Söz konusu iki aydınlanma modelinden nihayet, modemite öncesine ait olan birincisi, her ne kadar kökeninde Grek felsefesi bulunsa da, Çin, Hint, Hıristiyan ve İslam kültürlerinde, neredeyse eşzamanlı olarak görülür; buna karşın, modernliği tanımlayan ikincisi tamamen Avrupa uygarlığına ait olup, çeşitli uygarlıkların modernleşme projelerinde ancak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren yansımasını bulur.​
Batıda Aydınlanma
Söz konusu iki ayrı aydınlanma modelinden İlâhî aydınlanma diye tanımladığımız birincisi, şu hâlde, insanın bilişsel faaliyetlerinde özel bir tanrısal yardıma ihtiyaç duyduğunu ortaya koyar. Onun bu yardımı, ya insanın yetersiz olan rasyonel yetilerini tamamlayacak entelektüel bir aydınlanma, ya da insanı eşsiz bir ışıkla aydınlatacak mistik bir yardım şeklinde tezahür eder. Söz konusu yardımın vazgeçilmez olduğunu, aksi takdirde insan için gerçek bilgiden söz etmenin mümkün olamayacağını belirten bu İlâhî aydınlanma modelinin kökeninde, öncelikle Yunan filozofu Sokrates vardır. Zira o başta Sokrates'in Savunması adlı eser olmak üzere, Platon'un gençlik dönemi diyaloglarında, bir daimondan, kendisini yanlış işler yapmaktan, hatalı davranmaktan alıkoyan bir İlâhî sesten söz eder. Aydınlanmanın bir şekilde salt onu gerçekten hak edenin başına geldiğini ima eden ve dolayısıyla pek de eşitlikçi olmayan bu modelde, aydınlanma Sokrates tarafından sadece ahlâkî alanla sınırlanır. Şekli, yani önerme formunda bir bilgi olarak mi, yoksa vicdanın sesi olarak mı ortaya çıktığı hususu muğlak olmasına rağmen, Sokrates onu, tinsel ya da ilâhı bir kaynağı olan bir tür bilişsel rehberlik olarak tanımlar. Aynı Sokratik gelenek içinde yer alan ve bütün çağların en akılcı düşünürlerinden biri olan Platon da, bilgide bir tür İlâhî yardım ya da tanrısal etkiyi şu ya da bu şekilde gündeme getirmiş bir filozoftur. Gerçekten de, o insan ruhunun ezelî-ebedî Form ya da İdeaları bilecek bir yapıda olduğunu öne sürerken, ruhun doğum öncesi varoluşunda bir tür İlâhî aydınlanmadan faydalandığını ima eder. Onun meşhur anımsama öğretisi, Menon'da, kölenin geometrik bir kanıtlamanın geçerliliğini görme yeteneğinde örneklendiği şekliyle, a piori ve rasyonel bir kavrayış, Phaidon'da ise, eşitlik örneğinde olduğu gibi, genel ya da tümel özelliklerin bilgisi üzerinde yoğunlaşmak suretiyle, aydınlanmanın, Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinde oldukça etkili olacak iki ayrı boyutunu ortaya koyar. Fakat Platon bununla da yetinmez, sadece entelektüel değil, fakat aynı zamanda mistik bir aydınlanma olarak yorumlanacak ikinci bir aydınlanmadan daha hem Devlet'te ve hem de VÜ. Mektup'ta söz eder. Ona göre, kişi varlığın ve bilginin sınırlarının ötesinde bulunan İyi İdeası'nın bilgisine ancak, uzun yıllar boyunca matematiksel bilimleri ve diyalektiği öğrendikten sonra, o da yeterince şanslıysa eğer, ruhuna düşecek bir kıvılcım sayesinde (İlâhî) ulaşabilir.​
Platon'un İlâhî aydınlanma ile ilgili olarak söyledikleri, ruha düşen kıvılcım bağlamında öne sürdüklerinin Yeni-Platonculuğa ve böylelikle de îslam felsefesine yaptığı etki bir tarafa bırakılacak olursa, esas itibariyle Hıristiyan felsefesinde ve özellikle de Aziz Augustinus'da etkili olmuştur. Bütün bir teolog ve düşünür kariyeri boyunca, tinsel alanla duyusal alan arasındaki ayırım üzerinde odaklaşan, ilânî aydınlanmanın insan düşüncesi ve bilgisindeki rolünü vurgulayan Augustinus, ayırımına koşut bir biçimde, zaman ve mekân içinde varolan sınırlı bir varlık olarak insanın nasıl olup da doğru bilgiye, hatta ezelî-ebedî doğruların bilgisine erişebildiğini açıklarken, özellikle İtiraflarda sık sik ilâhi aydınlanmaya başvurmuştur. Buna göre, İlâhî aydınlanma, onda yalnızca sıradan bir eğretileme olmayıp, hem a priori bilgiye ve hem de kavram formasyonuna ilişkin bir açıklama sağlar. Aydınlanmanın bu birinci boyutu söz konusu olduğunda, Tanrı insanlara varlıkla ilgili hakikati vermek, şeylerînnasıl olduklarını söylemek suretiyle, türlere dair bilgi verir. Buna karşın, ikincisinde Tanrı insana bilgi vermez, insanlar inançlarını kendi başlarına oluştururlar; Tanrı'nın aydınlatması, bilginin doğruluğuyla ilgili bir kavrayış temin edip, insanların doğruları görmesini sağlar.​
Deneysel bilimin Ortaçağ'daki öncülerinden olan Roger Bacon'da İlâhî aydınlanma aynı şekilde insana kazandığı bilginin doğruluğuyla ilgili sarsılmaz bir vukuf kazandırır. Buna göre, bilginin kaynağına duyumu ya da duyusal algıyı yerleştiren Bacon, bu birinci deneyim türünün yeterli olmadığını söyler: "(Bilgi için) insan zihninin başka türlü yardım görme zorunluluğu bulunmaktadır; dünyaya bilimleri ilk kez olarak getiren kutlu patrik ve peygamberlerin, sadece duyuma bağlı olmayıp, içeriden aydınlanmaya uğramış olmalannm nedeni budur. İsa'nın zamanından beri aynı şey birçok mümin için de geçerli olmuştur. Çünkü imanın inâyeti, tıpkı diğer İlâhî ilhamlarda olduğu gibi, sadece tinsel şeylerde değil, fakat cisimsel şeylerde ve de felsefe bilimlerinde büyük bir güçle aydınlatır."​
Birinci deneyim türünün bedensel duyular aracılığıyla dış dünyadaki şeylere yöneldiği yerde, aydınlanma ya da içsekdeneyim tinsel şeylerle ilgilidir ve Tanrı'nın inayetine bağlıdır. Yine o, diğer deneyim türünün İnsanî ve felsefi olduğu yerde, Tanrı'nın inayetine bağlı bulunduğu için, tanrısal ve teolojiktir. Ve nihayet, dışsal deneyim veya duyu algısı, bilgi için ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, kesinliğe esas Tanrı'nın aydınlatması yoluyla erişilir. Bacon burada da kalmayıp, bilgiden gerçek bir kavrayış, mutlak bir kesinlik temin eden aydınlanmaya mistik bir boyut kazandırır. Çünkü ona göre, söz konusu içsel deneyim, matematik ve doğa bilimleri için gereken en temel kesinlikten başlayıp, doruk noktasına Kitabı Mukaddes'te belirtilen en yüksek tinsel birleşme hâlinde, mistik vecd türünde ulaşan yedi evre ya da dereceden geçer: "Dahası bu içsel bilginin, birincisine sadece bilimlerle ilişkili olan aydınlanmalar yoluyla erişilen, yedi evresi vardır. [Evrelerden] ikincisi, erdemlerden meydana gelir, çünkü, Aristoteles'in Etik'in ikinci kitabında söylediği gibi, kötü adam cahil olan adamdır. Her şey bir yana Gazâlî'nin Mantık'ında söylediği üzere, günahlarla çirkinleşen ruh, nesne türlerinin kendisinde açık seçik olarak görülemediği paslı aynaya benzer; oysa, erdemlerle süslenen ruh, nesnelerin şekillerinin çok net olarak görüldüğü iyi cilâlanmış bir ayna gibidir. İşte bundan dolayıdır ki, kendi durumlarında ruhlan günahlardan bağışık olmadığı sürece, şeylerin nedenlerini algılamayacakları sonucuna varan filozoflar, ahlâk alanında erdemli olma adına çok emek harcamışlardır. ... Erdem, öyleyse zihni sadece ahlâkî değil, fakat bilimsel hakikatleri de kolaylıkla kavrayabilmesi için, açıklığa kavuşturur. Üçüncü evre ise, Kutsal Ruhun yedi armağanından, ... dördüncüsü uhrevî saadetten, beşincisi tinsel mânalardan, akıncısı ifadesini anlama yetisini bütünüyle aşan Tanrı'nın barışında bulan meyvelerden, yedincisi de insanlara bir insan için kendilerinden söz etmenin bile meşru olmadığı şeyleri görme imkânı sağlayan mistik vecd hâllerinden meydana gelir."​
Doğuda Aydınlanma
İlâhî aydınlanma Doğu felsefesinde, rasyonel bilgiyi tamamlayan bir tür doğaüstü yardımdan ziyade, temelinde belli bir hayat tarzının bulunduğu bir tür temel bir dönüşüm ya da mistik aydınlanma şeklinde ortaya çıkmıştır. Gerçekten de, söz gelimi Budizmde aydınlanma sadece bir öğreti değil, fakat aynı zamanda ve belki çok daha önemlisi bir yoldur. Yolun gerçek anlamı ve nereye götürdüğü ile ilgili ciddi ve yoğun tartışmalara rağmen, aydınlanmaya dünya karşısında doğru bir tavır benimsendiği zaman ulaşıldığı hususu hep açık olmuştur. Budist anlayışa göre, insanlar bilgisizliklerini bir kez teslim ettikleri zaman, aydınlanma yoluna fiilen girmiş olurlar; Sidarta'yı Buda'ya dönüştüren bu süreç zorunlulukla dünyadan el etek çekmiş olanlarla sınırlanmış bir süreç değildir. Söz gelimi Mahayana geleneğine göre, insanların rahip benzeri kimseler tarafından erişilen nirvana tarzı aydınlanma ile herkese açık olan aydınlanma şeklini birbirinden ayırmaları gerekir. Gerçekten de, aydınlanmaya hemen herkes tarafından, üstelik kişinin yaşam süresi içinde erişilebileceği yönünde yaygın bir Mahayana inancı söz konusuydu. Ve bu inanç, bütün varlıkların buda doğasına sahip olduklarını ya da Budalar olduklarını, söz konusu buda doğasını gerçekliğin özüyle ilgili doğru bir tutum geliştirmek için kullanabileceklerini ve hepsinin birdenbire aydınlanmaya erişebileceklerini savunan Zen tarafından mantıksal sonucuna taşınmıştı.​
Yogaşara Budizmine göre, aydınlanmaya, birtakım muğlak ve karanlık fikirler zihinden dini kimi pratikler yoluyla uzaklaştırıldığı takdirde erişmek mümkündü. Buradan da anlaşılacağı üzere, Hint ve Çin düşüncesinde aydınlanmanın nasıl gerçekleşeceği konusunda farklı yaklaşımlar benimsenmişti. Bazıları aydınlanma için gereken şeyin birkaç hayat süresi boyunca tedricî bir ilerleme olduğunu savunurken, söz gelimi Zen düşünürleri benzeri diğer bazılar da, yalnızca şimdinin gerçekten varolduğunu öne sürdükleri için, birdenbire gerçekleşecek bir aydınlanmanın yanında oldular. Onlar bununla da kalmayıp, doğru ve iyi işlerin aydınlanma için taşıdığı önemi vurguladılar. Dogen'in aynı bağlamda işaret ettiği husus, herkesin ona potansiyel olarak sahip olmak anlamında bir buda doğasının olduğu hususuydu. Bütün insanların bir şekilde ve bir zamanlar yanılsamanın kurbanı, hatta kölesi olabileceklerini söyleyen Dogen'e göre, insanlar doğuştan getirdikleri söz konusu buda doğası sayesinde, hem ilke olarak ve hem de pratikte, cehaletten kurtulup aydınlanmaya erişebilirlerdi.​
Madhyamaka Okulu, insanları, zaman zaman sadece boş bir kendini beğenmişlik, bazen de gereksiz bir gayretkeşlik olarak gördükleri kavramlara bağlı kalma halinden kurtarmaya çalıştığı için, aydınlanmayı biraz daha farklı bir biçimde yorumlamıştı. Okul düşünürlerine göre, kavramlar sadece belli bir düzeyde iş görürler, fakat insanlar aydınlanmaya erişeceklerse eğer, onların daha yüksek bir hakikat düzeyinde kavramları aşmaları gerekir. Bu tür bir aydınlanma, aydınlanmaya çıkan yolun sadece çok küçük bir bölümünü meydana getiren dilde, hiçbir zaman ifade edilemez. Nihaî adımın, paradoksal sloganlar tarzında ortaya çıkan birtakım ipuçları alındıktan sonra, atılması gerekir.​
Aydınlanmanın imkânı probleminin, şu hâlde, bir dizi kavramsal güçlük ve soruya yol açması kaçınılmazdır. Aydınlanma adı verilen süreç, acaba birtakım aşama ya da derecelerden mi meydana gelir yoksa o birdenbire ve bir bütün olarak yaşanan bir deneyim midir? Aydınlanmanın kendisinden kurtulma olduğu cehalet ya da bilgisizlik, algı ya da kavrayışta söz konusu olan bir hata ve yanılsama mıdır, yoksa o insan kişiliğinin ayrılmaz bir parçasını mı meydana getirir? Aydınlanma kişinin gözlerini açmasına benzer bir şey midir, yoksa o daha ziyade kişinin kötü ve zararlı bir alışkanlığının üstesinden gelmesine mi benzer? Ahlâkî, dini ve sosyal faaliyetler, aydınlanmanın zorunlu koşullan olarak bir şekilde hayata geçirilmesi gereken şeyler midir, yoksa onlar aydınlanmanın bir sonucu olarak kendiliğinden mi gelişirler? Aydınlanma dile dökülemez, ifade edilemez bir şey midir, yoksa onunla ilgili olarak anlamlı bir şeyler söylenebilir mi? Dilin aydınlanma sürecinde oynayacağı bir rol var mıdır, yoksa ve kavramların yegâne görevi aydınlanmanın ne olduğunu söylemekse, o zaman öğrencilere aydınlanma yolu nasıl öğretilebilir? Ve nihayet, hakikati ifade etmenin kimi ustalıklı ve rasyonel yolları hakikati anlamanın zorunlu bir önkoşulu mudur, yoksa onların dolayımsız aydınlanma deneyimi adına tümden bir kenara bırakılmaları mi gerekir?​
Örneğin Konfüçyusçu anlamıyla öğrenme (xue) etimolojik olarak aydınlanmaya (jue) bağlanmış olup, o özellikle Konfüçyusçulukta eğitimle aydınlanma arasındaki yakın ilişkiyi gözler önüne serer. Fakat eğitim. insanların Tao'yu bulma, ona erişme sürecinde kendilerini unutmayı öğrenmeleri gerektiğini bildiren Taocu düşünceyle de yakından ilişkilidir. Bu, benliğin, hem Konfüçyusçularm, hem de Taocuların aşılması, özellikle bencillik, maddî istekler ve fizikî nesnelere düşkünlük benzeri ortadan kaldırılmaları gerektiğini düşündükleri birtakım yönleri olduğu için böyledir. Başka bir deyişle, bu çilecilik lehine bir argüman olmayıp, insani bozan eğilim ve yönelimlerin köklerinin kazınmasının daha derinlikli ve kuşatıcı bir benlik deneyimine imkân vereceği düşüncesinin bir ifadesidir. Söz konusu anlayışa göre, kişinin aydınlanmaya erişebilmesi için, dışarıdan birinin, herhangi bir fail ya da otoritenin yardımına ihtiyacı yoktur; onun ihtiyaç duyduğu tek şey, kendisini bulması, kaybedilmiş olan gerçek benliğini evine geri getirmesidir. Burada, içtenlik ve sahiciliğin aydınlanmaya götürebileceği düşüncesi (şeng) de büyük bir önem kazanır, çünkü sahicilik, içtenlik ve dürüstlük insan hayatının gündelik ve alışılmış eylemlerinin anlamını gereği gibi kavrama imkânı veren en temel tavır ve değerlerdir.​
Öte yandan, kişinin aydınlanması, , kişinin kendisini gereği gibi geliştirebilmesi ve yetiştirebilmesi için, kendisinin, de bir parçası olduğu toplumun talep ve ihtiyaçlarına özen göstermesi gerektiğinden, başkalarını aydınlatmayı da ihtiva eder. Nitekim, Konfüçyusçular, aydınlanmanın kişinin gündelik eylemlerinin anlamını kavraması olduğunu göstermek için, değişme ilkelerindeki bir denge yoluyla elde edilecek ahenk düşüncesinden yararlanmışlardır.​
L. Angel, Enlightenment: East and West, State University of New York, Albany, 1994​
P. Frutiger, Les Mythes de Platon. Etude philosophise et Litternire, New York, 1976​
V. Goldschmidt, La Religion de Platon, Paris, 1949​
O. Hansing, "The Doctrine of Recollection in Plato's Dialogues", The Monist, 38(1928), pp. 231-62​
O. Leaman, Key Concepts in Eastern Philosophy, Routledge, London, 1999​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ANIMSAMA KURAMI, AUGUSTINUS, AUGUSTİNUSÇULUK, HİNT FELSEFESİ, KONFÜÇYUSÇULUK, PLATON, PLATONCULUK, SOKRATES, TAOİZM.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
Benzer Konular
Aydınlanma

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst