Ian Graeme Barbour, 1923 yılında Pekin'de doğmuştur. On yaşında iken ailece önce İngiltere'ye, ardından da Amerika'ya göç etmişlerdir. Yirmi yaşında Swarthmore kolejini bitiren Barbour, 1946 yılında Düke Üniversitesi'nde fizik üzerine yüksek lisans yaptı; 1949 yılında da ünlü fizikçi Enrico Fermi'nin başkanlığında doktorasını tamamladı. 1956 yılında ise Yale İlahiyat Okulu'nu bitirdi. 1989-91 yıllan arasında Edinburgh Üniversitesi'nde 'Gifford Lectures' adıyla bilinen bir dizi konferanslar veren Barbour'un bu konferansları, Religion in an Age of Science [Bilim Çağında Din] ve Ethics in an Age of Technology [Teknoloji Çağında Etik] adıyla iki cilt halinde yayınlanarak Amerikan Din Akademisi ödülünü kazandı. 1999 yılında Barbour, dinî düşüncenin gelişmesinde gösterdiği çabalardan ve katkılarından dolayı ünlü Templeton ödülüne layık görüldü.​
Barbour'un eserlerinin büyük bir kısmı bilimle din arasındaki teorik ve metodolojik paralelliklerle ilgilidir. Barbour, konuyla ilgili ilk eseri olan Issues in Science and Religion [Bilim-Din Meseleleri] (1990)'nde, bir taraftan yeni Ortodoksluk, varoluşçuluk ve analitik dilciliğin bilimle dini birbirinden tamamen ayırmalarına karşı çıkarken, diğer taraftan da bilimden yola çıkarak bir teoloji ortaya koyma çabalarını (doğal teoloji) eleştirmektedir. Ona göre, iki alan arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunmaktadır; önemli olan bu özelliklerin doğru tespit edilmesi ve buna göre hareket edilmesidir. Bu, Barbour'un bütün eserlerinde görülen temel çizgidir. Eserin son kısmında o, bilimle dinin ortak katkılarıyla nasıl bir doğa-insan-Tanrı ilişkisinin kurulabileceğini tartışır ve kendi yaklaşımını süreççi bir tavırla ortaya koyar. Bir diğer önemli eseri Myths, Models, and Paradigms [Mit, Model ve Paradigmalar] (1976)'da ise, Barbour bilimle dinin yapısı arasındaki birtakım benzerliklere dikkat çeker, ve bu alanların gelişim ve ifade sürecinde model ve paradigmalarm rolünü araştırır. O, Kuhncu paradigma anlayışını dinî geleneğe uygulamakta ve bilim tarihinde olduğu gibi, dinî gelenekte de inançların belli bir topluluktan diğer bir topluluğa geçmekte olduğunu ve bu geçiş sürecinde söz konusu topluluğun kavramsal imkânlarına göre biçimlendiğini göstermektedir. Barbour'un en kapsamlı ve sistematik eseri, Gifford konferanslarından oluşan Religion in an Age of Science [Bilim Çağında Din]'tır (1990). Felsefeciler tarafından rağbetle karşılanan bu eserde, bilim-din ilişkisiyle ilgili ilk kez dörtlü bir tipoloji ortaya konmuştur. Barbour'un konuyla ilgili en son eseri, When Science Meets Religion [Bilim-Din Buluşması] adıyla yayınlanmıştır (2000). Düşüncelerinin özeti mahiyetindeki bu eserinde, bilim-din ilişkisi ve Tanrı-alem ilişkisini dörtlü tipoloji esasında ele almakta ve kendi görüşlerini entegrasyon başlığı altında ortaya koymaktadır. O bilim-din ilişkisinin yani sıra teknoloji ve ahlâk konularına da ilgi duymuş ve bu konular üzerine bir sıra eser yazmıştır. Barbour, Western Man and Environmental Ethics [Batı İnsanı ve Çevre Etiği], Technology, Environment, and Human Values [Teknoloji, Çevre ve Beşerî Değerler] ve Gifford konferanslarının ikinci cildi olan Ethics in an Age of Technology [Teknoloji Çağında Etik] gibi teknoloji-ahlâk ilişkisi ağırlıklı eserlerinde, insanların dikkatlerini çevreyi tahrip etmelerine ve bunun sonucunda insan-doğa ilişkisinin ciddî bir biçimde zedelenişine çeker, fakat sadece bu sorunları gündeme taşımakla kalmayıp aynı zamanda yeni bir çevre etiğinin temellerini ararken, asil değişimin doğanın dinselleştirilmesi yoluyla, bilinçlerde yapılması gerektiğini savunur. Barbour'un bütün eserleri, önceden belirlenmiş bir hedefe göre kaleme alınmış gibidir. Bu hedef, bilim çağında dinin bilişsel statüsünü belirlemek ve kapsamlı bir dünya görüşü ortaya koymaktır.​
Barbour, bilim-din ilişkisi üzerine 'Çatışma, Ayrışma, Diyalog ve Entegrasyon' şeklinde yeni bir dörtlü tipoloji geliştirmiştir. Fakat tipolojiyi ele almadan önce, Barbour'un bilimden kastının doğa bilimleri, dinden ise Yahudi-Hıristiyan kültürü olduğunu belirtmek gerekir. Bu tipoloji, bilim-din ilişkisiyle ilgili olumlu veya olumsuz bütün tavırların kategorize edilebilmesine müsait olması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Tipolojinin ilk kategorisi olan Çatışma, 'bilimsel materyalizm' ve 'dinî literalizm' kısımlarından oluşmaktadır. Bilimsel materyalizmin çıkış noktasının bilim olmasına rağmen, o, sonuçta birtakım felsefî iddialarda bulunur. Dinî literalizmin ise çıkış noktasının teoloji olmasına rağmen, o da birtakım bilimsel sonuçlardan söz etmektedir. Barbour, her iki tarafın da kendi sınırlarını aştığını ve bu yüzden de bir çatışmaya neden olduklarını savunur. İkinci kategori olan Ayrışma, 'yöntem' ve 'dil' farklılığından kaynaklanmaktadır. Genellikle bilimle din arasındaki çatışma türünden herhangi bir olay; konuları, alanları ve amaçlarından birisi ve hepsi eşitlendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, bilimle din arasındaki çatışmadan kaçınmak için her iki alana da bağımsızlık veya özerklik tanınması gerekir ki, bunun da en iyi yolu, her iki alanın da farklı yöntem ve dil kullandıklarını göstermektir. Barbour, bu ayırımı, sadece gereksiz çatışmalardan kaçınmanın değil, aynı zamanda hayat ve düşüncenin her iki alanını doğru karakterize edebilme arzusunun hareket ettiricisi olarak kabul etse de, genelde doğayı dinsizleştirdiği, özelde ise dinin bilişsel yanını görmezden gelerek parçacı davrandığı, yani bilimle din arasında yapılabilecek bütünleşme veya herhangi bir olumlu yaklaşımı engellediği gerekçesiyle eleştirir.​
"Sınır çizgisi" ve "metodolojik paraleller" kısımlarından oluşan Diyalog adlı üçüncü kategori, tanımı gereğince herhangi bir somut ayrışma veya uzlaşma girişiminde bulunmadan, yapısal açıdan bilimle din arasındaki zıtlıklar kadar benzerliklerin ortaya konulması gerektiğini ifade eder. Mesela, amaçları birbirinden farklı olmasına rağmen, her iki alanda da model ve analojiler kullanılmakta, temel unsurunu topluluk teşkil etmekte, tutarlılık ve kapsamlılık gibi kriterler uygulanmaktadır, vs. Fakat Barbour'a göre, gerçekliği deneyimleme ve yorumlamanın farklı şekilleri olan bilim ve din arasında varolan metodolojik paralellikler, yapısal açıdan bu alanların birleştirilmesini gerektirmez. Önemli olan, neyi nerede aradığımızdır. Bilimle din arasında bir bütünleştirme girişiminde bulunulacaksa, bu yalnız bilimle dinin verileri arasında mümkün olabilir. Dördüncü ve son kategori olan Entegrasyon, 'doğal teoloji' ve 'doğa teolojisi' kısımlarından oluşur. Doğal teolojiyi savunanlara göre, bilimin yardımıyla doğadaki düzenden Tanrı'nın varlığını ispatlayacak deliller çıkarılabilir. Doğa teolojisine göre ise, aslında dinin kaynakları bilimin ötesindedir; fakat, yine de bazı teolojik doktrinlerin temellendirilmesinde bilimsel teoriler dikkate alınabilir. Barbour, vahyi dikkate almadan bilimle din arasında sağlam bir ilişki kurulamayacağını düşünerek doğal teolojiyi yetersiz görür. Çünkü doğal teolojinin argümanları doğrulansa bile, dinin faal Tanrı'ını doğadan çıkaramayız. Başka bir ifadeyle, doğa, insanı bir yere kadar bilinçli bir varlık hakkında düşünmeye sevk edebilir, fakat insan, düşündüğü bu varlığın dinin faal Tanrı'sı olduğunu bilmesi için vahye muhtaçtır. Barbour'un kendisine en yakın anlayış olarak gördüğü doğa teolojisinin hareket noktası, doğal teolojiden farklı olarak bilim değil, dinî tecrübe ve vahye dayanan dinî gelenektir. Sonuç olarak, Barbour, bilim-din ilişkisi üzerine geliştirmiş olduğu modelinde, bu alanlar arasındaki etkileşimi özlü bir biçimde ortaya koymuş ve yalnız bilimle dinin ortak katkılarıyla daha kapsamlı bir dünya görüşü ortaya konulabileceğini göstermiştir.​
Barbour, dörtlü tipolojisini ortaya koyduktan sonra, bazı dinî doktrinlerin, bilimsel teorilerin ışığında yeniden ele alınması gerektiğini düşünmektedir. Bu teorilerin başında büyük patlama teorisi, evrim teorisi ve kuantum teorisi gelmektedir. Büyük patlama teorisinden çıkarılacak iki temel ilke vardır: (1) Evren sonsuz değildir, belirli bir çağda ortaya çıkmıştır, (2) Evrende tam bir düzen hakimdir. Fakat, modern kozmolojinin sınırları ötesinde olan iki önemli teolojik ilke daha vardır: Tanrı kavramı ve insanın evrendeki yeri. Bu ilkeler üzerine, bilimsel olarak açıklayabildiğimiz evrenin, dinin Tanrı olarak tanımladığı varlık tarafından yaratıldığı gibi bir formülasyonla kapsamlı bir evren görüşü ortaya konulabilir.​
Kuantum teorisine gelince, Barbour'a göre, diğer teorilerden farklı olarak bu teoriyle din arasında metafizik değil, epistemolojik bir ilişki kurulabilir. Doğal teolojide her şeyin bir düzen ve silsile içinde hareket ettiğine ve bu silsilenin başında Tanrı'nın bulunduğuna inanılmaktaydı. Dolayısıyla, hiçbir yenilik veya değişim söz konusu değildi; bu statik varlık anlayışı zamanla deizm şeklini aldı ve vahyi esas alan doğa teolojisi bir anlamda dışlandı. Fizikteki son gelişmeler ise, bugün bile nüfuz edemediğimiz bir varlık alanı bulunduğunu ortaya çıkardı. Atom-altı dünyadaki olaylar bizim için birer olasılık olduğu halde, bu olaylar Tanrı tarafından kontrol edilmiş olabilir. Şimdi artık doğal teolojide olduğu gibi, Tanrı'nın âleme yalnız dolaylı olarak değil, bilemediğimiz araçlarla ve belki de doğrudan müdahale edebileceğini söyleyen doğa teolojisini savunabiliriz. Buna göre, Tanrı belirsizliklerin belirleyicisidir.​
Bilim-din ilişkisi açısından en çok konuşulan teori, evrim teorisidir. Barbour'a göre, evrim teorisiyle din arasında, astrofizik teorilerinde olduğu gibi bir diyalog kurulabilir ve hatta belirli noktalarda bütünleşme dahi söz konusu olabilir. Doğanın evrimci görünümü, insanın doğasını ve Tanrı-âlem ilişkisini anlamamız açısından da önemlidir. Diğer taraftan, evrim, bizim de bir parçası olduğumuz dinamik âlemin ifadesi olan sürekli yaratılış kavramını da beraberinde getirmektedir. Evrende sürekli yaratılış vardır ve Tanrı, bütün yeniliklerin ve değişimlerin kaynağıdır. Tanrı her zaman yaratılışla birliktedir. Dolayısıyla, evrim, Tanrı'nın yaratma biçimidir.​
Barbour'un bilim-din ilişkisiyle ilgili görüşlerinde amacının, tecrübelerin bütünlüğü, belirleyici kriterin ise süreç düşüncesi olduğu görülmektedir. Ona göre, kozmolojik ve biyolojik teoriler, âlemin organik ve inorganik açıdan sürekli yaratıldığını ve evrildiğini göstermektedir. Bu süreç, aynı zamanda Tanrı'nın âleme müdahalesi ve yaratma biçimidir. Kuantum teorisi ise, bir taraftan insan bilgisinin sınırlı oluşunu, diğer taraftan da maddenin bilgisi ile ilgili belirsizliğin ve kaosun, ilâhı nizamın antitezi olmadığını, bu belirsizliğin Tanrı tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, bilgimizin iki farklı ifadesi olan bilimle din, bütüncül bir dünya görüşünün vazgeçilmez iki temel unsurudur.​
I. G. BARBOUR, Issues in Science and Religion, New York, Harper & Row, 1971; I. G. BARBOUR, Myths, Models, and Paradigms, New York, Harper & Row, 1976; I. G. BARBOUR, Religion in an Age of Science, London, SCM Press, 1990; I. G. BARBOUR, When Science Meets Religion: Enemies, Strangers, or Partners, New York, Harper San Francisco, 2000.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., BİLİM, BİLİM VE DİN, DİN FELSEFESİ, TEOLOJİ.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
Piramit Savaşçılar ve Zalimler 0
Piramit Asiler ve Reformcular 0
Piramit Asiler ve Reformcular 0
Piramit Sanatçılar 0
Piramit Liderler 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst