1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Beden, bizim içinde yaşadığımız hem doğal hem de moral/toplumsal çevredir. Bedenimiz hem varolduğumuz hem de yok olduğumuz yerdir. Hem bir özgürlük hem de bir kısıtlılık alanıdır. Bütün kötülükler bedenimize aittir; ölüm bile... Öte yandan bütün güzellikler de bedenimize içseldir; doğum bile. Çoğunluk, ancak bir sorun olduğunda bedenlerimizi "farkederiz." Hastalıklar başverir yaşadığımıza lanet ederiz, elimizi koyacak yer bulamayız, nereye bakacağımızı bilemeyiz, acısına katlanamayız, açlığına dayanamayız, giderek bozulup çirkinleşmesine engel olamayız, bir şeyleri eksilir yerine koyamayız; saçlarımız dökülür, dişlerimiz eksilir, giderek kırışıklar belirir cildimizde, yaşlanırız. Ve nihayet birileri ölüverir, susarız. Ölüme yazgılı olduğunu bilip, bu gerçekle ancak unutarak başa çıkabilen bir kültürün suçlu sessizliğidir bu.​

Öte yandan tüm hazzımızın kaynağı da bedenlerimizdir: Çocukluk coşkusundan gençlik heyecanına, yeme içme hazzından tuvalet huzuruna, dokunma arzusundan cinsellik tutkusuna, hareket edebilme yetisinden görmenin büyüsüne. Nicelik ya da nitelik olarak çoğaltılabilecek olumluluklar ve olumsuzluklar manzumesi olarak beden, tam da bu paradoksların matriksinde kuruludur.​

En başta söylemek gerekiyor ki, burada anlatılan, bedenle ilşkimizin hakim olan ve tümüyle bu çerçevenin dışında olanları bile bir şekilde etkileyen tarihidir. Yoksa, bedenleriyle faklı bir ilişkiyi yaşayan çevre oluşumlardan, bedenlerini bir silah gibi kullanan canlı bombalara kadar çok farklı ve özel tarihlerden de söz etmek mümkün.​

Bedene ilişkin iki önemli alan ayırt edilebilir: İhtiyaçlar ve arzular. Postmodemite ya da tüketim toplumu öncesinde beden, çoğunlukla ihtiyaçlar bağlamında ele alınırken, günümüzün kışkırtma ortamında arzular ya da hazlar ön plana geçmiş durumdadır. "İhtiyaç" olumludur, meşrudur, çünkü bir zorunluluğa gönderme yapar. "Arzu" ise olumsuz; çünkü kişisel ve belirsizdir. Hemen hemen tüm moralitelerin paylaştığı bir nokta, arzuların aşağılık ve aldatmaca; ihtiyaçların ise gerçek ve asil olduğudur. İhtiyaç, bu ihtiyacı giderecek/doyuracak bir objeye gönderme yapar. Oysa arzu doyurulamaz, çünkü o bizzatihi kendi kendisinin nesnesidir. İhtiyaçların doyurulması "iyi" bir toplum olmanın ölçütü olabilir; arzuların doyurulması ise toplumu/toplumsalı dışlar. Freud'un kötümserliği de buradan kaynaklanıyor olabilir: Arzu toplumsalın içinde doyurulabilir bir şey değildir. Psikoanalitik açıdan ödip karmaşası, arzunun imkânsızlığını haberler. Arzu ve akıl da, bir araya gelebilir şeyler değildir. Tutkularımızı bireysel düzeyde frenleyemediğimizde, "deli" olarak toplumsalın kontrolüne tâbi olmak durumunda kalırız. Arzu ve tutku, iktidar ve düzeni dışlar. Bu nedenle, arzu mahrem alana kitlenmiş, kamu alanı giderek artan bir biçimde rasyonel hesaplılığın egemenliği altına alınmıştır. Kuşkusuz bu ayırım, geç kapitalizm ya da asil olarak postmodern dönemde parçalandı ve hazların kısıtlandığı değil, kışkırtıldığı bir dönemece geldik.​

Uygarlık tarihi, güdülerin denetim altına alınma süreci olarak da okunabilir. Bedenlerin kontrolü, doğanın denetim altına alınması; insanda doğal olanın disipline edilmesi bağlamında devreye sokulur. Tuvalet adabı ve cinselliğin özel bir alan olarak inşâ edilmesi gibi süreçler ya da diğer kültürel yaptırımlar, aileye yüklenmiş bir işlev olarak çocuklukta başlar ve sosyal ilişkiler içerisinde tüm bir ömür boyu sürer. Bu süreç, aksırma tıksırma ya da oturup kalkma adabı gibi yalnızca fiziksel değil; kızma, sevinme, gülme gibi duygusal tepkilerin konrolünü de içerir. Bilindiği gibi, evcilleştirilmiş doğa diyebileceğimiz kent hayvanları da aynı kaderi paylaşır. Evde beslenen kedi köpek bin bir işkenceyle tuvalete alıştırılır, havlamaktan mahrum edilir, sonunda da kısırlaştırılır. İnsanda doğal olanın bastırılması, yaklaşık son 400 yıllık uygarlaşma sürecinin gizli tarihini oluşturur ve bu bashrmanın nesnesi bedendir.​

Beden üzerine olan her şey sosyal kontrol olarak devreye sokulur. Bedene ilişkin ve hem zaman hem de mekân boyutunda değişiklikler gösteren her yasak ya da kışkırtma, ancak sosyolojik düzeyde anlamlandırılabilecek pratiklerdir. Barthes, "beden: adı var kendisi yok" derken, bedenin yalnızca simgeselin alanı içinde hareket ettiğini; gösteren ve gösterilenin arasında bir yerde durduğunu söylüyordu. Bu anlamda, beden, hem bir "şey"dir, hem de bir sembol. Müslümanlar saçını örttü ve laiklerin saç fetişisti olduğu ortaya çıktı. İran'da saçını örtmeyenler sopa yedi ve 'Hair' in gücünü anladık. Gündelik atıflarımızda da beden ve parçalarının çeşitli simgesel kullanımları mevcut: "Kalbimi kırdın", "...damarlarındaki asil kan" gibi. Bir zamanlar beden görünmezden gelinip aşağılanırdı: "bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla" ya da " benim naçiz vücudum..." gibi. Oysa, hayatı duyumsadığımız tek alan bedenimizdir. Birer duyumsama deneyimi olarak acı da haz da beden üzerinde gerçekleşir. Kadın ve erkek bedenlerine ilişkin tavrımız da farklıdır. Kadınlar, öncelikle bedenleri, erkeklerse akılları üzerindeki kontrolleriyle tanımlanırlar. Bu nedenle, "bedenime sahip olabilirsin" dense de, ruhunu korumak için bedenini satan kadınlar aşağılanır. Kadınlar, soyut erkek için bedenlerini tüm somut erkeklerden korumak zorundalarken, erkekler için "ser verip sır vermemek" çok daha önemlidir. Bedenine yapılanlara dayanamayıp sırrını veren erkeklere pek iyi gözle bakılmaz.​

Beden yalnızca sosyal değil, tarihsel bir kurgudur da. Bu nedenle zaman içinde değişen bedenlerden ya da bedenimizle kurduğumuz ilişkideki zaman boyutundaki kaymalardan sözetmek gerekiyor. Örneğin, bir zamanlar çalışmaya göndermede bulunduğu için aşağılanan yanık tenli olma, günümüzde, tam tersi bir sınıf göstergesi haline dönüştü. Benzer biçimde, zengin patron tipinin göbeği gitti ve müşterisiyle görüşürken hemen masasının yanındaki koşu bandına çıkan sportif yönetici tipi geldi.​

İnsanlığın ortak mentalitesine Batının egemen olma sürecinin sonuçlarından belki de en önemlisi, varoluşumuzu ikili zıtlıklar yoluyla kavramamız. Descartes'ın ünlü sözü, Düşünüyorum Öyleyse Varım tüm varlığımızın zihin ve beden olmak üzere ikiye bölünmüş olduğuna işaret ediyor. Masum bir bölünme de değil, bu. Tam tersine, bir altlık-üstlük ilişkisini içeriyor: Bedenimiz, hayvani güdülerin alanı olarak aşağılanıyor; zihnimiz ise uygarlığın alanı olarak kutsanıyor. Descartes'a göre, bedensel tutkular akıl yardımıyla dizginlenip kontrol altına alınmalıdır. Beden aktif olduğunda zihin pasiftir ve bedenden kaynaklanan tutkuları akıl yoluyla denetim altına almaksızın, zihin aktif hale geçemez. Kısacası, insanları beden ve zihinlerine bölen Descartes, bedenleri aşağılarken zihinleri yüceltti. Foucault, bir anlamda bu çerçeveyi tersine çevirdi ve Kartezyen düşünen öznenin merkeziliğini reddederek, bedeni modem söylemlerin nesnesi olarak inceledi. Foucault, bir yerde, beden üzerine söylemlerin tarihini yazar ya da bu söylemlerin tarih içinde kuruluşlarının arkeolojisini yapar.​

Bireysel bedenin idaresi ile toplumsal bedenin idaresi çok yakın ilişkilidir. Her ikisi de disiplin, düzen ve ahlâka ihtiyaç duyar. Hemen hemen tüm nioraliteler insan irâdesinin/aklının beden ve tutkular üzerindeki efendiliğini ilan eder. Fakat, bu efendiliğin meşruiyetini sistematik bir biçimde kurgulayanlar, aslolarak, dinler olmuştur. Bu nedenle, bedenimizle ilişkimizin filtresini dinî etiğin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Oruç, sünnet, namaz ve diğer dinsel ritüeller, beden aracılığıyla tüm bir varoluşun (ve tabiî toplumun) denetlenmesi/disipline edilmesi/bashrılması ve regülasyonu yönünde işlev görüyor. Bu dinî ahlâk bize neyin doğru neyin yanlış; neyin kirli neyin temiz; neyin günah neyin sevap olduğunu, belirli bir dizge içinde buyuruyor ve bize "zihinsel bir harita" sağlıyor. Kuşkusuz, bu yasaklayıcı söylemin odağında cinsellik yatıyor. Cinsellik bir esrime halidir, şeylerin kurulu düzenine ters düşer, bu nedenle korkulur. Cinsellik irâdesizliktir; çünkü asil irâde Tanrı (ya da benzeri tekil, merkezî bir otoritenin) irâdesidir. Cinsellikle apaçık hale gelen bedenin irâdesidir ve bu aynı zamanda Tanrı'ya bir başkaldırıdır.​

Tumer'ın anlattığı gibi, dinsel entelektüalizm için beden ve arzuları, ölümsüz ruh lehine feda edilmesi gereken bir günah kaynağıdır. Oruç, cinsellikten uzaklaşma, vejeteryanlık gibi kısıtlayıcı pratiklerin benimsenmesi, ruhun zindanı olan bedeni kontrol altına almak içindir. Ruh ölümsüz ve kutsal, beden ise dünyevî ve süflidir. Beden bu dünyalıdır ve hep burada kalır. Bu nedenle bütün öte dünyacı ideolojiler bedeni yadsır. Frenklerin imdat çağrısı olarak kullandıkları 'S.O.S.' (Save Our Souls = ruhlarımızı koru/kurtar), yalnızca bir son an çaresizliği değil, ama daha çok bedeninden felsefî ve pratik olarak vazgeçmiş (ya da vazgeçirtilmiş) bir öznenin yakarışıdır. Beden bu çerçevede pasif bir aktifliğe sahiptir: Günâh çıkarırken ya da tövbe ederken yapılan şey, aslında aklın ayak sürçmelerine mazeret bulmaktır.​

Hıristiyan teolojisi için beden, tutku/arzu ve akıldışının mümkün olduğu alandı. Felsefede zihin ve beden arasında kurulan zıtlık, Hıristiyanlıkta ruh ve et arasında kuruldu. Et, sefil insanın sembolü ve Tanrı'nın irrasyonel inkârıydı. Hayatın sekülerleşmesiyle birlikte farklı etik referanslar ortaya çıksa bile, bedenimizle ilişkimizde yaratılan gerilimler, dinî etiğin dönüştürülmesiyle devreye sokuldu. Örneğin, günümüzde bedeni etkili kılmak için başvurulan diyet, egzersiz gibi yöntemler, aslında dinî etiğin başlattığı kısıtlamalardan başka bir şey değildi. Önceleri bu tür pratikler, arzunun kontrolünü amaçlarken, günümüz tüketim toplumu için arzuyu/hazzı geliştirmenin/çoğaltmanın aracı olarak işlev görüyor. Bedenle uğraşmanın laikleşmesi sürecindeki bu dönüşüm, diyet yoluyla arzunun içsel olarak kontrolünden, 'bilimsel' jimnastik ve kozmetik aracılığıyla bedenin dışsal temsilinde yaratılan gerilime geçişi içeriyor.​
Bedenin sağlıklı olması, ahlâken uygun olmanın da bir göstergesidir. Fiziksel sağlık ve iyi Hıristiyanlık arasında kurulan bağ, İslamiyette emanete hıyanet etmeme biçiminde ortaya çıkar. Kuşkusuz, İslamiyet ve Hıristiyanlığın, beden ve faaliyetleri bağlamında, hiç örtüşmedikleri bir dolu nokta var. Örneğin, İslamiyet, cinsellik açısından, Hıristiyanlıkla karşılaştırıldığında ciddî ölçüde pornografik öğeler içerir -en azından erkekler adına. İslamiyet, arzuyu devre dışı bırakmak üzere hazza ağırlık verir. Bu durum 'ilk günah'a bakıştaki farklılıkla başlar. İslamiyette bütün Müslümanların taşımak zorunda bıraktldıkları bir 'ilk günah' yoktur. Böyle bir ağırlık taşımazlar ve Adem'le Havva arasında geçenleri, basitçe, doğal bir gereklilik olarak görürler. Cinsellik, doğallığın/Tanrı buyruğunun gerçekleştiği bir faaliyettir ve bu faaliyetin öznesi erkektir. Tabiî ki, erkek ya da kadın, ikisinin de bedeni bir tanrı emanetidir ve bunu en iyi biçimde geri iade etmek durumundadırlar.​

Bir bedene mi sahibiz, yoksa sadece birer beden miyiz? Görünen ben diyebileceğimiz bedenden içeri bir ben var mı? Platon'un iddia ettiği gibi, insan, ölümlü bedeni kullanan ölümsüz bir ruh mudur ve bedenimiz ruhla hakikat arasına giren bir perdeden başka bir şey değil midir? Yoksa, Aristoteles'in söylediği gibi, insan doğası ruhu kadar bedenini de kapsamakta olup, yalnızca ruha indirgenemez bir şey midir? Bu tür soruların, insanlığın gündemini çeşitli dönemlerde şu ya da bu şekilde meşgul etmesine karşılık, sosyal bilimler, yakin geçmişe kadar bedenimiz ve bedenimizle ilişkimiz üzerine kapsamlı bir söyleme sahip değildi. Geleneksel sosyal bilim pratiği, bedeni çoğunluk görmezden gelir ve kendini ancak böyle vareder. Bilindiği gibi, fonksiyonalizm bedeni ancak biyolojik organizma olarak sosyal teoriye sokar. Sosyolojik gelenek içinde, insanlar zihinleriyle topluma; bedenleriyle doğaya ait olarak algılandığı için, beden, tıp başta olmak üzere doğal bilimlerin; zihin ise, beşerî bilimlerin nesnesi olarak ele alındı. Öznelerin toplumsal olarak kuruluşunu deşifre etmeyi amaçlayan ve ideoloji/kültür ekseninde ilerleyen daha yakın dönem sosyoloji yapma tarzı için de aynı şey çoğunlukla geçerlidir. Bir başka meta-anlatı olan Marksizm'de ise beden, ihtiyaçlar ve doğa bağlamında ele alınır. Keza, Weber'de de sosyal aktör, bedensiz ve aklî düzeyde seçim kâbiliyeti olan rasyonel bir eyleyicidir. Freud, bedeni, arzunun belirlediği bir enerji alanı olarak ele almasıyla, belki de bu yazının amacına yakın düşen nadir büyük isimlerden. Freud için uygarlık, kültürel olanın genişletilmesi uğruna cinsel hayata sürekli kısıtlamalar koyma eğilimindeydi ve yasaklar uygar hayatın temeliydi. Uygarlık dediğimiz bütün hikâye, beden ve "zaafiyetleri" üzerine konulmuş kısıtlamalardan başka birşey değildir. Freud'un kötümserliğinin temelinde, asosyal tutkular ve sosyal akim karmaşası içinde bocalayarak, ikili (iki yüzlü de diyebilirsiniz) bir hayat sürme çaresizliğimiz yatar. 1968'in felsefî arkaplanını sağlayan H. Marcuse de bu çerçevede anılabilir. Marx'i Freud'un gözlükleriyle okuyan Marcuse, temel soru olarak arzu ve akıl zıtlığını ele alır. Uygarlığın gelişimi için feda edilmesi istenen arzu ve hazlar, Marcuse için devrimci bir potansiyele sahiptir.​

Bedenin, sosyal analizin temel temalarından biri haline gelmesi, ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşti. Bu ilginin kaynağında, asil olarak anlam referansındaki bir kayma olmakla birlikte, feminizm ve postyapısalcılık gibi akımları bulanlar da var. Anlam kaymasındaki en büyük etken, içine girilen yeni dönemin görselliği ön plana çıkaran kültürel mantığıydı. Bu, tabular, sınırlamalar ve nihayet kışkırtmalarla çevrili bir sosyal kurgu olarak beden anlayışının ortaya çıkmasına yol açtı. Genel olarak post-yapısalcılık olarak adlandırılan bir düşünce akımını oluşturan yazarlar, başta Foucault olmak üzere, bu yeni durumu çözümlemeye yönelik eserler verdiler. Bedenin sosyal teoriye girmesinin bir başka kaynağı ise feminizmdi. Zira feministler tek bir insan bedeni yerine kadınlar ve erkekler olduğumuzu söyleyip, farklılıklarımızın hem sosyal hem de anatomik kaynaklarını sorguladılar.​

Beden üzerine ilgi, bir yandan da, modemitenin hem başarılan, hem de sorunları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bireyselleşmiş bedenler ya da anlamın bireyselleşmesi, tüm referansların bu dünyalı hale gelmesi, ancak modemizmle mümkündü. Öte yandan, akıl yoluyla kurulan toplum projesinin sorunları, büyük anlatıların çökmesine ve postmodern denilen bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu da, modemitenin bir kenara ittiği felsefî geleneklere yeniden bir dönüşü getirmiştir. Kant, Nietzsche, Spinoza gibi filozofların prim yapmaya başlaması bu nedenledir. Nietzsche "uyanın bedenlerinizin farkına varın, akıl yoluyla kandırılmasına izin vermeyin" diyordu. Oysa uygarlığın bütün çabası bedenimizi unutturmaya yönelikti. Keza, Kant, evrene bakışımızın kendi bedenimizle sınırlı olduğunu söylüyordu. Spinoza, sonraları tüm zihinsel dünyamızı şekillendirecek olan zihin-beden ayırımının başını ağrıtacak önermelerde bulunuyordu. Bu ve benzeri metinlere yöneliş, özellikle Nietzsche'nin yeni okumaları, beden üzerine ilginin yoğunlaşması nedeniyleydi. aynı ilgi, Norbert Ehas ve Mary Douglas gibi, bedeni ve bedenle ilişkimizi daha erken bir dönemde ve sosyolojik olarak sorunsallaştırmış olan yazarları yeniden gündeme getirdi.​

Bedenle ilişkimizin tarihsel kökenlerini sistematik olarak sorunlaşhran ilk isimlerden birinin Ehas olduğu söylenebilir. Uygarlığın yükselişi ve beden üzerine 1930'larda yazdıkları, yaklaşık yarım asır sonra beden, sosyal bilimlerin uğraştığı başlıca konulardan biri haline geldiğinde, Foucault'nun başlattığı düşünce çizgisiyle birlikte, temel paradigmaları belirleyen bir etki üretti. Elias, uygarlık projesinin nesnesi ve sonucu olarak bedeni tarihselleştirdi. Foucault, disiplin/gözetim, cinsellik, benlik teknolojileri, kendilik kaygısı gibi başlıklarla sınırlandırılamayacak bir çerçevede yeni bir düşünce çizgisini başlattı. Beden üzerine düşünce üreten yakın dönem yazarlar üzerinde Foucault ve Elias'ın bir şekilde etkili olduklarını söylemek abartı olmaz. Bu çerçevede, Bourdieu 'fiziksel sermaye olarak beden'; Deleuze ve Guattari 'bir arzu makinesi olarak beden'; Baudrillard 'bir tüketim nesnesi ve özel mülkiyet olarak beden'; Beck, kaçınılmaz risklerin nitelediği global bir sistem içerisinde, hem savunulacak hem de sığınılacak 'bir kale olarak beden'; İrigaray 'kadın bedeninin özgünlüğü'; Schilling 'bireysel kimliğin inşâ edildiği bir proje olarak beden'; Featherstone 'tüketim toplumu ve bedenle ilişkimizdeki tarihsel dönüşümler' üzerine düşünce ürettiler. Turner ise, bu konudaki birikimin akademik sentezini oluşturan en üretken yazarlardan biri oldu.​

Kimi yazarlar beden sosyolojisi yerine bedenleşme/cisimleşme sosyolojisi başlığını tercih etmektedirler. Yaşanan bedenler, yalnızca dünyadaki şeylerden biri değil, tersine, dünyanın mümkün olmasının koşuludur. Beden, kültür ve ben'in varoluşsal zeminini oluşturur. Gündelik hayat bedenlerin üretimi ve yeniden-üretiminden başka bir şey değildir. Yani, "kişi"den önce bedenlerin üretilmesi gelir. Bu anlamda uygarlaşma süreci, bedenin rasyonelleşmesinin bir versiyonudur. Disiplin altına alınmış bedeni anlamaksızın, disiplin altına alınmış zihni anlamak mümkün değildir. Oturma, kalkma, yeme içme, tuvalet adabı, cinsellik çekingenliği, askerlik, spor gibi pratikler bu bağlamda düşünülebilir.​

Baudrillard'a göre, günümüz kültürü bir beden kültürüdür. Beden bunca ortaya dökülmüşlüğüyle artık arzunun değil, yoğunlaştırılmış libidinal ekonominin sonsuzluğunda yalnızca bir haz alanıdır. Beden tahrik eder, beden tahrik olur ve günümüzde arzu ilkesinin dayattığı ahlâkî kısıtlamalardan kurtulmuş olarak haz ilkesinin kara deliğinde kaybolur. Günümüz, her şeyin bir şekilde cinselleştiği özel bir dönem. Bu süreç, tümüyle kadın bedeni etrafında şekillenir ve kadın bedeninin her anlamda görünür kılınmasıya bütünlenir. Baudrillard bu durumu, 'İkinci Burjuva Devrimi' olarak nitelendirir. Hatırlanacağı gibi, Birinci Burjuva Devrimi, proletaryanın üretim araçlarından özgürleşmesiydi. Yeni durumda kadın, haz ilkesi çerçevesinde, aynen proletarya gibi, kendinden ve kendi bedeninden ayrılır. Kadın bedeni, bu yeni arzu ekonomi politiği içerisinde, fallus eşiti bir rol oynamaktadır. Erkek bedeni bütün sistemi belirlemek üzere bir işlev görmekle birlikte, erkek cinsellik organı hala sıkı bir kontrole tâbidir ve bu temsiliyet kadın bedenine aktarılmış durumdadır. Kadın bedenine gösterilen özen, onun iğdiş edilmiş penis metaforu olduğunun kanıtıdır. Kadın bedeninin erotik estetizasyonunun erkekteki karşılığı olarak spor anlayışındaki dönüşüm gösterilebilir. Özellikle 'extreme' başlığı altında toplanan sporlar, bir yandan bedenin sınırlarının zorlanmasını, bir yandan da teknolojiyle bütünleşmiş bedenin bir gösteri aracına dönüştürülmesinin en uç halini yansıtıyor.​

Ezoterizmler için dünyanın yaratılması tanrısal bir orgazmdı. Günümüzde de, benzer biçimde, faniliği/ölümlülüğü aşmanın ya da unutmanın en önemli alanı olarak orgazmın merkezde durduğu bir haz ekonomisi egemenlik kazandı. Bu, benlik teknolojilerinden imaj yapıcılığına; üretimden tüketime; nitelikten niceliğe; eksiklikten bolluğa ve arzunun belirsizliğinden bedensel hazların çoğaltılmasına bir geçiş demektir.​

Kapitalizmin önceki aşamalarında (ve merkezî bir söze sahip olan tüm ahlâk sistemlerinde) kurtuluşun umudu ruhumuzdu. Ruhun kurtuluşu için bedenin çektikleri mübah, hatta gerekliydi. Günümüzdeyse kurtuluşun yegâne öznesi bedenlerimiz ve ruha artık ihtiyacımız yok. Özgürlük artık bedenin fonksiyonudur. Bir tür içeriksizlik olarak da nitelenebilecek olan bu ruhsuzlaşma hali, bedeni, ayakları bu dünyaya basan bir din simulasyonuymuşçasına kutsamamıza yol açtı. Kurtuluş umudu ruhun elinden alınıp bedene verildi ve puritan ahlâkın aksine, beden, özgürleşmenin hem sebep hem de sonuç olduğu bir alan haline geldi. Önceleri bedenle ilgilenmek günahtı, günümüzdeyse bedeni ihmal etmek en büyük suç. Artık, en temel kişisel mülkiyet olarak bedenimize özen göstermek zorundayız.​

Her tür çürüme/bozulmaya karşı, yani basitçe yaşlanmaya karşı enstrümental stratejiler geliştiriyoruz: Diyet, jogging, kozmetik, moda, erişebilene plastik cerrahi. Çürüme, bozulma, yaşlılık... Doğallığın kendini tanımladığı bu süreçlere artık yer yok. Prezervatif dolu konserveler, yaşlanmaktan utanan ama ölen insanlar... Artık en 'doğal' hakkınız olan yaşlanmayı yaşayamazsınız! Tüm bunlar daha kolay pazarlanabilir bir Ben'i kurmaya yönelik çabalardır.​

Bedenin disiplini ve arzuların tatmini artık birbirlerini dışlayan şeyler değil. Önceleri bedenin zaafiyetlerinden/kötülüklerinden kurtulmak; bunları kontrol altında tutmak için başvurulan yöntemleri, bugün, bedenin "kötülüklerini" daha çok ve daha çeşitlendirerek yaşayabilmek vaadiyle yapıyoruz. Günümüz tüketim toplumu artık arzuyu bastırmak değil; üretmek, yaymak ve ayrıntılandırmak peşinde. Tüketim toplumu, birikim için arzunun kısıtlandığı bir dönemden, tüketim amaçlı arzunun çoğaltılmasına dayanan bir döneme geçişi ifadelendirir. Günümüz kapitalizmi, tam, hesaplı bir vur patlasın çal oynasın toplumunu dayatıyor ve bunun ekseninde narsist birey duruyor. Günümüz narsisizmi ve kitle tüketim toplumunun yeni düzenleme biçimleri altında, kapitalist birikim ve bedene ilişkin feda pratikleri arasındaki geleneksel ilişkiden söz etmek artık mümkün değil. Kuşkusuz, bu yeni kurgu da gerilimden muaf değil. Günümüzün gerilimi etkili bir bedene sahip olamama ve bu nedenle de oyunun dışına düşme korkusu. Bugün, bedensel hazların kışkırtıldığı bir ortamda, iktidarsız bir gerilimi ya da mutlak anlamda gerilimin iktidarını yaşıyoruz. Bu yeni ahlâkın, yeni iktidarın bekçiliğini ise reklamcılık sektörü yapıyor.​

Yine bu çerçevede bir başka nokta, insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişki olarak 'etik' bağlamında düşünülebilir: Günümüz etiği, insanın görünüşüne olan ilişkisidir; yani, kendisini diğerlerine nasıl gösterdiğidir. Geç kapitalizmin gücü, imgesel alana kitlidir. Artık sahnede olan yalnızca değişim değeri. Bu çerçevede, ben'in değişim değerini artırabilmek için her şey yeniden üretildi: Yüz, beden, giysi, davranış ve diğerleri. Artık genç, güzel ve sağlıklı 'görünmek' zorundayız. 'İç beden', sağlık ve bedenin optimum düzeyde fonksiyonelliği; 'dış beden,' görünüş ve sosyal alanda bedenin kontrolü olarak betimlenebilir. Günümüz koşullarında aslolan dış bedendir ve iç bedene gösterilen özen dış bedenin etkisini güçlendirme amacını taşır.​

Günümüzde, görünüş ve buna bağlı olarak bedensel temsiliyet çok önemli hale geldi. Stilize beden imgeleri, bu ihtiyacı doğurur ve karşılar. Reklamlar, günlük basın, televizyon, sinema stilize beden imgeleriyle yüklü. Artık aynalarla çevriliyiz ve bu aynalara karşı yaşıyoruz. Postmodemitenin narsisistik deneyimi içinde, herkes birbirinin aynası durumunda. Bir imgeler denizinde bir başka imgeden öte bir şey değiliz ve plajlar, gelişen alış veriş mekânlarının sağladığı piyasa yapma olanağı, spor ve dans gibi etkinliklerin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesi, pazarlanmak üzere tasarlanmış ben'in sergilendiği birer vitrin işlevi görüyor.​

Bedenle örtüşen ben tasarımının, genel olarak moda başlığı altında şekillendiği söylenebilir. Metanın estetikleştirildiği, estetiğin metalaştırıldığı bir çerçevede, moda yeni anlamlar üretti. Giysi, bedeni gizlemek yerine, teni yeniden üreten bir etki olarak yeni bir işlev kazandı ve bu nedenle artık giyinirken ya da giyinerek soyunuyoruz. Bedenin bir kutsal nesneymişçesine bezenmesini sağlayan her çeşit dövme ya da delme ise, bireysel kimliğin tasarlandığı bir kanvas olarak beden yüzeyini yeniden tanımlıyor.​

Çıplaklığın sergilenmesinin popüler meşruiyet kazandığı bu kışkırtma ortamında, özellikle kadın bedenine atfedilen tüm fetiş değerler alabildiğine sömürüldü. Postmodern durumda sosyal öldü. Sahnede alkışlanan artık asosyal olandır. Bir zamanlar yatak odasında giyilmesi bile pek de hoşgörülmeyecek kıyafetlere, artık kentin kalabalık caddelerinde raslamak mümkün.​

Son olarak, bedenle kurduğumuz yeni ilişki tarzının pusulası diyebileceğimiz tıptan söz etmek gerekiyor. Modem toplumlarda önceleri günah olan birçok şey artık ya suç ya da hastalık olarak tanımlanmaya başlanır ve böylece hukuk ve tıp, modemitenin iki önemli kurumu olarak devreye girer. Günümüzün egemen etiği tıp, beden ve faaliyetleri üzerine vaaz ettiği 'doğru'larla, toplumsal gerilim referansının günahtan sağlıksıza evrilmesinde kendini gösterir. Tıbbî etik, bu anlamda, bedenin laikleşmesine denk düşer. Rasyonelleşmiş tıbbın ortaya çıkışıyla birlikte, beden, et üzerine kurulan kutsal bir diskurun nesnesi olmaktan çıkıp, uygun bilimsel rejimlerle denetlenecek bir makinaya dönüşür. Tıp, bedeni sınırsız/sonsuz hesaplamaların nesnesi olarak şeyleştirir.​

Bu çerçeve, bedenin günümüzde yegâne kutsal alan hale gelmesiyle bütünlenir. Bu tesbitler birbileriyle çelişir gibi görünseler de aslında birbirlerini tamamlarlar. Doktorlar, laik ve kutsal bedenin tanrıları statüsüne ancak rasyonel tıpla birlikte yükselmişlerdir. Bir doktor karşısındaki ezikliğimiz, kurumsal otoritenin karşısında olmanın ötesinde, neredeyse ruhanî öğeler içerir. Tanrısal gücünü göstermeyi beceremediği kimi durumlarda çarmıha gerildiği de olur. Özellikle geleneksel yörelerde gözlenen doktorlara yönelik şiddet, biraz da bu hayal kırıklığı nedeniyledir.​

Bu çerçeveye son yıllarda eklenen yeni bir boyut, doktorların size .yalnızca bir beden vermeleri değil, ama sizi giderek ondan kurtarma yönündeki vaadleridir. Genetik mühendisliği ve tekno-biyoloji diyebileceğimiz ve içinde silikon memelerden organ nakillerine; yapay döllenmeden robokoplara uzanan bir yelpazeyi barındıran bu zemin, yalnızca doğal bedenin tamirini değil, ama bir bütün olarak, bir zaafiyet olarak, bedenden tümüyle kurtulabileceğimiz günlere olan özlemi anlatıyor. Kadim ölümsüzlük ve sonsuz gençlik arayışını, tıp, atılıp yenilenebilir ve sanal bedenlerle karşılayacağa benziyor. Henüz yalnızca bilim-kurgunun bir teması halindeyse de, bedenden kurtulmuş mutlak zihnin mümkün olabileceği ve böylece Kartezyen bakışın sözünün basitçe "düşünüyorum ve yalnızca düşünce olarak varım" biçiminde, bir üst boyutta yeniden üretileceği zamanlara yaklaştığımız söylenebilir.​

Bu çerçeve, tıbbın yanısıra, bilişim teknolojilerindeki gelişmeler aracılığıyla makinaya aktarılarak tüm 'posa'larından arındırılmış saf zihnin muhtemel serüvenlerini haberliyor. 1980'lerden beri Batı popüler kültürünün önemli parçalarından biri haline gelen siber punk, androidlerden siborglara uzanan bir çeşitlilik içerisinde post-biyolojik gelecek için ipuçları sunuyor. Tüm bunlar, yalnızca bedenin değil, ancak benzersiz bütünlüğü içinde tanımlanabilecek otantik birey kurgusunun da nereye kadar varolabileceği konusundaki tartışmalan gündeme getiriyor.​

20. yüzyıl, bedenimiz üzerine konulmuş kısıtlamalardan kurtulma ve beden aracılığıyla özgürleşme yolunda birçok projenin savunulup hayata geçirilmesine tanıklık etti. 21. yüzyılın kurtuluş vaadiyse, bedenlerimizden tümüyle özgürleşmek çerçevesinde şekilleneceğe benziyor.​

J. BAUDRILLARD, Symbolic Exchange and Death. Sage. 1993; J. BAUDRILLARD, Seduction, Macmillan, 1990; N. EHAS, The Civilizing Process, Basil Blackwell, Oxford, 1939; M. FEATHERSTONE, The Body: Social Process and Cultural Theory, Sage, 1991; M. FEHER R. NADDAF N. TAZI, Fragments for a History of the Body, (Volumes I. II, III) Zone. 1989; M. FOUCAULT, History of Sexuality I. II. Ill, Random, 1980; S. FREUD, Cinsiyet Üzerine, Say, Istanbul, 1989; J. IRIGARAY, The Sex which is not One, Cornell University Press, 1985; A. M. KROKER, Body Invaders. Macmillan, London, 1988; C. SHILLING, The Body and Social Theory, Sage, 2000; B. S. TURNER, The Body and Society, Basil Blackwell, New York. 1984; B. S. TURNER, Regulating Bodies: Essays in Medical Sociology, Routledge, 1992; D. WELTON, Body & Flesh: A Philosophical Reader, Blackwell. 1998.​

Felsefe Ansiklopedisi / Ahmet Cevizci​

Ayrıca bkz., BAUDRILLARD, BEDEN İMGESİ, BEDEN SOSYOLOJİSİ, BENLİK TEKNOLOJİSİ, CİNSELLİK VE FELSEFESİ, KAPİTALİZM, POSTMODERNİZM.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
Benzer Konular
Beden İmgesi

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst