1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Türkçe Sözlükte (TDK, I, s. 245) "batı yanlısı olma durumu, garpçılık" olarak tanımlanan ve temel Batı dillerinde bir karşılığı olmayan "batıcılık", terim olarak sözlük anlamıyla ilgili olmakla birlikte, epeyce farklı bir içeriğe sahiptir. Sözlük anlamındaki "batı yanlısı olma" veya "yanında olma", terim olarak kullanıldığında Doğu'ya karşı Batının tarafını tutma veya Batıya kayıtsız ve şartsız bir destek anlamında değil, karşılaşılan sorunların aşılmasında batılı usûl ve yöntemleri, muhtelif derecelerde, benimseme anlamına gelmektedir. Bu terimin kullanıldığı bağlamda en önemli sorun, siyasî varlığı korumak olduğu için, Batıcılık olarak isimlendirilen durum veya tavır sözlük anlamının tam aksine, Osmanlı Devletini yıkmak ve topraklarını istila etmek için uğraşan Batıya karşı devletin varlığını koruma ve bu amaçla mücadele etmenin bir yolu olarak gelişmiştir.​
Terim
Batıcılık terimi, medeniyetler arasında ilişki içerisinde ve özellikle Batı ile Batı-dışı toplum ve medeniyetler arasında gerçekleşen ilişkinin bir şeklini ifade etmek için kullanılmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca medeniyetler birbirleri ile hep alış-veriş içerisinde bulunmuş; genellikle sonra gelişen medeniyet önceki medeniyetlerden istifade edegelmiştir. aynı anda canlı olan medeniyetler arasında çatışma da olmakla birlikte, hem ticarî anlamda hem de daha genel anlamda alış-veriş devam etmiş, bu çerçevede mal gibi muhtelif teknikler ve bilgiler de hemen her dönemde muhtelif medeniyet mensupları arasında değişime konu olmuştur. Türkiye'de 19. yüzyılda başlayan ve ikinci yarısından itibaren gittikçe daha da etkin olan Batı medeniyetinden istifade, daha önceki dönemlerdeki normal sınırlarını aşarak, farklı bir fenomen olarak algılanmış ve "batıcılık" (garbçılık) şeklinde isimlendirilmiştir. Batıcılık, Batı dışındaki diğer medeniyetler gibi İslam ve Batı Medeniyeti arasındaki etkileşimin zaman içerisinde Batı lehinde tek yönlü olarak gelişmesinin insanların zihinlerindeki karşılığını, yani bir "zihni tutumu" ifade etmek için kullanılan bir terimdir.​
Batı medeniyeti, kendi geleneksel kültürünü 18. yüzyılın başlarına kadar hakim medeniyet olan İslam medeniyetinden aldığı etki ile dönüştürerek, teşekkül etmiştir. Oldukça uzun bir süre devam eden bu etkilenme sürecinde iki ayrı aşamayı birbirinden tefrik etmek mümkündür. Bunlardan birinci aşama 15. yüzyılın ortalarına kadar diğer bölgelerin yanında Endülüs ve Sicilya üzerinden gerçekleşen bilimsel ve felsefî etki ile şekillenmiştir. İkinci aşama ise Osmanlı üzerinden 18. yüzyılın başlarına kadar devam eden dinî, toplumsal ve siyasî etki ile gerçekleşmiştir. Geleneksel Batı kültürünü ciddî bir dönüşüme zorlayan bu etki 18. yüzyılda "aydınlanma" adı verilen dönemde kendi kendisini sürdürebilir bir dinamizm kazanmış; bu dinamizm muhtelif toplumsal, ekonomik ve siyasal faktörlerle birlikte, Dünyanın diğer bölgelerini keşif ve istilâ olarak ilerleyen sömürgeleştirme faaliyetine paralel olarak, özellikle "öteki" olarak kavradığı Osmanlı Devleti'ne karşı gelişmiştir. Aralarında Batıdaki bu gelişmenin de önemli bir yer teşkil ettiği muhtelif sebeplerle zaafa düşen Osmanlı Devleti, 18. yüzyılın sonlarına kadar ciddiye almadığı yeni gücü, 19. yüzyılın başlarında kendi zaafının ciddiyetinin farkına varırken fark etmiştir. Zaafını bir taraftan kendisine karşı gelişen bölgesel güçler arasındaki ihtilafları kullanarak aşmaya çalışmış; diğer taraftan tehdit altında bulunan varlığını sürdürmeyi etkin olan güçten (bu güç duruma göre Fransa, İngiltere, Almanya, hatta Rusya olmuş) önce yardım ve destek alarak, daha sonra istifade ederek, daha sonra da bu gücü taklit ederek, sağlamaya çalışmıştır. Bu gayretlerin görünür kısmının adına "batılılaşma" veya "bahlaşma" denilirken, bu gayretlere eşlik eden zihni tavra da "batıcılık" denilmektedir. Bu sürece başka mülahazalarla, "medeniyet değiştirme", "muasırlaşma", "modernleşme", "Avrupalılaşma", "çağdaşlaşma", "Türklerin İslam medeniyetinden Batı medeniyetine geçişleri", vs. de denilmektedir. Batıcılık, kısaca, medeniyetler arasında gerçekleşen iletişimin, özellikle ticaret ve seyahatlerle başlayıp siyasî süreçlerle önü açılan ve nihâî olarak kültürel bir yokoluşa doğru seyreden tek taraflı bir hal almış şekli olarak, daha önce Batıda gerçekleşen ve esas itibariyle "Doğu'ya yönelerek kendi konumunu ve durumunu tespit etme" anlamında gelişmiş, ama daha sonra anlam değiştirmiş olan "şarklılaşma" veya "şarklaşma"nın ve daha başka medeniyetler arasında da gerçekleşen muhtevası ve yönü dönemden döneme değişen İslam-Batı medeniyetleri veya Batı-diğer medeniyetler arasındaki alış-verişin bir şekli ve bir aşaması olarak kabul edilebilir. Batıcılık terimi, Batı teriminin içeriğindeki belirsizliğe bağlı olarak, bir belirsizlik taşımaktadır.​
Kavram
Batıcılık, kendisine bağlı olarak tanımlandığı "Batı"nın sabit ve değişmez bir birim olmamasından dolayı, kendi başına bir anlamı olan, sabit ve değişmez bir özü ifade etmez; McNeill'in işaret ettiği gibi, Batı teriminin referansı dönem dönem değiştiği gibi, onu kullananların kimlikleri ve amaçları da, bu terimin içeriğini etkilemektedir. Meselâ, bazıları tarafından Almanya, Rusya, İspanya ve Balkanlar Bahya dahil olarak kabul edilmezken, daha başkaları bu kavramın içerisine, bu ülkelerin yanında Japonya'yı da dahil etmektedir. Diğer taraftan, tartışmaksızın Batı veya Bahya ait olduğu kabul edilen bölgeler zaman içerisinde değiştikleri gibi, aynı dönemde birbirinden farklı ve birden fazla görüş, akim ve kurumlara sahip olagelmiştir. Bu sebeple Batıcılık her zaman Batıda bulunanlar arasında bir seçmecilik şeklinde gerçekleşmiş; bu seçmecilikte de, seçme konumunda bulunanların ilgi ve bilgileri, batıcılığın muhtevasını belirlemiştir. Başka bir deyişle herhangi bir anlamda platonik bir "Batı" idesinden bahsetmek mümkün olmadığı için, Batıcılık hep bir tür pragmatizm veya pragmatik bir tavır olarak gerçekleşmiştir.​
Batıcılık kavramının bir özelliği de, -en azından ilk dönemlerinde ve genel olarak onun insanların yaşadıkları gündelik hayat içerisinde karşılaştıkları varoluşsal sorunlarla ilgili olmayıp, daha çok her zaman barış içinde gerçekleşmeyen medeniyetler arası ilişkiler içerisinde ve bu çerçevede bir çatışma ortamında, acil ihtiyaçları karşılamaya yönelik, bir bakıma taviz olarak görülebilecek adımları içselleştirmeyi ifade ediyor olmasıdır. Bu çerçevede ihtiyaçları dikkate alınan ise tek tek insanlar veya toplum içerisinde herhangi bir sınıf olmayıp, bir istilâ ile karşı karşıya kalan ve bu istilâya karşı, yönettiği insanların güvenliğini ve refahını sağlamayı ilk vazife olarak kabul eden ve varlığının devamı bu sebeple yönetilenlerin çıkarlarının korunması anlamına gelen veya öylece algılanan siyasî bir otoritedir. Burada varlığı ve yokluğu ilgi odağına yerleşen bireyler değil, devlet olmakta ve batılılaşma, devletin öncelikle varlığını devam ettirmek ve onu güçlendirmek gibi pratik bir amaca yönelik olarak gerçekleşmektedir. Batıcılık kavramının bu özelliği, zaman içerisinde, ahlan adımları müzakere ve münakaşa etmek konusunda ciddi sorunlar ortaya çıkaracaktır.​
Bu kavramın diğer bir özelliği ise bir "tercüme" faaliyeti olması veya en azından bir tercüme faaliyetini gerektirmesidir. Batıcı, en azından yaygın olan beklentiye göre Tevfik Fikret'in Haluk'u ve Mehmet Akif'in Asım'ı gibi, ait olmadığı bir medeniyeti öğrenecek, anlayacak, kendi diline ve dünyasına tercüme edecektir. Bir yöneliş olarak batıcılığın amacının, Batıda erime değil de, Batıdan istifade olması, onun bir tercüme faaliyeti olması ile doğrudan alakalıdır. Başta Ahmet Ağaoğlu olmak üzere batıcı olarak nitelenen veya kendisini batıcı olarak takdim eden hiçbir düşünürün, Batıda "yokolma"yı bir amaç olarak kabul etmemesi de bunu ifade etmektedir. Ancak batılılaşma sürecinde, amaçlandığı gibi Batıda yok olunmamış ise de, bu tercüme işini başarma konusunda, batıcılık amacının oldukça gerisinde kalmıştır. Batılılaşmanın ve batıcılığın felsefî bir sorun olarak ele alınması, esas itibariyle niçin batıcılığın bu tercüme işinde yeterince başarılı olamadığını sorarak başlayacak ve bu başarısızlığın "anlaşılması", Hilmi Ziya Ülken'in "sanatta, hukukta, ahlâkta, felsefede ve ilimde yaratıcılık" olarak nitelediği hale ulaşmak gibi bir hedefe yönelik olarak gerçekleşecektir.​
Batılılaşma insanların hayatında gerçekleşse de, siyasî bir program olarak yürütüldüğü için Batılı sömürgeci devletlerin dünyayı istilasına paralel olarak sömürgelerde sömürge yönetimleri tarafından gerçekleştirilen sürecin Türkiye'deki mukabili olarak, aynı zamanda devletin modernleşmesinin bir şekli ve neticesi olarak gerçekleşmiştir. Siyasî reformlar şeklinde devletin dönüşümünün bir neticesi ve görünüşü ve buna eşlik eden siyasî bir ideoloji olarak gerçekleşmiş; bu sebeple de, Batılı fikirlerin ve kurumların üstlenilmesini savunma ve bu süreci yürütme anlamında Batıcılık olarak isimlendirilmiştir. Ancak batılılaşma, asrîleşme veya medenîleşme adı altında, özellikle gayrı Müslim azınlıkların aracılığı ile, daha çok gündelik hayatta bazı adetlerin yaygınlaşması şeklinde gerçekleşirken, Devlet üzerinde etkin olan bu çevrelerin bu etkinliğine paralel olarak batılılaşma ve batıcılık her zaman kendisinden bekleneni tahakkuk ettirmemiş, yani devleti ve onun hükümranlığını muhafaza etmeye yetmemiş; Osmanlı Devleti bütün batılılaşma gayretlerine rağmen varlığını sürdürememiştir. Bu durum biraz daha farklı bir şekilde Cumhuriyet döneminde de, önceleri mutlak bir taklit olarak değil, Batıdaki bazı kurumların kısmen dönüştürülerek üstlenilmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Bu durum birçok yönden Türkiye'de Türkiye'ye has bazı özelliklerin ortaya çıkmasına zemin teşkil etmiştir. Daha başka bir ifade ile batılılaşma bir devlet projesi olarak, aynı zamanda hikmet-i hükümet olduğu için, başka unsurların yanında etkin bir şekilde hukukta kullanılmış; bu aynı zamanda Türkiye'de bazı kararların ve uygulamaların yavaş ama zecrî olarak gerçekleşmesini açıklarken, muhalefetin kendisini daha çok dinî unsurlara müracaatla ve sivil itaatsizlik olarak yorumlanabilecek sessizlikle ifade etmesini birlikte getirmiştir. Bu yönden batılılaşma kadar batıcılık da, felsefî bir tavır olmaktan çok, siyasî bir ideoloji teşkil ederek, felsefî bir temellendirme veya açıklamadan daha çok, neticesi belli bir program olarak ortaya çıkmıştır.​
Batılılaşma sürecinde birçok şey, “hazır bir sanayi mamulü ithal eder gibi", alınmamış; aksine hukuk alanında hazırlanan Mecelle gibi, oldukça özgün ve ciddî eserler de hazırlanmıştır. Özellikle 19. yüzyılda, daha önce başlayan bir süreç sürdürülerek, birçok alanda yenilikler gerçekleştirilmiştir. Bu yenilikler doğrudan Batı ile ilişki içerisinde belirgin hale gelmiş olmayan bir ihtiyacı karşılamak için yapılmış olduklarından, batılılaşmanın bir parçası olarak görülmeyebilirse de, bu süreçte oldukça önemli bir yer edinen eğitim ve düşünce alanındaki birçok ciddî adımın esasını teşkil etmeleri açısından bu sürecin tamamlayıcı parçası olarak dikkate alınmalıdırlar. Bunlar arasında belki en önemlisi -ama günümüzde yapılan araştırmalarda en az dikkat çekileniklâsik düşünce ve kültürün Türkçeleştirilmesi faaliyetidir. 18. yüzyılda (tam olarak 1730-31) Pirizâde'nin Muknddime'yi Türkçe'ye tercüme etmesi gibi klâsik felsefe ve mantık eserlerinin Türkçeleştirilmesi faaliyeti, daha önce yapılmış olan tercümelerin basılması; bu çerçevede, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında, okullaşmanın yaygınlaşması ile birlikte, bir taraftan dilbilimi ve dil felsefesi alanında gibi yeni Türkçe eserler telif edilirken, diğer taraftan daha önce daha çok Arapça olarak yazılan Serahsî'nin Osmanlı Dış politikasına esas teşkil eden Şerhu's-Siyeri'l-Kebir'i, mantık alanında Gelenbevî'nin Burhan'ı ve Adâb'ı, dil felsefesi alanında Teftazânî'nin el-Mutavvel'i gibi birçok eser -dar anlamıyla Türkçe'ye tercüme edilmemiş Türkçe olarak yeniden telif edilmiştir ki, Batılılaşma sürecinde, bir taraftan Batıdan dar anlamı ile hazır çözümler almak yerine, klâsik düşünceyi tercüme yoluyla güncelleştirmek gibi bazı yöntemleri benimseme de gerçekleşmeye başlamış; 20. yüzyılın otuzlu yıllarına, hatta belli bir ölçüde 40'lı yıllara kadar devam eden bu süreç, esas itibariyle 30'lu yıllarda gerçekleşen üniversite reformu ile birlikte kesintiye uğramıştır. Bunun en vahim neticelerinden birisi, devam edegelen yüksek felsefe dilinin muhtelif gerekçelerle terk edilerek, tamamen yeniden uydurmaya ve/veya fosilleşmiş olan kelimelerin canlı ve kullanılmaya devam eden, herkesin bildiği temel terimlerin yerine kullanılması ile, Türkçe'nin tefekkürü tahrik ve teşvik eden terim zenginliği terkedilmiş; bunun yerine, Batıdaki karşılığı bilinmeden anlaşılması mümkün olmayan, yani anlamı olmayan, bir “terimleştirme" faaliyeti, Türkçe'yi, Türk düşüncesini içinde taşıyan vasat ve vasıta olmaktan çıkararak, yetersiz bir tercüme aracına dönüştürmüştür. Batılılaşma, belli bir dönemde, klâsik düşüncenin ve değerlerin yeniden ifade edilerek, etkin kılınması olarak tanımlandığı haliyle, bir “çağdaşlaşma" olarak, daha doğrusu çağdaşlaşma vesilesi olarak gerçekleşse de, bu devam etmemiş, zaman içerisinde, belki zaman darlığı ve alınması gereken tedbirlerin âciliyeti yüzünden, hazır “çözümleri", daha doğrusu, bir çözüm olduğunu ispat etmiş batılı örnekleri üstlenmek bir imkân, belki yegâne imkân olarak kabul edilmiştir.​
Batılılaşmanın “modernleşme" veya “çağdaşlaşma"nın yegâne mümkün yolu olmadığı veya olmayabileceği düşüncesi, başından itibaren mevcut olmakla birlikte, özellikle 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde muhtemelen gelişen olayların hızı sebebiyle ciddî bir şekilde düşünme ve atılan adımların muhasebesini yapma imkânı olmamış; atılan her adım, muhasebesi yapılmadan bir sonrakini getirmiş ve bu süreçte gerçekleşen birçok şey, hak etmediği halde, daha sonraki birçok adıma esas ve zemin teşkil edebilmiştir. Yapılan nizâm-ı cedîd, tanzimâtın, ıslâhâtın ve daha sonra inkılâpların henüz felsefî bir muhasebesi yapılmamıştır. Şimdiye kadar yapılanlar bir zaruret olarak kabul edilerek, mutlaka gerçekleşmesi arzu edilen başarıyı engelleme ihtimali taşıması endişesi ile muhtemel bir tenkit, radikal bir şekilde engellenmiş; bu sebeple Batılılaşma ve Türkiye'de Batıcılık resmî ve siyasî bir program olarak gerçekleşirken, muhasebe eksikliği zorunlu olmayan, daha doğrusu engellenebilir birçok hatayı, zorunlu olanlarla bir noktaya iterek Türk modernleşmesini bir çağdaşlaşma olmaktan çıkararak, sürekli bir batılılaşma haline getirmiştir. Bu şekli ile batıcılık artık sürekli bir Batı tilmizliği haline gelerek, Batıyı da bir bilgi kaynağı, hatta yegâne bilgi kaynağı haline getirmiş; bunun neticesinde bütün bir eğitim, bütün ilim ve düşünce, en iyi ihtimalle Batıda üretilenin nakledilmesine hasredilmiştir. Bu durum, tam olarak tahakkuk etmese de, bir tür “Batıda yokoluş" anlamına geldiği için, son zamanlarda gittikçe artan bir şekilde kaygı kaynağı olmaya başlamıştır. Ancak artık itirazların ve tenkitlerin de dayanağını Batı teşkil ettiği için, bunu batılılaşmanın veya modernleşmenin bir aşaması olarak kavramak daha uygun olacaktır.​
Batılılaşma, siyasî bir program olarak devam edegeldiği için, bir taraftan hayatın gözle görünür hemen her tarafında artık Batılılaşacak bir alan kalmadığı, diğer taraftan da, Batılılaşmanın yegâne meşru gerekçesi olarak gözüken Türkiye'nin bir anlamda siyasî bağımsızlık talebinden vazgeçerek, bir Batılı devletler federasyonuna veya oluşmakta olan bir yeni Avrupa İmparatorluğuna eyalet olmayı kabul ettiği için, nihayete ermiş olarak kabul edilebilir. Günümüzde gelinen aşama, yavaş yavaş bazı örneklerini görmeye başladığımız, bir muhasebe dönemine gelinmesi ve yaşanılan yaklaşık iki yüz yıllık bir sürecin, bütün boyutları ile bir değerlendirilmesinin yapılması gibi gözüküyor. Bu muhasebenin neticesini şimdiden tahmin etmek zor olmakla birlikte, klâsik geleneğin bir ihyası sürecine girilmesi, Türkiye'nin bir sonraki siyasî konumu ne olursa olsun, milletin devamı için zorunlu bir adım olarak durmaktadır.​
Siyasî Bir İdeoloji veya Zihniyet Olarak Batıcılık
Batıcılık, tarihi olarak bir taraftan Batının ve neye batı denildiğinin içeriğinin değişmesine, diğer taraftan da Batıya bakanların orada gördüklerine bağlı olarak, farklı muhtevalara sahip olmuştur.​
Batıcılık, adının dilsel yapısının da ifade ettiği gibi, bir şeye taraftar olmak anlamına geldiği için, bu aynı zamanda başka bir şeye doğrudan karşı olmak anlamına gelmese de, bir şeye karşı mesafeli durmayı da içermektedir. Bu yönden Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılıktan daha farklı, daha doğrusu, kendisini Türkçülük ve İslamcılık'tan ayrı görmekte; bu ayrı görüş, kendisini Türklük ve İslam ile irtibatta belirgin bir hal almaktadır. Daha başka bir ifade ile, Batıcılığın bir düşünce olarak söz konusu olduğu dönemde, düşünürler kısaca Osmanlı Devletinin siyasî bağımsızlığını korumak ve mümkün olduğu kadar topraklarını muhafaza etmesini ve dağılmasını önleme konusunda kendi tavırlarını Türklük, Batı ve İslam ile irtibatlı olarak ifade edebiliyorlar; bu çerçevede Batı, hemen herkes tarafından özellikle bilim ve teknoloji alanında mutlaka istifade edilmesi gereken bir "örnek", hatta "kaynak" olarak kabul edilirken, Türklük ve İslam, dil, din ve ahlâk, belirli bir yere kadar da hukuk olarak dikkate alınmaktaydı. "Devleti kurtarmak için bir yol ve siyasî bir program olarak" takınılan tavırları ifade eden bu üç yaklaşım şekli, hem Batı, hem Türklük hem de İslam konusunda müşterek ilgilere sahip olmakla birlikte, bu ilgiler arasında mahiyet farkı değil, derece farkı bulunmaktaydı.​
En azından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar, batıcılar bir din ve ahlâk sistemi olarak İslam'dan vazgeçmedikleri gibi, vurgularının ağırlığını teşkil ettiği için Türkçe'yi yaygın ilim ve eğitim dili olarak sürdürmeyi ve geliştirmeyi savunan Türkçüler, Batı dillerinin öğrenilmesi yanında Arapça'nın Müslüman milletler arasında bir iletişim ve bilimsel kavramların kaynağı olarak kabul etmekte idiler. Türkçülerin esas vurgusu, yine batılı bir düşünce olan, bir dili konuşan toplumların tek bir devlet oluşturması fikrinden hareketle savundukları Turancılık olarak ön plana çıkmaktaydı ve onlar bütün faaliyetlerini Türkçe konuşan toplulukların bir bayrak altında toplanmasına yönelik olarak yürüttüler. Buna karşılık İslamcılar mutlak bir Batı karşıtlığını savunmayıp, Batıkların Müslümanlardan alarak geliştirdiklerini kabul ettikleri bilimsel ve teknolojik başarıları üstlenme hususunda hatta talepkâr bir tavır sahibi iken, özellikle siyasî, hukukî, dinî ve ahlâkî alanlarda İslam'ı temel referans olarak kabul ederek, daha çok kısaca Kur'ân ve Sünnet olarak kabul edilecek ve büyük ölçüde yoruma açık esaslar üzerinden hareketle bütün bir toplumun ve devletin yeniden şekillendirilmesini ve Müslümanların mümkün mertebe Osmanlı hilâfeti önderliğinde güç birliği teşkil etmesini savunurken, aynı zamanda klâsik İslam düşüncesi ile aralarına mesafe koymakta ve toplumun dindarlığını belli ölçüde hurafe olarak nitelemekte; böylece din üzerinden bir tür modernleşme ve çağdaşlaşmayı savunmaktaydılar. İslamcıların tavrında da ciddî bir batı tesirini tespit etmek ve İslamcılığın da belirli bir oranda batıcı ve bu anlamda modem bir tavır olduğunu söylemek mümkündür. Kısaca ifade etmek gerekirse Batıcılığı kabaca, dar ve geniş anlamı ile olmak üzere iki ana kısma ayırmak ve bu çerçevede son yüz elli yıl içerisinde gerçekleşen bütün siyasî ve fikrî gayretleri ele almak mümkündür.​
Batılılaşmanın bürokratik kararlarla yürütülen siyasî bir program, batıcılığın da bunun batınî tarafı olması, özellikle Türkiye'de bilimsel ve felsefî gayretleri önemli bir ölçüde gereksiz kılmış gibi gözükmektedir. Batılılaşma, sınıf toplumu olmayan Türkiye gibi ülkelerde, esas itibariyle siyasî bir elit olarak kurgulanan bürokrasi tarafından yürütülmekte; bu çerçevede yapılacak olan şeyler, yapısal olarak ve ana hatları ile ya ikili müzakerelerle veya gerekli raporlarla tespit edilerek uygulanmakta olduğu için, bilimsel araştırmalar teşvik edilmediği gibi, felsefî veya herhangi bir şekilde dile getirilmiş olan düşünce, yerli ve Türkiye'ye ait olması hasebiyle dikkat dışında tutulmuş; Türkiye'de bir tür resmî ideoloji haline getirilen Batıcılık, değişmez bir muhtevası olmayan ama her zaman ne yapacağı belli olan siyasî bir program olma özelliğini taşımıştır. Bu sebeple olsa gerektir ki, toplumla ilgili her düşünce hareketi, özelikle yerliliği ön plana çıkaran düşünce, devletin varlığının teminatı olarak kabul edilen batılılaşma önünde bir engel olarak kabul edilerek, bürokratik tedbirlerle engellenmiş gibi gözükmektedir. Bağımsızlık talebi, sadece siyasî olarak değil, fikrî ve gündelik hayat açısından bile, devletin güvenliği için sakıncalı olarak algılanmıştır.​
Bir Varoluş Şekli Olarak Batıcılık
Batıcılık felsefî bir tavır olmadığı ve aynı zamanda felsefî bir düşünceyi de gerektirmediği için, haklılığını Batıda geçerli olanın olması gereken olduğu gibi bir varsayımdan almakta; bu yönden kendi gücüne ve tecrübesine güvenerek ve buna dayanarak, dünyayı kendi gözüyle görüp, çevresi ile ucu açık ve dolayısı ile belli ölçüde riskli bir ilişkiye girmek yerine, ne olduğu belli ve bu anlamda "güvenli" bir gelecek olarak ulaşılması gereken ve bunun için de hakkında üstlenmeyi sağlayacak kadar bilgilenmenin yeterli olduğu bir mevcut ile, taklide dayalı bir ilişkiyi yegâne meşru ve hatta başarılı olmanın yegâne doğru yolu olarak kabul etmektedir. Bu tavrın başarılı olması, yönelinen ve arzu edilenin benzerinin teşkili anlamına geldiği için, hiçbir zaman bir yenilik içermez. En başarılı hali, aslın bir kopyası olmaktan öte geçemez. Bu tavır bu yönden aynı zamanda Batının, hem kendileri hem de bütün insanlık için yapılması gereken, düşünülmesi gereken ve hissedilmesi gereken her şeyi yapıp, düşünüp ve hissettiği, bunları aynı zamanda ifade ettiği; Batı dışı toplumların yapması gerekenin, kendileri adına da üretilmiş olanı alıp kullanması olduğunu kabullenmesi açısından da, batıcılık bir "tembellik" ve "rahatlık" ideolojisi olarak kabul edilebilir. Arnold Toynbee yirminci yüzyılın kırklı yıllarında batıcıları, "herodianlar" olarak niteleyerek, bunların ne kendi toplumlarına ne de insanlığa herhangi bir müspet katkı sağlayamayacağına işaret etmişti. Toynbee şöyle demekteydi: "Bu sarfedilen emek boşuna olmasa ve bu çok dikkatli Türk herodianları amaçlarına tam tamına ulaşsalar bile, bu, medeniyet hâzinemize ne ekleyebilir? İşte bu noktada herodianlığın iki zayıflığı kendini ele veriyor: Birincisi herodianlığın yaratıcı değil, taklitçi olması. Bu yüzden bir başarıya ulaşsa bile, insanlardaki yaratıcılığı geliştirmek yerine taklit ettiği toplumun makine yapımı maddelerini arttırmağa mahkûm. İkincisi, herodianlığın bu yolu seçenlerden ancak bir azınlığı -dünyevî birkurtuluşa erdirebileceği gerçeğidir. Çoğunluk, taklit edilen medeniyetin yönetici sınıfına pasif üyeler olarak girmeyi aklından bile geçiremez. Bunların kaderi taklit ettikleri toplumun işçi sınıfına dahil olmaktan ibaret. Mussolini bir keresinde işçi sınıfının olduğu gibi işçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, günümüzde Batılı olmayan insanların dahil olduğu kategori, herodianlar arzu ettiklerini gerçekleştirseler ve ülkelerini birer bağımsız devlet haline getirseler de, bu olsa gerek."​
20. yüzyıl Türkiye'de hem muhtelif formları ile batıcılığın etkin olmasına, hem de Batı ile yakınlaşmanın ortaya çıkardığı mesafeli durma imkânına da birlikte şahid olmuştur. Özellikle sanat alanında kendisini gösteren bu mesafe kazanma, bir tür hayat içerisinde Batıyı bir tür üstlenerek aşma, henüz ciddiye alınabilir bir yol olarak kendisini göstermiş sayılmaz. Bu tavrın kendisini gösteremeyişi, bir anlamda Türkiye'nin özellikle siyasî kaygılarla olağanüstü şartlarda tutulması ve otantik ve gerçekçi bir müzakere ortamına ulaşılamayış; bu sebeplehayatın,-hakikî olduğu kabul edilebilecek bazı gerekçeleri olmasına rağmendaha çok bir vehim ve korkuya dayalı bir siyasetin hakim olduğu bir ortamda devam etmesi ile alakalı gözükmektedir.​
Batılılaşma ve batıcılık, günümüzde, artık tamamlanmış bir süreç olarak kabul edilebilir. Artık taklit edilecek ve üstlenilecek bir Batı kalmadığı; daha doğrusu hayatın bütün alanlaruıda Batı en azından görünüş olarak üstlenildiği için, bundan sonra Batı ile bir muhasebe aşamasına gelindiğini; bu muhasebenin bir taraftan Bahlı hayata nüfuz edildikçe ve bahlı hayat ile komplekssiz bir şekilde irtibat kuruldukça, bilim ve düşünce, Bahda ortaya çıkan sorunları ve onların tahlili ve muhtemel çözümü olarak ifade edilmiş olanı nakletme ve üstlenme, öğrenme ve öğretme olmaktan çıkarak, hayatın bizzat kendisini konu haline getirerek, hayatın ortaya çıkardığı sorunlar, yine hayatın içerisinde kavranıp tanımlanarak çözülmeye çalışılacaktır. Bu sürece kendi şartları hakkında bir "aydınlanma" süreci olarak bakmak mümkündür. Bu, diğer taraftan, batılılaşma öncesi kültür ve düşünceyi hatırlamayı da birlikte getirecek, batıklaşan toplumlar zaman içerisinde kendilerini tarih üzerinden yeniden keşfe yönelecektir. Bu yönde cesaret verici adımlar ve örnekler artarak gelişmektedir.​
N. BERKES, Development of Secularism in Turkey, New York 1998[Türkçe’si, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Istanbul, 1978]; N. BERKES, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Istanbul. 1965; N. BERKES, Türk Düşüncesinde Batı Sorunu, Ankara, 1975; A. DAVISON, Türkiye’de Sekülarizm ve Modemlik(çev. T. Birkan), İstanbul, 2002; T. GÖRGÜN, “Avrupa'nın Sosyo-politik Oluşumunda Bir Faktör Olarak Osmanlı Devleti", Osmanlı, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, c. VII, ss. 134-145; E. KALAYCIOĞLU A. Y. SARIBAY(ed.), Türkiye'de Politik Değişim ve Modernleşme, İstanbul, 2000; İ. KARA, Bir Felsefe Dili Kurmak, Modem Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye'ye Girişi, İstanbul, Dergah yay., 2001; I. KARA, Din İle Modernleşme Arasında, Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İstanbul, Dergah yay., 2003; U. KOCABAŞOĞLU(ed.), Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, cilt 3, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul, 2002; B. LEWIS, The Emergence of Modern Turkey, Oxford, 1968 [Türkçe tercümesi: Modem Türkiye’nin doğuşu(trc. M. Kıratlı), 5. bs.. Ankara, TTK, 1993]; Ş. MARDİN, Türk Modernleşmesi, İstanbul, 1991; Ş. MARDİN, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (çev. F. Unan M. Türköne), İstanbul, 1996; W. H. MCNEİLL, "What we mean by the West", Orbis, vol. 41 (1997); W. H. MCNEILL, The Rise of the West. A History of the Human Community, Chicago, 1991; P. SAFA, Türk İnkılâbına Bakışlar, Istanbul, 1997; A. H. TANPINAR, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Istanbul, 1997; A. TOYNBEE, Civilization on Trial and the World and the West, New York, 1960; H. Z. ÜLKEN, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1979; E. J. ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (çev. Y. S. Gönen), İstanbul, 1995.​
Felsefe Ansiklopedisi / Ahmet Cevizci​
Ayrıca bkz., AYDINLANMA, BATILILAŞMA, BERKES, CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK DÜŞÜNCESİ, ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ, FUKUYAMA, GÖKALP, İSLAMCILIK, KÜRESELLEŞME, MEDENİYETLER ÇATIŞMASI, MODERNLEŞME, MODERNLİK, TANPINAR, TÜRKÇÜLÜK, ÜLKEN.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst