1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Marksist teorinin bu şeklinin Georg Lukâcs, Ernst Bloch, Karl Korsch, Antonio Gramsci, Frankfurt Okulu'nun üyeleri gibi çok farklı yazarları, son dönem çalışmaları itibariyle, Jean Paul Sartre'dan Louis Althusser'e Fransız düşünürlerini ve Jürgen Habermas'ın halâ evrim geçirmekte olan eserinin ilk bölümünü kucakladığı düşünülür. O, bu şekliyle yaklaşık 1920 civarında başlayıp, 1970'lerin hemen başında sona eren bir teorileştirme bütününü kapsar. Batı Marksizmi hiçbir zaman yalnızca Batıdaki Marksizm veya Batının Sovyetlerdeki Marksist ortodoksiye karşıt olan Marksizmi anlamına gelmemiştir. Ne Ernst Mandel gibi bir Troçkist, ne de ünlü muhalif Rudolf Bahro, felsefî anlamda "Batı Marksistlerf'dir. Öte yandan, Perry Anderson'un revizyonist tarihi, Cambridge Okulu'nun yeni Ricardocu sol ekonomisi ve John Elster'le John Roemer'in "analitik Marksizmi" benzeri, 1960'tan beri ortaya konan birçok yeni-Marksist teşebbüsün Batı Marksizmi başlığı altına dahil edilmesi gerekir.​
Öyleyse, Batı Marksizminin özgül ayırımı nedir? Konuya yaklaşmanın en iyi yolu, onu oluşturan fikirlerin tarihsel bağlamına bakmaktır. Buna göre, Batı materyalizmi her şeyden önce İkinci (Sosyalist) Enlernasyonal'in Marksizminin reddedilmesiydi. Marksist teori, Marx'in ölümünden hemen sonra giderek artan ölçülerde determinist bir duruş kazanmıştı. 1890'lardan itibaren, nesnel ekonomik yasaların tarihin itici gücü olduğu ve bilincin fizikî ve toplumsal gerçekliğin bir yansımasından başka hiçbir şey olmadığı öğretisi ortaya çıktı. Bu fikirler 1920'lerde, bazı bağlamlarda bizzat Lenin'in kendisi gibi, Karl Kautsky ve Nikolai Bukharin gibi etkili teorisyenler tarafından hâlâ savunulmaktaydı. Ama onlara Batıda, Lukâcs, Bloch, Korsch ve Gramsci gibi genç teorisyenlerce tam bir tutkuyla meydan okundu. Bu sonuncular, komünist hareketin 1917'de iktidara gelişini "Kapital'e karşı bir devrim" diye selamlayacak kadar ileri gittiler, zira bununla komünist ihtilâlin tarihin tarihsel materyalizme karşı bir zaferi olduğunu anlatmak istemekteydiler.​
Gramsci'nin söz konusu ifadesi, Batı Marksizminin İkinci Enternasyonal karşısındaki temel motivasyonunu, "Ekim Işığı" tarafından yakılıp (sadece toplumsal anlamda değil, fakat genel olarak) insanın devrim yoluyla kurtuluşuyla ilgili Mesihçi umutların dikte ettiği sabırsız radikalizmi açığa vurmaktaydı. Politik olarak konuşulduğunda, Batı Marksizminin kurucuları -yukarıdaki dörtlüaşırı solculuğun, anarko-sendikalizmin çok çeşitli formlarından, ne kadar farklı tanımlanırsa tanımlansın, hem Lukâcs'ın, hem de Gramsci'nin nihaî konumu olan Leninist disipline doğru yürüdüler. Leninist politika ancak çok sonraları, savaş sonrası Frankfurt Okulu'nda ve onun başlıca mirasçısı ve reformcusu Habermas'ta terk edildi.​
Batı Marksizmi başlangıçta Leninist-Stalinist felsefenin kaba determinist materyalizminden bağışık politik Leninizmdi. Hemen kısa süre içinde de, eleştiriyle (sosyal) bilim arasındaki (Marx, Engels, Kautsky ve Lenin'e aynı şekilde yabancı olan) karşıtlık üzerinde ısrar eden hümanist bir epistemoloji geliştirdi. O Marksist analizi artık burjuva ekonomisinin bir analizi olarak görmeyip bilimsel bakış açısına -tam gelişmiş diyalektiğiyle övünenbir nlternatif olarak değerlendirmekteydi. Gerek Kautsky ve gerekse Bukharin Marksizmi, diyalektikten ziyade evrimciliğe bağlamış ve dolayısıyla Hegel yerine, Emst Haeckel'e yakın olan doğalcı bir tarihsel sosyoloji olarak yeniden şekillendirmişti. Oysa Batı Marksizminin başlatıcıları, tıpkı Avusturya Marksistlerinin Kant'ı iyi bilmeleri gibi, Fichte ve Hegel'i çok iyi bilen yeni-idealistlerdi ve onların felsefî düşünüş tarzı 1830 ve 1840'ların sol Hegelciliğini anımsatmaktaydı.​
İdealist kaynakların yeniden keşfi burjuva kültüründen ödünç alınan başkaca unsurlarla devam etti; genç Lukâcs'ın Georg Simmel'e, Wilhelm Dilthey ve Max Weber'e çok şey borçlu olduğu yerde, Gramsci Benedetto Croce ve İtalyan elit teorisyenleri tarafından etkilendi, Frankfurt Okulu düşünürleri ise yabancılaşma temasını Nietzscheci öğeler, Freudçu perspektifler ve modernist motiflerle harmanladı. Fransız Marksizmine gelince, Heidegger'in gölgesi onun ardalanında hep önemli bir yer tutmuştur. Bu seçmecilik hep idealist bir ruhla işledi ve (her ne kadar Gramsci siyasal kültür alanında uzmanlaşmış olsa da) politik-ekonomik problemlerin analizinden ziyade, hemen hiç olmadığı kadar kültürel problemlerin analizine uygulandı. Bundan dolayı, Batı Marksizminin daha büyük bir bölümünün bir üstyapı Marksizmi olduğu söylenebilir. Lukâcs, Walter Benjamin, Theodor Adorno ve Sartre çağımızın önde gelen edebiyat eleştirmenleri ve estetikçileri arasında bulunur. Kültür konusunun hümanist epistemolojiyle bu birleşimi, nedenlerden ziyade bir yeni-idealist anlam arayışı olarak Batı Marksizmini hermeneutik geleneğe yakınlaştırır; zaten onun çok büyük bir bölümü, açıklayıcı değil de, niyet olarak yorumlayıcıdır.​
Batı Marksizminin sonuncu genel özelliği (her ne kadar Korsch, Gramsci ya da Althusser'de bulunmasa da) modem uygarlığa beslenen kötü niyet veya şiddetli karşı çıkıştır. Genç Lukâcs, Bloch ve özellikle de Frankfurt Okulu Marksizme dozu güçlü bir Kıdturkritik, yani modernlik kültürünün ilkeli, doktriner ve bütünsel bir reddiyesini enjekte ettiler. Onların endüstriyalizmle ilgili derin endişeleri vardı, liberal demokrasiye kayıtsız kaldılar ve bilimle teknolojiye azımsanmayacak derecede düşman oldular. Böylesi bir ideolojik sendrom klâsik Marksizmden, ne kadar cesur olursa olsun, daha önceki ayrılışlarda, ne Eduard Bemstein'ın fin-desiecle revizyonizminde, ne bir süre sonra Georges Sorel'in düşüncesinde, ne de Avusturya Marksistlerinin ufuk açıcı araştırmalarında, hiçbir zaman yaygın ve belirleyici olmamıştı. Hegel gibi, Marx'in kendisi de modernliğin büyük bir hayranıydı; Batı Marksizmi, dolayısıyla bu bakımdan tarihsel görünümün Marksist kamp içinde tamamen tersine çevirilmesini temsil eder. Tarihin mantığı tezi, tıpkı materyalizm gibi, bir kenara atılmıştır.​
Batı Marksizmi, her ikisi de 1923'te yayınlanmış eserler olan, (Lenin'in devriminin bir meşrulaştırımı olarak) Tarih ve Sınıf Bilinc/'nde, Gramsci tarafından bir araya getirilmiş makalelerle birlikte, Korsch'mı Marksizm ve Felsefe'sinde, kitap formunda doğdu. Her iki kitabın da kavramsal kahramanı, proletaryanın devrimci bilincidir. Nesnel(l)eştirme sadece öznenin edimlerini yansıtır. Buna göre, şeyleştirme (kötü nesnel(l)eştirme) kötü konuyu, yani kapitalizm ve burjuva kültürünü yansıtırken, devrimci cennet proletaryanın bütünlük kavrayışına erişmesinin bir sonucu olacaktır. "Bütünlüğün nokta-i nazarı", bütünsel bakış açısı Lukâcs için, Marksizmin özü olup, "ekonomik temalar"dan çok daha önemlidir. Bütünlüğün anlamı bilinçli praxisdr ve praxis olarak kendi kendisini harekete geçirir -o tarihsel bir özne, global tarihsel anlamın bir kaynağıdır. Ve şimdinin kök anlamı, yabancılaşmış emek şeyleş(tir)meyi, yani insansızlaştırmayı doğrudan doğruya kapitalizmin ruhu olarak algıladığı için, devrimcidir.​
Gerçekten de, proletarya bütünlük bilinci sergileyebilir veya sergilemeyebilir; sergilemezse eğer, bunun çok da büyük bir önemi yoktur, çünkü Lukâcs, "kolektif bir irâdenin" -Komünist Parti'ningerçek özgürlüğü hayata geçirmeye mahkûm olduğunu düşünmekteydi. Lukâcs'ın ilk dönem çalışmaları çöküntüden çıkışın bir yolu olarak etik bir mistiği göstermişti, Marksizmi benimserken de Mesihçi bir ahlâkçılığı korumuştu. Ona Heidelberg'te yakınlık gösteren Max Weber, Lukâcs'ı sorumlu realizmden uzak bir "inanç" veya "kanaat etiği"nin özlü bir anı veya örneği olarak tanımlamıştı. Komünizmin anlamlı hayat alanı olarak yüksek bir kültür idesini benimsemesinin sağlandığı yerde, Devrim maddî ilgilerden neredeyse koparılmış hale geldi. Yaşlı Lukâcs'ın kendisinin de teslim ettiği üzere, bütün çalışmalara renk veren şey "romantik bir antikapitalizm"di.​
Marksizm ile Kulturkritik arasındaki flört Lukâcs'ın mirasçıları olan Frankfurt filozofları Max Horkheimer ve Theodor Adorno'da da devam etti. Onların birlikte kaleme aldıkları Aydınlanmanın Diyalektiği, Marksizmin ikinci İncil-i Şerifiydi. Horkheimer'm programı "sosyal felsefe"ydi, yani empirik yönelimli, ama Lukâcs'ın "bütünü kavrama" taahhütü içinde, "pozitivist" sosyal bilimden farklı bir teorileştirmeydi. Fakat Frankfurt Okulu düşünürleri, Lukâcs'ın özne metafiziği kadar ütopyacılığından ve onunla birlikte devrimci proletarya mitinden vazgeçti. Onlar 1940'larda faşizmle bağlantılı olarak antisemitizmi ve "otoriter kişiliği" incelediler, savaştan sonra da, modern kültüre yöneltilen genel aklın ihaneti ithamı üzerinde yoğunlaşırken, sınıf analizini tamamen terk ettiler. Araçsal akıl (bilim), Freudçu anlamda içgüdüsel olanın bastırılması yerine özgürleşimi geçirmekle suçlanıyordu ve "eleştirel teori"nin rolü, hem kapitalizme ve hem de sosyalizme olduğu kadar kitle kültürüne kötümser bir karşı koyuş haline geldi. Sonradan, gerek kapitalizm ve gerekse sosyalizm Herbert Marcuse tarafından baskıcı "tek boyutlu" toplum şekillerine eşitlendi. Adomo'nun ellerinde, özellikle de onun Negatif Diyalektik adlı eserinde, diyalektik gizli veya herkesçe bilinmesi caiz olmayan bir Marksizmin örneği olup çıktı. "Proletaryası olmayan", sınıf mücadelesi ve tarihsel iyimserlikten yoksun garip bir Marksizm zuhur etmişti. Horkheimer'in hedefi Schopenhauer ve dine bir dönüştü.​
Her şey bir yana, Batı Marksist radikalizmi ölmüş değildi. Zaten denemeci Walter Benjamin, radikal bir politika ve "Tarih Felsefesi Üzerine Tezler"inde gözler önüne serilen irrasyonalist bir epistemolojiyi aşırı bir kötümserlikle birleştirmiş veya değiştirmişti. 1960'larda Jean Paul Sartre varoluşçulukla Marksizmin bir karışımı veya sentezine kalkışırken, Marcuse öğrenci isyankârlığı veya karşıkültür hareketleriyle flört etmeye başladı. Frankfurt Okulu sürgünleri Batı Marksizmini bir ümitsizlik romantizmine dönüştürmüştü; Sartre ve Marcuse onu bir başkaldırı romantizmi olarak yeniden ateşlemeye kararlıydı.​
Louis Althusser tarafından sürüklenen bundan sonraki yapısalcı Marksizm dalgası, bilincin, Lukâcs ve Sartre'daki önceliğine büyük bir güçle karşı çıkarken, bilim olarak tarih ideali etrafında oldukça skolastik bir fundamentalizm ortaya koyarak sonuçlandı. Biri üretim tarzları üzerine İngiliz-Fransız tartışması, diğeri kapitalist devletin doğasıyla ilgili İngiliz-Alman tartışması olmak üzere, iki yeni-Marksist gelişme, Althusserci kategorilerin türevleri olarak başlamıştı. Politik olarak konuşulduğunda, Sartre ve Marcuse'ün "goşist" oldukları yerde, Althusserciler çoğunluk Maoculardı; Althusser'in kendisi ise proletarya diktatörlüğünden vazgeçen son Marksistlerden biriydi.​
Gramsci çok daha farklıydı ve onun, 1929-35 yılları arasında kaleme alınmış Hapishane Defterleri, politik değişme ile sınıf yapısı arasındaki karşılıklı ilişkiyi derinliğine analiz eden, her ne kadar taslak halinde bile olsalar, nefis politik sosyoloji yazıları ihtiva eder. Gramsci'nin sınıf hegemonyası ve sınıfsal bloklar, devrim ve modernleşme türleri ve entelektüellerin rolü üzerine değerlendirmeleri, Batı Marksizminin kuru teorileştirmesine düşmediği gibi, vülger Marksizmin kaba ekonomik determinizminden de bağışıktır. Alman düşünürlerin determinizm ve tarihsicilik karşısındaki hoşnutsuzluğunu paylaşmasına rağmen, onların Kulturkritik patlıosundan fazlasıyla bağışık olmak bakımından Alman düşünürlerinden farklılık gösterir; o, bir Leninist olmasına rağmen, sosyalizme popüler kültürü harman yapmak suretiyle, komünizmi sekter olmayan, proto-demokratik bir doğrultuya çevirmek için içtenlikle çalışmıştır. Onun konumu, faşist yönetim tarafından hapse tıkılışını izleyen ölümünden yaklaşık elli yıl sonra Avrupa komünizmine ilham veriyordu.​
Bir yandan demokratik bir ruh, öte yandan Kulturkritikten uzaklaşma, Frankfurt Okulu'nun ikinci kuşağının önde gelen düşünürlerinden Jurgen Habermas'ın çok sayıda eserinin de ayırıcı özelliği olarak ortaya çıkar. Onun eleştirel teoriyi yeniden inşâsının özü, özgürleşim olarak bilgiyi iletişim etiği yoluyla ele geçirme yönünde bir teşebbüstür: "Paradigma artık gözlem değil, fakat diyalogdur." Eleştirel teori, ikinci dönem Wittgenstein'ınkine veya Gadamer'in hermeneutiğininkine benzer bir "linguistik dönüş"e tâbi olur. Fakat Habermas, bu yazarların tam tersine, hiçbir şekilde göreci değildir -o gerçekte, bugünlerde Michel Foucault, Jacques Derrida ve J. F. Lyotard gibi postyapısalcı düşünürlerin göreci, şüpheci düşüncesinin başlıca meydan okuyucusudur. Onun 1981 tarihli İletişimsel Eylem Teorisi'Dde, sınıf savaşının son izleri de ortadan kalktıktan sonra, Batı Marksizmi "iletişimsel eylem"in makrotarihi üzerinde odaklaşan ansiklopedik bir yeni-evrimciliğe dönüşür.​
P. ANDERSON, Considerations on Western Marxism, 1976; R. GEUSS, The Idea of a Critical Theory: Habermas and Frankfurt School, 1980; R. JACOBY, Dialectic of Defeat: Contours of Western Marxism, 1981; M. JAY, Dialectical Imagination: A History of the Frankfurt School and the Instute of Social Research, 1923-50, 1970; J.​
MERQUlOR, Western Marxism, 1986.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ADORNO, BENJAMIN, DERRIDA, ELEŞTİREL TEORİ, ENGELS, FOUCAULT, FRANKFURT OKULU, GRAMSCI, HEGEL, HABERMAS, KORSCH, LUKACZ, LYOTARD, SARTRE.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Felsefe 0
1000Fikir Tarih 0

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst