Baha Tevfik (1881-1914) Osmanlı-Türk düşüncesinin, Batı felsefesinin Türkiye'ye aktarılması sürecinin önemli isimlerindendir. İslâm düşüncesinin felsefe adına kayda değer bir şey ortaya koyamadığını, dolayısıyla dikkatlerin Batı felsefesine çevrilmesi gerektiğini vurgulayan Baha Tevfik, esas itibariyle bilim temelli bir felsefe anlayışı benimsemiş, Batı düşüncesinin, özellikle de materyalist bir felsefenin toplumda ve aydınlar arasında yaygınlaşması için çalışmıştır.​

Hayatı ve Eserleri

1881'de İzmir'de dünyaya gelen Baha Tevfik, ilk öğrenimini burada yaptıktan sonra, yüksek öğrenimini, İstanbul'da Mülkiye Mektebinde yapmıştır. 1908 yılından itibaren, gazete, kitap ve dergi yayınına başlar. Fransızca bilir. Ahmet Nebil (Çıta) isimli bir arkadaşı ile birlikte telif ve tercüme bazı eserler yayınlar. Yayın hayatı altı yedi yıl kadar olmasına rağmen birçok eser kaleme alan Baha Tevfik'in yazıları genel olarak felsefeyle ilgilidir. O bu amaçla, Teceddüd-i İlmî ve Felsefî Kütüphanesi'ni kurup, bu kuruluş yoluyla on bir adet eser yayınlar. Bezmi Nusret Kaygusuz, onun, her gün Tenkid Mecmuasına (Bezmi Nusret Kaygusuz'un kendi çıkardığı mecmua) uğradığını, bu sıralarda 27-28 yaşlarında olduğunu, bu yaşta, Batı Edebiyatını ve Felsefesini okuyup da özümseyen böyle bir kimseye rastlamadığını, çok zekî olduğunu, herkesin düşündüğünden farklı düşündüğünü, yerleşmiş olan an'ane ve geleneklere muhalefet etme alışkanlığının bulunduğunu belirtir. Bezmi Nusret Kaygusuz, Baha Tevfik'in, yine Ali Kemal'e Ahlâk kitabından dolayı ve Rıza Tevfik Bölükbaşı'na filozofluk tasladığı için hücum ettiğini, Mehmet Rauf'u Serap isimli eserinden dolayı eleştirdiğini, Raif Necdet Ketselli'nin, Hisler ve Fikirler'ini baltaladığını, korkusuz ve cüretli hareketlerinin talihini kararttığını, hayatını sıkıntı içerisinde geçirmesine sebep olduğunu söyler.​

Baha Tevfik, tartışmayı seven birisi olmuştur. Tenkitlerinde değil, ama yazılarında nesnel kalmayı seven birisiymiş. Nezaket ve incelik dairesinde kalmanın onun doğasının bir parçasmı oluşturduğu anlatılır... Görüşme esnasında konuşurken ahlâk ve mantık ilkelerini adım adım takip edermiş. Onun doğası gereği olan bir yönü olarak, istihza yöntemini kullandığı belirtilir.​

Baha Tevfik'in, kendisi tarafından çıkarılan, Felsefe Mecmuası, Piyano (Düşünüyorum) ve Yirminci Asırda Zekâ gibi mecmualarda yazıları vardır. Ayrıca Bezmi Nusret Kaygusuz'un çıkardığı, Tenkid (bu mecmua ancak altı sayı çıkmıştır) mecmuasında da yazıları bulunmaktadır. Yirminci Asırda Zekâ Mecmuasında, felsefî, ahlâkî ve sosyal eleştiri yazıları yazıp, bunları Felsefe-i Ferd ve Teceddüd-i İlmi ve Edebi isimli eserlerinde toplar. Felsefe Mecmuası'nda birçok yazısının yanında, bir felsefe deyimleri kâmûsu yapmaya çalışır. Onun, İştirak, Eşek, El - Malûm gibi garip gazeteler ile Karagöz Gazetesinde de yazıları yayınlanmıştır.​

Baha Tevfik'in babası Tevfik Efendi, Babıali Caddesi'nde bir dükkan açar. Dükkanda kırk elli kartpostal ile Baha Tevfik'in okuduğu birkaç kitap bulunmaktadır. Baha Tevfik, evli olmayıp, babası, annesi ve iki kardeşinin geçimini temin etmek zorundadır. Bir aralık ayan meclisi kâtibi olur. Sonra oradan ayrılır. Eşrefe ve Şehbâl'e yazılar yazar. Serbesti gazetesine, birtakım yazıların çıkmasında yardımcılık görevini yürütür. Karagöz gazetesinin, uzun süre baş yazarlığını yapar.​

Yoğun bir şekilde çalışmalarını sürdüren Baha Tevfik, bir ameliyat neticesinde, vefat eder. Ölümünden sonra Şehbâl'de, Karagöz ile Yirminci Asırda Zekâ’nın baş yazarlığını yapmakta olan Baha Tevfik'in, karaciğer iltihabı hastalığı dolayısıyla olduğu ameliyat neticesinde vefat ettiği belirtilir.​

Temel eserleri şunlardır:​
(1) Biraz Felsefe; el yazması olup basımı yapılmamıştır. Baha Tevfik, eseri, o sıralarda çok kullanılan boya kalemle yazmıştır. Eserde, bilim ve bilim sınıflamaları, mantık ve evrende hayat konularına yer verilmiştir.​

(2) Madde ve Kuvvet; Ludwig Büchner'den, Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından üç cilt halinde tercüme edilen bir eser olup, 736 sayfadan oluşmakta, üzerinde basım tarihi bulunmamaktadır.​

(3) Vahdet-i Mevcut Bir Tabiat Aliminin Dini adlı eser, onun Ahmet Nebil'le yaptığı başka bir çeviri olup, Ernest Haeckel (18341919)'in bir konferansını içerir. Bu eserde de basım tarihi bulunmamaktadır.​

(4) Tarih-i Felsefe ise, yine Baha Tevfik tarafından Ahmet Nebil ile birlikte, Alfred Fouille'den tercüme edilmiş bir felsefe tarihidir.​

(5) Hassasiyet Bahsi ve Yeni Ahlâk; 1910 yılında yayınlanan ve 64 sayfadan ibaret olan bu eser, Ahmet Nebil ile birlikte yazılmıştır.​

(6) Feminizm; tamamı, 87 sayfa olan bu eserin basım tarihi yoktur.​

(7) Felsefe-i Edebiyat ve Şair Celis; 1330'da basılan bu eser, 76 sayfadan ibarettir.​

(8) Felsefe-i Ferd; çeşitli konularla ilgili bilgileri içeren bu eser, 1332'de basılmıştır.​

(9) Teceddüd-i İlmî ve Edebî; basım tarihi bulunmayan bu eser de çeşitli konularla ilgili bilgileri içermektedir.​

(10) Teceddüd-i Hakiki Nasıl Olur?; bu eser, 1330 yılında basılmıştır.​

Bu eserlerin dışında onun, Nietzche: Hayatı ve Felsefesi, Psikoloji, Karagöz Salnamesi gibi eserleri de bulunmaktadır. Ayrıca kendisinin veya başkalarının çıkardığı mecmualarda yayınlanmış olan birçok makalesi bulunmaktadır.​

Görüşleri

Felsefe, Bilim ve Metafizik: Baha Tevfik, felsefenin, başlangıçta, evren hakkında bilgi edinmeyi amaçlayan bir araştırma faaliyeti olduğunu ve bu sebeple bütün bilimlerin temeli, kaynağı olarak görüldüğünü belirtir. Ama o, insanların bilme ve öğrenme ihtiyaçlarının gün geçtikçe arttığını, bu bilgilerin zamanla her şeyi içeren daireden çıktığını ve böylece her bir bilimin kendine ait bir metod takip etmeye başlayarak felsefeden ayrıldığını söyler. Bundan dolayı, bilimler için bir sınıflama ihtiyacı olmuştur. Ona göre, bilimler sınıflamasının, düşünene göre değil, düşünülen maddeye göre yapılması gerekir. O, bilimleri, maddî bilimler ve manevî bilimler olmak üzere ikiye ayırır. Felsefeyi, manevî bilimlerden, kabul eder ve geleceğin bilimi olarak görür. Maddî bilimlerin, yani fen bilimlerinin, faraziye ve görüşlerle, teorilerle ilgilenmediğini belirtir. Bu alanla felsefe ilgilenir. Bu sebeple o, "dünün felsefesi, bu günün bilim ve fenni, yarının bilim ve fenni ise, bugünün felsefesidir" der.​

Manevî bilimlerden gördüğü felsefeyi, Baha Tevfik dörde ayırır.​

(1) İlm-i Ahvâl-i Ruh (Psikoloji): Duyarlılık, irâde, düşünce, ruh ve beden arasındaki ilişkiden bahseder.​

(2) Mantık: Gerçeği keşfedebilmek için bilinmesi gereken yöntemleri ele alır.​

(3) Metafizik: Eşyanın hakikatleriyle Allah'tan bahseder ve her şeyin ilk sebebini öğrenmek ister.​

(4) Ahlâk: İnsanın yaratılış amacına doğru ilerlemesini temin ederek, mutluluğun elde edilmesini sağlayan ilkelerden bahseder. O, bu dört felsefe grubuna, estetiği de dahil eder. Onun felsefe alanına dahil ettiği bu beş gruptan, psikoloji ve mantık artık günümüzde ayrı birer bilim alanı olmuşlardır.​

Baha Tevfik'in, maddî bilimlerden kastettiği, fen bilimleri veya o günkü adıyla doğa bilimleridir. Bu bilimlerin, inceleme konusu olan varlıklar, canlı ve cansız varlıklar olmak üzere ikiye ayrılır. Doğa bilimlerinden olan kimya, cansız varlıkları incelerken, biyoloji canlı varlıkları incelemektedir. Canlı varlıklar, organik cisimlerden oluştuğundan, hayatla ilgili bütün olaylar, yani hareket ve değişimle ilgili olan olaylar, fiziğin düşme kanunuyla ilgilidir. Buradan hareketle Baha Tevfik, tabiî bilimleri; kosmografya, fizik, kimya, biyoloji, maden bilgileri ve tabiat bilgileri olmak üzere sınıflandırır.​

Baha Tevfik, manevî bilimlerden saydığı metafiziğin, evrenin oluşumunu, varlıkların tabiatlarını, bu tabiatları meydana getiren ilk sebepleri araştırdığını belirtir. Metafizik, bazen hararetli bir ihtiyacı karşılayıp tatmin edebilmek için, evrenin maddesini ta esasından araştırır. Hatta gözle görülmesi mümkün olmayan atomların, ne olduğundan şüphelenir. Meydana getirebilen doğa güçlerini anlamaya çalışır. O, buna rasyonel kosmoloji bilimi veya metafizik ismini verir.​

Varlık Görüşü: Baha Tevfik, Türk Düşünce Tarihi'nde, materyalist fikirleri en açık şekliyle savunan düşünürlerimizden biridir. Ona göre, gözlerimize görünen, ellerimize dokunan ve maden gibi bazılarının ancak cansız bir maddeden ibaret olan, diğer bir kısmı ise, az veya çok kuvvî bir hayat verilmiş olan sayısız eşya yanında bulunduğumuz için, kendi kendimize, "madde nedir?" "hayat nedir?" "kendisinde diğer hayvanlarla ortak olarak sahip olduğu hayat ve madde üstünde meziyet gösteren insan nedir?" gibi sorular sorarız.​

O, maddeyi, özel nitelikleri bulunan, bütün cisimlerin dayanağı olan cevher olarak tanımlar. Uzam, renk, ağırlık gibi vasıflar, onlara sahip olan cevherin dışında var değildir. Bu unsur da kendi niteliklerinin dışında var değildir. Bütün niteliklerinden ayrı bir madde ve bütün maddesiz nitelikler, zihinsel soyut niteliklerdir ki, doğada hiçbir zaman gerçekleşmeyeceklerdir. Madde hakkındaki meselelerin başlıcaları şunlardır;​

(1) Baha Tevfik, eski felsefecilerin, maddenin ezelî olduğuna inandıklarını belirtir. Bu inanç, ona göre, felsefecilerin çoğunu, Tanrı'lara ve Vahdet-i Vücud'a inanmaya sevk etmiştir.​

(2) Madde evrenin bütün kısımlarında aynı mıdır? O, bu soruya, evet, diye cevap vermek gerektiğini belirtir. İyi bir inceleme bize, göksel taşlarla yer taşlarının, aynı maddesel unsurlar olduklarını gösterir.​

(3) Madde evreni doldurur mu? O, bu soruyu cevaplandırırken, Leukippos, Demokritos ve Epiküros'un, boşluksuz hareket olmayacağı için boşluğu kabul ettiklerini, Descartes'ın öğrencilerinin her şeyin dolu olduğunu ve uzanım maddeyi meydana getirdiğini ileri sürdüklerini, oysa her yerde uzam olduğunu, Descartesçıların, maddeyi tarif ederken, maddî gücü hesaba katmadıklarını belirtir. Aynca o, Epiküros'a göre, hareket için boşluğun var olmasına gerek olmadığını da belirtir.​

(4) Maddenin sonsuz bir şekilde bölünmesi mümkün müdür? Ona göre, bu konu, nazik bir konudur. Çünkü bu konuda hem red ve hem de kabul anlamında aynı kuvvette deliller getirilebilir. Bir kısım filozof, maddenin parçalardan meydana geldiğini, bunun için bölündüğünü, bir kısım filozof da maddeyi meydana getiren unsurlar, basit unsurlar olduğu için bölünmediğini ileri sürmektedirler. O, maddenin, basit unsurlarının, yani, atomların bölünmediği şeklinde Leukippos ve Demokritos tarafından ileri sürülen görüşün Epiküros tarafından devam ettirildiğini, hâlâ aynı görüşün savunulduğunu belirtiyor.​

(5) Maddenin esası nedir? Descartes, maddenin esas özelliğinin, uzam olduğunu ileri sürmüş, Leibniz ise sadece mekanik olan bu açıklamanın yetersiz olduğunu ve bu sebeple maddî cevherin dayanağının uzam olmayıp kuvvet olduğunu düşünmüştür. Ona göre, Leibniz, maddenin, basit ve aktif unsurlarının olduğuna inanmıştır ki, bu basit unsurlara, o, monad ismini vermiştir.​

Baha Tevfik, ruh ve vicdan denilen şeylerin, manevî birer varlık olarak kabul edildiğini, oysa, maneviyatla, evrenin, siyahla beyazın birbirine zıt olduğu gibi, birbirine zıt oldukları, bunun için ruhun manasının yeniden araştırıldığı, madde ile kuvvetin birbirlerinden hiç ayrılamaz durumda bulundukları, ikisinin birbirinin tamamlayıcısı oldukları, bundan da ruhun ayrıca kendi başına bir varlığının olmadığı, maddî varlığın zorunlu gereklerinden bir tezahür olduğu gerçeğinin anlaşıldığını belirtir. Ona göre, ruh ve beden ayrı ayrı şeyler değil, aynı varlığın iki ayrı şeklidir. Ruhla beden arasında bir ilişki vardır ki, bu ilişki, ruhun bedene, bedenin ruha karşılıklı olarak etkilemeleri neticesinde iki ayrı şekilde tezahür eder. Yine ırkın, cinsin, hararetin, sağlığın, iklimin, ruh üzerine etkisi vardır. Örneğin, bir Eskimolu ile bir Fransızın, bir erkek ile bir kadının, bir genç ile bir ihtiyarın, maddî eğitim görmüş bir adamla bir hastanın ruhsal duyguları doğal olarak aynı değildir. Ruhun da beden üzerine etkileri vardır. Ruhta meydana gelen bir heyecanın bedende yansıması çabuk görülür. Örneğin, istek, aşırı tutkunluk gibi durumlar, beden üzerinde etkisini hızlı gösterirler. Beden olmadan, ruhun varlığını gösterememesi, beyinde meydana gelen küçük bir hastalıktan dolayı, düşünmenin durdurulması, acıklı bir olayın meydana geldiğini işitir işitmez, vücutta çarpıntı durumlarının gözlemlenmesi, hattâ böyle durumlarda ölüm olayının bile olması, herkesçe bilinen olaylardandır.​

Cevherleri itibarıyla birbirlerinden farklı olan iki şeyin birbirleri üzerine olan bu etkileri nasıl açıklanabilir? Örneğin, ruhun beden üzerine etki edebilmesi için, ona temas etmesi gerekir. Oysa ruhun maddî araçları olmadığı gibi, bedenin de ruhsal araçları yoktur. İşte bu anlayış, Descartes'm, "evrende iki cevher vardır" görüşünü çürüttüğünden, bu büyük filozofun öğrencileri, üstatlarını korumak istedikleri için, ruhun ve bedenin birbirlerine karşılıklı olarak etkileri olduğunu delillerle, örneklerle gösterebiliriz demekle büyük bir hataya düşmüşlerdir. Baha Tevfik'in kendisi, bu konuya, Descartes ve Descartesçıların, ruh ile beden arasında görülen ilişkinin, bir etki neticesinde olduğunu kabul etmedikleri, belki bu ilişkinin aralarındaki dengeden, uyumdan kaynaklandığı, hem ruhun hem de bedenin belirli kanunları takip ettiklerine inandıkları şeklinde yorum getiriyor. Bu çürük görüş, Baha Tevfik'e göre, Alman filozofu Leibniz tarafından da benimsenmiş ve bu ilişkiye onun tarafından, maddî ve manevî eylemler arasındaki denge, uyum adı verilmiştir. Baha Tevfik, bu görüşün kabul edilemeyeceğini belirtir. Çünkü günlük tecrübelerimiz, bunun aleyhine delillerle doludur. Örneğin, irâde, organların hareketine; vücudun yarası, ruhun elemine sebep olup dururken, bütün bunları, unutmak, göz ardı etmek mümkün olur mu? Bu sebeple ona göre, ruh ile beden arasındaki karşılıklı etkileşimlerin açıklanabilmesi için, Descartes ve Victor Cousen'in görüşlerinin tamamıyla bir kenara bırakılarak, evrende varlığın birliğine, yani ruh ile bedenin, aynı varlığın bazı şartlar altında, az çok değişmiş cevherleri olduğuna inanmamız gerekir.​

Bilgi Görüşü: Ona göre, düşünce, titreşimsel bir silsile sonucunda meydana gelir. Sinirlerin titreşimleri ile düşünce arasında aslî bir fark vardır. Düşünce, kendi kendini bilen düşüncenin neticesidir ki, meydana geldikten sonra, biz onu, kayıtsız şartsız bir vasıtayla bütünlük içinde idrâk ederiz. Oysa sinirlerin titreşimleri böyle değildir. Duyumsal organlarımdan birinde ve onun sinir liflerinde ve nihayet beyinde, maddenin ferdî kısımlarının, parçalarının bir daha yer değiştirmesinden ibaret olan bir işlemin meydana geldiğini ben asla hissedemem. Yalnız bende bir düşüncenin meydana gelmesiyle, onların hareket ettiklerini tahmin ederim. Çünkü bu harekete mecburdurlar. Bu titreşimlerin, doğrudan doğruya gözlemlenmesi mümkün değildir. Bu maddî ve sinirsel olan titreşimsel hareket, görülmesi mümkün olan bir olay olmayıp, ancak neticeleriyle anlaşılabilen bir harekettir, bütün gelişimini, açılımın en güç ve en nazik işlerine borçludur. Oysa düşünceye gelince, düşünce böyle şeylere hiç ihtiyaç göstermez. Çünkü ben onu bizzat kendimde elde ederim. Ruhumda onun meydana gelişi, gelişimi, gelişmesi, durması, kendi kendine mahsûs olur. Hatta ona göre, birçok kimse, kendilerinin duygu ve duyum sinirlerindeki hareketin varlığından ve bu hareketin vasıflarından habersizdir. Ama düşündüklerini, her zaman bilirler ve bu düşüncelerini anlatabilirler. Bu sebeple Baha Tevfik'e göre, maddî titreşimlerdeki kendi kendini anlamamazlığın, düşüncede ise, kendi kendini bilmenin olduğunu göz önünde bulundurmak birinci vasıtadır. O, psikolojinin, vicdansal (ruhsal) olaylardan, fizyolojinin ise, bedensel organların görevleri ile beynin maddî özelliklerinden bahsettiğini belirtir.​

Baha Tevfik, his ile idrâki birbirinden ayrı görmez. Ona göre, idrâk, hissin sonudur. Bu görüşünü açıklayabilmek için görme olayını ele alır. Örneğin karşımdaki tarlada bir duvar var, ben onu görüyorum diyor. Yani ben onun bir şekline, bir fikrine sahibim diyor. İşte ona göre, bu şekil ve fikir idrâk adını alır. Bundan sonra o, bu idrâkin zihinde nasıl meydana geldiği üzerinde durur. 1. Benim dışımda, gerçek bir madde, yani bir duvar var. Bu duvar güneşin ışığıyla aydınlanmıştır ve parlaktır. Bunun için yüzeyden çevreye birçok ışık demeti dağılıyor ve bunu dört adımda belirler. Bu ışık demetlerinden birkaçı gözüme isabet ediyor. Işığın gözüme isabet etmesiyle gözümde meydana gelen tırmalanma, gözümün sinirleri vasıtasıyla beyne kadar gidiyor. İşte buna da his denir. Bu durum tamamıyla maddîdir. 2. Işık demetinin göze gelmesiyle, göz sinirleri o ışığa göre titreştikten ve bu titreşimler de, sinirler boyunca yayılarak beyne iletildikten sonra, beyinde de aynı titreşimler bir süre devam eder ki, bu titreşimler, fizyolojik bir olaydır. 3. Bu titreşimler, beyinde yeter derecede bir ortam oluşturup da, karşımdaki parlak cismin hayali, benim tarafımdan idrâk edilmiş duruma gelirse, o zaman his tamamlanmış olur ki, bu olay da, psikolojik bir olaydır. 4. Bu his, uzun süre olduğu gibi kalmaz, beyne girer girmez, önceden beyne girmiş birçok fikir, hemen kendisiyle birleşir. Onu düzenlerler ve tamamlarlar. Örneğin, ben önce karşımda basit ve parlak bir duvar görüyordum. Oysa şimdi zihnimde bulunan fikirlerin, ona katılmasıyla bu duvarı, bir tablonun merkeziymiş gibi hayal ediyorum. Hafızamın yardımıyla, bunun, eski bir evin kalıntısı olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra, akıl yürütme, yani zihinde şekillendirme ve doğrulayıp onaylama gibi olaylar da, aynı duyguya düzen vererek, bu duvarın nasıl yıkıldığını, üzerinden çatı düştüğü halde, kendisinin bu şekilde kalabilmesinin sebeplerini düşünüyorum. Bütün bu akıl yürütmelerden, fikir yığınlarından, birbiriyle çelişen, birbirini çürüten çelişkili bilgilerden, bana bir sonuç kalıyor ki, bu sonuç, bu duvar hakkındaki son bilgimdir. Kısacası, ben bu duvarı, yerin hareketi sonucu yıkılan bir eve ait, eski, fakat sağlam yapılmış bir duvar olmak üzere kabul ediyorum. Baha Tevfik'e göre, bu da idrâktir.​

Baha Tevfik, yedi çeşit duyum içerisinde bizim için en faydalı olanlarının, görme ve işitme duyumları olduğunu belirtir. Bu iki duyum, bütün evreni bize tanıtan bilimlerin ve bilginin en önemli kaynaklarıdır.​

Ona göre, bu durumda bilgimizin, deney ve akıl olmak üzere iki kaynağı vardır ki, bunlardan birincisi, sayıca çoğalma ve ayırma ile ilgili olup dış dünyadan gelirken, ikincisi, birleştirmeyle ilgili olup, bizzat kendimizden gelir. Çünkü insan çevresindeki eşyaların orta yerinde bulunduğundan, her şey ayrı ayrı dikkatini çeker. Bu sebeple, dışarıdan gelen bilgiler, yine dışsal bir özellikle, bir ayrı ayrı olma özelliğiyle zihne girer. Zihin, ayrı ayrı özellikle gelen bu bilgileri, sınıflamaya ve düzenlemeye başlar. Bu zihnin birleştirme özelliğidir. Bu özellikler, birer esas olup, bilgilerimizi idare eden aklın kısımlarını meydana getirirler. Bu esasları iki isimle isimlendirmek mümkündür:​

1. Özdeşlik prensibi: Bir şey ne ise odur, olduğundan başka bir şey olamaz. Yani bu, her şeyin mahiyeti ve doğası kendisine aittir demektir. Her şey, aynı mahiyet ve aynı doğaya sahiptir. Böylece zihnimizde, ferdî olarak dikkate alınan her şey için bir "birlik" oluşur.​

2. İllet prensibi: Her şeyin bir sebebi vardır, aynı sebep daima aynı neticeyi meydana getirir. Olaylar arasında sebep sonuç ilişkisi kurmaktan, birçok olayları birleştirebilme imkânı doğar. Biz, bir şeyi anlamak istediğimiz zaman, mutlaka onun sebebini bilmek zorunda kalırız. Çünkü sebepsiz hiçbir olay olmadığı gibi, olayların birleştirilebilmesi için onların sebeplerinin bilinmesi gerekir.​

Bu iki prensibin dışında önem yönünden ikinci derecede kalan, madde esası, gaye esası, süreklilik esası ve basitlik esası olmak üzere dört esas vardır. Bir şey hakkında bilgi edinebilmek için, ilk önce o şeyin ne olduğunu ve neden olduğunu bilmek gerekir ki, bunlar, madde ve gaye esası ile ilgilidir. Süreklilik ve basitlik esası, bunlardan sonra gelir. İlk iki esası, herkes hiç şüphe ve tereddüde gerek kalmadan kabul ederken, son iki esas konusunda birtakım şüphe ve tereddütler bulunduğundan, bu konuda birtakım tartışmaların yapılması kaçınılmaz olmuştur.​

Baha Tevfik'e göre, ruhsal olaylardan kabul edilen, duyarlılık, irâde, fikir, idrâk, beden ve ruh arasındaki ilişkiler gibi yapılan ayırımlar hatalıdır. Bunlar iç içe oldukları için, genellikle onları ayrı ayrı düşünmek doğru değildir. Aslında beynimizde var olan fikirlerin, bir kısmı hafızaya, bir kısmı hayal gücüne, bir kısmı duyarlılığa aittir demek hatalıdır. Beynimizde sadece bir özellik vardır, o da, bütün maddiyatta vardır, bilinendir ve müspettir.​

Beyne ait işlemler neticesinde, bizde birçok fikir meydana gelir. Gerek doğrudan doğruya duyumlarımızdan biri vasıtasıyla beynimize aktarılan, iletilen hatıralar ve gerekse fikirlerin kısımlarının birbiriyle uyuşması neticesinde meydana gelen hayalî şekiller, hep birer fikirdir. Akıl yürütmemiz, bu fikirlerin, zayıf ve kuvvetlileri arasında cereyan eden bir mücadeleden başka bir şey değildir.​

Ahlâk Görüşü: Ona göre, duyarlılık, fikirlerin kökleşmesinden, isteksiz olarak beyin ve bedenimiz üzerinde etkisini gösterebilecek bir duruma gelmesinden ibarettir. Duyarlılığın neticesi, mutlaka, iş ve eylemdir.​

O, her bilimin birçok kaynağı ve dayanağı olduğundan, bugünün bilginleri tarafından kurulmak istenilen en yeni ahlâk biliminin, kaynağını hangi bilimlerden alacağını ve hangi tür bilgilere dayanacağını araştırır. Ona göre, bunu çözmek zor değildir. Maddiyatımızın eğitimiyle ilgilenecek olan ahlâk biliminin, maddiyatımızdan bahseden bilimlerden, yani tabiî bilimlerden yararlanacağı konusunda şüphe yoktur. Gözümüzün tedavisi için tıbba, beynimizin ve sinirlerimizin tedavisi için sinir bilgisi bilimine, duyarlılığın eğitimi, yani tedavisi için de psikolojiye ihtiyaç olacak. Ona göre, ahlâkî bilimlerin kaynağını, tabiî bilimlerden almak, herhalde ahlâk denilen ve arada bir komisyonculuktan başka bir görevi kalmayan ikinci bir merkezden almaktan daha kolay ve daha yararlı olacaktır.​

Ona göre, ahlâk, iyi ve kötüyü bilmek demek değildir. Çünkü insanların içinde bulundukları şartların dışında, değişmez bir metafizik iyi ve kötü yoktur. Ahlâk, metafizik gibi görünen iyiyi kötüden ayırmaktan çok, iyi olduğu kesinlikle belli olan hareketlerin yapılması, kötü olduğu kesinlikle belli olan hareketlerin de yapılmaması kararlılığını desteklemeye çalışır. Ahlâkın gayesi, teori değil, pratiktir, uygulamadır. İyi ve kötünün belirlenmesine gelince, bu ahlâk gibi özel bir bilim dalının değil, belki bütün bilimlerin ve fenlerin, bütün eğitimin önemli görevidir. Ahlâk, sadece bu önemli görevin uygulanmasıyla uğraşırsa ahlâk olur. Ahlâk, sadece iyi şeyleri yapmak için insanda, nefsin nasıl kontrol altına alınması gerektiğini ve bunun da düşünceden eylem haline nasıl geçirileceğinin yollarını gösterir.​

O, her şeyin bencillik üzerine kurulduğunu belirtir. Bencillik, insanın en fazla bağlı olduğu şey, en çok bildiği ve en çok alıştığı şeydir. İnsanın en çok bildiği şey ise, kendi kendisini bilmesidir ve kendi kendine alışmasıdır. İnsandaki bencilliğin esası budur, bunun için insan kendi kendisini beğenir. Her birey, kendi kendisine, kendi haline o kadar bağlıdır ki, onu hiçbir şeyle değişemez. Kısacası, herkes kendini beğenir, kendi nefsini herkesin üstünde görür. İşte bu ona göre, bencilliktir. Bencillikten ise, çıkarcılık fikri doğar. Bu sebeple bireysel çıkarlar, yaşamla ilgili sebeplerin en önemlisi, en esaslısıdır. Oldukça geçerli görülen hayat mücadelesi, bireysel çıkarların sonucudur. Bu durumda ahlâkın görevi nedir? Baha Tevfik, herkese görev tavsiye eden ve kendisini görev bilimi tabiriyle nitelendiren ahlâkın, dünya üzerinde hiçbir görevi olmadığını belirtir. Çünkü ona göre, gelecekte ahlâk, tıpkı astroloji gibi garip bilimler sırasına geçecek ve ancak tarihsel değerini koruyabilecektir.​

Baha Tevfik, dinsel ve felsefî olan eski ahlâk anlayışlarının iflas ettiğini, bunun için, 20. yüzyılın ahlâkının İnsanî olması gerektiğini belirtir. Bu sebeple, ahlâkın temelini göklerde ve kutsal kitaplarda aramamalıdır. Bu esas, yine insanların kendilerindedir. İnsanların hareketlerinde ve bu hareketlerin kaynağı olan fikir, duyarlılık, alışkanlık, iç güdü vs. gibi ruhsal ve fizyolojik olayların iyi idare edilmesindedir.​

Baha Tevfik, düşünmenin, muhakeme etmenin, çalışmanın, yorulmanın karşılığının mutlu olmak olduğunu belirtir. Çünkü insanın bütün eylemlerinin biricik sebebi ve ağırlık merkezi, mutluluktur. İnsan için içgüdü mutlu olmak düşüncesiyle başlar. Öyle ki, ölüm, mutluluğun yokluğuna tercih edilir. Gerek maddî yönden ve gerekse manevî yönden, huzurlu bir yaşam sürmek, insanlığın biricik gayesidir ki, insanın, bütün düşünceleri, dilekleri, çalışması, bu mutluluğu elde etmesi içindir. Hiç kimse ruh derinliğinde hüküm süren bu güce yabancı olamaz. Artık bundan sonra çözülmesi gereken tek mesele, insanın, nasıl mutlu olabileceğidir.​

Baha Tevfik, mutluluğun nasıl elde edileceği konusunda, felsefecilerin, bazen dinsel hükümlere, bazen bilimsel görüşlere başvurduklarını, metafizik bilginlerinin ise, daha süslü, daha hayalî cümlelerle doğa ötesine başvurduklarını belirtir. Metafizik bilginleri, ezelle, ebedle uğraşmışlardır. Baha Tevfik'in kendisi ise, daha sade, basit bir yolla araştırmadan yanadır. Çünkü ona göre, bilinmeyenlerle bilinmeyenleri tanımlamak genellikle sonuçlanamayan bir gayret şeklidir. Hayatta önemli olan bir gaye vardır, o da yaşamış olmaktır. Bunun için herkes yaşayacaktır, ama önemli olan iyi yaşamaktır. İşte bu herkesin mutluluk diye çırpındığı şeydir.​

Mutluluk denilen şey, ne zevkte ve ne de kederlere alışabilmektedir. Bu özellik, ruhumuzun derinliğinde bulunur. Mutluluk, muhakeme edebilmek demektir. Düşüncemiz, duygumuza galip gelirse, yani bütün kederlerimizin, hem sebep ve hem de meydana getirme yeri olan duyarlılığımız azaltılırsa da, her şeyde düşünmeye yetenekli manevî bir varlık kazanmasına yardım edilirse, o andan itibaren mutluluğun, gerçek mutluluğun geleceğine inanabilelim.​

Baha Tevfik, ismini hatırlayamadığı bir Alman prensinin, insanda, insanın doğası ve deneyi olmak üzere iki etken bulunduğunu kabul ettiğini, bu görüşe Kant'ın da katıldığını, oysa kendisine göre, insanda sadece deneyin bulunduğunu belirtir. Çünkü ona göre, doğa; deneyimizin, bakış şeklimizin ve bireysel anlayışımızın zorunlu bir neticesidir. Onlar, görüşlerinin doğruluğunu ispatlamak için, zaman ve mekân kavramlarının doğuştan getirildiğini örnek olarak vermişlerdir. Baha Tevfik, yeni dünyaya gelen bir çocukta bu gibi şeyler görmediğini ileri sürerek, bu kavramların doğuştan getirildiğine karşı çıkıyor.​

Baha Tevfik, hak fikri konusundaki düşüncelerini açıklarken, Epiküros'un, bireysel menfaat hakkındaki görüşlerine dayanır. Tabiî hukuk, insanların birbirlerine karşı faydalı olabilmek düşüncesiyle kabul ettikleri birçok teamülün neticeleridir. Bunda gaye, zarar etmemek ve zarar görmemektir. Her şahıs, kendini diğerine karşı korurken, diğerini de kendi tecavüzlerinden korur. Devletler, toplumsal sözleşme ile kurulmuşlardır. Baha Tevfik'e göre, Epiküros'un önemli bir esas meydana getiren bu sözleri, her ne kadar bilimsel kabul edilmezlerse de, gerçek dışı da değildir. Hatta ona göre, bu fikre, biraz zahmet çektikten sonra, J. J. Rousseau, bilimsel bir şekil vermiştir.​

Ona göre, vicdan, değişen bir açılımla, az çok hepimizde vardır. Ama bu vicdan doğuştan değildir, eğer doğuştan olmuş olsaydı, gayet dar ve gelişmemiş olacaktı ki, bu durumda o yeterli olmayacaktı. Oysa her zaman ve mekânda, sahibi için mutlaka yeterli olan vicdan, daima tecrübeye bağlıdır ve bilgilerimize dayanmaktadır. Bunlar öyle bilgilerdir ki, bazıları duygusal hayatımıza bağlı oldukları için, gayet hızlı ve erken gelişir, erken açılır. Diğer bir kısmı da, tecrübe esaslarına ve özellikle gayet ince görücü terbiyeciler, psikoloji bilginleri vasıtasıyla meydana getirildiğinden, ancak insan beyninin, yavaş yavaş evrimlerine bağlı olup geçicidir.​

Baha Tevfik, düşüncelerimizin ve düşüncelerimizin sonuçları olan eylemlerimizin seçimse! olmadığını belirtir. Çünkü ona göre, insan, ancak rastlantısal olaylar üzerine birtakım yeni düşüncelere sahip olur. O halde irâde nedir? Biz birtakım eylemlere ve en azından o eylemlerin, düşüncelerine ve niyetlerine sahibiz. Bunlar ise, bazı filozofların, istek adını verdikleri şeylerdir. Bunlardan anlaşıldığına göre, bizde bir kuvvet, yani bir özgürlük gücü vardır. Ona göre, ruhsal yetilerimizden birisi olarak kabul edilen, bu yeni varlığa, tıpkı hafıza gibi bir isim takılarak irâde denmiştir. İrade, uzun bir beyinsel tezahürle başlar. Bu tezahürün sebebi ise, rastlantısaldır.​

İrâdenin, mutlak özgürlüğün, ahlâk bilimine esas olduğuna dair, genel fikirler burada biraz karışır. Çünkü Baha Tevfik'e göre, "irâde olmazsa mesuliyet olmaz, mesûliyet olmazsa ahlâk da olmaz" sözü, son zamanlarını yaşamakta olan klâsik ahlâk anlayışının en önemli bir dayanak noktasıdır. Birçok cüz'î irâde taraftarları, hayatımızın büyük bir kısmında bir zorunluluğu kabul etmekle birlikte, söz konusu olan insan irâdesinin rastlantısal olduğunu söylerler. Böylece onlar, çökmek üzere olan görüşlerine, sağlam bir dayanak bulmak isterler. Baha Tevfik'e göre, kendi isteği dışında varlığa getirilen bu ıstıraplı varlığı, yine sınırlı ve belirli olan gelip geçici bir yaratık için, seçim, irâde tasavvur etmek, abes ve anlamsız olur. Bu sebeple, istediği gibi olgunlaşmakta özgür olmayan, daima yaşadığı çevrenin etkilerine boyun eğmeğe zorunlu, beden ve ruhuna doğal güçlerin etkisi altında bir dakika hükmedemeyen ve bilhassa toplumun etkisi altında kalan şeye yani irâdeye, nasıl bir eyleminin hakimi olan bir emredici gözüyle bakılabilir.​

Baha Tevfik'e göre, bizim için gerekli olan şey, özgür irâde değil, bizim ruhsal varlığımızda var olan akıl yürütme ölçeklerini, faydalı yöne doğru yönlendirecek ahlâkî bakış açısıdır, yani iyi ve kötüyü ayırt etmeye gücü yeten bir bakıştır. Bize bu ahlâkî bakış açıklığını sağlayacak olan biricik vasıta ise, eğitimdir, nefis eğitimidir. Bunun için ahlâk, insanın bizzat nefsini eğitmesidir. Bu ise, toplumsal neticeyle ilgili olsa bile, bizzat psikolojiye aittir. Ahlâk, tıbba, ruh hekimliği bilimine ve tabiî bilimlere dayanır. Ona göre, ahlâk, insanı, iyi olduğuna karar verilen yola yönlendirmeli, kötü olduğuna karar verilen yoldan ise uzaklaştırmaya çalışmalıdır. Bu ise, irâdenin eğitimiyle mümkün olur. Çünkü iyiyi bildiği halde yapmayan, kötülüğü bildiği halde ondan kendini uzaklaştıramayanlar vardır. Bu sebeple, ahlâk, insanda, nefs hakimiyetini sağlamaya çalışmalı ve bir çeşit irâde eğitimi bilimi olmalıdır. İşte ahlâkın en yeni şekli budur.​

Baha TEVFİK, Biraz Felsefe, İzmir, (El Yazması); Baha TEVFİK, Teceddüd-ü İlmi ve Edebî, OsmanlI Şirketi Mat., İstanbul; B. TEVFİK, Hassasiyet Bahsi ve Yeni Ahlâk (Ahmet NEBİL ile), OsmanlI Şirketi Mat., İstanbul; B. TEVFİK, Psikolojiİlm-i Ahval-i Ht/h(Ahmet NEBİL ile), OsmanlI Şirketi Mat., İstanbul, trs; B. TEVFİK, Muhtasar Felsefe, Artin Asûduryan ve Mahdumları Mat., İstanbul, 1331; B. TEVFİK, Felsefe-i Fert, Ketion Bedrosiyan Mat., İstanbul, 1332; Η. Z. ÜLKEN, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ahmet Sait Mat., İstanbul, 1966.​

Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​

Ayrıca bkz., CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK DÜŞÜNCESİ, TANZİMAT DÖNEMİ TÜRK DÜŞÜNCESİ.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
Piramit Din Adamı ve Peygamberler 0
Benzer Konular
Bahaullah

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst