1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Aydınlanma terimi, genel ve uzlaşımsal olarak, Batı'run on sekizinci yüzyıl düşüncesine veya felsefi kültürüne ya da Avrupa ve modern Batı'da, yine aynı dönemde yaşanan sosyal ve politik süreçlere göndermede bulunmak üzere kullanılır. Bununla birlikte, Aydınlanma'nın tam olarak ne olduğu oldukça tartışmalı bir konudur. Aydınlanmayı bir ideoloji olarak mı, yoksa bir süreç veya birtakım düşünsel veya pratik süreçler bütünü olarak mı görmek gerekir? Onu yaşanan bir deneyim diye mi, yoksa bir entelektüel projeler listesi olarak mı yorumlamak doğru olur? Aydınlanmayı modernitenin altyapısını meydana getiren bir fikirler öbeği, modernliğin kaynağını oluşturan bir problemler ve tartışmalar dizisi olarak mı yoksa esas, Fransız Devrimi'yle başlayan totalitaryen hareketlerin altyapısı olarak mı okumak gerekir? Aydınlanmayı olumlu bir biçimde ve bir kazanım olarak mı, yoksa olumsuz bir biçimde ve kötü bir efsane ya da musibetler kaynağı olarak mı değerlendirmeliyiz?​
Aydınlanma Yorumları
Aydınlanma konusunda bütün bu alternatiflerin her birine uygun düşen bir yorumlar çeşitliliği söz konusudur. Söz gelimi Musevî düşünürü Moses Mondelsohn'un bakış açısına göre, Aydınlanma, onsekizinci yüzyılda başlamış olmakla birlikte, henüz tamamlanmamış olan bir süreç, aklın kullanılmasıyla ilgili bir eğitim süreci olmak durumundadır. Immanuel Kant da, Aydınlanmayı bir süreç olarak görmeyi sürdürür: Ona göre de, Aydınlanma "insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan" önyargılar ve başkalarının rehberliği tarafından bozulmamış olması gereken aklını kullanması suretiyle kurtulması süreci olmak durumundadır. Aklını başkalarının rehberliği olmaksızın kullanamamayı, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir çocukluk veya ergin olmama durumu olarak tanımlayan Kant'a göre, bu, aklın kendisinin bir kusuru olmayıp, akli kullanamamayla ilgili bir eksikliği ya da kusuru ifade eder. İşte Aydınlanma, insanın bu ergin olmama, çocukluk durumundan bir çıkış süreci olmak durumundadır. Bu süreci, Fransız Aydınlanmasına yönelik kimi ciddi eleştirilerine ve Aydınlanma akılcılığı, bilimciliği ve din düşmanlığının değer alanında yarattığı boşluğu ve yaptığı büyük tahribatı telafi etmek üzere, kendi felsefesinde aldığı tedbirlere rağmen, "aklını kullanma cesaretine sahip ol!" sloganıyla olumlu bir biçimde tanımlamaktan geri kalmayan Kant, yine tıpkı Mendelsohn gibi, onu henüz tamamlanmamış bir süreç olarak görür.​
On dokuzuncu yüzyılda ise, Aydınlanmanın imgelemi, duyguları, ruhun gizemlerini, gelenek ve tarihin organik gücünü unutan sığ, ruhsuz ve mekanik düşünürlerinin, bir başına aklın insana, topluma ve doğaya dair bütün bilgiyi sağlayacağı; politik ve dini statükonun eleştirisinin ardından, muhteşem bir gelecek inşa etmek için gerekli temelleri ortaya koyacağıyla ilgili safdil inançlarının her tür tehlikenin tohumlarını attığını, Aydınlanma hümanizminin başta Fransız Devrimi olmak üzere, insanlığa karşı işlenmiş ve işlenecek büyük suçlara götürdüğünü söyleyen Romantiklerin ardından, Hegel kendi tarih felsefesinde Aydınlanma'yı özgürleşme sürecindeki, bir yönüyle olumlu, ama bir yönüyle de eksik ve olumsuz bir süreç olarak değerlendirir. Aydınlanmayla birlikte ve onun sayesinde, kendilerinin gerçekliğin efendileri olduklarını düşünen insanlar, Hegel'e göre kendi kimliklerini akil olarak belirleyip, evrensel düşünce özgürlüğüne sahip olduklarını görmüşlerdir. Kendi akılyürütme güçlerini hakikat ve iyiliği yargılamada özgürce kullanılabileceğini gören Aydınlanma insanı, bütün eşya ve kurumlarıyla dünyanın ancak, aklın genel ilkelerine uyduğu zaman. tasdik edilip temellendirilebileceğine inanır. Aydınlanmanın başka ülkelere aktardığı evrensel ilkelerin değerini tanıyan Hegel, bununla birlikte, onun bütünsel yapısı hakkında eleştirel bir tavır takınır. Nitekim, o Aydınlanmayı, onun Verstand düzeyinde, yani düşüncenin şeyleri, bizim bütün ayrı gerçeklikleri birbirlerine bağlayan içsel bağları, onları bir zincir içinde vücuda getiren diyalektik yaşamı gördüğümüz Vernunft düzeyine erişemeden, açık seçik olarak ayırt edip, birbirlerinden tecrit ettiği düzeyde kaldığı olgusunda temellenen bir süreç olarak görür. Ona göre, Aydınlanma işte bu yüzden "insanları açıkça bireyler olarak ayırt eder ve onları birbirlerinden bağımsız bireyler olarak görür, fakat onların içinde yer aldıkları cemaati unutur. Onun siyaset teorisi de atomistiktir. İşte bundan dolayı da. Aydınlanma sadece bizi çevreleyen dünyadaki dışsal, bireysel nesneleri görür; fakat dünyayı Tanrı, Geist, ya da akil tarafından konmuş bir düzen olarak görmez. Aydınlanmanın gördükleri doğru olmakla birlikte, iflah olmazcasma kısmîdir. Binaenaleyh, o her şeyin kutsiyetini elinden alır, çünkü dünyayı insanın inceleme ve kullanımına açık bir nesneler yığını olarak görür; onu aklın tezahürü, sudûru olarak görmez. Aydınlanmanın değer teorisinin yararcı bir teori olmasının nedeni budur. Bütün nesneler kullanılmaya hazır şeyler olarak görülür. Onların bir saygı tavrı talep eden daha yüksek bir şeyin tezahürü olarak görüldükleri boyut ortadan kalkmıştır. Nesnelerin değeri kendilerinin dışında, özneler, insanlar tarafından kullanılmaları olgusunda bulunmalıdır."​
Aydınlanma ve Aydınlanmanın sonucu olan Fransız Devrimi'nin aynı temel üzerinde bir diğer yanlışı da, onun soyut felsefi ilkeleri halkın eğilim ve yönelimlerini hiç dikkate almadan uygulamaya kalkışmasından oluşur. Ki bu teşebbüs de, varolan cemaatle onu meydana getiren bireylerden tecrit edilmiş olarak uygulanmaması gereken akla dair yanlış bir kavrayıştan kaynaklanmaktadır. Hegel'e göre, böyle bir teşebbüste hukuk ve ahlâk düzeni halka bir dayatma olup çıkacağı için, bireyin özgürlüğü bakımından bir kısıtlama oluşturur. Bu nedenle, ihtiyaç duyulan biricik şey, bireyin çıkarlarıyla bütünün çıkarlarının ahenk içinde olacağı, rasyonel bir tarzda düzenlenip örgütlenmiş, organik bir cemaattir.​
Aynı yüzyılda, Hegel geleneğinden olan Marx ve Engels de Aydınlanma karşısında ikircikli bir tavır alır. Buna göre, tarihsel ilerlemeye besledikleri imanla, her fırsatta ilân ettikleri bilimcilikleri ve dine olan bârız muhalefet ya da düşmanlıklarıyla, onlar elbette Aydınlanmanın doğrudan çocukları veya en azından torunları olmak durumundadırlar. Burjuvazinin Aydınlanmaya varoluşun maddî araçlarını sağladığı yerde, Aydınlanmanın da burjuvaziye sağlam ve uygun bir uygarlık felsefesi temin ettiğini savunan Marx ve Engels, bununla birlikte bir yandan da Aydınlanmaya yönelik sert eleştirileriyle tanınır. Zira, Engels'e göre, "aklın krallığı burjuvazinin idealize edilmiş krallığından daha fazla hiçbir şey değildir."​
Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Aydınlanmanın bir yandan kazanımlarına işaret ederken, diğer yandan onun hata ya da eksiklerini vurgulayan klâsik Aydınlanma yorumları, iki büyük dünya savaşının dehşetiyle, Holocaust cinneti ve Gulag Takım Adaları deliliğinin etkisiyle ayırımlaşıp keskinleşmeye başlar. Mevcut akıldışılık hâli içinde, Aydınlanma ya bu akıldışılığı defedecek bir "rasyonel değerler manzumesi" ya da bu akıldışılığın yegâne kaynağı ve sorumlusu olan süreç veya elit hareketi diye değerlendirilir. Nitekim, 1930'lann akıldışılığı içinde, Yeni-Kantçı düşünür Ernst Cassirer Aydınlanmayı akılsallıkta kökleşen, rasyonalitede tecessüm eden bir değer sistemi olarak yorumlar. Ona göre, fikirleri göreli olarak homojen bir bütün meydana getiren Aydınlanma, İnsanî işlerin veya kamusal alanın inanç, bâtıl itikat veya din tarafından değil de, akil tarafından yönetilmesi ve yönlendirilmesi arzusunu, aklın toplumu değiştirme ve bireyi gelenek ve keyfi otoritenin baskı ve tehditlerinden kurtarma gücüne beslenen inancı, din ya da gelenek yerine bilim eliyle geçerli kılman veya meşrulaştırılan bir dünya görüşünü ve nihayet, Batı Avrupa'nın büyük düşünürlerinin bütün bu talep, özlem ve bakış açılarına cevap veren entelektüel hareket ya da felsefesini ifade eder. Özlemini duyduğu, uğruna mücadele verdiği ve başardığı her şeyin bir ifadesi olarak akil kavramının kendisinin birleştirici ve merkezî bir noktasını meydana getirdiği yüzyılın felsefesinin bu yapısal özelliğini, Cassirer şöyle anlatır: "Felsefeyi sistematik bir doktrinal yapının sınırları içine hapsetmek, onu birtakım değişmez aksiyomlara ve bu aksiyomlardan türeyen dedüksiyonlara bağlamak yerine, Aydınlanma felsefenin özgürce hareket etmesini, ve bu içkin harekette gerçekliğin temel yapısını, doğal ve tinsel varlığın formunu keşfetmek ister. Felsefe, bu yoruma göre, doğa biliminin, hukukun ve yönetimin, vs., ilkelerinin üstünde veya yani başında konumlanmış özel bir bilgi alanı değildir, fakat daha ziyade, içinde bu türden ilkelerin formüle edildikleri, geliştirildikleri ve temellendikleri her şeyi kuşatan ortamdır. Felsefe bilimden, tarihten, hukuktan ve politikadan artık daha fazla ayrılmaz; o daha ziyade kendisinde bütün bunların varolabildikleri ve etkin olabildikleri atmosferdir. Felsefe, artık tecrit edilmiş bir zihin tözü değildir; o aklın bütünlüğünü gerçek fonksiyonuyla, araştırma ve soruşturmaIarının özgül karakteriyle, yöntemleri ve özsel bilişsel süreciyle sunar. Binaenaleyh, on sekizinci yüzyılın geçmişten sadece miras aldığı bütün bu felsefi kavram ve problemler yeni konumlar kazanır ve bir anlam değişikliğine uğrarlar. Onlar sabit ve tamamlanmış şekillerden aktif güçlere, çıplak sonuçlardan buyruklara doğru bir dönüşüm geçirirler. Bu, Aydınlanma düşüncesinin gerçekten de yaratıcı mânasını oluşturur. O kendisini, herhangi bir düşünce içeriğinde değil de, Aydınlanmanın felsefi düşünceyi kullanma tarzında, onun böylesi düşünceye izafe ettiği konumda ve görevde açığa vurur. Onsekizinci yüzyıl kendisini gururla "felsefenin yüzyılı" diye çağırırsa, bu iddia felsefe kendisine döndüğü ve ilk, hakikî "klâsik" anlamını benimsediği sürece haklılanır. Felsefe saf düşünce alanıyla artık daha fazla sınırlanmış değildir; o şeylerin, kendisinden her tür entelektüel faaliyetin, tıpkı düşüncenin bizatihi kendisi gibi çıkıp yayıldığı ve bu türden etkinliğin temelini —Aydınlarıma felsefesinin en temel kanaatine göre— kendisinde aramak zorunda olduğu, derin düzenini talep eder ve söz konusu düzene nüfuz etmenin yolunu bulur. Şu hâlde, onu sadece bir "düşün felsefesi" olarak görüp bir kenara bıraktığımız takdirde, Aydınlanma felsefesinin gerçek anlamını kaçırırız. ... Gerçekten de Aydınlanma felsefesinin temel eğilimi ve en önemli çabası hayatı gözlemlemek ve onu refleksif düşünce yoluyla betimlemek değildir. Bu felsefe, daha ziyade düşüncenin bir özgün kendiselliğine inanır; o felsefeye sadece taklit edici bir fonksiyon değil, fakat esas hayatın kendisini şekillendirme gücü ve görevi verir. Düşünce sadece analiz ve teşrih etmekten meydana gelmez, ama gerçekte şeylerin, kendisinin zorunlu olduğunu düşündüğü, düzenini ortaya çıkarmaktan meydana gelir, öyle ki o kendi gerçekliği ve hakikatini söz konusu ortaya çıkarma veya hayata geçirme ediminde gösterebilir."​
Aydınlanma bağlamında aynı yorum çizgisinde konumlanan, ve Cassirer'yle birlikte oldukça etkili olan Peter Gay de, onu birlikli bir entelektüel hareket, ve homojen bir program olarak yorumlar; ve Aydınlanmayı, dine düşmanlıktan ve akim insanın kendisi ve toplumla olan ilişkilerini değiştirmeyi amaçlayan eleştirel bir tarzda kullanılması yoluyla hayata geçirilecek bir özgürlük ve ilerleme arayışı ya da özleminden oluşan, yani bir yönüyle eleştirel, bir yönüyle de inşa edici bir reform programı diye tanımlar: "On sekizinci yüzyılda birçok filozof, ama sadece tek bir Aydınlanma, Edinburgh'tan Napoli'ye, Paris'ten Berlin'e, Boston'dan Philadelphia'ya kültür eleştirmenlerinin, dini şüphecilerin ve politik reformcuların gevşek, formel olmayan ve hiçbir şekilde organize olmamış bir koalisyonu vardı. Filozoflar gürültülü bir koro teşkil ediyorlardı, aralarında bazı uyumsuz sesler olmakla birlikte, çarpıcı olan şey, onların tesadüflere bağlı uyumsuzlukları değil, fakat genel ahenkleriydi. Aydınlanma düşünürleri hayli tutkulu bir programda, bir sekülarizm, insanlık, kozmopolitanizm ve hürriyet programında, her şeyin ötesinde keyfî güçten bağımsızlık, konuşma özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, kişinin kendi yeteneklerini gerçekleştirme özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, estetik tepki özgürlüğü, kişinin kendi yeteneklerini gerçekleştirme özgürlüğü benzeri çok çeşitli şekiller alabilmekle birlikte, esas ahlâkî insanın dünyada kendi yolunu kendisinin bulma özgürlüğünde ifadesini bulan bir hürriyet programında birleştiler. 1784 yılında, Aydınlanma işinin çok büyük bir kısmını hayata geçirdiği zaman, Kant onu, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış hâlinden çıkışı diye tanımladı ve Sapere aude'yi —"öğrenme ve bilme cesareti göster!", "Keşfin tehlikelerini göze al! Engellenmemiş eleştiri hakkını kullan! Özgürlüğün yalnızlığını kabul et!"i— onun mottosu olarak takdim etti. Diğer filozoflar gibi, Kant da Aydınlanmayı insanın bir yetişkin, sorumlu bir varlık olarak kabul görme talebi diye gördü. Aydınlanmayı Batı düşüncesinin tarihinde böylesine önemli bir olay hâline getiren şey, talebin bizatihi kendisi kadar, filozofların bu talebe bağlılıklarındaki uyumdur."​
Gay'in bu sentezinin ardından, yüzyılın Aydınlanma'yla ilgili sert ve eleştirel yorumlarına geçildiğinde, öncelikle, Freud ve öğrencilerinin Aydınlanmanın akil veya rasyonalite ile ilgili kabullerinin büyüsünü bozan katkılarının açtığı yoldan yürüyen Cari L. Becker ve J. K. Talmon'un Aydınlanmayı gerçekçi olmayan bir tarzda dünyayı cennete çevirme, yeryüzünde mükemmeliyet yaratma tavrı nedeniyle eleştiren yorumlarını görüyoruz. Sözgelimi Becker'e göre, Kilise'nin ve Incil'in otoritesine karşı çıkıp, bunun yerine doğanın ve aklın otoritesini ikame eden, Aziz Augustinus'un "gökyüzü sitesi"ni, "cennet kenti"ni bir yeryüzü şehri hâline getirmeyi amaçlayan Aydınlanma düşünürlerinin tavrı, cennetin yerine yeryüzündeki sonsuz ilerleme ikame edildiği için, eski Hıristiyan ütopyacılığını yansıtır. Başka bir deyişle, Hıristiyanın dini imanını ortadan kaldıran philosophelar, bunun yerine akil dinine imanı geçirmişler, neredeyse yıktıkları kadar yeni efsane yaratmışlardır. Aynı şekilde Talmon da, Aydınlanmanın seküler mükemmeliyet inancında, modern totaliter hareketlerde kolaylıkla tespit edilebileceğine inandığı, sosyal mesihçiliğin tehlikeli bir biçimde öncelendiğini söyler.​
Talmon ve Becker'in Aydınlanma yorumlarının en gelişmiş tarzı ve en etkili versiyonu, Theodor Adorno ve Max Horkheimer'in birlikte kaleme aldıkları Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserde karşımıza çıkar. Bir dünya savaşı ve Holocaust'un yarattığı atmosferde kaleme aldıkları bu eserde, Adorno ve Horkheimer, "insanlığın gerçekten İnsanî bir düzeye çıkmak yerine, niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğü" sorusuna bir cevap vermeye çalışır. İnsanlık, onlara göre, Aydınlanma düşünüşünün özünde varolan bir paradokstan dolayı, yeni bir barbarlığa gömülmüştür: "Aydınlanma, gelişen düşünme'nin en geniş anlamında, başlangıçtan bu yana insanlardan korkuyu kaldırmak ve onları kendilerinin efendisi durumuna getirmek amacını gütmüştür. Ne var ki, tamamen aydınlatılmış yeryüzü bugün muzaffer bir felaketin belirtilerini taşıyor. Aydınlanmanın programı dünyayı gizlerinden kurtarmaktı. Mitleri parçalayacak, ham hayalleri bilgi vasıtasıyla alaşağı edecekti.​
İnsan önce doğa, sonra da başka insan varlıkları üzerinde, onları rasyonel bir biçimde ya da teknolojik olarak kontrol altında tutmak suretiyle hâkimiyet kurar. Öyle ki bu, doğayı insanın açıklayamadığı gizemli güçlerin bulunduğu bir yer olarak görmeyi reddeden bir tavır olmak durumundadır. Bacon matematiğe yabancı olmasına karşın kendinden sonraki bilimin karakterini çok iyi ifade etmiştir. İnsan zihni ile şeylerin doğası arasında düşündüğü mutlu evlilik ataerkildir: Boş inancı alt eden akil gizlerinden kurtarılmış doğaya egemen olacaktı. Bir güç olan bilgi hiçbir engel tanımamaktadır, ne yaratığın köleleştirilmesinde ne de dünyanın efendilerine boyun eğişinde. Burjuva ekonomisinin fabrikalarda ve savaş alanlarında elde ettiği sonuçlar, nereden geldiğine bakmadan, aynı şekilde girişimcilerin de mülkiyetine girmektedir. Krallar tekniği, tüccarlar gibi doğrudan doğruya ellerinde tutmuyorlar: Teknik, birlikte geliştiği ekonomik sistem kadar demokratiktir. Teknik, bu bilginin özüdür. Ulaşmaya çalıştığı hedef imgeler değil, idrakin vereceği mutluluk değildir, tersine yöntemlerdir, başkalarının emeğini sömürmektir, sermayedir."​
Horkheimer ve Adorno'nun görüşüne göre, Aydınlanma, anlam arayışını tamamen terk etmek ve dünyaya güç uygulamaya teşebbüs etmek anlamında, bütünüyle totaliter olmak durumundadır. Onlara göre, esas problem, Aydınlanmanın rasyonaliteye beslediği imandan, insan varlıklarının, batıl itikatlardan, efsane ve korkulardan bir kez kurtulduktan sonra, problemlere nesnel olarak doğru ve akil sahibi herkesçe kabul edilebilir olan çözümler bulma gücüne duyduğu inançtan kaynaklanmaktadır. Fakat pratik açıdan buradaki sorun, insan varlıklarının neyin gerçekten aklî olduğu konusunda uyuşmazlığa ya da hatta çatışmalara düşebilmeleridir. Aydınlanma çözüme ulaşmanın, gelenek, mitoloji ya da vahye dayalı din gibi, diğer yollannın geçersizliğini ilân ettiği için, bu çatışmaları güç kullanmadan çözmek imkânsızlaşır. Aydınlanmanın Diyalektiği’nin yazarlarına göre, Aydınlanmanın özünde politik terör vardır. Aydınlanma, politik teröre karşı kullanılabilecek bir miras bırakmak bir yana, terör ve dehşetin kaynağında bulunur.​
Söz konusu Aydınlanma yorumlarını, Foucault'nun esas Delilik ve Uygarlıkla Disiplin ve Ceza'da ortaya çıkan, ve sonradan Kant’ın "Aydınlanma Nedir?" makalesi üzerine inşa edilen bir denemesinde yeni baştan ele alınıp gözden geçirilen Aydınlanma yorumuyla; Kant’ın Aydınlanma tanımından hareket ederek, mevcut potansiyelleri itibariyle Aydmlanma’nın henüz tamamlanmamış, fakat tamama erdirilmesi gereken bir çağ olduğunu öne süren Jürgen Habermas'ın görüşüyle ve hatta feministlerin, cemaatçilerin Aydınlanma yorumlarıyla daha da çeşitlendirmek elbette mümkündür. Bütün bu farklı yorumlar sadece. Aydınlanmanın uygarlık tarihinde, en azından sonuçları itibariyle eşsiz bir konum işgal eden bir büyük sosyal ve siyasal süreç, ama çok daha önemlisi genel ve uluslararası bir entelektüel hareket olduğuna işaret eder.​
Aydınlanmanın Genel Özellikleri
Bir entelektüel hareket olarak Aydınlanma 1688 İngiliz Devrimiyle başlar ve 1789 Fransız Devrimiyle doruk noktasına erişir. Buna göre Aydınlanma, Batı’nın hayatında, ticaret ve sanayileşme yoluyla ve burjuvazinin veya bir orta sınıfın zuhuruyla birlikte gerçekleşen büyük ve çok temelli dönüşümle belirlenen tarihsel dönem ya da sürecin kültürel ifadesidir. Kapitalizmin doğduğu ve geliştiği ilk ülke olan İngiltere'de başlayıp, esas Fransa'da güç kazanan, feodal koşulları nedeniyle en geç Almanya'ya erişen, ve nihayet 20. yüzyılda birçok ülkenin modernleşme projelerinde ifadesini bulan bu entelektüel hareket, her şeyden önce mutlak bir akılcılıkla, insan davranışının yegâne rehberinin, gelenek ya da din değil de, kendisi dışında başka hiçbir kaynaktan yardım görmeyen akıl olduğuna beslenen inançla karakterize olur.​
Akılcılık: Akli, kendisi dışında hiçbir otorite tanımayan yegâne otorite olarak gören, onun temel bir kapasite olup insana sadece doğru düşünme değil, doğru eylemde bulunma imkânı verdiğini söyleyen Aydınlanma filozofu için akil, başka şeyler yanında esas, mantık ve bilim eğitimi yoluyla teçhiz edilip daha rafine hâle getirilmiş, bir tür ortak duyuya işaret eder. Bundan dolayı, başka herhangi bir fizyolojik fonksiyon gibi, akim da bütün insan varlıklarında hep aynı şekilde işlediğine, kendi uygun fonksiyonlarını yerine getirdiğine inanılmıştır. Bununla birlikte, Aydınlanma düşünürlerine göre, akli normal işleyişinden alıkoyan, onun bütün insan varlıklarında benzer ya da aynı fonksiyonları yerine getirmesini önleyen birtakım faktörler vardır ve bu olumsuz faktörlerin en başında kurumsal ve kültürel çevre gelir. Aydınlanma düşünürleri aklın bu bozuluşundan Kiliseyi, devleti, bâtıl itikatları, bilgisizlik, sefalet ve önyargıyı sorumlu tuttular, insanlara boş inanlar aşılayan, onların ceplerini ve gönüllerini ipotek altına alan, dolayısıyla maneviyatlarından ziyade, hırsları, bencillikleri, bağnazlıkları ve vahşîlikleriyle tezahür eden papazlar ve dolayısıyla, Roma Katolik Kilisesi, onların gözünde en zararlı etkiyi meydana getirmiştir. Kilisenin yaptığı zararlı etkinin temelinde ise, aşkın ve doğaüstü yapısıyla, iman ve vahyi aklın üzerine çıkartmış olan din ya da Hıristiyanlık bulunmaktadır.​
Hıristiyan için Tanrı'nın inayeti her ne ise, akim da aydınlanmış insan için olduğuna inanan Aydınlanma filozofu, halkın çobana ihtiyaç duyan koyun sürüsü olduğu kanaatiyle zaman zaman aydınlanmış bir despotizmi, zaman zaman da bilim temelli eğitim aracını veya demokratik usulleri savunmuş olsa da, yani reformun yukarıdan aşağıya doğru mu, yoksa aşağıdan yukarıya doğru mu olacağı konusunda kararsızlık gösterse de, aklın kendi uygun işleyişini gerçekleştirmede önünü açacak reformlarda, yani kurumsal ve kültürel çevre koşullarında haya ta geçirilecek temelli dönüşümlerde ısrarlı olmuştur. Aydınlanma filozoflarının bu tarz düşünmelerinde, ya da akla besledikleri sarsılmaz imanda ise, en büyük esin kaynağı hiç kuşku yok ki, bu tür bir düşünüş için gerekli felsefi ve psikolojik temeli sağlayan İngiliz filozofu John Locke olmuştur. Çünkü Locke, içlerinde Hıristiyan vahyi ile ilgili hakikatlerin de bulunduğu bütün doğuştan ideleri reddederken, zihnin deneyimin, yani çevrenin üzerine belli içerikler kaydettiği bir tabıda rasa olduğunu söyler. Buradan çıkartılabilecek sonuç ise şudur: Bu deneyimi ya da çevreyi tam bir kontrol altına alabilirseniz, insan akimın ve karakterinin formasyonunu da kontrol altında tutabilir veya istediğiniz şekilde gerçekleştirebilirsiniz. İnsan varlıklarını çeviririnde, özellikle de çocukluklarından başlayacak eğitimlerinde gerekli değişiklikleri yapmak suretiyle iyi yönde değiştirmenin mümkün olduğunu savunma anlamında "kültürel mühendislik", Aydınlanmadan günümüze erişen herhâlde en kalıcı mirastır.​
Din Eleştirisi: Şu hâlde, entelektüel bir hareket olarak Aydınlanmanın programında en önemli yeri klâsik dine veya teist inanca yöneltilecek saldın, hurafelere açılacak savaş tutar. Buna göre, muhtemelen Kant istisnasıyla, bütün Aydınlanma düşünürleri Papalara, papazlara, ve en nihayetinde Hıristiyanlığa ve Hıristiyan Tanrı'sına savaş açmış, klâsik teizmin veya Hıristiyanlığın yerine ya deizmi, yani akil yoluyla reformdan geçirilmiş bir yeni dini ya da ateizmi geçirmişlerdir. Sözgelimi, ateist Hume septik deneyim felsefesini Tanrı'nın varoluşuyla ilgili geleneksel delillerin yanlışlığını göstermek için kullanır ve akli başında bir adamın mucizelere inanmasının bir çelişki olduğunu söyler. Fontenelle, La Mettrie ve diğerleri göklerdeki öfkeli tanrılara beslenen inancın, doğal güçleri kontrol altına alabilmede bütünüyle güçsüz ve bilgisiz olduğu için dehşete kapılmış ilkel ya da vahşî İnsanın hastalıklı tepkisi olarak yorumlanması gerektiğini söylerler. Onlara göre ilkel insan kendisinden korktuğu şeyi tapınma objesi hâline getirmiş ve bu güçlerle başa çıkabilmek için büyüyü icat etmiştir. Aydınlanma düşünürleri ilkel İnsanın dini davranışına ilişkin bu yorumlarında, kendilerine elbette Afrika veya Kuzey Amerika kabilelerinin dinlerini değil, fakat Hıristiyanlığı hedef alırlar. Baron d'Holbach da, dini bilimin kökenleri insanlığın çocukluk çağında bulunan habercisi olarak yorumlar. İlkel insan ruhlara, meleklere, şeytanlara ve büyücülere inanıyordu, olgun ya da aydınlanmış akil, ona göre bunlardan hiçbirinin varolmadığını gösterdi. Sadece doğa vardı ve fizikî nesne ya da cisimlerin maddî sistemi olarak söz konusu varlık alanı da, bir Tanrı tarafından değil, fakat bilimin değişmez yasalarının düzenli eylemiyle yönetiliyordu.​
Bununla birlikte, yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren söz konusu materyalist ve ateist tavra rağmen, philosopheların genellikle ve en azından halk düzeyinde inançsızlığın tehlikelerini göz önüne alarak, ateizmin sıradan insanlar için çok ağır bir ilaç olduğu kanaatiyle daha çok deizme yöneldiklerini söylemek gerekir. Onlar, uşaklarının, karısının ve avukatlarının inançsız olması durumunda soyulmasının çok daha kolaylaşacağından korkan ve dolayısıyla, "Tanrı'nın hiç varolmaması durumunda bile, bir Tanrı'nın icat edilmesi gerektiğini" söyleyen Voltaire'inkine benzer bir tavırla, topluluk ruhunu canlı tutacak, vatanseverlik duygusu yaratıp erdemi besleyecek bir dini İnancın gerekliliğini savunurlar. Söz konusu inancın objesi olan deist Tann ise, en yüksek derecede aklî bir yapım, Newton'un "evren makinesi"ni harekete geçiren, makinenin garanti belgesi olmakla birlikte, dünyaya hiçbir şekilde müdahale etmeyen bir "saat imalatçısı Tanrı"dır. Aydınlanmaya damgasını vuran sekülerleşme sürecinin temel dayanağını meydana getiren bu deizm, dolayısıyla bir yandan da ruhban sınıfının bir güç, Kilise'nin kamusal bir otorite olmaktan çıkması ve böylelikle de, dinin kamusal hayatı terk edip, kendi özel alanına, bireysel seçim ve pratiğin özel küresine çekilmesi sürecine katkıda bulunmuştur.​
Metafizik Eleştirisi: Aydınlanmanın okült olana yönelik şiddetli saldırısı, bununla birlikte dinle sınırlanmış olmayıp, metafiziği de bir şekilde kapsar. Gerçeklik ve bilgi probleminde empirik yaklaşım dışındaki bütün yaklaşımların ancak hatalı ve de kötü niyetli olabileceğine inanan Aydınlanma düşünürleri, dolayısıyla metafiziği dinin bir kalıntısı, dindeki hastalıklı tavrın çok daha rafine olan bir devamı olarak görürler. Dolayısıyla, başta Hume ve Fransız philosopheları olmak üzere, Aydınlanmacılar, özlerin ve ereksel nedenlerin bilgisinin olamayacağını, insanın ancak görünüşleri ve fenomenler arasındaki düzenli, yasalı ilişkileri bilebileceğini söyledikleri için, Comte'un pozitivizmini öncelerler. Şu hâlde, onların metafizik eleştirileri öncelikle, onyedinci yüzyılın büyük rasyonalist metafiziklerine, Descartes, Malebranche, Spinoza ve Leibniz'in metafizik sistemlerine duyulan nefretin bir ifadesi olarak görülmelidir. Aydınlanma düşünürleri, ikinci olarak, bu filozofların sahip olduklarına inandıkları metafiziksel bilgi ve vukufun sonsuz bir akla açık olan mutlak bilginin daha bulanık bir ifadesi olarak yorumlanması gerektiği kanaatindedirler. Deneyimden beslenmeyen böylesi bir akil telakkisini imkânsız buldukları ve onun modeli ya da dayanağı olan İlâhî aklın geçersizliğini gösterdiklerine inandıkları için de, metafiziği, başlayan bilim ve aydınlanma çağında, şöyle ya da böyle yıkılacak olan eski düzen ya da geleneksel yapının, dine müttefik olan, önemli bir payandası olarak görürler. Tâbiî, kendilerinin de bir varlık ve bilgi teorisine sahip olmaları dolayısıyla, tıpkı yirminci yüzyılın mantıkçı pozitivistleri gibi, metafiziksel bir tavır aldıklarını veya eleştirdiklerinden daha az metafizikçi olmadıklarını unutarak...​
Bilimcilik: Din ve metafizik Aydmlanma'nın baş düşmanlarıysa, bilim de en büyük kahramanıdır, veya yıkılan eski putun yerine geçirilecek yeni put. Bilim ve teknolojiye âdeta aşık olan Aydınlanma açısından bilim her şeyden önce, gerçek aydınlanmanın ölçüsü, gerekli zihniyet değişiminin anahtarıdır, Çünkü bilim "doğa ve toplum kitabını okuyan işlevsel bir araç olarak akli", bilimsel bir dünya görüşü de, din ve hurafelerden arındırılmış rasyonel bir bakış açısını cisimleştirir. Dahası, bilim pratik yönüyle, dünyadaki mutluluğun çok temelli bir bileşenini meydana getiren rahatlık ve konforu yarattığı için, insan hayatını sınırsızca geliştirip iyileştirme potansiyeline sahiptir. Bilime bu gözle bakan Aydınlanma düşünürlerinin önemli bir kısmı bilimle fiilen ilgilenen, ya belli bir bilim icra eden ya da genel olarak bilim üzerine yazan kimselerdi. La Mettrie hekim, d'Alembert ve Condorcet matematikçiydi. Montesquieu ve Diderot bilim üzerine yazan düşünürler, Kant modern bilimi temellendirmeye kalkışan bir filozoftu. Voltaire ise Descartes'ın gök teorisiyle Newton'un gök teorisini karşılaştıracak, ve hayatını âdeta dönemin en gelişmiş bilgisini meydana getiren deneysel felsefeyle Newton fiziğini kendi ülkesine ve dünyaya tanıtmaya adayacak kadar büyük bir bilimsel birikime sahipti. Bilimi ilerlemenin motoru, reformların hizmetkârı, insanın mükemmelleşebilmesinin yegâne aracı, dünyanın acı ve mutsuzluktan armdırılabilmesinin tek yolu olarak gören Aydınlanma düşünürlerinin gözünde bilim ölüme bile çare bulabilirdi. Nitekim, Benjamin Franklin Joseph Priestley'e yazdığı mektupta şunları söyler: "Gerçek bilimin günümüzde kaydettiği hızlı ilerleme zaman zaman benim dünyaya bu kadar erken gelmiş olmaktan dolayı doğrusu hayıflanmama neden oluyor. Onun insanın madde üzerindeki kudretini bir yüzyıl içinde taşıyabileceği yüksekliği tahayyül etmek imkânsızdır. ... Bütün hastalıklar, eski çağların hastalıkları dahi istisna olmayacak şekilde, çok güvenilir yollarla önlenebilir veya tedavi edilebilir ve hayatlarımız, haz bakımından Tufan standardını aşacak ölçülerde genişletilebilir."​
Sadece bilime dayanan bir toplumun, üyeleri mutlu yaşayan, gerçekten özgür ve rasyonel bir toplum olabileceğine, dünya hakkında ne kadar çok şey bilinirse, insan hayatının o ölçüde daha iyi bir yaşam hâline geleceğine, acı, sefalet ve mutsuzluğun gerçek nedeninin bilgisizlik olduğuna inanan Aydınlanma bilimciliği, bilimi üçüncü olarak sağladığı güç ve iktidar için ister. Bu bakımdan Bacon'u ve onun doğa bilimlerinin yöntemlerinin bilginin sonsuzca ilerlemesini sağlayacağı; bu yöntemlerle kazanılacak yeni bilginin insanlığa doğa üzerinde güç ve kontrol elde etme imkânı vereceği, kısacası, her şeyi mümkün kılacağı iddiasını takip eden Aydınlanma düşünürleri, sıranın, doğanın fethinden sonra, insanın veya İnsanî olanın fethine geldiğini düşünür ve insan bilimlerini veya sosyal bilimleri doğa bilimlerinin yeterliği ve başarısı ispatlanmış yöntemiyle sıfırdan inşa etmeye kalkışırlar. Buna göre, hakikî bir "insan bilimi" inşası işine giren Aydınlanma düşünürlerinden La Mettrie gibi, ruhun veya tinin ya da zihnin varoluşunu inkâr eden bazıları hayatlarını bir tıbbî ya da İlmî bir fizyoloji geliştirme işine adamış, Helvetius gibi diğer bazıları da araştırılması gerekenin esas insanın düşünce süreçleriyle ilgili mekanizmalar olduğunu öne sürmüşlerdir. Bazıları insanın ilkel veya doğal hâlinden çıkıp, uygarlık hâline erişinceye kadar geçirdiği aşamaları titizlikle izleyip kaydedecek bir sosyal veya sosyolojik tarihin peşine düşerken, diğer bazıları da insan bilimlerinin anahtarının bireyle toplum arasındaki ilişkileri yöneten İktisadî ve politik yasaları analiz etmekten geçtiğini öne sürmüşlerdir. Laissezfaire iktisadının meşhur teorisyenleri, pazarın "doğal yasaları" adı altında, gayrı İnsanî bir sistemi ortaya koymaya çalışırken, moral bilimlerden insan bilimleriyle sosyal bilimleri anlamamız koşuluyla "moral bilimlerin Newton'u" diye tanınan Hume gibi düşünürler de psikoloji, etik ve politikayı doğa bilimlerinin deneysel yöntemiyle kurmaya yönelmişlerdir.​
İlerlemeciliği: Aydınlanmanın akılcılığı bizi nasıl ki onun bilimciliğine götürürse, bilimciliği de, Aydınlanma filozofları bilginin tarihini ilerlemenin tarihiyle özdeşleştirdikleri ve ilerlemeden de bilginin birikmesi ve insan varlığının maddî doğayı kontrolü altına alıp istediği gibi sömürmesine yardım edecek araçların ya da teknolojinin gelişmesiyle mümkün ve kaçınılmaz olan bir süreci anladıkları için, kaçınılmaz olarak ilerlemeciliğe götürür. Söz konusu ilerlemecilik ise, biri tarih diğeri insan telakkisi olmak üzere, birbirleriyle yakından ilişkili iki tasarımda temelli bir dönüşümü gerektirir. Bunlardan tarih tasarımı söz konusu olduğunda, Aydınlanma geçmişin bütün döngüsel tarih tasarımlarına karşı çıkar. Buna göre, Aydınlanma Çöreklerin veya Helenistik dönemin gerilerde kalmış bir Altın çağın, süreç bir kez daha yeniden başlamazdan önce, Gümüş Çağı'na ve nihayet bir Demir Çağı'na doğru yozlaşmasını ifade eden teorilerini; Musevî-Hıristiyan geleneğin, ilk başta olduğu kadar ileride de konumlanmış bir ilk mükemmel hâlden, ancak İsa'nın gelişiyle veya Tanrı'nın inayetiyle telafi edilebilecek olan uzaklaşmayla veya Cennetten Kovulmayla başlayan tarih telakkisini ve şimdiki hâlden veya mevcut durumdan çok daha üstün olduğuna inandıkları bir geçmişi yeniden yakalamayı amaçlayan Rönesans hümanistleriyle Reformasyonun liderlerinin tarih görüşünü ve her üçüne de ortak olan sürekli bir olumsuzluk durumu önkabulünü reddederler. İlerlemeden ilkelin basitliğinden uygarlığın karmaşıklığına, doğaya bağımlılıktan özgürlüğe, yokluktan zenginliğe geçişi anlayan Aydınlanmanın eski tarih konsepsiyonlarıyla hiçbir ilişkisi kalmayan anlayışında ise, tarih, bir doğru çizgi boyunca ilerleyen, ve kötü diye nitelenen şeylerin veya olumsuz bir durumun kendisini yavaş yavaş, ama tümden terk ettiği, her aşamada biraz daha pürüzsüz ve de daha mükemmel hâle gelen bir süreç olarak görülür.​
İnsan telakkisindeki çok ciddi değişime gelince... Aydınlanma burada da, önceGreklerden gelen ahlâkî boyutu güçlü insan vizyonunu, kaba arzu ve şehevî duyguların tehdidi altında yaşayan ve dolayısıyla, akıldışı unsurları aklın kontrolü altına sokulmak durumunda olan rasyonel bir varlık olarak insan telakkisini; sonra da Hıristiyanlığın doğuştan günahkâr olan insan anlayışını, bilimsel olmayıp temelsiz olduğu gerekçesiyle terk eder. İnsana yönelik olarak psikolojik ve empirik bir yaklaşım benimseyen Aydınlanma düşünürleri, buna göre, aşk, arzu, gurur ve tutku gibi duyguların zorunlulukla kötü veya kaçınılmaz oîarak yıkıcı olmadıklarını, gereği gibi kanalize edildikleri takdirde ilerlemenin en önemli yardımcıları olma işlevini görebileceklerini savunurlar. Onlara göre, insan, doğa tarafından acıdan kaçıp hazza yönelecek şekilde programlanmış bir yaratık olup, aydınlanmış sosyal politikaların nihaî ve gerçek amacı, "en yüksek sayıda insanm en büyük mutluluğunu" hayata geçirecek kişisel-çıkarın önünü açmaktır.​
Liberalizm: Aydınlanma düşünürleri erdemli bir insanın bu dünyada yokluk içinde ve kendini inkâr ederek yaşaması gerektiğini öne süren dini dünya görüşüne karşı bir tepki içinde, duyumsal hazzın kendisinin önemli bir bileşenini meydana getirdiği mutluluğu etik bir ideal olarak öne sürmekle kalmazlar. Onlar için mutluluk, bireyciliğin yeni dünyasıyla ve kişisel çıkarın meşruiyetiyle çok yakından ilişkili olduğu için, aynı zamanda politik bir ideal olmak durumundadır. Bundan dolayı, Aydınlanma boyunca hemen tüm filozoflar, Locke'un "hayat, özgürlük ve mülkiyetten meydana gelen kutsal üçlemesini ya aynıyla, ya da üçlemenin üçüncü öğesini "mutluluğu arama"yla değiştirerek korurlar. Çünkü mülkiyet ve bireyin mülkiyet hakkı, onun mutluluğu arama çok daha genel hakkının sadece bir ifadesi ya da tezahürü olmak durumundadır. Bireyin mutluluğunu en temel değer olarak ortaya koyan Aydınlanma, her bireyin mutluluğun kendi iyi yaşam telakkisine uygun olarak peşinde koşma hakkının kutsallığını politik dünyanın merkezine yerleştirir.​
Aydınlanma düşüncesinin merkezinde, şu hâlde kökü modern felsefenin kurucusu Descartes'ta bulunan ve Locke'un empirisizmiyle güçlendirilip pekiştirilen radikal bir bireycilik bulunur. Buna göre, akılcılığı Aydınlanma felsefesini anlam, hakikat ve hatta gerçekliğin yaratıcısı olarak, bireyi kutsamaya götürmüştür. Zira Descartes'ın cogito'yla gerçekliğin merkezi yaptığı bireyin zihni, dış dünyadan duyumlar alan bir tabula rasa'dır. İşte bu bireysel zihindir ki, tıpkı Kant'ta olduğu gibi, kaotik deneyimine, dünyaya kendisi için ve kendisine göre anlam verecek şekilde, yapı ve düzen kazandırır.​
On sekizinci yüzyıl düşüncesine hâkim olan evrenin yegâne entelektüel yaratıcısı olarak söz konusu birey portresinin sahibi olan Locke, Aydınlanmanın, bireyi politik, entelektüel ve İktisadî bakımdan özgür kılmayı amaçlayan politik liberalizminin de en temel esin ve etki kaynağıdır. Politik evreni gizemsizleştiren, saltanatın veya hanedanın büyülü iktidarının yerine aklî rıza edimini geçiren, bireyin yönetme hak ya da yetkisini Tanrı'dan almadığını ve dolayısıyla yönetimin özgür bireylerin isteyerek akdettikleri bir sözleşme yoluyla tesis edildiğini öne süren Aydınlanma düşüncesinde, birey başında Tanrı'nın, üzerinde ise toplumun doğal yöneticileri olacak majestelerinin, kralların ve soyluların bulunduğu zavallı, sefil bir varlık değildir. Tam tersine, o yönetimin kendisine bağlı bulunduğu, kendisine hizmet etmek durumunda olduğu en yüce varlıktır. Dolayısıyla, bu yeni politik düzende, siyasî yönetimin görevi, Tanrı'nın büyüklüğüne ve adaletine veya hanedanların ihtişamına hizmet etmek ve dolayısıyla, bireylere birtakım dini ve ahlâkî hakikatler dikte etmek değil, fakat bireyin çıkarına hizmet etmek, bireyin yaşama, hürriyet ve mülkiyet haklarım her ne pahasına olursa olsun, korumaktır.​
Aydınlanma liberalizmi, şu hâlde, en azından ideal olarak, bireyi sadece politik bakımdan değil, fakat entelektüel ve ahlâkî bakımdan da özgürleştirmeyi amaçlar. Onun bakış açısından, siyasî yönetimler, ruhun kurtuluşu türünden tinsel amaçları hayata geçirmek yerine, sadece hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi dünyevî konularla ilgilenmelidir. Kamusal otoritenin, ister tinsel ya da ister seküler olsun, bireye empoze veya dikte edebileceği hiçbir sununum bonum, hiçbir mutlak hakikat yoktur. Aydınlanma açısından, inanç ve ahlâkî kanaatle ilgili konular, bireyin istediğine inanmak bakımından özgür olduğu özel alana ait olmalıdır.​
Aydınlanma liberalizmi, nihayet bireyi iktisaden de özgür kılmayı, onu özel teşebbüsün önündeki engellerden de kurtarmayı amaçlar. Buna göre, İktisadî faaliyet alanım değerden bağımsız bir alan olarak yeni baştan tanımlamaya kalkışan Aydınlanma düşüncesi, İktisadî faaliyeti adalet ahlâkî amacına göre inşa etmeye çalışan ve dolayısıyla, tinsel ya da siyasî otoritenin vergi koyma, ücretleri belirleme, vs., yoluyla ekonomik alana-müdahalesini ahlâkî temeller üzerinde meşrulaştıran geleneksel İktisadî görüşleri reddeder. Ve bunun yerine, devletin, Kilisenin ve soyluların müdahalesinden bağımsız olan bir serbest pazar alanı, bireylerin kendi kişisel çıkarlarını hayata geçirme süreci içinde, kendi yetenek, hüner, beceri ve erdemleriyle bir başlarına oldukları bir pazar düşüncesi ikame eder. Aydınlanmanın İktisadî liberalizminde söz konusu değişimin gerisinde ise, hiç kuşku yok ki, onun insan hayatıyla ilgili tasarımı bulunur. Bu tasarıma göre hayat, hiyerarşik bir varlık merdivenindeki konumuna göre; dünyadan elini eteğini çekerek yukarıya, varlığın esas sahibine doğru yöneltilmiş bİr süreç değil, fakat bir doğru çizgi boyunca başarı ve dünyevî zenginlik için programlanmış bir mekanizmadır. Ticaret toplumunda hayat bir yarıştır ve hiç kimsenin önde başlamaması gereken güya "adil" bu yarışa hiç kimse müdahale etmemeli; yetenek, hüner, zekâ başarının yegâne yeter sebepleri hâline getirilmelidir.​
Daha Özel Olarak Aydınlanma Felsefesi
Aydınlarıma bir de söz konusu genel özelliklerini belirleyen daha teknik çerçevesiyle, epistemoloji, ontoloji, etik ve politika felsefesi açısından ele alınabilir. Bu dört unsurdan, Aydınlanmanın resmî epistemolojik öğretisi en azından Aufklarıtng'a ya da Kant'a kadar empirisizm olduğu ve söz konusu empirizm metafiziksel spekülasyonu imkânsız hâle getirdiği, bazı Fransız filozoflarında bir duyumcu psikoloji yoluyla insana dair anatomik veya materyalist bir açıklamaya götürdüğü, ve Fransız Aydınlanmasının materyalizminin ilk ve temel kaynağı olduğu, dolayımsız olarak ahlâk duyusu öğretisine götürdüğü ve Aydınlanmanın etik anlayışının sadece bireycilik boyutuyla değil fakat yararcılık boyutuyla da çok kolay irtibatlandırılabildiği için, hiç kuşku yok ki epistemolojidir.​
Deneyimcilik: Aydınlanmanın empirisizmi doğrudan doğruya, liberalizmde veya politik teoride olduğu gibi, epistemolojide de babası olan Locke'tan, onun deneyimciliğinden çıkar. Bütün bilgimizin kökeninde duyu deneyiminin bulunduğu öğretisi, en azından Aristoteles'e kadar geri götürülebilen eski bir öğreti olmakla birlikte, onun Locke'da, içerimlerini de gözler önüne seren analizi sayesinde kaydettiği gelişme, Locke'un empirisizmini öğretinin daha önceki versiyonları kıyaslanması dahi imkânsız bir öğreti hâline getirir. Meşhur sloganı "Nihil in intellectu quod non antea fuerit in sensu" (Zihinde daha önce duyularda olmamış olan hiçbir şey yoktur) ve tabula rasa metaforu temele alınarak ifade edildiğinde, Lockeçu empirisizm insanın doğuştan getirdiği hiçbir şey bulunmadığını öne sürdüğü için önce teolojik bütün dogmaları yıkmaya yarar; ve o insan zihninin doğuşta boş bir levha olduğunu, bütün bilgilerin sonradan deneyim yoluyla kazanıldığını, ve duyulaı yoluyla dış dünyadan alınan verilerden oluşan idelerin dünyaya ve moral değerlere ait bütün bilgimizi meydana getirdiğini söylediği için de, her tür rasyonalist metafiziğin temellerini sarsar, on dokuzuncu yüzyıl pozitivizmine varacak yolu sonuna kadar açar.​
Materyalizm: Locke'un bu hâliyle modem empirik psikolojinin temellerini kuran empirizminden, o dış duyu ile iç duyu veya duyum ile refleksiyon ya da duyuların deneyimini düzenleme kapasitesi arasında bir ayınm yapmış ve dolayısıyla zihnin faaliyetini korumuş olsa da, bu görüşte gerçekten varolan sadece ideler olduğu için, öncelikle bir örneğini Hume'da gördüğümüz bir fenomenalizm çıkar. Bununla birlikte, Aydınlanma düşüncesi ondan Fransa'da, bütün zihinsel süreçlerin duyu izlenimlerine verilen haz ya da acı tepkilerinin ürünü olacak şekilde otomatik olduklarını, zihnin kendisinin maddenin sadece bir uzantısı olduğunu beyan ederek mutlak bir materyalizm türetir. Sadece maddenin varolduğunu, bütün diğer fenomenlerin ve dünyadaki unsur ve özelliklerin maddenin hareketi ve organizasyonu yoluyla açıklanabileceğini söyleyen bu öğretiye göre, canlı doğa ile cansız doğa, hayvan ile insan varlığı, veya insanın fizikî boyutuyla zihinsel boyutu arasında tam bir süreklilik vardır.​
Etik Problem: Bütün bir varlık alanıyla ilgili, her tür tinsel değeri neredeyse imkânsız hâle getiren, böylesi bir materyalist görüşten, insanla ilgili tamamen materyalist bir açıklamadan veya insana dair bütünüyle empirik bir yaklaşımdan etik açıdan, sadece doğalcı, bilimci, hazcı veya mutlulukçu bir teori ve erdem ile mutluluk, birey ile toplum, özçıkar ile genelin yararı, vs., arasında, başvurulan bütün çarelere rağmen hiçbir zaman çözülemeyecek bir gerilim çıkar. Geleneksel teolojik etiğin, yıkılan dini ahlâkın yerine ikame edilen söz konusu bilimci ve seküler etik anlayışının en temel kabulü, bireyin en temel gerçeklik, ve bireyi belirleyen şeyin de öz-çıkar veya kendi kişisel çıkarı olduğudur.​
İşte bu noktadan yola çıkan Aydınlanma düşünürleri, bilimin doğada varlığını saptadığı düzeni sosyal hayata da genellerken, öncelikle birey ile bireylerden oluşan toplum, bireyin öz-çıkarı ile genelin mutluluğu arasında bir ahenk bulunduğunu varsayarlar. Zaman zaman iyimserler, insanın doğası itibariyle iyi olduğunu, Özgeciliğin mutluluğa götürecek en sağlam yol olduğunu öne sürerken; bazen de insanda, biri diğerine ağır basacak şekilde iyi ve kötünün, erdem ile mutluluğun bir karışımının bulunduğu söylenir. Bununla birlikte, daha ağır basan ve daha sık rastlanan '"aydınlanmış çıkar" düşüncesi, yani kişinin dolayımsız özçıkarından genelin iyiliği adına vazgeçmesinin ona kendini tam olarak gerçekleştirme imkânı vererek son tahlilde daha büyük bir mutluluk sağlayacağı öğretisidir. Böyle bir umudun zayıflığından yola çıkan bazıları, daha felsefi bir "iyi" tanımına yönelerek, hazcılıktan yararcılığa geçmeye teşebbüs ederler. Bundan daha radikal bir görüş, insanın, davranışın anahtarını ve onu yönlendirme tekniklerini iyi bilen entelektüeller veya liderler yoluyla konacak yasaların baskısı ve eğitim yoluyla yeni baştan şekillenebileceğini, özü itibariyle bencil ve saldırgan olan insandan bir sosyal varlık çıkarılabileceğini öne süren görüştür.​
Benimsenen görüş, başvurulan çare her ne olursa olsun, Aydınlanmanın etiği insan doğasına dair empirik bir kavrayışta temellendirme çabası, değer temeli olağanüstü zayıf, geçerliliği hemen hiç olmayan çözümlerle sonuçlanır. Çünkü Aydınlanma düşünürlerinin etikleri insan doğasıyla ilgili görüşlerine bağlı kalmak durumundadır. Onların esas büyük yanlışları, belli şekillerde davranmanın lehine sağlam gerekçeler getirebileceklerine ve dolayısıyla insanları istenen şekilde eylemeye ikna edeceklerine inanmalarıdır. Onlar ahlâklılığın öğretilebilir bir şeyken, ahlâkî davranışın bütünüyle değer duygusuna ve karaktere bağlı olduğunu anlayabilmeyi başaramamışlardır.​
İki çatışan ihtiyaç, mutluluk ile erdem, birey ile toplum arasındaki ahlâkî diyalektiği bir senteze eriştiremeyen Aydınlanma etiğinin umutsuzluğunu, Horkheimer ve Adorno olabilecek en açık bir biçimde şöyle ifade eder: "Aydınlanmanın ahlâk öğretileri, çıkardan mahrum kalındığı zaman topluma katlanmak için, güçten düşen dinin yerine entelektüel bir temel bulmak üzere harcanan umutsuz çabalara kanıt oluşturur."​
Çıplak insan doğası öne çıkarılıp, bunun dışındaki bütün güç ya da temeller reddedildiği, bireysel akim bağımsızlığı ortaya konup, insan akli dışındaki tüm otoriteler reddedildiği zaman, geriye kalan tek ve en önemli problemin, geçerliliği birey vicdanı tarafından tanınan bir dizi bağlayıcı davranış kuralının geliştirilmesi olduğunu söylerken, nihilizm olarak tanımladığı bu problemin o günden bu yana çözümsüz kaldığını öne süren Lucien Goldmann ise, Aydınlanmanın etik alandaki çıkmazını şu şekilde ortaya koyar: "Geleneksel Hıristiyanlık çağı ile diyalektik felsefenin arasında, gelişmeye günümüzde de devam eden, büyük bireyci gelenekler ortaya çıkmıştır. Bu gelenekler bütün birey-üstü Tann, cemaat, bütünlük ve varlık kavramlanndan vazgeçerler. Onlar bunu yaparken, bireysel bilincin iki şeklini, olgu bilgisiyle değer yargısını birbirinden tümüyle ayırtılar. Bilim onyedinci yüzyılda "ahlâken yansız" hâle gelmişti, ve Aydınlanmanın problemi değer-yargıları için başka bir nesnel temel bulmaktı. Bireyci perspektif sadece, üç mümkün cevaba izin verir:​
(a) Değer-yargıları ya da genel kuralların bir şekilde bireysel vicdana dayandırılabileceğinin inkârı. Bu görüş, her bireyin akla uygun olarak kendi öz çıkarının ve en yüksek mutluluğun peşinden koşması durumunda, toplumun da kendiliğinden tatmin edici bir biçimde işleyeceğini öne sürmekle yetinir, (b) Genelin çıkarına uygun düşen kuralların bütün insanlarda özdeş olduğuna inanılan insan aklına dayandınlabileceği iddiası, (c) Her bireyin kendi en yüksek tatmininin peşinden koşmasının genelin iyiliğine katkıda bulunan bir dizi kurala temel sağlayabileceği hipotezi. Bu kurallar hiçbir evrensel geçerlilik iddiasında bulunmaz, bununla birlikte en azından pratik anlaşmayı mümkün kılar ve toplumsal kurumların tatmin edici bir biçimde işleyişini temin ederler.​
Argüman, bireyci görüşün herhangi bir ahlâk sistemiyle bağdaşmaz olduğu değil, fakat tam tersine, bütün ahlâklarla bağdaşabildiği, ve dolayısıyla onlar arasında tarafsız kalabildiğidir. Bireycilik temeli üzerinde, hiçbir değer sisteminin zorunlulukla geçerli bir sistem olarak tesis edilememesinin nedeni tam tamına budur. Bu problem, modem Batı endüstri toplumunda hiç olmadığı kadar acil bir problem hâline gelmiştir. Bu toplumda, bilimsel bilginin muazzam gelişimi insanlara doğa üzerinde devasa bir güç kazandırmıştır. Fakat aynı zamanda, bu rasyonel bilginin ahlâken yansız olduğu ve ahlâkî bir konum ya da herhangi bir değerler cetvelinin tesisine hiçbir katkıda bulunamayacağı sabit bir tarzda daha açık hâle gelir. Daha önce de söylemiş olduğum gibi, hâkim akılcı dünya görüşü içinde birtakım değerlerin zorunluluğunu göstermenin imkânsızlığı, nihilizmin yapısal temelini oluşturur."​
Politika felsefesine gelince... Etik problem, "İnsanların toplumda bir arada yaşamalarının en iyi yolu nedir?" sorusunda gündeme gelen politik problemden ayrılmaz olduğu için, Aydınlanma düşüncesinde etik açıdan söz konusu olan umutsuzluk ve dağınıklık, onun politika teorisine de damgasını vurur. Burada da önce, Aydınlanma düşünürlerini birleştiren yön, onların teşebbüslerinin negatif ve eleştirel boyutu gelir. Buna göre, Aydınlanma düşünürlerinin hemen tamamını birleştiren husus, eski ya da mevcut politik düzene yönelik eleştiridir. Rousseau'nun "insanın özgür doğduğu, fakat şimdi her yerde zincirler içinde olduğu" şeklindeki sözünde dile gelen özgürlük talebi, onlann eleştirilerinin adeta yol gösterici ilkesini oluşturur. Söz konusu eleştiriye koşut olarak, hepsi de sivil toplum içinde bireylere barış, özgürlük, adalet temin edecek, refah sağlayacak siyasî yönetimler isterler. Bu talebin bir parçası olarak, bireylerin özel alanlarına yapılacak her tür müdahaleye doğallıkla da karşı çıkarlar. Düşünce ve ifade özgürlüğü, düşünceleri yayma ve yayınlama özgürlüğü, dini hoşgörü, azınlıkların ibadet hakları, bütün bunlar sosyal varlık olmanın asgarî koşulları ve talepleri olup, politik düzenin onları her durumda hayata geçirmesi istenir. Muhafazakâr Kant bile, bu temel hak ve özgürlükleri yadsımanın, bu yetişkinlere çocuk muamelesi yapmak anlamına geleceği için, hem yönetilen hem de yönetilen açısından kabul edilemez olduğunu bildirir. Siyasî otoritenin, ilâhı yönetme hakkı yoluyla meşrulaştınlmasma şiddetle karşı çıkıp, onun insanın sosyalleşebilirlik özelliği veya bir toplum sözleşmesi yoluyla temellendirilmesi gerektiğini öne süren Aydınlanma düşünürlerinin yolları bundan sonra ayrılır ve onlar ya ütopik ya da reformist bir çizgi boyunca ilerlerler.​
S. Brown (ed), Routledge History of Philosophy, vol. V, British Philosophy and the Age of Enlightenment, London, 1996.​
E. Cassirer, The Philosophy of Enlightenment, Princeton, 1951.​
A. Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, Istanbul, 2. baskı, 1997.​
P. Gay, The Enlightenment: An Interpretation, vol. I, The Rise of Modern Paganism, New York, 1966.​
Goldmann, Aydınlanma Felsefesifcev. E. Arslan), Ankara, 1999.​
N. Hampson, The Enlightenment, Middlesex, 1968.​
M. Horkheimer T. W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanlar (çev. O. Ozügül), dit I, Kabalcı yayınlan, İstanbul, 1995.​
J. Lively, The Enlightenment, New York, 1966.​
D. Outram, The Enlightenment, Cambridge, 1995.​
I. O. Wade, The Structure and the Form of the French Enlightenment, vol, I, Esprit Philosophique, Princeton, 1977.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ADORNO, AHLÂK VE DİN, AKILCILIK, ALEMBERT, ANSIKLOPEDİSTLER, ARAÇSAL AKİL, BİLİMCİLİK, CASSIRER, COMTE, CONDILLAC, DEİZM, DIDEROT, HEGEL, HOLBACH, HORKHEİMER, HUME, KANT, LİBERALİZM, LOCKE, MARX, MATERYALİZM, METAFİZİK ELEŞTİRİSİ, POZİTİVİZM, ROUSSEAU, TOTALİT ARYANİZM.​
 
Konuyu Başlatan Benzer Konular Forum Cevaplar Tarih
1000Fikir Felsefe 0
Benzer Konular
İlahî Aydınlanma

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst