1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Atomculuk hem felsefi ya da metafiziksel bir teori, hem bir yaklaşım tarzı ve hem de bilimsel bir teori olarak, gerek düşünce ve gerekse bilim tarihinde, önemli bir yer tutar. Felsefi bir teori olarak onun İlkçağdan modern felsefeye kadar uzanan oldukça uzun bir tarihi vardır. Genel bir tavır ya da yaklaşım olarak atomculuk da yalnızca felsefede değil, fakat aynı zamanda sosyoloji ve psikolojide ifadesini bulur. Bir bilim teorisi olarak atomculuk ise, en açık bir biçimde kimyada ortaya konmuş olup, modem bilimin temelinde yer alan birkaç büyük teoriden biri olarak karşımıza çıkar.​
Genel Bir Yaklaşım Olarak Atomculuk
Genel bir tavır olarak atomculuk, felsefede ya da metafizikte evrenin gözle görülemeyecek kadar küçük birim ya da parçacıklardan meydana geldiğini önü sürme tutumuna karşılık gelir. Bu tutumun felsefede, varlığı öne sürülen atomun madde veya tin cinsinden olmasına bağlı olarak, iki ayrı türü vardır. Bunlardan söz gelimi Demokritos, Epiküros, vb,, tarafından benimsenen maddî atomculuk varlığın veya cisimlerin ezelî-ebedî, bölünemez, sayıca sonsuz, özleri itibariyle homojen ve madde cinsinden atomlarla bu atomlar arasındaki boşluktan meydana geldiğini, doğada amaçlılıktan söz edilemeyeceğini bildirir ve her tür etkinlik ya da değişmeyi yer değiştirme hareketine indirger. Buna karşın, tinsel atomculuk, on yedinci yüzyılda materyalist atomculuğun maddenin bölünemez parçacığı olarak atomunun yerine metafiziksel nokta ya da enerji birimleri olarak monadları ikame eden Leibniz tarafından savunulmuştur. Birincinin bütünüyle mekanik ve materyalist bir gerçeklik tasarımı benimsediği yerde, Leibniz'in tinsel atomculuğu sistemin tepesine bir monadlar monadı olarak Tanrı'yı yerleştirdiği ve canlı cansız her varlığın bir monadı olduğunu söylediği için, idealist ve teleojik bir varlık görüşünü ifade eder.​
Her ikisi de realist olan söz konusu atomculukların biraz daha gelişmiş bir versiyonu yirminci yüzyılda Bertrand Russell ve Ludwig Wittgenstein tarafından geliştirilmiş olan mantıksal atomculuktur. Atomculuğun analitik yapısını, genel realizmini ve bu realizmin gerektirdiği mütekabiliyeti güçlendirerek koruyan mantıksal atomculuk, hem dilin ve hem de dilin resmettiği veya betimlediği dünyanın birtakım atomik birimlerden oluştuğunu öne sürer. Mantıksal atomculuğa göre, dil düzeyinde atomlar, dünya ile ilgili en basit ifade ya da tümceler olarak atomik önermelerdir. Gerçeklik açısından ise, atomlar atomik önermeler tarafından ifade edilen atomik olgular olmak durumundadır. Moleküler önermeler olarak tanımlanan daha kompleks önermelerin, atomik önermelerin birbirlerine bağlanmalarının ürünü olduklarını öne süren mantıksal atomculuğa göre, dil analiz yoluyla işte bu nihaî atomik önermelere ayrılabilir. Bu atomik önermeler nesne durumları, şeylerin nitelikleri veya şeyler arasındaki ilişkiler diye ifade edilebilecek olan atomik olguları betimledikleri, yani dil ile dünya arasında tam bir mütekabiliyet ilişkisi bulunduğu için, dilsel analiz yoluyla dünyaya ilişkin temel doğrulara erişmek mümkün olur.​
Öte yandan, bütünü ve bütünün özelliklerini onun unsurları ya da kendisini oluşturan bileşenlerin özellikleriyle açıklama, bütünü bileşenlerinin salt bir toplamı olarak görme, bütünü bileşenlerine indirgeme tavrı psikolojide çağrışımcılıkla ifadesini bulur. Atomculuk burada, zihnin nihaî bileşenlerinin anlamlan için başka şeylere ihtiyaç duymayan, kendi başlarına anlamlı birtakım öğeler olduğunu ve dolayısıyla bütün zihin hâllerinin bu basit ve ayrı anlamlı bileşenlere ayrılmak suretiyle analiz edilebileceğini öne sürer. Çağrışımcılık olarak atomculuk, bir zihin halinin ayrı duyu deneyimi ve izlenimlerinin bir birleşimi olduğunu söylerken, bütün zihinsel fenomenleri ve zihinde olup bitenlere ilişkin deneyimleri, ayrı, biricik ve bağımsız bir biçimde varolabilmeye yetili oldukları, varoluşlarını açıklamak için başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadıkları düşünülen izlenimlerin, duyu verilerinin ard arda gelişleri veya birleşimleriyle açıklar.​
Atomculuk, sosyolojide ise, bütüncülüğe karşıt bir tavır olarak, toplumların en iyi bir biçimde, karşılıklı bir etkileşim içinde bulunan bireysel birimlerden veya faillerden meydana gelen bir toplam olarak düşünüldüğü takdirde anlaşılabileceğini öne süren yaklaşıma karşılık gelir; nitekim, sosyolojik atomculuk, sosyolojinin toplumsal yapıları konu alan bir analizden ziyade, toplumu meydana getiren bireylere ve bireylerin eylemlerine yükledikleri anlamlara ilişkin inceleme ve yorumlarla gelişebileceğini savunur.​
Metafiziksel Atomculuk
Felsefeye gelince... Onda atomculuk düşüncesinin ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıktığını söylemek zordur. Ancak bize ulaşan bilgilerden atom üzerine ilk defa konuşan ve yazanların Yunanlılar ve Hintliler olduğu anlaşılmaktadır. Kelam atomculuğu ise bunları izlemiştir. Yunan filozoflarından Leukippos ve öğrencisi Demokritos ile Hintli düşünürlerden Kanada bu konuda başı çekerrler. Bununla birlikte, bu iki bölgeden hangisinin atom düşüncesi konusunda öncelikli olduğu henüz kapalıdır. Bu iki bölge arasındaki, başta ticarî ilişkiler olmak üzere, varolan ilişkiler dikkate alındığında, söz konusu ilişkilerin kültürel ve bilimsel boyutunun da olması gerektiğini söylemek mümkündür. İki atomculuk arasındaki temel noktalarda gözlemlenen benzerlikler de, bu iki güçlü kültürel gelenekten birinin diğerinden etkilenmiş olabileceği olasılığını güçlendirmededir.​
Yunan Atomculuğu: Yunan düşüncesinde atomculuğun ilk defa Abderalı Leukippos tarafından ortaya atıldığı görülür. Ancak atomculuk, isim olarak değilse bile hakikatte, "her şey miktarca sonsuzdur ve sonsuz küçüktür" teorisini ortaya atan Anaxagoras'a kadar geri götürülebilir. Denilebilir ki, Anaximandros'un, Diogenes'in ve Anaxagoras’ın doğa ve maddenin meydana gelişi hakkındaki belirsiz doktrinleri, Leukippos ve Demokritos'ta açıklık kazanır. Öte yandan metafizik bircilik, yani evrenin nrkhesinin tek bir töze ya da şeye indirgenebileceği konusunda Parmenides'e yakın duran Leukippos, varlığın tek bir töz olmadığı ve nitelik bakımından özdeş olup parçalanamayan sayısız atomlardan oluştuğu düşüncesi ile ondan da ayrılır. Ayrıca o, boş uzay konusunda da kendine özgü bir düşünce ortaya koyar. Aristoteles'in deyimiyle, bütün doğa düşünürleri gibi atomcu filozoflar 'karşıtları' ilke alarak, içerisinde 'dolu' olan atomların hareket ettik[eri 'boş' bir uzay düşünür. Yunan atomculuk düşüncesinin günümüze aktarılmasında çok önemli payı bulunan Romalı filozof Lucretius bu durumu şiirsel bir dille şöyle dile getirir: "Çift yanlıdır doğa, biliyoruz /Birbirinden ayrı iki şeyden oluşmuştur: /Maddeden ve olayların geçtiği uzaydan. /Demek varolmalıdır bunların her biri /Öbürünün katışması olmadan. Çünkü yoktur /Boşluk denilen alanın olduğu yerde madde, /Boşluksa yoktur maddenin bulunduğu yerde." Hatta Leukippos'un, atomları varlık, boşluğu ise yokluk olarak değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Onun bu düşüncesini, kendisi gibi Abderalı olan öğrencisi, Abdera okulunun en seçkin temsilcisi ve ansiklopedik genişliği ancak Aristoteles'çe geçilebilmiş olan Demokritos geliştirip kurumsallaşmasını sağlamıştır. Baskın karizmatik şahsiyetinden ve atomculuğu kurumsallaştırmasından olsa gerek, atomculuk dendiğinde Demokritos adı öne çıkar. Nitekim Aristoteles'in atomculuk konusunda Leukippos'a değil, Demokritos'a sıkça göndermede bulunması da bunu gösterir.​
Leukippos ve Demokritos'un düşüncesinde şeylerin birbirlerinden farklılığını açıklamak için atomların üç temel özelliğinin bulunduğu sonucuna gidilmiştir. Bunlar, "sertlik", "şekil" ve "büyüklüktür. Bu, aynı zamanda Demokritos'un gözlemciliğinin sistemine yansımasıdır. "Sertlik" atomların bölünmesini engelleyen yegâne özelliktir. Bu öngörü, onun atomlarda teorik bölünmeyi değil de, sertlikten dolayı fiilî bölünmeyi mümkün görmediğini ifade eder. İkinci özellik olan "şekil" konusunda ise Demokritos dünyadaki farklılıklar doğrultusunda atomların yuvarlak, çıkıntılı, oyuk gibi bir çok şekillerinin bulunabileceğini iddia eder. Üçüncü özellik olarak atomları çeşitli "büyüklükte öngörür. Ayrıca Demokritos, ilinekleri atomların aslî özellikleri ve sonsuz nitelikleri olarak değerlendirir. O, atomları sayısız parçalar şeklinde dört tarafa dağılmış ve sınırsız boş bir uzaya yerleşmiş; sonradan olma (hiçten varolma) ve yok olmasının düşünülmeyen şeklinde tasavvur eder ve bundan hareketle de evrende, dışardan bir etkiyi yadsıyan mekanik bir zorunluluk öngörür. Diğer bir deyişle atomlar, aşkın bir prensipten almadıkları, ama özlerinden gelen sürekli bir harekete sahiptirler. Onları hareket getiren bu içsel kuvvet zorunlu bir şekilde etki yapar. Bu da, hem mahiyet hem de mentalite itibariyle materyalist karakterde bir determinizm anlamına gelir. Bundan dolayı, o "Presokratik filozofların en materyalisti" diye nitelenebilir.​
öte yandan atomun önemli bir özelliği de içinde devindikleri bir boşluk fikrini gerektirmesidir. Zira atomları ve onların hareketini kabul etmek zorunlu olarak bu fikri beraberinde gerektirir. Çünkü aksini düşünmek yani boşluğun olmaması durumu, atomların birbirinden ayırt edilememesi ve tek tek varlıklarının imkânsızlığı anlamına gelir. Aslında boşluk dediğimiz alan, içerisinde bir şeyin olmadığı yokluğu ifade eder. Ancak söz konusu "doluluk"un ya da "dolu"nun varlığının mümkün olabilmesi için, böyle bir alana gereksinim vardır. Bu da ontolojik olarak "boşluk"u "doluluk" kadar önemli bir konuma getirmektedir. Daha kısa ve açık ifade edecek olunursa, Demokritos'un sisteminde "boşluk", maddenin hareketinin şartı olmasından öte, varlığının şartıdır. Kısaca belirtmek gerekirse ona göre, evrende "atomlar ve boşluktan başka bir şey yoktur, geri kalan her şey sadece varsayımdır." Bu, dünya görüşü olarak kendi kendine yetebilen ve kendi içinde bir bütün olan bir evren düşüncesine götürür. Böyle kurgulanmış bir sistem içerisinde "aşkın tanrı" fikrine yer bulmak mümkün değildir, ama bu, "tanrı" kavramının tamamen olmadığı anlamına da gelmez. Bununla birlikte, Demokritos "tanrı"yı sistemin içerisine, diğer varlıklar gibi atomlardan oluşmuş bir öğe olarak yerleştirir. Söz gelimi tanrıların insandan farkları, daha güçlü bir şekilde organlaşmış varlık olmalarıdır. Ancak bu, onlara mutlak anlamda ölümsüzlük sıfatı verilmesini gerektirmez. Diğer varlıklar gibi atomlardan oluştuklarından, insandan daha uzun ömürlü olmakla birlikte, sonuçta oluş-bozuluş yasalarına boyun eğerler. Böylelikle "tanrılar" daha güçlü ve akıllı varlıklar olduklarından dolayı saygıyı hak etmektedirler.​
Atomların birleşmeleri, diğer bir deyişle oluş, onların düz çizgide yukarıdan aşağıya doğru olan doğal düşey hareketlerinin sonucunda gerçekleşir. Zira hepsi homojen olduklarından birbirlerini ne çekerler ne de iterler. Doğal olarak yukarıdan aşağıya giden atomlar, mekânın derinliğinde toplanırlar ve birbirleri ile birleşmeler sonucunda "oluş" gerçekleşir. En ince atomlar havayı, yüzeyleri düzgün olmayanlar ekşi ve acı cisimleri, düz yüzeyliler duyulara hoş gelen cisimleri oluşturur. Ruh İse en ince, düzgün ve en hareketli atomlardan oluşur. Aslında atomlar ayrı ayrı ve az iken duygusuzdurlar, ancak birleşip bütün vücuda yayılan ruhu meydana getirdiklerinde duygu yetisini kazanırlar. Ruhu meydana getiren atomların tamamı vücutta kaldıklarında kişi bilinçli olur. Ancak bunlardan bir kısmı çıktığında, uyku hali veya bilinçsizlik hali meydana gelir; atomların tamamı vücuttan ayrılırsa, ölüm olayı gerçekleşmiş olur.​
Demokritos'tan sonra bu konuda düşünce üreten Yunanlı filozof M. Ö. 342'de Samos'da doğan ve Epikürcü okulun kurucusu olan Epiküros'tur. Epiküros, Samos'ta bir Platonist olan Pamfilus'u ve daha sonra da Teos'ta bir Demokritos izleyicisi olan Nausifanes'i dinlemiştir. Bunlardan özellikle sonuncusu Epiküros üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Her ne kadar kuşkucu gelenek içerisinde sayılan Epiküros'un düşüncesinde 'hazcılık' önemli bir yer tutuyorsa da, o, Demokritos'un atom kuramını, kendi metafizik kuramının temeli olarak kabul eder ve bu kuramı hazcı ahlâkın dayanağı olarak kullanır. Bu da Demokritos ile arasındaki ayırım noktasını oluşturur. Bu yüzden Marx’ın da ifade ettiği gibi, aralarında hem anlayış hem de mahiyet itibariyle farklılık ortaya çıkar. Marx'a göre iki filozof arasındaki bu farklılık, Demokritos'un gözleme dayalı bir düşünceye sahip olması, diğerinin ise daha çok teorik düşünceye yatkın olmasından kaynaklanmaktadır. Epiküros'un atomların akıllar yoluyla kavranacağı veya görüleceği tezini benimsemesi de bunu göstermektedir. Bundan dolayı da, Epiküros'un atomcu düşüncesinin mantık örgüsü diğerine göre daha sağlam ve tutarlı görünmektedir.​
Epiküros, atomlara bu ismin verilmesini, onların evrenin en küçük yapı taşları olmalarına değil, bölünemez olmalarına bağlar. Dolayısıyla atomları tanımlayan temel özellik, onlann bölünemez oluşudur. Her ne kadar Epiküros, atomlara nispet edilen niteliklerin sayısında ayrılığa düşse de, onlar için dışşal niteliklerin yam sıra içsel nitelikler öngörme noktasında Demokritos ile birleşir. Nitekim, Demokritos ve Epiküros arasındaki atomculuk bakımından farkları ortaya koymayı amaçlayan doktora tezinde Marx, her iki düşünürün atomlarda İçsel nitelikler öngördüğünü belirttikten sonra, aralarındaki farklılıklara dikkat çeker: Demokritos atomun içsel niteliklerini "büyüklük" ve "biçim" olarak iki ile sınırlarken, Epiküros, bu iki özelliğe "ağırlık"ı da ekleyerek üçe çıkarmaktadır. Bununla birlikte genelde kaynaklar Demokritos'un da üç nitelik öngördüğü şeklindedir.​
Demokritos ile Epiküros'un ayrıldığı önemli bir nokta da, "oluş"un zorunlu ve raslantısal gerçekleşmesinde kendini gösterir. Demokritos'a göre atomların bir araya gelerek oluşu gerçekleştirmeleri zorunluluğun sonucudur ve bunu meydana getiren atomlarm yukarıdan aşağıya düşey hareketleri zorunludur ve sapmasızdır. Buna karşılık Epiküros, düz hareketin oluşu meydana getirmesinin imkânsız olduğunu belirtir ve bir sapmanın varlığını gerekli görür. Ancak bu sapma ona göre raslantısaldır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, Epiküros mutlak determinist değil, raslantısal yani nedensiz bir sonucu kabul etmektedir. Bu da onu ahlâkta kayıtsız özgürlüğe götürmüştür. Ayrıca Epiküros'un, "düşünce atomları" gibi maddî olmayan atomlar da öngörerek, atomculuk düşüncesini daha insanca boyuta çektiği de görülür. Nitekim, ona göre, atomlardan oluşan bu dünyada yaşayan insanların başlıca amacı bu yaşamdan zevk almak olmalıdır.​
Roma döneminde ise bu görüşün temsilcisi olarak M.Ö. 99'da doğup, 55 tarihinde ölen Lucretius görülür. O, Roma'da iç savaş ortasında kendisine manevî bir sığmak ararken Epiküros'un felsefesini bulmuştur. "Hiçten, hiçbir şey çıkmaz" aksiyomunu geliştiren Lucretius, şeylerin atomların düzenli aralıklarla birbirleri ile birleşmesi sonucu gerçekleştiği düşüncesine varır. Yukarıdaki aksiyom paralelinde "hiçbir şeyin yok olmadığım", "yok olma"nın bir araya gelerek cismi oluşturmuş atomların dağılmasından ibaret olduğunu savunur. Ona göre atomlar nesnelerin bir nevi tohumlandır ve her şey onlardan oluşmaktadır. Sonuçta filozof, maddenin bütün evreni kapladığını ve atomların içinde devindikleri boş bir uzayın var olduğunu ortaya koyar. O da Demokritos ve bağlı bulunduğu Epiküros'ta olduğu gibi evrende cisimler ve boş uzayın dışında hiçbir şeyin olmadığını ileri sürer. Var olan her şey bu iki öğe den meydana gelir veya onlarla ilgili bir olayı ifade eder. Bu durumda "tarihsel olaylar"ı zaman içerisinde meydana gelmiş olaylar olarak değil, ancak cisimlerde meydana gelen veya uzayda gerçekleşen değişmeler olarak görmemiz gerekir. Lucretius, düşüncesini şiirsel dille şöyle ifade eder:​
"Başlayacağım işe,sana atomları açıklayacağım ki, Doğa her şeyi onlarla yaratır, besler, onlara Ayrıştırır tükenince. Onlara ham madde ya da Genellikle doğurgan gövdeler derim, yerine göre Nesnelerin tohumları diye adlandıracağım; İlksel tozanlar da diyebilirim. Çünkü önce Onlar vardır, her şey onlardan oluşur."​
"İlkemiz şu olacak konuya girerken: Hiçten hiçbir şey yaratılmaz tanrısal güçle. Ölümlülerin bunca korkuya kapılmaları, Yerde ve gökte tanık oldukları olaylara Gözle görülür bir neden bulamamalarındandır."​
"İkinci ilke; kurucu atomlara ayırır bileşikleri Doğa ve hiçbir şeyi indirgemez hiçliğe "
"Varlıklar hiçlikten doğmaz, Memmius!​
Ve hiçliğe dönmeyeceklerdir doğduktan sonra. Bel ki kuşkulanıyorsun dediklerimden Çünkü gözle görülemez sözünü ettiğim atomlar. Sana bir kanıt daha: Görülmedikleri halde Varlıklarını kabulleneceğin gövdeler üstüne"​
"Şunu kanıtlamalıyım şimdi: Gövdenin ve boşluğun Dışında hiçbir şey varolamaz doğada.
Üçüncü bir töz yer alamaz onların yanında."​
"Önce şu çift yanlıdır doğa bitiyoruz. Birbirinden apayrı iki şeyden oluşmuştur: Maddeden ve olayların geçtiği uzaydan."
"Bu gerçekleri görünce özgürlüğünü anlayacaksın Doğanın, denetlenmediğini kibirli efendilerce Ve tanrıların yardımı olmadan yönettiğini Evreni. Sorarım sana çalkantısız yaşamlarını Dingin bir sonsuzlukta geçiren tanrılar adına Kim söz geçirebilir sınırsız varlığın toplamına?"​
Hint Atomculuğu: Hint düşüncesinde ünlü Hint bilgini Kanada tarafından M. Ö. III. yüzyıldan daha önceki bir tarihte meydana getirilmiş olan Vaişeşika (Vaisheshika) sisteminde, Tanrı'nın âlemi ezelî atomlardan inşa ettiği düşüncesi bulunmaktadır. Kanada’nın geliştirmiş olduğu Vaişeşika sisteminde,evrenin açıklamasında doğa felsefesi ve metafiziğine ağırlık verilmiştir. "Ayırım/fark" anlamına da gelen "Vaişeşika", adından da anlaşılacağı üzere, varlıklar arasındaki ayrılıkları ve benzerlikleri bularak gerçeği tanımaya çalışan bir sistemdir. Bu sisteme göre gerçek ne maddedir ne de türlü maddelerin bileşimidir. Maddî olanla olmayan arasındaki ilişkilerin kıyas ve benzetme yoluyla öğrenilmesidir. Bu sistemin temelinde nesnelerin, algılayan zihinden ve birbirlerinden bağımsız olduğu düşüncesi vardır. Felsefi olarak bu doktrin, plüralistik realizm olarak kabul edilebilir. Sistem, etrafımızda bulunan maddî ve manevî varlıkları bu anlayış çerçevesinde kategorize eder. İçinde yaşadığımız evren çok sayıdaki nesnelerin birbirleri ile kurdukları karışık ilişkiler ağıdır. Vaişeşika, bu karakterdeki âlemin sistematik bir şemasını çizmek ve kişiyi bu yolda aydınlatmak ister. Bu düşünce doğrultusunda dünyadaki varlıkları şu kategorilere ayırır: Nesne, sıfat, genellik, özellik, bir kısmının tümüne olan münasebeti, bulunmayış (dravya, guna, karma, samanya, veşesa, şamaya, abhava). Bunların içerisinde en önemlisi sisteme ismini veren "Vişeşha" (farklılık/çeşitlilik)dır. Öte yandan sisteme göre her nesne, şu dokuz şeyden birine aittir: Toprak, su, ateş, hava, eter, zaman, mekan, ruh, akil. Bunlardan ilk dördü, farkh atomlardan, yani maddenin gözle görülemez, parçalanamaz zerrelerinden meydana gelmişlerdir. Zaman ve mekân ise parçalanamayan atomlardan oluşur ve aynı zamanda ezelîdirler. İdrak edilmeleri imkânsızdır. Akil atom büyüklüğünde ezelî bir nesne olup ruh da ezelî ve ebedîdir.​
Görüldüğü gibi, Hint düşüncesi içerisinde yer alan bu doğa felsefesi bir tür atom öğretisine dayanır. Bu sisteme göre, evren bolüne bolüne bir yere geldikten sonra artık bölünüp parçalanamayan ve dünyadaki değişim süreci içerisinde birbirleri ile birleşerek, sonra yine ayrılabilen, kendi başına sonsuz, fakat diğerleri ile bir araya geldiğinde sonlu küçücük parçacıklardan oluşur. Tanrı, alemi bu ezelî atomlardan inşa eder. Evrenin başlangıcı, bu atomların çeşitli şekillerde birleşmeleri, sonu ise birleşik atomların ayrılmaları demektir. Bu atomlar kendi kendilerine hareket etmezler. Tanrı evreni, "Karma Kanunları"na uygun olarak (her kişinin kazanımlarının karşılığını göreceği), emri altındaki atomlardan yaratır. Ancak atom tek başına ezelî olmakla birlikte, oluşturdukları bileşikler fanidir. Yaratılan dünya, kişilerin depo edilmiş durumdaki kazanımlarına uygun bir şekildedir.​
Bu düşünce taraftarları her ne kadar oluşların etraflarındaki hava içerisinde geliştiği ezelî olarak tanımladıkları boşluk (halâ /vakuum) fikrini kabul ederlerse de, bu fikir, Yunan düşüncesinde olduğu gibi mezhep içerisinde önemli bir yer işgal etmez.​
Kanada, atomların ilinekler (araz) taşıdığı düşüncesindedir. Ona göre renk, tat, koku, hacim, sayı, miktar, özellik, birleşiklik, ayrılık, önce, sonra, bilgi, lezzet, acı, sevgi, hoşnutsuzluk ve özlem şeklinde on yedi ilinek (araz) vardır. Bir ilineği taşıyan cevher başka bir ilineği taşıyamaz, her ilineğin kendisine ayrılmış özel bir mekânı vardır.​
Atomculuk düşüncesinin bulunduğu bir diğer Hint ekolü ise materyalistik eğilimlere ve şüpheci tutumlara sahip bulunan Mahavira’nın kurduğu Caynizm'dir. Bu ekole göre madde, zaman ve mekân son tahlilde atomik bir yapıdadır. Maddenin en küçük parçası atom benzeri bir parliküldür. Bu partikül renk, tat, koku, dokunma hassası olan niteliklere sahiptir. Tüm atomların ruhu bulunmaktadır ve neredeyse bütün evren hayat doludur. Zaman ebedîdir, dünyanın ne başlangıcı ne de sonu vardır. Bu görüş taraftarları önceki Hint düşüncesinde olduğu gibi atom ile arazi birbirinden bağımsız görürler ve arazların arazları taşıyamayacağı düşüncesindedirler.​
Kelam Atomculuğu: Müslümanlar kelâm ilminin oluşup geliştiği Irak bölgesine hakim olduklarında yeni muhataplara dinin anlatılabilmesi, yabancı din ve inançlara karşı savunulabilmesi için dinin o bölge insanının anlayacağı tarzda, sunulması zarureti ortaya çıkmıştır. Bu zaruret, yeni bir üslup geliştirmeyi, yeni bir dil oluşturmayı ve neticede yeni bir sistem kurmayı zorunlu kılmıştır. İşte "kelam ilmi" bu zaruretin sonucunda kurulmuş bir sistemdir. Zaten kelamın iki temel özelliği vardır: inananın inancını güçlendirme (tahkik) ve yabancı inançlara karşı dini savunma. Bu özellikler, kelamcıda, yerine getirilmesi gereken temel sorumluluklar olarak tezahür etmiştir. Bu sorumluluk doğrultusunda kelamcılar kültürel, sosyal ve psikolojik açıdan farklı yeni muhataplara dini, anlayacakları dille anlatma arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu arayışa paralel olarak da kelâm ilminin oluşumunu gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu faaliyetlerde dinin temel kaynağı olan Kur'an ve Sünnet hep merkeze alınmış deyim yerindeyse pergelin bir ucu dini metinde sabit olmak üzere yeni bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Kur'an'ı merkeze alan ilk kelamcılar, bölge insanın anlayacağı bir dil ve üslupla inandıkları dinin "tanrı tasavvurumu ortaya koyma çabası içerisine girmişlerdir. Emevî yönetiminin oluşturduğu konjonktürel ortamın etkisiyle Allah-insan ilişkisi anlamına gelen "kader" konusundaki görüşleri bu çabanın ürünüdür. Öyle görünüyor ki, kader konusunda başlayan tartışma zamanla "Allah'ın sıfatları" boyutuna taşınmış ve sonrasında bütünüyle "Allah tasavvuru" problemine dönüşmüştür.​
Kelamın temel ilkelerinden olan "gâibi şâhide kıyas (=görünene kıyas ile görünmeyen hakkında bilgi edinme)" ilkesinden hareketle Allah tasavvurunun oluşturulmasının zemini olacak bir "âlem tasavvuru" oluşturma çabası içerisine girmişler, bunun için de, komşu medeniyetlerin kültürlerinin karışımından oluşan bölge kültüründen yararlanmışlardır. Bu yararlanmada, onlar "seçmeci" bir yaklaşım sergilemişler ve Kur'an'da ısrarla vurgulanan Allah'ın "yaratıcı" ve bunun gereği olan "kadîm (sonsuz)" özelliklerine uygun bir evren tasavvuru oluşturmaya yönelmişlerdir. Buna göre "kadîm" olanın aksine âlem, zorunlu olarak anlık arazlarla birlikte bulunan sonlu atomlardan oluşmaktadır. Atomların birleşmesiyle cisimler, onların toplamından da â lem oluşmaktadır. Diğer bir ifade ile evreni oluşturan her cisim miktar ve hacim bakımından sonludur. Sonlu olan her şey varolmak için her türlü kayıt ve şarttan bağımsız bir faile gereksinim duyar. Bir faile gereksinim duyan her şey de yaratılmıştır (muhdes). Yunan atomculuğunun aksine evreni oluşturan öğeler olan atomlarda, mekanik bir yapı öngörülmemiş ve onlara ezelliklerini çağrıştıracak bir anlam yüklemekten kaçınılmıştır. Bu doğrultuda olmak üzere kelâmı düşüncede atomlar, hem zihnen hem de zihin dışında anlık arazlara (ilinek) bağımlılıklarının yani sıra sertlik, yumuşaklık ve şekil gibi içkin özelliklerden yoksun olmaları, "dış müdahale" olmaksızın kendi başlarına işlev görmelerini, yani mekanik hareketlerini imkânsız kılmaktadır.​
Kelâm atomculuğunun Yunan ve Hint atomculuğu ile benzerliğinin bulunması her ne kadar onun, bu iki kaynaktan geldiği şeklinde bir düşünceye yol açıyorsa da, bu atomculuk işlev ve mantalite itibariyle önemli farklılıklar gösterir. Hint atomculuğunun ezelîliğı ve Yunan atomculuğunun hem ezelilıği hem de mekanik hareket yeteneğine içsel olarak sahip olması, onları kelam atomculuğundan ayıran temel farklılıklardır. Ancak kelâm atomculuğunun, kendinden önceki kültürlerden tamamen bağımsız ve bağlantısız geliştiği de söylenemez. Çünkü Müslümanlar irak'a hakim olduklarında kaçınılmaz olarak bir "kültür değişimi" ilişkisi içerisine girmişlerdir. Ne var ki, her ne kadar kelam atomculuğu tamamıyla Müslümanların bir ürünü değilse de, yukarıda belirtildiği gibi kelamcıların bölge kültüründen yararlanarak onu, zihniyet dünyalarına uygun bir yapıya kavuşturdukları da bir gerçektir.​
Kelam düşüncesinde atomculuk II/VII. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu teoriyi ilk ortaya koyan kişinin, Mu'tezile mezhebi alimlerinin önde gelenlerinden Ebu'l-Huzeyl elAllaf (ö. 235/850) olduğu yaygın kanaattir. Atomculuk, Allaf'in yeğeni olan ve Mu'tezile mezhebi içerisinde ağırlığı bulunan Nazzam (ö. 231/845) dışında, Mu'tezile'nİn geneli tarafından benimsenmiş ve kelamcıların âlem tasavvurunun ayrılmaz öğesi olmuştur. Evrenin yaratılmışlığından (hudûs) hareketle, Tanrı'nın varlığını kanıtlamak için ortaya konulmuş olan "hudûs delili", atom kuramıyla desteklenmek suretiyle kelamcıya "evrenin sonluluğu"nu ispatta büyük kolaylık sağlamıştır. Mu'tezile kelamının devamı sayılan Sünnî kelam Mu'tezile'nİn geliştirmiş olduğu "hudûs teorisi"ni olduğu gibi kabul etmekle, kaçınılmaz olarak atom kuramını da kendi sisteminin içine almıştır. Sünnî Eş'arî kelamı içerisinde "atom nazariyesi"ni ciddi ve özgün olarak ilk ele alan kişinin Bâkıllânî (ö. 403/1012) olduğu yönünde ağırlıklı bir kanaat bulunmaktadır. Ancak yine bir Eş'arî taraftarı alim olan İbn Fûrek'in (ö. 406/1015), Eş'arî'nin görüşlerini naklettiği Mücerred makalat i'l-Eş'arî adlı eseri dikkate alındığında, Eş'arînin —eğer bu görüşleri Mu'tezile'den koptuktan sonra terk etmediyse— atomculuk hakkında ayrıntılı bilgi ve görüşe sahip olduğu görülmektedir. Bu eserin İbn Fûrek'e ait oluşu hususunda şüphe bulunmadığına göre, Bakıllânî'nin çağdaşı hatta ders arkadaşı olan İbn Fûrek'in de, bu bilgiye ayrıntılı bir şekilde sahip olduğu kesindir. İbn Fûrek'in Kitabü'l-hudûdfi'l-usûl adlı eserinde "cevher", "araz" ve "cism"in tariflerini vermesi de, bunu doğrulamaktadır. Ancak ne Eş'arî ne de İbn Fûrek, bu konuda bilgi sahibi olarak anılmaktadır. Bunun sebebi Eş'arî'nin özellikle Ahmed b. Hanbel taraftarlarının tepki gösterdiği bu gibi fikirlerinin göz ardı edilmiş olmasıdır. Bunu derleyip ortaya koyan İbn Fûrek de "nübüvvet görüşü" dolayısıyla devrinde şiddetli tepkiye maruz kalmış, bu yüzden Sünnîlik içerisinde güçlü bir konuma ulaşamamıştır. Kitaplarının çoğunun günümüze ulaşmamış olması ve şöhret bakımından çağdaşı Bakıllânî'nin gerisinde kalması da, bu yargıyı güçlendirmektedır. İkinci bir ihtimal de, Mu'tezilî bir düşünce olan "atomculuk"un, Sünnî mezhepler içerisinde yer edinmesinin zorluğu nedeniyle zamana ve şartların oluşmasına ihtiyaç duyulmasıdır. Denilebilir ki, Bâkıllânî, bu zorluğu aşmada, ortamı ve şartları oluşturmada ve Sünnîlik içinde bu görüşün meşruiyet kazanmasında başarılı olmuş ve bu alanda önemli rol oynamış ilk otoritedir. Onun Eş'arîlıği sistematik düşünceye kavuşturmasını da hesaba katarsak, atomculuğun Sünnî düşünce içerisinde kurumsallaşmasındaki rolünü kabul etmek gerekir.​
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin naklettiğine göre İslam coğrafyasında atomun neliği konusunda temel dört görüş vardır: (1) "Atom (cevher) kendi kendine kaim olandır veya her kendi kendine kaim olan atomdur", şeklindeki Hıristiyanların görüşü. (2) "Atom kendi kendine kaim olan ve zıtları kabul edendir" şeklinde felsefecilerin görüşü. (3) "Atom yaratıldığında araz (ilinek) taşıyandır" şeklindeki Mu'tezile'den Ebû Ali elCübbaı'nin (ö. 303/915) görüşü. (4) "Atom arazları taşıyandır, ancak atom yaratıldığında arazın da birlikte yaratılması gerekmeyebilir" şeklindeki Mu'tezile'den Salihî'nin görüşü.​
Atomculuğun Sünnî kelam içerisinde yerleşmesi ve kurumsallaşmasında rol oynayan Bâkıllânî'nİn görüşü, özellikle Cübbaî'nİn "atomların yaratıldığında arazlarla birlikte bulunması" görüşüne daha yakındır. Zira Salihî'nin "arazsız atom yaratılması"nı mümkün görmesi, araz olmaksızın da atomların, olabileceği varsayımını gündeme getirir ki, bu, "atomlarla birlikte bulunan arazların gelip geçiciliğinden hareketle atomların sonradan olma (hadis) varlıklar olduğu" şeklindeki kelamcıların tezini zora sokar. Felsefecİlerin ve Hıristiyanların görüşleri de, Allah'ı a* tom (cevher) kategorisine sokma sakıncasını taşıdığından, Sünnî inanç ile uzlaşması imkânsızdır. Bâkıllânî'nin Hıristiyanların "Tanrı'yı cevher (atom) kabul etmelerini" kabul edilemez bulması ve onları şiddetle eleştirmesi bundan kaynaklanmaktadır. Ebu Ali elCübbaî'nin "atom arazlarla birlikte yaratılır" görüşü, hem Tanrı'yı cevher kategorisinin dışında tutmakta, hem de Tanrı'nın sonsuzluğunu (kıdem) kanıt için evrenin sonradanlığını (hudûs) ispatta büyük kolaylık sağlamaktadır.​
Bâkıllânî'nin çağdaşı olan İbn Furek (ö. 406/1015), Ebu'l-Hasan el-Eş'arı'nin görüşlerini derlediği Mücerred makâlâti'l-Eş'arî adlı eserinde, bölünemeyen en küçük parça olan atom (cevher-i ferd) konusunda detaylı bilgiler verir: Ona göre, atomlar (cüz), tek tek düşünüldüğünde yönlerinden (cihet) bahsedilemez, zira yönlerinden ya da diğer atomlara temas ettiği kenarlarından bahsetmek zihnen de olsa onları bölünebilir kabul etmeye götürür. Aynı şekilde hareket halindeki atom ile durağan haldeki atom arasındaki farktan da söz edilemez. Zaten ona göre atomlar tekdüze (mütecanis) olup aralarında farklılık yoktur. Bu bilgiden, evrendeki somut varlıkların en küçük yapı taşı kabul edilen atomların (cevher-i ferd), birbirlerinin aynı oldukları, aldıkları arazlarla farklılık kazandıkları, ancak bu farklılığın atomun özünden değil, ona dayanan veya onda oluşan (zuhur eden) arazlardan meydana geldiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Kısaca söylemek gerekirse, kelam atomculuğunda atomlar (cüzler/cevher-i ferdler) tek tip olup, araz almakla çeşitli sıfatları kazanmaktadırlar.​
Atomlar için, birbiriyle, arazlarla (ilinek) ve mekânla olmak üzere üç ilişkiden söz edilebilir. Arazlarla ilişkisi onlara mahal teşkil etmesini, birbirleriyle ilişkisi cisme dönüşümlerini veya cismin oluşmasını, mekânla ilişkisi ise boşlukta dayanaksız durmayıp bir uzam (hayyiz) içinde durduklarını gösterir. Daha önce geçen "atomların uzamsız ve arazsız olamayacağı" bilgilerinden hareketle yukarıdaki üç ilişkinin bir atomda aynı anda, ya da sürekli olarak birlikte gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Yani, bir atom diğer bir atomla birleşirken, aynı zamanda bir uzam içerisindedir ve bir araza (ilinek) mekân olmaktadır. Atomlar, özü itibariyle (bizâtihî) sonlu varlıklardır, Zira birleşen, sonra yarıya, üçte bire, dörtte bire bölünerek, neticede bölünemeyen parça haline gelen bir varlığın sonlu olması aklen varılabilecek tek sonuçtur. Ayrıca sürekli anlık arazlara mekân olması ve arazsız kalmaması kendi başına bağımsız bir varlığının olmadığına kanıttır. Buradan hareketle kelam düşüncesinde arazların atomlar üzerinde sürekli yaratıldıkları düşüncesi ortaya konmuştur. Bu da atomların, aşkın bir varlığın müdahalesi ile benzer şekilde yenilenmek (teceddüd-i emsal) suretiyle her an değiştikleri, yani yaratıldıkları anlamına gelir. Zaten kelamcmm temel amacı da, alemi her an müdahalesiyle kontrol altında tutan aşkın yaratıcı varlığı bu yolla ispattır. Diğer bir deyişle kelamcının temel amacı, her an değişen anlık araz ile ondan bağımsız olamayan atomun sürekli değişime maruz kaldığını, bu değişimin aslında sürekli yaratmanın bir sonucu olduğunu ispat etmek ve buradan hareketle de bir yaratıcının varlığına gitmektir. Bu yaratıcı da evreni her an kontrolü altında tutan, aşkın bir varlık olan Allah'tır. İşte özellikle bu yönüyle kelam atomculuğu diğer atomcu görüşlerden ayrılır.​
Doğalcı Filozof Razî’nin Atomculuğu: Kimyanın babası olarak bilinen Ebu Bekir Zekeriyya er-Razî'nin (Ö.313/925) Aristoteles'e tepkisinin, onu doğa bilimcisi olan Demokritos'un düşüncesine götürmüş olabileceği görüşü ihtimal dahilinde bulunmakla birlikte, Yeni İlm-i Kelam hareketinin önemli temsilcilerinden olan İzmirli İsmail Hakkı, onun Hint ve İran felsefesinin etkisi altında kaldığı ve cevher görüşünün de bu etki altında oluştuğu kanaatini ileri sürer. Kelamcıların atomcu görüşleri ile birlikte Razî'nin atomculuğunu da inceleyen Sholomo Pines, Razî'nin düşünceleri ile Harran Sabiîlerinin inançları arasında benzerlik bulunduğunu belirttikten sonra, onun felsefi anlamda kaynaklarının başta Eflatun olmak üzere (özellikli onun Timaios adlı eseri), Yeni Eflatuncular, Demokritos ve Epiküros'un düşünceleri olduğunu ileri sürer. Ancak onun Hint felsefesini ve kültürünü iyi bilen İranşehrî ile olan ilişkisini dikkate aldığımızda, Hint düşüncesinden etkilenmiş olabileceğini de hesaba katmamız gerekir. Beş ezelî ilkeden biri olarak kabul ettiği madde, ona göre, boşluk sebebiyle ayrılmış, görünmeyen parça ya da atomlardan meydana gelmiştir. Bu atomlar, olayların ya da şeylerin oluşmasında rol oynayan, herhangi bir geometrik şekli bulunmayan, hacim sahibi ve yer kaplayan fiziksel parçacıklardır. Atomların sıklık veya seyrekliği yahut onları ayıran boşluğun hacmi, cisimlerin hafiflik, ağırlık, katılık ve yumuşaklık gibi birincil niteliklerini belirler. Sözgelimi, yoğun olarak bir arada bulunan atomlar toprağı, daha seyrek olanlar suyu, daha da seyrek olanlar havayı oluştururlar; bundan daha seyrek olanlar ise ateşi meydana getirirler. Gökkürenin bünyesi de, maddî unsurlardan oluşmuştur. Şu kadar var ki, onun birleşimi, diğer cisimlerin birleşiminden farklıdır. Gökkürenin hareketinin dünyanın yüzeyine doğru olmayıp, dış yüzeyine dönük olması bunun kanıtıdır. Bundan dolayı göğün cismi, ne toprak gibi yoğun ne de ateş veya hava gibi seyrektir. Ağırlık, hafiflik, karanlık ve aydınlık gibi nitelikler maddenin içinde bulunduğu boşluk sebebiyledir. Nitelikler madde olan atomlara yüklenen birer ilintidir. Zaman ve mekân sonsuz olup, atomlardan meydana gelmemiştir. Böylece o, her şeyin atomlardan oluştuğunu iddia eden diğer atomcu görüşlerden ayrılmaktadır. Ayrıca o, Demokritos ve Epiküros'un aksine materyalist de değildir. Çünkü o, yaratıcı bir Tanrı kabul etmesinin yani sıra Tanrı'nın ve ruhun atom gibi bir fenomen olmadığı inancındadır. Razî'nin "boşluk" fikrinin kelamcıları etkilediğini söylemek mümkündür. Zira, atom düşüncesini ileri süren erken dönem kelamcılarda, atomların içinde devindikleri "boşluk" düşüncesi bulunmamaktadır.​
Sonuç olarak diyebiliriz ki, hemen tüm atomcu görüşler, atomların, evrenin yapı taşları olduğu hususunda görüş birliği içerisindedirler. Ancak "atomun ne olduğu" noktasında ayrılığa düşmektedirler. Söz gelimi; Yunan ve Hint atomculuğu, atomların sonsuzluğu ortak paydasında buluşurken, İslam inanç felsefesi diyebileceğimiz kelam düşüncesi içerisinde gelişen atomculuk, atomları hem başlangıç hem de sonuç itibariyle sonlu kabul etmek bakımından onlardan ayrılır. Bu farklı eğilime gidişte, kişi ve grupların dünya görüşleri ve evren tasavvurları etkili olmaktadır. Örneğin yaratıcı Tanrı tasavvuruna sahip kelam düşüncesinin diğer düşüncelerde olduğu gibi, "sonsuz atom" fikrini kabul etmesi doğasına, yani yaratıcı Tanrı düşüncesine aykırıdır. Bir diğer farklık ise, Yunan atomcuğunun oluş ve bozuluşta dış müdahaleyi kabul etmeyen materyalist karakterine karşılık Hint ve kelam atomculuğunun Tanrı'nın etkisine açık, dini karakterli bir atomculuğu savunuyor olmalarıdır. Hint atomculuğu içerisinde nispeten önemsiz bir yer işgal eden Caynizm atomculuğu materyalist karakteriyle Yunan atomculuğuna yaklaşırken, doğalcı filozof Razi, atomları Tanrı'nın irâdesine bağlı ancak sonsuz saymakla Hint atomculuğuna yakın durur.​
Bilimsel Atomculuk
Metafiziksel ya da felsefi atomculuğun modern zamanlardaki versiyonu, günümüzde karşımıza doğa bilimlerinin, özellikle de kimya ve fiziğin temelinde yer alan atom kuramı olarak çıkan bilimsel teoridir. Maddenin sürekli olmayıp, atomik bir tarzda oluşmuş olduğunu, bir atomun maddenin kimyasal tepkimeye girebilen en küçük parçacığı olduğunu, benzer doğa ya da türden atomların bugün sayısı yetmiş altı olan elementleri meydana getirdiğini ortaya koyan bir bilim teorisi olarak atomculuk, esas itibariyle bir on dokuzuncu yüzyıl kimyacısı ya da bilim adamı olan John Dalton'un eseri olmakla birlikte, onun on yedinci yüzyıla kadar uzanan ve yirminci yüzyılda birçok bilim adamının katkı yaptığı uzun bir tarihi vardır. Her şeyden önce, on yedinci yüzyıl, atomculuğun sadece uzun bir boşluğun ardından felsefenin gündemine girmekle, felsefi tartışmalarda merkezî bir yer işgal etme durumuna gelmekle kalmayıp, modern bilimin manevî babaları için bir esin kaynağı olup çıktığı bir çağdır. Zira bu yüzyılda atomculuğu benimseyen sistemler arasındaki ayrılıklar geri plâna itilip, onun hemen herkes tarafından savunulan daha bilimsel yönleri öne çıkarılmıştır. Söz gelimi, özde kimya teorisiyle ilgilenen ve parçacık teorisi minima naturalia öğretisinden türetilen Daniel Sennert (15721657), her ne kadar zaman zaman atomcu teori açısından Demokritos'la Aristoteles arasındaki karşıtlıkları ele almış olsa da, bir kimyacı olarak elementerya da birincil atomların birbirlerinden nitelik yönünden farklılık gösterdiğinden emindi. Atom kuramına en önemli katkısı birincil atomlarla bileşiklerin atomları arasında yaptığı ayırım olan Sennert, elemenler ya da bileşik olsun, her kimyasal maddenin kendi atomu olması gerektiğini öne sürmekteydi.​
Aynı şekilde, Epiküros ve Demokritos'a dayanıyor olmakla birlikte, Pierre Gassendi (1592-1655) de, atomculuğunu zamanının bilimine uyarlamak durumunda kaldı. Zira çağın bilimi atomlara belirli fizikî ve kimyasal özellikler yükleyecek, atomların belirli doğaları olmaları gerektiğini, dolayısıyla niteliksel olarak eşil olamayacaklarını söyleyecek bir düzeye erişmişti. O işte bundan dolayı, ilk atomlardan önce birtakım moleküllerin çıktığını ve birbirlerinden farklılık gösteren bu moleküllerin farkh şeylerin tohumları olduğunu öne sürdü. Yine de, atomculuğun on dokuzuncu yüzyılda bilimsel bir öğreti olarak ortaya çıkışına bu yüzyılda en büyük etkiyi İngiliz Robert Boyle (1627-1691 )'un yaptığı söylenebilir. Çünkü Gassendi'den önemli ölçüde ilham alan Boyle, önce Aristoteles'in meşhur dört öğe öğretisine ve Paracelsus'un ortaya attığı üç ilkeye (tuz, kükürt ve cıvaya) karşı çıkıp, bunların yerine birleşerek cisimcikleri meydana getiren birincil parçacıklar kuramını geliştirmişti. Onun bu kuramına göre, farklı cisimler birincil maddenin sayısına, konumuna ve hareketine bağlı olarak ortaya çıkmaktaydı.​
Şu halde, on yedinci yüzyılın, niteliksel atomlarla Demokritos'un niceliksel yaklaşıma elverişli atomculuğunun değerli yönlerini bir araya getirmek suretiyle bilimsel atom teorisi için gerekli zemini hazırladığı söylenebilir. Bununla birlikte, on yedinci yüzyılın bilimsel atom teorisi kimya alanında daha derinlikli vukuflara, elementer ya da birincil maddeleri bileşik maddelerden ayırmanın bir yöntemine ihtiyaç duymaktaydı. İşte bu yöntem de, kimyasal analizde yönetici ilke olarak kütle korunum yasasını öne süren Antoine Lavoisier (1743 1794) tarafından, on sekizinci yüzyılda temin edildi. Tarihte ilk kez olarak, kimyasal analiz sonuçları temeli üzerinde, kimyasal elementlerin bir listesi verilebildi.​
John Dalton (1766 1844) bütün bu sonuçları atom teorisiyle birleştirdi. Kimyasal bileşiklerin elementlerin ağırlıkça belirli basit sayısal oranlarda birleşmeleriyle oluştuğunu; tüm elementlerin atom adını verdiği parçacıklardan meydana geldiğini öne süren Dalton'un atomları, birtakım genel ve oldukça muğlak fizikî özellikleri olan atomlardan ziyade, kimyasal elementlerin özellikleriyle bezenmiş atomlardı. Kimyasal elementlerin gösterilme tarzıyla ilgili bir sembol sistemi geliştiren ve elementlerin bağıl atom ağırlıklarını saptayan Dalton'dan sonra, atom teorisinin gelişimi büyük bir hız kazanmıştır. Nitekim, kısa bir süre sonra Jons Jacob Berzelius (1779 1848), aynı basınç ve sıcaklık altında bütün gazların atom sayısının aynı olduğu ilkesine dayanarak, göreli atom ağırlıklarını tam bir doğrulukla belirledi. Bütün diğer atom ağırlıklannm belirlenmesinde oksijenin atom ağırlığını temel birim olarak kabul eden Berzelius'un atom ağırlıkları tablosunu yayınladığı tarih, 1818 idi. Yaklaşık olarak aynı sıralarda Amedeo Avogadro (1776 1848) atomik kuramın gelişimini tamamlayan bilim adamı oldu. Eşit hacimdeki bütün gazların aynı koşullar altında eşit sayıda molekül içerdiğini öne süren bir hipotez geliştiren Avogadro, bileşik atomların ya da moleküllerin zorunlulukla farklı atomların moleküllerinden oluşmak durumunda olduklarını, elementlerin moleküllerinin de bulunduğunu ortaya koydu. Atomik-moleküler teorinin gelişimine bir diğer önemli katkı, tam da bu sıralarda, kinetik teori bağlamında fizikten gelmiştir. Çünkü James Maxwell ve Ludwig Boltzmann gazların davranışını moleküllerden çıkartmayı başardılar. Çeşitli ülkelerden farklı bilim adamlarının ışığın dalga kuramını kanıtlaması, atomcu yaklaşımı destekleyen önemli bir adım oldu. 1900'lere gelindiği zaman, tek tek ayırt edilip sayılabilen ve tartılabilen atomların varlığına ilişkin bütün kuşkular artık ortadan kalkmıştı. Elektronun, elektrik atomunun keşfi, bir yandan maddenin atomlardan meydana geldiği düşüncesine kesinlik kazandırırken, bir yandan da hem kimyasal bileşik ve tepkimelerin doğasıyla ilgili yeni bir kurama, hem de Niels Bohr benzeri bilim adamlarında karşımıza çıkan alternatif atom modellerine yol açmıştır.​
J. D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik (çev. D. Yurtören), Ankara 1995.​
Aristoteles, Fizik(çev. S. Babür), İstanbul, 1997. Bâkıllânî, et-Tenıhfı/, Beyrut 1407/1987.​
K. Çağdaş, Eski Hint Çağ Kültür Tarihine Giriş, Ankara, 1974.​
Eş'arî, MakalâtüT-İslamiyyîn (nşr. U. Ritter), Wiesbaden, 1980.​
E. Goodman, "Muhammed İbn Zakariyya al-Razi" (ed. S. H. Nasr O. Leatnan, History of Islamic Philosophy), London, 1996.​
C. A. Kadir, "İslam Öncesi Hint Düşüncesi", İslam Düşüncesi Tarihi (edit. M. M. Şerif, çev. K. Demirci), İstanbul, 1991.​
C. Karadaş, Bakıl lanî'ye Göre Allah ve Alem Tasavvuru, Bursa 2003.​
F. A. I_ange, Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi (çev. A. Arslan), İzmir,1982.​
Lucretius, Evrenin Yapısı (çev. Turgut Uyar Tomris Uyar), İstanbul 2000.​
G, M. Van Melsen, From Atomos to Atom, The History of the Concept of Atom, New York, 1960.​
C. A, Ronan, Bilim Tarihi, Dünya Kültürlerinde Bilimin Tarihi ve Gelişmcsifçev. E. İhsanoğlu F. Güncrgun), Ankara 2003.​
H J. Storing, İlkçağ Felsefesi Hint Çin Yunan, (çev. Ö. C. Güngören), İstanbul 1994.​
M. M. Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, (çev. O. Bilen), İstanbul, 1996.​
Topaloğkt, Kelam İlmi, İstanbul 1993.​
E. Zeller, Grek Felsefesi Tarihi (çev. A. Aydoğan), İstanbul 2001.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., ANTİK FELSEFE, BOHR, CAYNACILIK, DALTON, DEMOKRİTOS, EPİKÜROS, GASSENDI, HİNT FEL5EFESİ, EŞARÎLİK, KELÂM, LEIBNIZ, LEUKİPPOS, LUKRETİUS, MANTIKSAL ATOMCULUK, RUSSELL, WITTGENSTEIN.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst