1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Ateizm felsefenin en eski ve en tartışmalı akim ya da öğretilerinden biri olup, "Tanrıya inanmamak veya varlığını reddetmek" anlamına gelmektedir. Yunanca Tann anlamına gelen "6eoç" sözcüğünden türemiş olan theism (tanrıcılık) kelimesinin başına "a" olumsuzluk öntakısının getirilmesiyle oluşmuş bir terimdir. Teizme yani Tanrıcılığa karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış bir akımdır. Eleştirileri de büyük oranda teistik iddialar üzerine kurulu olup, anlaşılması da aynı oranda teizmin bilinmesiyle mümkün olacaktır.​
Teizm, üç kutsal dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet) özünü oluşturan, "ezelî, ebedî, her şeyi yapmaya gücü yeten, her şeyi bilen, yaratıcı, aşkın, düzenleyici, koruyucu, iyiliği isteyici, özgür ve kişilikli bir Tanrı'nın" varlığını savunan inanç ve düşünce biçimidir. Bu anlamda ateizm de böyle bir Tanrı'nın varlığına inanmamak olup ayrıca bu kavramla ilgili ibadet, melek, mucize, kutsal kitap, vahiy, peygamberlik, ahiret, kar der (alın yazısı), imtihan, yeniden dirilme, cennet ve cehennem gibi inançları reddetmek anlamına gelir.​
Her dini inanç teizm olmadığı gibi özünde bir olan teistik inançlar da bazen farklı biçimlerde yorumlanabilmektedir. Sözgelimi Yahudilerin millî Tanrı anlayışları, Hıristiyanların Tann, oğul ve Kutsal Ruh üçlemesi (üçü bir veya biri üç görmeleri) İslâmiyetin tek, aşkın ve evrensel Tanrı anlayışından biraz farklıdır. Bu nedenle detaylardaki farklılıkları görmeden, tek bir ateizm çeşidinde söz etmek de doğru olmaz. Klâsik bir ateistin olumsuz tavrı, bütün Tanrı anlayışlarına ve inanç biçimlerine eşit olmakla birlikte, hedef alman kavramın düşünceye uygunluğuna ve açık olup olmamasına göre değişebilmektedir. Mitolojik tanrıları, paganizmi ve ilkel kabile putlarını reddetmek zaten ateistin vakit ayırmayacağı konulardır.​
Ateizmin tanımı konusunda dört temel yaklaşım görülmektedir: Bu yaklaşımlar bazen birbirlerini bütünleyebildikleri gibi bazen de sahip oldukları farklılıklara işaret etmektedirler:​
İlk olarak, Baron D'Holbach, C. Bradlaugh, A. Flew gibi bazı düşünürler ateizmi Tanrı'nın varoluşunu reddetmek biçiminde değil de, basitçe "Tann fikrine sahip olmamak" (mutlak ateizm) olarak tanımlamışlardır. Bunlara göre "Tanrı kavramı", insan zihninde veya dış dünyada mevcut değildir. Var olmayan bir şey hakkında da kavramsal bilgiye sahip olunamaz. Dolayısıyla bilgi sahibi olunmayan böyle bir varlığı reddetmekten söz etmek yersiz ve gereksiz bir davranış olacaktır. Varlığını kabul edenler olursa da, kanıt getirmekle onlar yükümlüdür, ateistler değil. Ateizmi olabildiğince geniş tanımlayan bu yaklaşım neticesinde bir insanın tamamen inançsız olup olamayacağı tartışmaları gündeme gelmiştir. Tanrı'ya inananların yanında, David Hume ve Voltaire gibi geleneksel dinleri reddeden filozoflar dahi, böyle bir anlayışı kabul etmemiş, salt inançsızlığın olabilirliğini reddetmişlerdir.​
İkinci olarak ateizm, "bilinçli bir biçimde Tanrı'nın varlığını reddetmek ve varlığı aleyhinde kanıt getirmek" olarak tanımlanmıştır (teorik ateizm). Bu tür bir ateizme, eleştirel, spekülatif ya da rasyonel ateizm adı da verilir. Felsefede önemli olan ateizm biçimi de budur. Bu tanımlama daha ziyade Tanrıya inananlar tarafından kullanılmaktadır. Çünkü onlara göre asil olan teizmdir, yani Tanrıcılıktır. Ateizm ise, zaten var olan Tanrı'yı bilinçli olarak reddetmektir. Dolayısıyla ateist bilinçli eylemini savunmak ve temellendirmek zorunda olup kanıt getirmekle yükümlüdür. Aksi halde dogmatik duruma düşecektir.​
Bilinçli ateistlerin bir kısmı Tanrı'nın varlığını reddetmekle kalmayıp, özel bir gayretle eleştirilerini sıralamakta, mesela kötülüğün varlığından hareketle Tanrı'nın gücü veya iradesi konusunda fikir yürütebilmektedir (pozitif ateizm). Bir kısmı ise sadece reddetmekle yetinip tartışmalara girmemektedir (negatif ateizm). Bu tür bir ateist için sadece teolojik değil, antropomorfik ve mitolojik tanrı anlayışları da kabul edilemezdir.​
Üçüncü olarak, ateizm "Tanrı'yı yaşama sokmamak" veya "sanki Tanrı yokmuşçasına yaşamak" diye tanımlanmıştır (pratik ateizm). Bu anlayışı savunan kişiler için bir insanın Tanrı'yı sözel olarak reddetmesi veya kendisini ateist olarak tanımlaması pek de önemli değildir. Asil olan şey o kişinin yaşam biçiminde gizli olup, sözcüklerinde değildir. Tanrısız bir dünya ve Tanrısız bir yaşam istemi bu tür bir anlayışı savunan insanların temel felsefesidir. Bu gruba giren ateistlerin bir kısmı kendilerine Tanrı'yı anımsatan her türlü düşünce, moral değer, sembol ya da inanca karşı savaşım içerisindedirler (aktif veya militan ateizm). Bir kısmı ise Tanrı inancıyla hesaplaşma gereği duymayan, dindarlarla sorun yaşamayan, buna karşılık içine kapanmış insanlardır (pasif ateizm).​
Dördüncü olarak ateizm, ya "Tanrı'nın varlığına ilgisiz kalmak" ya da varlığını ve yokluğunu tartışma konusu yapmadan her ikisinin de eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu ileri sürmek olarak tanımlanmıştır. Bu anlayışa göre insanoğlu elindekiyle yetinmeli, görünmeyen ve bilinmeyen âlemle ilgili olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunmamalıdır. Mantıkçı pozitivizm ekolü bu tür bir anlayışın güçlenmesinde önemli rol oynamıştır.​
Ateizm sözcüğü bazen gereğinden fazla genişletilmiş veya bazen de gereğinden fazla daraltılarak yanlış kullanılmıştır. Bir kısım insanlar Tanrı'nın varlığını reddetmediği halde, farklı yorumlarından veya gelenekten kopmalarından dolayı, ateist olarak suçlanmış toplumdan dışlanmışlardır. Sokrates ve eski Mısır Krallarından Akhenaton bunlara iki güzel örnektir. Yine site tanrılarını reddeden ilk Hıristiyanlarla, paganizmi ve putperestliği reddeden ilk Müslümanlar hasırcılarınca ateist (inkârcı) olmakla suçlanmışlardır. Bunların dışında Spinoza, Fichte ve Paul Tillich gibi düşünürlerle, Hallac-i Mansur ve İbn Arabi gibi mistikler de zaman zaman ateist olmakla itham edilmişlerdir. Buradaki temel sorun, bazı politik gerekçelerin yanında ateizmin, diğer Tanrı anlayışlarıyla, sözgelimi deizm, panteizm ve agnostisizmle karıştırılmış olmasındadır.​
Deist olan kişi her ne kadar vahiy, peygamberlik ve mucize gibi kavramlara inanmasa, bunun yanında Tanrı'nın evrendeki içkinliğini ve yaşamdaki otoritesini reddetse de, ateist gibi Tanrı'nın varlığına karşı çıkmayıp, onun akılla bilinebileceğine inanırlar. Dolayısıyla, onlar hiçbir zaman ateist sayılamazlar. John Toland (1670-1722), Anthony Collins (1676-1729), Voltaire (1694-1778) ve J. J. Rousseau (1712-1778) önde gelen deist düşünürlerdir.​
Yine, Tann'run aşkmlığını kabul etmeyen ve onu evrenle özdeş kılan panteizm de ateizmle bir değildir. Tanrı'nın yaratıcılık niteliğini göz ardı etmelerinden dolayı panteistlerin teistik tanrı inancından farklı oluşları, onların zorunlu olarak ateist olduğu anlamına gelmez. Sonuçta onlar da ateistlerin aksine, içkin de olsa, doğada mevcut olan tanrısal bir tözden söz ederler. Temsilcileri arasında Bruno, Spinoza ve Hegel bulunmaktadır.​
Kendilerini ateizmle teizm arasında orta bir yerde gören ve agnostik (bilinemezci) olarak tanımlayan kişiler de (mesela Bertrand Russell gibi) çoğunlukla ateistlerle karıştırılmış ve yanlış anlaşılmışlardır: Agnostiklere göre aklımız ve bilgi dağarcığımız sınırlıdır. Dolayısıyla Tann'run varlığı bizler için gizemlidir, bilinemezdir. Çünkü teoloji insan aklının sınırlarının ötesindedir. Bu nedenle Tanrı hakkında bir yargıda bulunmak imkânsızdır. Yine, onun varlığını inkâr etmek ve kanıtlamaya çalışmak da aynı şekilde imkânsız bir iş olacaktır. Dolayısıyla bu konuda olumlu veya olumsuz kesin bir yargıya varmamak gerekir. Görüldüğü gibi agnostiğin Tanrı'yı bilinemez olduğu gerekçesiyle reddetmesi ateizmle aynı çizgide olduğunu göstermemektedir. Çünkü ona göre, ateist de bilinemeyen bir alan hakkında konuşmaktadır ve iddiasını da asla kanıtlayamaz. Ne var ki pratik yaşamda agnostiklerle ateistleri aynı çizgide görmek mümkündür. Nitekim Russell da kendisinin pratik yaşamda ateist, ama felsefi anlamda agnostik olduğunu belirtmiştir.​
Tarihçe
Tanrı inancı gibi ateizmin de tarihin ilk dönemlerinden itibaren varolduğu kabul edilen bir durumdur. Rasyonel niteliğini kaybetmemiş bir insanın (veya insan topluluklarının) yaşadığı yerlerde inanç ve inançsızlık problemiyle karşılaşacağı muhakkaktır. Ne var ki ilk dönemlerde görülen inançsızlığı bugünkü anlamda Tanrı inancının sistematik eleştirisi olarak düşünmemek gerekir. Bununla birlikte düşünce tarihinde ateizmi İlkçağ, Yeniçağ ve Modem dönem olmak üzere üç aşamada ele almak ve argümanlarını özetlemek mümkündür:​
İlkçağda Ateizm: İlkçağ felsefesi denilince akla dar anlamda Yunan Felsefesi ile bu felsefeden doğmuş Helenizm-Roma felsefesi gelmektedir. Yine bu döneme Çin ve Hint kültürlerinin yanında, Mısır, Mezopotamya, Hitit, Fenike, Yahudi, Pers, ve Kartaca kültürlerinin katkısını da unutmamak gerekir.​
Fikrî çoğulculuğun ve doğa üzerine özgürce yapılan araştırmaların dikkat çektiği bu dönemde Leukippos, Demokritos, Epiküros ve Lucretius'un materyalist görüşleri ateizmin ilk habercileri olmuştur. Felsefi problem olarak varlığın özünü araştıran ve eşyanın bu özden nasıl çıktığını araştıran bu düşünürler maddenin yaratılmadığına ve yok olmayacağına kanaat getirmişlerdir. Bu kişilere göre, evren madde ve boşluktan oluşmuştur. Madde de atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar devamlı hareket halinde olup, sonsuz ve sınırsızdır. Hareketlerinin başlangıcı yoktur. Boşluk ise eşyanın içerisinde hareket ettiği şey olup, varolmanın zorunlu şartıdır. Düşünce de bir tür atom hareketidir. Ruh ise canlı bir varlığı cansızdan ayıran nesne, rafine olmuş tinsel (maddî) bir varlıktır. Vücutla birleşen bu arı madde duyumlara imkân tanımaktadır. Ölüm ise bu birlikteliğin çözülmesidir. Evreni veya gök cisimlerini yöneten doğaüstü bir güç bulunmamaktadır. İnsanın Tanrı ve ölüm korkusundan kurtulması gerekmektedir. Doğayı anlama ve varlığı yorumlama açısından önemli bir bilimsel çabanın ürünü olarak düşünülebilecek bu fikirler asırlarca ateizme kaynaklık etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Ancak her şeyin, Aristoteles'in deyişiyle, "kendisinde gerçekleşme, hareket ya da oluş ilkesi bulunmayan madde"ye indirgenmesi, bunun yanında bilinç, duygu ve düşüncenin nasıl oluştuğunun izah edilememesi veya mekanist yorumlara gidilmesi atomcu düşüncenin çıkmazları olmuştur.​
Sokrates'in "erdem" gibi etik değerlerle birlikte birey üstü bir normun (Dnimori) varlığından söz etmesi, Platon'un maddî alemin oluş halinde bulunduğunu, belli bir amaç doğrultusunda (reÂoç) işlediğini, Tanrı tarafından (Demiourgos) şekillendirildiğini, dolayısıyla ezelî ve ebedî olamayacağını, buna karşın ideler aleminin asil olduğunu söylemesi, Aristoteles'in ise maddenin ötesinde ve öncesinde zihnimizdeki tümel kavramlardan ve fenomenler dünyasını anlamamıza yarayan kategorilerden, maddeyi biçimlendiren ve ona ilk hareketi sağlayan yetkin Tanrı kavramından, ruhun varlığından, doğadaki ereklilikten söz etmesi felsefi alanda materyalizmin önünü tıkamış ve 17. yüzyıla kadar sessiz kalmasına neden olmuştur.​
Ortaçağdaki teolojik düşünceyle, Platon ve Aristoteles merkezli felsefenin zirvede oluşu neticesinde de, bu dönemde açıkça bir ateizm görülmemiştir. Meşşâiler adıyla meşhur olan el-Kindî, Farabî, İbn Sinâ, İbn Bâce, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman düşünürlerle, Hıristiyan dünyasındaki Aziz Augustinus, Albertus Magnus, Aziz Anselmus, Aquinali Thomas adlı ilahiyatçılar ve Yahudi asıllı İbn Meymun gibi filozoflar, Tanrı merkezli düşünceleriyle ateizme imkân tanımamış, maddeci düşüncenin önüne set çekmişlerdir.​
Ortaçağda, felsefi düşünceden ziyade, özellikle Batı dünyasında din adına sergilenen bazı kati tutum ve davranışlar dikkat çekmektedir. Bundan dolayı kiliseye ve kilise öğretilerine karşı tepkiler yoğunlaşmışsa da bunlar gizlilikten kurtulamamış veya şiddetle bastırılmıştır. Vanini ve Bruno gibi kiliseye aykırı konuşan kişiler de yargılanmış, ölüme mahkum edilmişlerdir.​
Ortaçağdaki dini düşünce ve felsefi akılyürütmenin işbirliği sayesinde Tanrı'nın varlığını ispatlamak için ortaya bazı delil ya da argümanlar konmuş ve çeşitli biçimlerde savunulmuştur. Ateizmin uğraşmak ve yanıt vermek zorunda kaldığı argümanlar şunlardır:​
İnsan zihninde varolan mükemmel Tanrı kavramından hareketle Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışan ontolojik delil. Buradaki mükemmellik dış dünyayı da içermekte, sadece zihnimizde değil, dış dünyada da reel olarak Tanrı'nın varlığını gerekli kılmaktadır. Çünkü Tanrı sözcüğü zaten varolmayı da kapsamaktadır. Aksi takdirde mükemmellik kavramının karşılığı görülmeyecektir.​
Evrenden hareketle, doğanın kendi başına var olamayacağı ve maddenin kendi kendine yaşam bulamayacağı düşüncesinden yola çıkarak, yaratıcı, hareket ettirici, sebep verici Tanrı kavramına giden kozmolojik kanıt. Bu kanıt "Tanrı olmasaydı, evren de var olmayacaktı" ilkesini esas almakta, evrene kendi dışında aşkın ve etken bir neden bulmaya çalışmaktadır.​
Doğada gözlemlenen düzen, güzellik, her şeyin yerli yerinde olması ve amaçlılıkla Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışan teleolojik kanıt. Çevremizde gözlenen estetiği, şaşmaz yasaları, canlılar dünyasının göz kamaştırıcı çeşitliliğini, kozmolojideki milimetrik düzeni, Tanrı'yı düşünmeksizin, şans ve rastlantı gibi kavramlarla açıklamak bu kanıta göre imkânsızdır.​
İnsanın Tanrı'yla ilgili olarak kişisel seviyede yaşadığı bazı tecrübelerden, duygulardan, sezgilerden ve alman ilhamlardan hareketle Tanrı'nın varlığına giden dini deneyim kanıtı. İnsanların zaman zaman yaşamış olduğu bu çeşit türden kişisel ve mistik tecrübeler, Tanrı'nın varlığı için birey bazında en ikna edici ve doyurucu kanıtlar olmuştur.​
İyilik, güzellik, doğruluk, adalet, yardımlaşma, hakkaniyet, aşk, sevgi ve şefkat dolu insan doğasından hareketle Tanrı'nın varlığına giden ahlâk delili. İnsan sadece biyolojik, fizyolojik ve rasyonel niteliklere sahip olan bir yaratık olmayıp, ayrıca ahlâkî bir varlıktır da. İnsandaki ahlâkî değerler de, o değerlerin asil kaynağı olarak Tanrı'nın varlığını zorunlu kılmaktadır.​
Tanrı'nın varlığı lehinde ileri sürülen bu kanıtlar Aydınlanmayla birlikte tartışmaların merkezinde yer almış ve ateistlerce eleştirilmiştir. Eleştiriler sadece ateistlerden değil, Tanrı'ya bir şekilde inanmakla birlikte geleneksel dinleri reddeden, veya delil ya da argümanların mantığını benimsemeyen kişilerden de gelmiştir.​
Tanrı kavramından hareketle Tanrı'nın varlığına gitmenin totoioji olduğu, dolayısıyla Tanrı'nın varlığının Ontolojik kanıtla ortaya konamayacağı iddia edilmiştir. Kant'ın "Varlığın yüklem olmadığı" ilkesinden hareket eden bu yaklaşıma göre zihinde varolmak dış dünyada varolmayı gerektirmemektedir. Kozmolojik kanıtta Tanrı'nın her şeyin sebebi olarak "zorunlu varlık" veya "etken neden" biçiminde düşünülmesi ve doğayla Tanrı arasında doğrudan bir ilişki kurulması ateistlerce reddedilmiştir. Bunlara göre Tanrı ile doğa arasındaki ilişkiden çıkarılan zorunluluk kavramı sadece kavramsal, teolojik ya da metafiziksel açılardan mümkün olabilecektir. Ancak mantıksal olarak, dış dünyada böyle bir durumun söz konusu olması mümkün değildir. Teleolojik kanıta karşı da dünyada yaşanan kötülükler dile getirilmiş, her şeye rağmen doğadaki düzenin varlığının bir düzenleyici gerektirmeyeceği itirazı yapılmıştır. Dini tecrübe kanıtına da, tecrübelerin öznel oldukları, doğrulanamadıkları, test edilemedikleri, çok çeşitli oldukları ve bu nedenle hangisinin doğru olduğunun bilinemeyeceği eleştirisi getirilmiş, psikolojik bir tecrübeden hareketle olgusal anlamda varoluşsal bir iddiada bulunulamayacağı söylenmiştir. Ahlâk konusunda dinin ve ahlâkın birbirinden bağımsız iki ayrı alan olduğu, dolayısıyla teistin ahlâk sahasında tek başına söz sahibi olamayacağı söylenmiş, doğalcı ve hümanist ahlâk yorumlarına gidilmiştir. Dini ahlâk anlayışı da ateistlerce eleştirilmiş, temelinde korkunun, cezanın, teşvik ve tehdidin, tedbirin ve pragmatizmin bulunduğu ifade edilmiştir.​
Ortaçağın sona ermesiyle birlikte sadece argüman ya da kanıtlar eleştirilmemiş, doğrudan Tanrı kavramı da hedef alınarak çürütülmeye çalışılmıştır. Böyle bir kavramın nereden kaynaklandığı ve nasıl geliştiği, günlük dilde nasıl kullanıldığı, hakkında nasıl konuşulduğu ve bu kavrama yüklenen aşkmlık, eşsizlik, kişilik, yaratıcılık gibi niteliklerin dış dünyayla ilişkisi ateistler için temel itiraz noktaları olmuştur.​
Yeniçağda Ateizm: Rönesansla birlikte akılcılığın hakim olduğu yeni bir döneme girilmiş, pozitif bilimlerin yanında dini hakikatlerin de akılla temellendirilebileceği düşünülmüştür. Ancak bu kanaat fazla sürmemiş, Aydınlanmayla birlikte sadece vahye dayalı inanca değil, akil üzerine inşa edilen dini düşünceye ve bütün metafiziğe karşı sistematik bir şüphe başlamıştır. 17. yüzyılla birlikte özellikle fizikteki gelişmeler sonucunda materyalizmde yeniden bir canlanma görülmüştür. Özünde din eleştirisini ve kilise tepkisini barındıran bu sürecin temsilcileri arasında Epikurosçuluğu yeniden kurmaya çalışan Pierre Gassendi ile doğalcılığı esas alarak kiliseye ve teolojiye savaş açan Thomas Hobbes bulunmaktadır.​
yüzyıl Avrupa'sında John Toland, Julien de La Mettrie, Denis Diderot ve Baron D'Holbach ateizmin öncüleri durumundadır. Metafiziğe karşı sistemli bir şüpheciliğin görüldüğü bu dönemde doğalcılığı esas alan D'Holbach tek gerçeğin ezelî ve ebedî olan madde olduğunu, Tanrı'nın varlığı gibi doğaüstü inançların da insandaki hayal gücünden ve mistik eğilimlerden kaynaklandığını belirtmiştir. D'Holbach ve diğer güçlü ateistlerin iddialarına rağmen, Aydınlanma felsefesinin önde gelen iki düşünürü Descartes ve Kant materyalist felsefeye hiç beklemediği bir darbe vurmuş, bir anlamda ateizmin hızını kesmiştir. Descartes'ın ruhun ölümsüzlüğünden ve algılarımızdan kaynaklanmayan ama zihnimizde mükemmel derecede var olan Tanrı kavramından (Ontolojik kanıt) söz etmesi, "Düşünüyorum, o halde varım" ifadesiyle varlığın algılanmasını bilince bağlaması materyalistler için hayal kırıklığı yaratmıştır. Yine Kant'ın, duyulur alanın (fenomenler sahasının) ötesinde, bilinemeyen (nomen) alandan söz etmesi, ahlâkî gerekçelerle de olsa pratik akıldan hareketle metafizik kurmayı denemesi, özgürlük, ölümsüzlük ve Tanrı gibi üç ilkeyi ileri sürmesi ateizmin önüne yeni dönemde ciddi felsefi engeller çıkarmıştır. Kant, sadece materyalizmin işini zorlaştırmamış teistik düşüncenin önüne de büyük güçlükler çıkarmıştır. Ateist olmamalarına rağmen David Hume'la birlikte Tanrı'nın varlığı lehinde formüle edilen teistik kanıtları (ontolojik, kozmolojik, teleolojik) yöntem ve mantık açısından eleştirmeleri, rasyonel teolojinin gücünü zayıflatmıştır.​
yüzyılla birlikte ateizmde yeni boyutlar gözlemlenmiş, felsefi alanın dışında, özellikle materyalist çalışmalarla birlikte, fizik, kimya, biyoloji, zooloji, tip, psikoloji ve antropoloji gibi bilimlerde de yeni gelişmeler görülmüştür. Doğaüstü etken ve nedenlere başvurmadan, eldeki maddî verilerle olayları anlama ve açıklama teşebbüsü modern dönemin temel felsefesi olmuştur. Bunun yanında Tanrı merkezli tartışmalar yerini insan merkezli araştırmalara bırakmıştır. Auguste Comte'un pozitivizmi, Charles R. Darwin'in canlıların oluşumu ve üremesi ile ilgili tezleri, Ludwig Feuerbach’ın teolojiyi insana indirgeyen düşünceleri, Sigmund Freud'un insan psikolojisiyle ilgili değerlendirmeleri, Karl Marx ve F Engels'in materyalizmi yeniden uyarlamaları, F. Nietzsche ile J, P. Sartre'ın varoluşçuluğu, ve A. J. Ayer'in temsil ettiği mantıkçı pozitivizm ekolü son dönemde ateist düşüncede yeni ufuklar ortaya koymuştur.​
Comte ve Pozitivizm
Felsefi bir tavır ya da akim olmanın yanında, bilimde, sanatta, edebiyatta ve hukukta duyumları ve deneysel bilgiyi esas alan, metafiziği ve teolojiyi dışlayan düşünce anlamındaki bu sözcüğü, ilk defa Saint Simon kullanmasına rağmen, onu .• meşhur eden Auguste Comte olmuştur. Potizif bilgiyi en yüksek bilgi formu olarak kabul eden Comte, evrimci bir yaklaşımla "üç hal yasası" denilen bir yöntemi kullanmış, bu çerçevede insanlık tarihini teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç döneme ayırmıştır. İlk evrede insanlık, Comte'a göre, doğada cereyan eden olayları Tanrı ve ruh gibi doğaüstü nedenlerle, ikinci evrede, aklî muhakeme sonucu elde ettiği cevher ve araz gibi soyut sözcüklerle, üçüncü evrede ise gözlemleri ve deneyleriyle açıklamıştır. Son dönemin oluşumu tamamlandığında arkasından yanıtsız bir tek soru bırakmadan, Tanrı inancı da ortadan kaybolacaktır.​
Comte'un bilimi temel kabul etmesi dini inançlar için büyük bir kriz oluşturmuş, başta Tanrı'nın varlığı olmak üzere teolojik iddiaların bilimsel olarak kanıtlanıp kanıtlanamayacağı sorusu gündeme gelmiştir. Bununla birlikte Comte'un pozitivizmi bir din haline getirmesi, kendi içerisinde çelişkiler yaşaması, iddialarına rağmen bütün çeşitleriyle dini inançların devam etmesi üzerindeki kuşkulan artırmıştır. Doğası itibariyle dini inançların deney alanına giremeyecek olmaları, girseler bile buna din denilemeyeceği gerçeği pozitivizmin handikapları olmuştur.​
Biyolojik Ateizm
Evrendeki düzen ve amacı Tanrı irâdesi ile (yaratılış) açıklayan teizmin teleolojik kanıtına karşı en güçlü itiraz Darwin'in evrim görüşünden gelir. Darwin'e göre bugünkü canlı yapılar doğal bîr süreç içerisinde basit bir organizmadan gelişmişlerdir. Canlı hücreler de nesilden nesile genetik değişime uğramışlardır. Değişmenin arkasında doğal gereksinimler yatmaktadır. Canlı bu değişim sürecinde yaşam mücadelesi vermekte, çevresine uyum sağlayarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. "Doğal ayıklanma" denilen bu süreçte güçlü canlıların yaşamlarını devam ettirebilme şansları zayıf olanlarına nazaran daha fazla olmaktadır. Buna karşılık çevreye uyum sağlayamayan, rekabet edemeyen zayıf canlılar ise yok olup gitmektedir.​
Darwin'in bu fikirleri canlıların oluşumuyla ilgili dinden bağımsız alternatif bir görüşmüş gibi heyecanla karşılanmıştır. Canlıların oluşumu konusundaki mekanik açıklama tarzı yanında, gaye ve düzen (rcAoç) fikrini, ereksel olmayan maddî nedenlerle açıklama girişimi Darwin'i materyalist yapmıştır. Hıristiyanlığı reddetmiş olsa da, Tanrı'nın varlığını açıkça inkâr etmeyen ve agnostisizmi (bilinemezcilik) benimseyen Darwin'in evrim anlayışı henüz kanıtlanmamış bir teori olmasına rağmen ateizme büyük katkı sağlamış, Ernest Haeckel gibi materyalist düşünürlere esin kaynağı olmuştur.​
Haeckel yer kaplayan madde ile hareket ettirici güç olan enerjinin bir ve aynı tözün iki ayrılmaz niteliği olduğunu söylemiş, Darwin'in ilkelerine dayanarak devrimci bir materyalizm kurmaya çalışmıştır. 19. yüzyılda materyalizmin önemli temsilcileri arasında Ludwig Büchner (1824-1899) de bulunmaktadır. Madde ve Kuvvet adlı eserini yazarak, klâsik materyalizmi yenilercesine, maddesiz güç ve güçten yoksun maddenin olamayacağını, maddenin yaratılmadığını ve aynı şekilde yok edilemeyeceğini söylemiştir.​
Her şeye rağmen başta evrim teorisi olmak üzere Darwin'in biyolojik yaşamla ilgili görüşlerinin zorunlu olarak dinle çatışmadığını, yaratmanın evrim süreciyle gerçekleşebileceğini ve bu anlamda da Tanrı iradesinin doğada tecelli edeceğini düşünen F. R. Tennant gibi bilim adamları da olmuştur.​
Darwin, Büchner ve Haeckel gibi düşünürlerin fikirleri 19. yüzyılda Batıyla ilişkili olan Osmanlı aydınlarını da etkilemiştir. Beşer, İtikat, Voltaire ve Victor Hugo gibi eserleri ile Beşir Fuad, Felsefe Mecmuası adlı dergideki yazılarıyla Baha Tevfik, Tarih-i İstikbâl adlı eseriyle Celal Nuri İleri, çıkardığı İçtihad dergisindeki fizyoloji ve biyoloji içerikli yazılarıyla Abdullah Cevdet, Tarih-i Kadim adlı şiiriyle Tevfik Fikret gibi düşünürler materyalist ve pozitivist yazarların fikirlerini Osmanlı imparatorluğuna taşıyan ve savunan kişiler olmuştur.​
Feuerbach ve Antropolojik Ateizm
Gençlik yıllarında teoloji eğitimi almasına ve G. W. F. Hegel'in idealist görüşlerine ilgi duymasına rağmen daha sonra felsefeye yönelen ve materyalizmi benimseyen Feuerbach, dinde her şeyin Tanrı merkezli düşünülmesini reddederek insanı merkeze koymuş, teolojiyi antropolojiden hareketle açıklama yoluna gitmiştir. The Essence of Christianity adlı eserinde "Tanrı benim ilk düşüncem idi. İkinci olarak akil oldu. Üçüncü ve en son düşüncem ise insandır" diyen Feuerbach'a göre Tanrı, insanın kişileşmiş ve yüceltilmiş doğasından başka bir şey değildir. Tanrı kavramı da insan aklının kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluşmuştur. Bir anlamda insan Tann'yı kendi suretinde yaratmıştır. Esas olan, insanın kendisi ve kendi varlığı olup, insanın Tanrı'ya inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi anlamına gelir. Çünkü bu durumda insan kendi değerlerini bir başkasına vermektedir.​
Feuerbach’ın düşünceleri yaşadığı dönemde oldukça etkili olmuş, başta Marx ve Freud olmak üzere pek çok düşünürü derinden etkilemiştir. İnsan figürlerinin bolca kullanıldığı Hıristiyan bir dünyada Tanrı inancıyla insan doğası arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Böyle bir çevrede "Tanrı", zaten "baba" olarak, "İsa" ise "oğul" olarak sembolize edilmektedir. Dolayısıyla Feuerbach’ın itirazları da esas itibariyle Hıristiyanlığa özgü bir problem olarak düşünülebilir.​
Freud ve Psikanalitik Ateizm
Psikanaliz yöntemini kullanarak hastalarının rahatsızlıklarını inceleyen Freud, bu sorunların kaynağında toplumun, mevcut kanunların, ailenin ve dinin baskısı olduğunu tespit etmiş, bireyin isteklerinin bu baskılar​
sonucunda gerçekleşmediğini, bastırıldığını ve bilinçaltına İtildiğini ifade etmiştir. Ona göre bilinçaltına itilerek tatmin edilemeyen ve bünyede rahatsızlığa yol açan bu baskıların kaldırılması, bireyin rahatlatılması ve özellikle cinsel içgüdülerin serbest bırakılması gerekmektedir. Bunun için yüzyıllardır insanlığın hizmetinde olan, onları mutlu edemeyen, acılarını dindiremeyen, korku içerisinde bırakarak yaşam değerlerini baskı altına alan ve birer yanılgıdan ibaret olan dinden kurtulmalı, bireyin hayalî varlıkların yardımına ihtiyaç duymayacak şekilde gelişimi sağlanmalıdır.​
İnsanlığın "evrensel nevrozu" veya "çocuksu ve nörotik bir yanılgısı" olarak tanımladığı dinle ilgili düşüncelerini The Future of an illusion ve Civilization And its Discontents adlı eserlerinde açıklayan Freud'e göre, Tanrı da çocuktaki baba imajının yüceltilmiş bir yansımasıdır. Yaşamı boyunca korunma duygusuna sahip olan çocuk karşılaştığı zorluklarla bu gereksinimi zihnine yerleştirir. Dolayısıyla, Tanrı düşüncesi de insanın, çocukluk döneminde karşı karşıya kalmış olduğu zorluklar karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasından kaynaklanmıştır.​
Freud'un bu fikirleri oldukça yankı uyandırmış ve bir o kadar da tepki almıştır. Bilinçaltından söz etmesine rağmen iddialarını cinsellik üzerine kurması, bir anlamda psikolojinin de fizik bilimi gibi kurallara tabi olduğuna inanması materyalizme kapı aralamıştır. Fizik, kimya ve biyoloji gibi pozitif bilimlerin yanında psikoloji biliminde de dini görüşlere alternatif açıklamaların gelmesi materyalizm adına bir kazanım olmuştur.​
Ruh hastaları üzerinde yapmış olduğu deneyleri ve elde ettiği bulguları sağlıklı insanlar üzerinde de kolayca genelleyen Freud'la ilgili en temel itiraz, psikoloji biliminin sınırlarını taşırması ve ideolojik davranması olmuştur. Bu itiraza göre psikoloji bilimi sadece inanç veya inançsızlık fenomenini analiz etmek durumundadır. Daha da ileri gidilerek, mesela, belli bir ön kabulden yola çıkarak, sonuçları önceden ortaya koyarcasına, inançsızlığa temel bulmak, sözgelimi Tanrının var olmadığı gibi bir iddiada bulunmak ideolojik bir davranış olur. Ayrıca Tanrı inancı ile çocukluk duygulan arasında yakın ilgi kurması da bütünüyle Hıristiyan bir kültürde, (Tanrı'nın Baba ve Hz. İsa'nın onun oğlu olarak tasvir edildiği bir yerde) mümkün olabilecek şeylerdir.​
Marx ve Sosyopolitik Ateizm
Doktora tezini Epiküros ve Demokritos gibi materyalist filozoflar üzerine hazırlayan, Feuerbach’ın etkisiyle Hegel idealizmini reddeden, Berlin'de katılmış olduğu Genç Hegelciler çevresinde ateist olan Marx, felsefenin yanında, ekonomi, politika ve tarihle ilgilenmiş, Engels'le birlikte temelini attıklan diyalektik materyalizmi insanlık tarihine uyarlamış ve XIX. yüzyıl Avrupa'sında burjuvanın egemenliği altında yaşayan toplumda dinin rolünü sorgulamıştır.​
Marx'a göre, yaşamak ve ayakta kalabilmek için insanların çalışarak üretmeleri gerekmektedir. Üretmek için de üretim araçlarına gereksinimleri vardır. Ancak insanların yaşam biçimlerini ve birbirleriyle olan ilişkilerini doğrudan belirleyen bu üretim araçları, çeşitli gerekçelerle değişmekte, hatta toplumun tüm kesimlerinin değil, belli bir sınıfın egemenliği altına girmektedir. Bu durumda da kaçınılmaz bir şekilde sınıfların çıkar çatışması gündeme gelmektedir. Nitekim Dünya tarihi de bir anlamda çatışmalar tarihidir. Toplumda var olan ideoloji, din, felsefe, sanat, ahlâk ve hukuk sistemleri, üretim gücüne hakim olan sınıfların çıkar çatışması neticesinde biçimlenmiştir. İlkel (komün) dönemden gelen insanlık daha sonra efendiköle münasebetini yaşayarak feodalite dönemine geçmiş, sonunda patron-işçi ilişkisinin hakim olduğu devreye yani kapitalizme yükselmiştir. Kapitalizmin yayılması beraberinde emperyalizmi getirecektir. Ancak işçi sınıfı (proletarya) egemen sınıfı (burjuva) ortadan kaldırarak sosyalist devrimi gerçekleştirecek ve komünist devrimle birlikte (refah ve bolluk döneminin sağlanmasıyla) bu süreç tamamlanacaktır. Devrimin gerçekleşmesi ve proleter iktidarın oluşabilmesi için burjuvaziye hizmet eden bütün dini değerlerin (kilise) yıkılması ve Tanrı inancının ortadan kaldırılması gerekmektedir.​
Toplumsal yapı içerisinde oluşan din bilinci, insanı kendisine yabancılaştırmış, dikkatini bu dünyadan öteki dünyaya çekerek pasifleştirmiş, acılarının tesellisi olmuş ve bir nevi uyuşturucu vazifesi görmüştür. Bu duruma son vermek ve insanı mutlu kılmak İçin özel mülkiyetin ve sınıf çatışmalarının olmadığı bir toplum düzeni (sosyalizm) kurulmalı, sosyal ve politik açıdan insanın özgürlüğü sağlanmalıdır, özgürleşen insan da içindeki din duygusunu bir tarafa bırakacak ve en yüce değerin kendisi olduğunu anlayacaktır.​
Marx'in fikirlerinin materyalizmi zirveye çıkarttığından, ateizme ve dinden kopuşa büyük kapı araladığından kuşku yoktur. Sanayileşmeyle birlikte iş imkânı bulamayarak açlığa mahkum olan insanlarla, emeğinin karşılığını alamayan insanlara cazip geldiği, yoksulluğu çare olamayan ve her fırsatta öteki dünyada kurtuluşu vaad eden dine (kiliseye) karşı tepkiyi hızlandırdığı bilinen bir durumdur. Bununla birlikte Marx'in tarihî olaylarla ilgili yaklaşımı evrimci, yanlı (Avrupa merkezli) ve uyarlamacı bulunmuştur. Ütopik yapısından söz edilmiş, gerçekleşmesi zor olduğu halde fazla idealleştirildiği, genellemeci bir üsluba sahip olduğu, her şeyin maddî gerekçelere dayandırılarak etik boyutun göz ardı edildiği, devrimin gerçekleşmesi amacıyla şiddet dahil her türlü yolun mübah görüldüğü, eşitlik adına yapılan devrimlerden sonra sınıf çatışmasının sona ermediği, özgürlük derken dayatmacı, mutlakiyetçi ve totaliter yönetimlerin işbaşına geldiği, burjuvazinin yerini yeni bir egemen sınıfın aldığı, sonuçta Marksizmin kendisinin din haline sokulduğu, ileri gelenlerinin kutsandığı, dahası trajik ve dramatik problemlerle uğraşan bireye yardımcı olunmadığı gibi eleştiriler sıralanmıştır.​
Ateist Varoluşçuluk
Varoluşçuluk modem dönemde ateizmin en etkin biçimde savunulduğu ve yaşandığı ekollerden birisidir. Nietzsche'nin düşüncelerinin büyük etkide bulunduğu bu ekolün temsilcileri arasında Kierkegaard ve Gabriel Marcel gibi teistlerle, Martin Heidegger ve J. P. Sartre gibi meşhur ateist düşünürler bulunmaktadır. Çağdaş varoluşçuluğun kurucularından biri olan ve yaşamı hastalıklar içerisinde geçen Nietzsche, dini reddetmiş, özellikle Hıristiyanlığın Tanrı anlayışına ve bu anlayışın üzerine kurulan ahlâkî yapıya karşı amansız bir mücadele vermiştir. Hıristiyanlığı eleştirmek için The Antichrist adlı eserini yazmış, yaşamı boyunca da inançsız yaşamayı kendine ilke edinmiş bir düşünürdür.​
Geleneksel yaklaşımlardan farklı olarak ateizme moral ve varoluşsal bir temel oluşturan, yaşamında da bu farklılığı sergileyen Nietzsche, insan özgürlüğüne dikkat çekmiş, Tanrı inancını-içeren bütün gelenek ve değerlere eleştirel yaklaşmış ve nihilist bir tutum takınmıştır. Bilgi ve varlık anlayışının tekrar gözden geçirilmesini istemiş, geleceğin filozofu Zerdüşt'ün şahsında şüpheci, eleştirici ve aktif olmayı önermiş, geçmişin bütün mutlak değerlerine bu gözle bakılmasını, evrensel bir moral dünyanın, ya da "salt iyi" diye bir kavramın olmadığının görülmesini talep etmiştir. Dramatik bir üslupla, "Tanrı öldü. Onu biz öldürdük" diyen Nietzsche, bu aforizmasıyla sadece Tanrı inancına sahip olmadığını belirtmekle kalmamış, ayrıca Tanrısız bir moral yaşam istemini de dile getirmiştir. Tanrının ölmesi, ona göre Tanrı kavramının ve bu kavram üzerine kurulan sistemlerin insan zihninden çıkarılıp atılması olacaktır. Bu durumda insan özgürlüğünü ve onurunu yeniden kazanacaktır. İnsanı aşağılık kıldığı, küçülttüğü ve değerini yitirmesine neden olduğu için Hıristiyanlığı dinler içerisinde yaşama karşı en büyük moral suçu işlemekle suçlayan Nietzsche, bu anlamda Tanrı inancını yıkanları da en ahlâklı kişiler olarak görmüştür.​
İnsanın doğasından hareketle ateizmini temellendirmeye çalışan ve varoluşçuluğun önde gelen bir diğer temsilcisi olan Sartre'a göre varlığı özünden önce gelen tek bir varlık vardır: O da insandır. İnsanda varlığın özden önce gelmesi, onun herhangi bir kavramla tanımlanmadan önce var olması demektir. Yani her şeyden önce, o varolup daha sonra özünü oluşturmuş ve kendini istediği biçimde tanımlamıştır. Tanrı varsa, özgürlük yok demektir. Bu durumda insan da kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksun kalacaktır. Tanrı varolmadığı için de herhangi bir mutlak değerden söz edilemez. Dolayısıyla kendi değerlerini, kendi dünya görüşünü, yine kendisi yaratacak olan insan, dünyada kendi başına olup, yalnız kalmıştır. Tanrı düşüncesi insanın kendini tanrılaştırma ve tanrı olarak görme arzusunun bir sonucudur.​
Nietzsche ve Sartre'ın düşünceleri büyük bir heyecan uyandırmış ve büyük taraftar toplamıştır. Ancak her iki düşünürün fikirleri de Tanrı'nın varlığını çürütmekten çok, duygu yönü ağır basan, Tanrı'nın var olmaması gerektiği gibi bir ön kabulden yola çıkılarak söylenmiş -şeylerdir. İlk plânda doğru veya yanlış denilebilecek şeyler de değildir.​
Mantıkçı Pozitivizm
XIX. yüzyıl sonlarında İngiltere'de G.E. Moore ve B. Russell'ın idealizme karşı başlattığı eleştiriler, Wittgenstein’ın 1922 de yayımlanan Tractatus Logico-Plülosophicus ve A. J. Ayer'in 1936 yılında yayımlanan Language, Truth and Logic adlı eseriyle güç kazanır, analitik veya diğer bir deyişle lingüistik (dil) felsefenin oluşumu hazırlanır. İdealist gelenekte dilin yanlış kullanıldığını ve insan aklının büyülendiğini, sonuçta mantıklı düşüncenin imkânsız hale geldiğini söyleyen bu düşünürler mantıksal pozitivizm denilen hareketin öncüleri haline gelirken, ileri sürdükleri doğrulama ilkesi ile Tanrı kavramına karşı yeni bir eleştiriye kaynaklık ederler.​
Bilimsel önermelerin doğruluğu ya da yanlışlığı ile ilgilenmeyen mantıkçı pozitivistler, pozitif bilimin geçeceği, metafiziğin ise takılacağı anlam testini ön plâna çıkarırlar. Bilimin sahasına giren, deneyimle doğrulanabilen ve dolayısıyla olgusal içeriğe sahip önermeleri anlamlı bulan, deneyim yoluyla doğrulanamayan ve dolayısıyla olgusal içerikten (bilişsel anlamdan) yoksun olan metafiziksel ve teolojik önermeleri anlamsız bularak bir kenara atarlar. Bilimsel çalışmalar için geçerli olabilecek 'gözlem' ve 'deneysel doğrulama' gibi yöntemleri felsefi çalışmalara çeken pozitivistler, yine bilimsel önermeler için söz konusu olan 'olgusal içerik', 'olgusal anlam', ve 'bilişsel anlam' gibi temel ölçütleri felsefi önermelerde temel kabul ederler, Bu düşünürlere göre bir cümlenin veya önermenin anlamlı olması, onun ifade ettiği şeyin doğrulanabilmesiyle mümkündür. Doğrulama da iki biçimde mümkün olmaktadır: ya deneyimle, tecrübenin verileri aracılığı ile, ya da bir zihin işlemi ile —totolojik nitelikteki çıkarımlarda olduğu gibi. Her iki doğrulama yöntemiyle bir önermenin doğruluğu ya da yanlışlığı ölçülemiyorsa, gramer açısından doğru olsa bile, o önerme gerçek anlamdan yoksun olacaktır. Metafiziksel önermelerin doğrulanması gerek prensipte, gerekse pratikte mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla metafizik boş bir uğraşı olup, doktrinleri de anlamsızdır. "Tanrı vardır" iddiası, metafiziksel bir önerme olduğu için, Tanrı hakkında konuşan veya Tanrı'nın doğasını tasvire çalışan herhangi bir cümle de gerçek anlamdan yoksun olur. Sonuçta, Tanrı kavraminin yer aldığı cümleler doğrulanabilir önermeler olmadıkları için, onların herhangi bir şeyi sembolize ettikleri söylenemez. Tanrı hakkındaki teistik iddialar ne geçerli ne de geçersizdir. Çünkü teist, bu dünya hakkında konuşmamaktadır. O yanlış veya temelsiz bir şey söylemekle de suçlanmayacaktır. Ancak teist aşkın bir Tanrı'nın varlığını iddia ederken iddiasının doğruluğundan söz etmemeli ya da dini önermesinin gerçek bir önerme olduğundan vazgeçmelidir.​
Mantıkçı pozitivistlerin bu iddiaları çok büyük bir yankı uyandırmakla birlikte, kati ve dar görüşlü olmaları nedeniyle fazla yaşayamamış, ya yumuşatılmış ya da değiştirilmişlerdir. Kaldı ki teistler de Tanrı'nın varlığıyla ilgili iddiaları en küçük kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlamlı önermeler olarak değerlendirmeyi sürdürürler. Hiçbir teist, Tann'ya "belki var olmayabilir" gözüyle bakmamakta veya Onu "hayalî bir varlık" gibi düşünmemektedir. Dolayısıyla mantıkçı pozitivistin iddiaları teistin olaylara bakış açısmı ve kendisi açısından yaşamsal öneme haiz olan kabullerini etkilemez.​
İnananlar için "Tanrı vardır" önermesi, deskriptif tanımı bulunan ve varlığından kuşku duyulmayan bir kavrama göndermede bulunmaktadır. Yani bu önerme bir olgu ifade etmektedir. Kari Popper'ın dediği gibi "anlamlı olmak"la "doğrulanma" aynı şeyler değildir. Yaşamdaki pek çok şey, bilimin ya da daha dar bir ifadeyle deneyin konusu olmayabilmekte ve deneysel olarak doğrulanmaları da mümkün gözükmemektedir. Ancak anlamlarından ve önemlerinden de bir şey yitirmemektedir.​
J. Ayer, Language, Truth and Logic, London 1990.​
J. Collins, God in Modern Philosophy, London 1960.​
P. Edwards, "Atheism" The Encyclopedia of Philosophy (ed. Paul Edwards), I, New York 1972​
L. Feuerbach, The Essence of Christianity, London, 1987​
A, Flew, God and Philosophy, London 1968.​
S. Freud, The Future of An Illusion, London, 1934.​
J. C. A. Gaskin, Varieties of Unbelief, London 1989.​
J. Hick, Philosophy of Religion, USA 1963​
W. Kaufmann, Critic of Philosophy and Religion, London, 1958.​
C. Keith, "Materialism", The Encyclopedia of Philosophised. Paul Edwards), V, New York 1972​
F. A. Lange, Materyalizmin Tarihi ve Güntimüzdeki Anlamının Eleştirisi (çev. A. Arslan), Izmir, 1982.​
K. Marx F. Engels, Din Üzerinefcev. K. Güvenç), Ankara, 1976.​
A. Topaloğlu, Teizm ya da Ateizm-Tanrtanımazlığın Felsefi Boyutları, Kaknüs Yayınlan, İstanbul 2001.​
C. B. Upton, "Atheism", The Encyclopedia of Religion And Ethics, U. ed. James Hastings, Edinburgh 1981​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
Ayrıca bkz., AGNOSTİSİZM, AHLÂK TEOLOJİSİ, ANSİKLOPEDISTLER, ATEOLOJİK ARGÜMANLAR, ATOMCULUK, AYDINLANMA, COMTE, DARWiN, DEİZM, DEMOKRİTOS, DİN FELSEFESİ, DİNÎ DENEYİM ARGÜMANI, FREUD, FEUERBACH, KOZMOLOJİK DELİL, KÖTÜLÜK PROBLEMİ, MANTIKÇI POZİTİVİZM, MARX, MATERYALİZM, NİETZSCHE, ONTOLOJİK DELİL, POPPER, PSİKANALİZ, ROUSSEAU, RUSSELL, SARTRE, TEİZM, VAROLUŞÇULUK, VOLTAİRE.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst