1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
Akılcılık düşünce tarihinde klâsik felsefeden modern felsefeve, Bati felsefesinden Doğu felsefesine, epistemolojik akılcılıktan ahlâkî akılcılığa her seferinde farklı anlamlara gelmiş ve her dönemde ya da düşünürde yeni çağrışımlarla zenginleşerek, değişik anlam karşıtlıkları içinde yeni anlamlar ifade etmiştir. Yine de, Platonik akılcılıkla Kartezyen akılcılığın veya klâsik akılcılıkla modern akılcılığın ya da teolojik akılcılıkla politik akılcılığın, olabilecek tüm anlam farklılıklarına rağmen, değişmeyen, ortak bir paydası olduğu söylenebilir. Bütün farklı veya özgül akılcılıkların temelinde bulunan bu ortak payda, hiç kuşku yok ki dünya, insan, toplum ve aklın doğasıyla ilgili birtakım genel tezlerin ifadesi olan bir tavır ya da dünya görüşü olarak akılcılık ve doğal bilgiyi temele alırken, bilgide deneyimden yardım görmeyen aklın gücüne imanla belirlenen epistemolojik akılcılıktan meydana gelir.​
Genel bir Tavır Olarak Akılcılık
En genel haliyle akılcılık, hayata yön verilmesinde yegâne araç olarak aklın doğru ve gereği gibi işletilmesini gören, akla uygun yaşanmasını biricik doğru yol olarak gören yaşama felsefesini ifade eder. Doğanın işleyişinden anlam ve amacı çıkartan ve bilimi Tanrı'nın lütufkâr plânı ve amaçlarıyla ilgili birtakım eski terimlerle düşünmekten kurtaran söz konusu akılcılık, doğanın neden ve sonuçların, bilimsel yöntem ya da akil tarafından keşfedilebilen yasalarca yönetilen düzenli bir sistemi olma anlamında rasyonel olduğunu, insan zihni ve toplumunun da, doğanın diğer işlemleri kadar rasyonel bir yapı sergilediğini öne sürerken, insan doğası, toplum ve dünya hakkında iyimser bir bakış açısı benimser. Dünyanın anlaşılır ve düzenli yapısına ya da karakterine, insan aklının bu düzeni tespit edip kavrayabilme yeteneğine iman ederken, insanın ve toplumun, aklın en iyi bir biçimde tecessüm ettiği bilim yoluyla sınırsızca gelişebileceğini, dönüşebileceğini ve hatta yetkinleşebileceğini savunur. Söz konusu akılcılığın, çok gerilerde kalmış bir altın çağdan uzaklaşma veya Tanrı'nın cennetinden kovulma şeklinde tecelli eden olumsuz bir tarih telakkisi yerine, son durağında bir yeryüzü cenneti bulunan çizgisel bir tarih tasarımıyla belirlenen iyimserliği, bilimsel araştırma ve eğilimin insanın mutluluğunu arttırma ve özgür, fakat bir o kadar da ahenkli bir toplumsal düzenin temellerini sağlama gücüyle ilgili bir iyimserliktir. İnsan doğası ve davranışı bağlamında, din veya geleneksel yorumlara alternatif doğalcı bir anlayış geliştiren bu tür bir genel akılcılıkta, akıl ve bilim iman, geleneksel otorite, bağnazlık ve batıl itikat, yani geleneksel din tamamen bir kenara atılarak öne çıkarılır. Bu açıdan bakıldığında, akılcılık, öyleyse, akil yerine duyguyu öne çıkartan romantizmle; insanın özellikle de bilme kapasitesinin sınırlılığına dair bir kavrayışla, bilginin insanüstü temellerine büyük bir önem atfeden, vahyi ve bu arada ilahi aydınlanmayı bilgi ve inançlar için olabilecek yegâne sağlam temel olarak değerlendiren doğaüstücülük ve gizemcilikle; geleneğe olumlu bir değer biçen, onu insanlığın kaçınılmaz ve hatta büyük halalarını en aza indirgeyecek verimli bir kaynak olarak gören gelenekçilik ve muhafazakârlıkla; kanaatlerin ve inançların güçlü, etkili veya karizmatik olanın görüşlerine beslenecek güvenle temellendirilmesi gerekliğini savunan otoriteryanizmle mutlak bir karşıtlık içindedir.​
Akılcılık yine, ya dünya veya gerçeklikteki düzen ve tutarlılığı ya da insan aklının dünyadaki düzeni kavrama gücünü yadsıyan akıldışı felsefelerle mutlak bir karşıtlık sergiler. Zira akıldışı felsefeler, ya Jean-Paul Sartre veya Kari Jaspers'in egzistansiyalizmlerinde olduğu gibi, akli bir tarafa atarak irâdeyi veya Sören Kierkegaard'da olduğu gibi, nesnel hakikatler yerine öznel hakikatleri öne çıkarır; Tanrı'nın lütufkâr plânının eseri olmayan dünyanın, kör bir gücün ürünü olduğu için, düzenden yoksun bulunduğunu öne sürer. Bütün bu karşıtlıklar bir araya getirildiğinde, insan aklını hakikatin nihaî ya da en yüksek ölçütü yapan akılcılık genel şemsiyesinin altına ateizm, materyalizm, doğalcılık, panteizm, kuşkuculuk, vs., gibi akımların girdiği söylenebilir. İşte bundan dolayıdır ki, akılcılık, özellikle de ortalama insanın zihninde, bilim adına öne sürülmüş, tartışmalı veya sorgulanabilir felsefi kurguları tartışılmaz bilimsel olgular olarak değerlendirirken, bilimin dine tamamen karşıt olduğunu varsayan, sığ bir bilimsel felsefeyle özdeşleşir.​
Epistemolojik Akılcılık
Epistemolojik bir öğreti olarak akılcılık ise, bilimin yegâne kaynağı ve sınama ölçütünün akil olduğunu, onun malzemesinin temel birtakım ilkel kavramlardan tümdengelimsel olarak türetildrğrni öne sürer. Plüton'la başlamakla birlikle, esas onyedinci yüzyıl düşünürleri Rene Detcarles, Baruch Spinoza ve Georg Wilhelm Leibniz tarafından "Kıta rasyonalizmi" adıyla temsil edilen epistemolojik akılcılık, empirisizmin ya da Ada deneyimciliğinin tam karşısında yer alır. Birinci akılcılık türü gibi din karşıtı veya dindışı bir öğreti olmayan epistemolojik akılcılık, biri bilginin veya idelerin kökeni, diğeri araştırmanın yöntemi konusundaki görüşleriyle farklılaşır veya seçkinleşir. Bunlardan birincisi söz konusu olduğunda, empirisizmin insan zihninin doğuşta boş bir levha olduğunu, doğuştan getirdiği hiçbir şey bulunmadığını ve zihnin tüm malzemesini duyumdan ya da deneyimden türettiğini öne sürdüğü yerde, akılcılık, en azından kimi düşünce ya da kavramların, halta bazen birtakım ilkelerin doğuştan olduğunu savunur. Söz gelimi, Descartes Tanrı, zihin ve madde kavramlarının, deneyim ve deneyimden yapılan soyutlama yoluyla kazanılmayıp doğuştan olduklarını öne sürer. Onun bu kavramların doğuştanlığıyla ilgili argümanları ise, temelde iki noktayı vurgular: Bu kavramlar, her şeyden önce saf kavramlardır, yani duyumsal bir malzeme ihtiva etmezler; imgeler, tasarımlar olmadıkları gibi, duyu deneyiminin temsilleri veya suretleri de değildirler. Tanrı ve zihin kavramları açısından apaçık olan bu hususun, Descartes, madde kavramı için de geçerli olduğunu göstermek için, özel bir çaba sarfeder.​
Söz konusu doğuştan kavramlar, ikincisi, örtük bir biçimde de olsa bir sonsuzluk idesi ihtiva ederler ve kişi bu sonsuzluk düşüncesini kavrarken, zihin ve maddenin tâbi olabileceği çok ve çeşitli değişim ve tezahürleri idrak eder; neredeyse sonsuz sayıda imkânı kavrama ise, deneyim sadece fiilen deneyimlenmiş olana tekabül eden sınırlı sayıda değişimler kümesini verdiğinden, açıktır ki, bize deneyimde verilmiş olanı aşmak durumundadır.​
Bir akılcı olarak Descartes, sadece, yargılann ve inançların ana malzemesini oluşturan düşünce ya da kavramların doğuştan olduklarını öne sürdü, fakat doğuştan ilke ya da önermelerden pek söz etmedi. Zira, onun görüşü açısından, birtakım kavramların doğuştan oldukları kabul edildiğinde, doğuştan düşünce ya da kavramlardan türetilecek zorunlu bilgiyi açıklayabilmek için, yalnızca zihnin bu düşüncelerdeki kimi temel hususları açığa çıkaracak belli bir gücü ya da yetisine ihtiyaç vardı. Oysa, ayni akılcı veya Kartezyen gelenek içerisinde yer alan Leibniz, birtakım kavram ya da düşüncelere ek olarak, kimi ilke ya da önermelerin de doğuştan olması gerektiğini öne sürmüştür. Onun birtakım ilke ya da argümanların doğuştanhğıyla ilgili argümanı, Descartes'm doğuştan düşüncelerle ilgili argümanının aynısıdır: Deneyim yoluyla kazanılmamış, doğuştan birtakım önerme ya da ilkelerimiz olmasaydı eğer, hiçbir önermemiz, en azından tümdengelim yoluyla kazanılan önermemiz olamazdı. Nitekim, Leibniz "P, o halde Q" formunda geçerli bir çıkarımla karşılaştığımızda, Q'nun P'den çıktığını, "P ise Q" ilkesinin veya önermesinin zorunlu doğruluğunun bilgisine sahip olmadığımız takdirde, asla anlayamayacağımızı savunmuştur.​
Gerçeklik hakkında doğru bilgi veya araştırma yöntemi söz konusu olduğunda, akılcılar kendilerine matematiği örnek atıp, tümdengelimsel sistem idealini öne çıkarırlar. Çünkü akılcı bakış açısından, bilginin doğru ve zorunlu oluşu, ancak doğru öncüllerden doğru başka sonuçların çıkarsandığı tümdengelimsel bir sistemde gösterilebilir. Zira, yalnızca böyle bir sistemde öncüller mantıksal olarak kendilerinden çıkan sonuçları gerektirirler. Gerçekten de, rasyonalistler tümdengelimsel bir sistemin sadece öncüllerin sonucu gerektirmesini değil, fakat buna ek olarak, öncüllerin kendilerinin de zorunlulukla doğru olmalarını talep ettiğini düşünmüşlerdir. Nitekim, onyedinci yüzyıl akılcılığınm üçüncü büyük ismi olan Baruch Spinoza, Ethika'svnın birinci kitabına bu şekilde apaçık bir biçimde doğru olduğunu düşündüğü sekiz tanım ve yedi aksiyomu ortaya koyarak, daha sonra bunlardan zorunlulukla türeyen otuz altı önermeyi çıkarsar ve ayni süreci kitabın tamamında yapar. Ve o, bu bilgi ve yöntem anlayışını gerçek bir bilgi sisteminin tümdengelimsel bir yapı içinde veya geometrik bir tarzda ortaya konması gerektiğini öne süren Descartes'tan almıştır.​
Metafiziksel Akılcılık
Bilgiye temel teşkil eden, önerme ya da inançların ham maddesini oluşturan birtakım doğuştan kavramlar bulunduğunu, bilginin deneyimle hiçbir ilişkisi olmayan matematiksel bir yapı içinde ilişkili bir tarzda ortaya konması gerektiğini savunan epistemolojik akılcılığa genellikle metafiziksel bir akılcılık eşlik eder. Çünkü, bilginin veya matematik ve bilimlerin bazı kavramlarının empirik kavramlara indirgenemeyeceklerini, gözlem verileri için kullanılacak salt birer yapım veya kurgu olmayan "kütle", "madde" benzeri doğuştan ya da n priori kavramların deneyimi aştığını söyleyen akılcılık, bu kavramların, gözlemlenebilir olanları, ona kendi yapısını yüklemek suretiyle, birbirlerine bağlayan bir gerçektik modelinin temel unsurları olduklarını söylemek durumunda kalır. Bundan dolayı, akılcılığın özünde, metafizikse! bir öğreti olarak, hem bu kavramların gerçeklikte ilişkisi ve hem de ayni kavramların birbirteriyle olan ilişkisiyle ilgili realist bir görüş bulunur. Bu kavramları ve onları içeren doğruları entelektüel olarak kavrama edimi, dünyanın varolan, biricik yapışma sağlam bir vukuf diye tanımlanır. Buna göre, dünyanın doğasını veya gerçekliğin özünü tam olarak i İade eden tek bir kavramlar kümesi ve bu kavramları kullanan tek bir önermeler öbeği bulunduğunu, bir sistem oiuşturan bu önermelerin bir zorunlu doğrular kümesi olarak görülmesi gerektiğini öne süren akılcılık, bu sistemin dünyanın tam ve doğru temsili olduğunun nasıl bilinebileceği sorusuyla karşı kaldığında, genellikle Tanrı'ya başvurmuştur. Bu, onyedinci yüzyıl akılcılığının üç büyük düşünürü için de ayni ölçüde geçerlidir. Buna göre, zihnin açık ve seçik düşünce ve algılarından yola çıkan ve sonra da açık ve seçik algı yoluyla Tanrı'nın varoluşunu kanıtlayan Descartes, Tanrı'nın aldatmayan, yetkin bir varlık olmaklığını açık ve seçik olmayan inançların güvenilirliğini temin etmek için kullanır. Aynı şekilde, gerek Spinoza'da ve gerekse Leibniz'de düşüncelerimizin dünyaya mütekabiliyetini sağlayan Tanrı'dır. Spinoza'da bunu, Tanrı'nın insan tarafından bilinen yegâne iki ananiteliği arasındaki mütekabiliyetiyle panteizm, Leibniz'de ise Tanrı tarafından önceden kurulmuş uyum temin eder.​
Moral Akılcılık
Akılcılık, etik alanında ise, ahlâkî yargılamada, ahlâkî kararlarda veya etik değerlerin bilgisinde aklın rolünü vurgulayan, moral akılyürütmenin kaçınılmazlığını öne süren teorilerde karşımıza çıkar. Neyin iyi ve doğru, nevin kötü ve yanlış olduğuna karar verirken, duygu, gelenek ya da eğitimlerimize değil de, akla başvurmamız gerektiğini, ahlâkî ilke ve kuralların kaynağı söz konusu olduğunda, onların kaynağının, deneyim değil de, insan vicdanı olduğunu veya bu ilke ve kuralların insanın pratik aklının evrensel olarak geçerli olan ürünleri olduğunu öne süren moral akılcılığın Platon'dan D. Ross'a kadar uzanan, oldukça uzun bir tarihi vardır. Söz gelimi, Platon hayatın amacını belirlemenin veya ahlâkî karar alma sürecinin moral ilkelerin aklî bilgisine, rasyonel sezgisine bağlı olduğunu söylemiştir. Ona göre, ruhumuzun aklî parçası, bize İdealar dünyasındaki soyut kavranılan idrak etme olanağı veren, rasyonel bir sezgi gücüne sahiptir. Bizler bu güç sayesinde temel ahlâkî değerleri, ilke ve kuralları, tıpkı matematiksel kavramları ve doğruları algıladığımız tarzda, mutlak bir kesinlikle biliriz. Ahlâklılığın ruhun aklî parçasının akıldışı parçasını denetimi altına almasından, yönetmesinden ve yönlendirmesinden oluştuğunu savunan Aristoteles'e göre de, insanlar, gerek en yüksek iyiyi belirlemede ve gerekse en yüksek iyiye ulaşmanın yolunu bulmada, hemen tamamen akıllarını kullanırlar. Örneğin, hakikî mutluluğa erişmek için cesur olmak gerekiyorsa, korkak veya gelişigüzel atılan biri değil, fakat gerçekten cesur biri olabilmem için, hangi eylemleri hayata geçirmem gerektiğini bana aklım veya pratik akılyürütme gösterir.​
Aklın imana tâbi olduğu Ortaçağda bile, kimi filozoflar bizim doğuştan getirdiğimiz ahlâkî bilinç benzeri bir yetiye sahip olduğumuzu, bu yetinin bize ödevlerimizi, ahlâkî yükümlülüklerimizi gösterdiğini savunmuşlardır. Aquinali Thomas'ın synderesis adını verdiği bu yeti sayesinde insanlar temel ahlâkî ilkeleri, doğal, yalın ve dolayımsız bir tarzda kavrarlar. Buna karşın, onun conscientia adını verdiği vicdan sayesinde de, ilk ilkelerden ikincil diyebileceğimiz ilkeleri çıkarsayıp, tek tek durumlar için neyin doğru neyin yanlış olduğu üzerinde kafa yorar, düşünüp tartarlar.​
Akılcılığın daha önce hiç olmadığı kadar güçlendiği on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda ise, moral alanda aklın yerini ve önemini önce Cambridge Platoncuları, sonra da Kant vurgular. Cambridge Platoncularından, ahlâklılığın moral hakikatlerle ilgili rasyonel yargıları ihtiva ettiğini savunan Samuel Clarke'a göre, üç tür ezelî-ebedî ilişki sınıfından birini ve en önemlisini meydana getiren ahlâkî ilişkileri rasyonel bir sezgi edimiyle kavrar ve eylemlerimizin ahlâkîliğini, onları bu ilişkilerle irtibatlandırarak yargılarız. Aynı şekilde Kant da on sekizinci yüzyılda, insanın duyguları ve tutkuları üzerinde bir kontrolü olamayacağından hareketle, sadece aklın eseri olan bir ahlâk yasasına dayanan bir etik anlayışının evrensel bir geçerliliği olabileceğini öne sürer.​
Moral akılcılığın karşısında yer alan görüş olarak ahlâkî empirisizm ise, en açık ifadesini, aklın duygu ve tutkuları yönetmek bir yana, onların kölesi olduğunu dile getiren İngiliz düşünürü David Hume'da bulur. Nitekim, o ahlâkî kararların aklî yargılar olduğu ve ahlâklılığın insan aklının insandaki akıldışı parçayı yönetmesinden meydana geldiği görüşünü, birtakım karşı argümanlar geliştirerek, şiddetle eleştirir. Ona göre, akil sadece beş duyu yoluyla algıladığımız olgularla ve mantıkla matematikte söz konusu olan ide ilişkileriyle ilgilidir. Ahlâklılığın kapsamı içinde değerlendirilmek durumunda olan bir eylem söz konusu olduğunda, kendisiyle ilgili olarak rasyonel bir yargı ortaya konabilecek ne bir olgu ne de bir ilişki vardır. Burada bulabileceğimiz veya tespit edebileceğimiz her şey kişisel duygularımızdan ibarettir. Hume ikincileyin, ahlâkî karar ve yargıların matematiksel veya mantıksal akılyürütmeyle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını öne sürer. Ahlâkî yargılar, üç, aklî yargılar olmayıp, açıkça duyguların dışavurumu olan estetik yargılara benzer. Ve nihayet, ahlâkî yargı ve kararlar, bütün eylemler nihaî mutluluk amacı için gerçekleştirildiğine ve hiçbir nihaî amacın hesabını akil yoluyla vermek mümkün olmadığına göre, rasyonel kararlar olamazlar.​
Humecu empirist bakış açısının günümüzdeki devamı ise, Alfred Julius Ayer ve Charles L. Stevenson tarafından benimsenen duyguculuktur. Duyguculuğa göre de, ahlâkî yargı veya önermeler rasyonel yargılar olmadıkları gibi, lafzen anlamlı bile değildirler. Olguları dile getirmeyen bu yargıların yaptığı şey, yalnızca konuşmacının duygularını dışa vurmaktır.​
Teolojik Akılcılık
Akılcılığın din ya da teoloji alanındaki karşılığı ise, imanın sadece akil tarafından kabul edilen, akim süzgecinden geçmiş içeriğini doğru kabul eden genel tavırdır. Teolojik akılcılık, biraz daha özet olarak da, Ortaçağ felsefesinde başta Aziz Anselmus, Aquinah Thomas ve Aziz Alphonsus tarafından geliştirilen, dini hakikat, hatta dogmalara aklın araştırma yöntemlerini ve rasyonellik ölçütlerini uygulama tutumunu tanımlar. Bu açıdan bakıldığında Katolik Kilisesinin teolojik yöntemini tanımlayan akılcılık, doğal aklın temel doğrularını Katolik ilahiyatı için zorunlu bir önhazırlık olarak değerlendirirken, bir yandan felsefeyi vahyolunmuş hakikatin savunulmasında kullanır, diğer bir yandan da tanrısal vahyin içeriğini doğal düşüncenin kategorileriyle ele alıp sistematize eder.​
Dini akılcılık daha da özel olarak, Aydınlanma düşüncesinin on sekizinci yüzyıl Almanya uzantısında ve bu arada Protestan düşüncenin gelişiminde Christian Wolff'la önemli bir uğrağı ifade eder. Buna göre, rasyonalist bir düşünür olan Wolff her şeyden önce doğal dini rasyonel bir tarzda geliştirmek ve kanıtlamak işine kalkışmıştı. Bununla birlikte, o her ne kadar aklın üzerinde olan birtakım hakikatlerin varlığını kabul etse ve Kitabı Mukaddes'te yer alan hakikatleri akil yoluyla desteklemeye çalışsa da, doğal dini rasyonel bir tarzda kanıtlama teşebbüsü gerçekte, onun bir şekilde mahkûm etmeye çalıştığı doğalcılığa güçlü bir destek olup çıkmıştır. Zira doğal dinin kanıtlanabilir olduğunu, oysa vahye dayalı dinin sadece Incil'de bulunduğunu öne süren Wolff, Kitabı Mukaddesin otoritesini tesis etme veya kanıtlama yönteminde, elbette akla müracaat etmek durumundaydı ve nitekim, insan zihnini her ikisinde de nihaî ölçüt haline getirdi. Wolff'un bu adımıyla birlikte, onun her halükârda korumak istediği doğaüstücülük böylesi bir felsefi tavırla uyuşmadığı için, yerini kaçınılmaz olarak akılcılığa bıraktı. Rasyonalistler için artık din, Tanrı'yı bilmenin ve ona ibadet etmenin bir yolu olmakla birlikte, esas itibariyle Tanrı'nın yasasını tanımaktan, bu yasaya itaat etmekten oluşuyordu. Öyleyse, dini veya teolojik akılcılık, burada dini ahlâkla özdeşleştirmekten, dinin içeriğini ahlâka indirgemekten oluşur.​
Bu süreç içinde yer alan Kant da, Almanya'da dini akılcılığın gelişiminde önemli bir yer tutar. Çünkü onun için de, din doğal ahlâkla örtüşmekteydi. Ama o, Hume'un eleştirisiyle karşılaşıp bir şekilde eleştirel felsefeye geçince dini inanç ve kanaatlerini ve kati ahlâkını eleştiri silahından veya tehlikesinden korumak durumunda kalmıştır. Bununla birlikte, onun bunu, metafiziğin imkânsız olduğunu gösterdiği için, klâsik akılcılığın araçlarıyla yapabilmesi mümkün olmaz. Onun eleştirel felsefesiyle birlikte, Tanrı'nın varoluşu, ruhun ölümsüzlüğü ve özgürlükle ilgili klâsik argümanlar yıkılır ve yerlerini kategorik buyruğun postülalarına, ya da yepyeni ahlâk teolojisine bırakırlar.​
Politik Akılcılık​
Politik akılcılık da, genel modern akılcılığın politik alandaki bir başka ifadesi veya tezahürü olarak karşımıza çıkar. Bundan dolayı da, tıpkı genel akılcılık gibi, önyargı, batıl itikat ve geleneksel inançlardan arınmış, kısacası engellenmemiş aklın politik alanda yanılmaz bir rehber, kusursuz bir yol gösterici olduğunu savunur. Aklın tekniği, faaliyeti ve işlemi olarak argümana ya da akılyürütmeye mutlak bir inanç besleyen, bir kanaatin doğruluğunun, bir kurumun "aklî" temelinin kendisi için önem taşıyan yegâne şeyler olduğu politik akılcılık açısından, yönetim alışkanlıklar, gelenek ve deneyimle ilgili bir konu olmayıp, salt teknik bir meseledir; Oakeshott'un ifadesiyle, "onun politik faaliyetinin büyük bir bölümü kendi toplumunun sosyal, politik, yasal ve kurumsal mirasını aklın mahkemesine çıkartmaktan" oluşur.​
Politik akılcılık, şu halde işe temizlikle başlar. Onun noktai nazarından, yıkım ve yaratmayı anlamak ve temizliği gerçekleştirip yeni baştan yaratmak, olanı içkin değerleriyle olduğu gibi kabul etmekten veya reformdan geçirmekten çok daha kolay ve doğrudur. Çünkü politik akılcılık yönünden toplum, geçmiş kuşakların etkisinden irrasyonel unsurlardan temizlenmesi gereken bir tabıda msffdır. Voltaire işte bundan dolayı "mükemmel yasalara sahip olmanın tek yolu, varolan yasaları yakıp yeni yasalar inşa etmektir" demiştir.​
Yama yapmak, elden geçirmek veya tamir etmek, mevcut malzemeye ilişkin sağlam ve derinlikli bir bilgiye ihtiyaç duyduğu için, politik akılcılığa göre, zaman kaybından başka hiçbir şey değildir. Başka bir deyişle, politik akılcılık açısından, politika veya yönetim salt problem çözmekle ilgili bir meseledir. Kendisine en fazla, aklında her zaman uygun teknik meselesi bulunan ve ilk adımı özgül niyetleriyle ilişkisi olmayan her şeyi dikkatinden uzaklaştırmak olan mühendis karakterinin yakıştığını düşünen politik akılcı için, politik hayat her biri aklın uygulanmasıyla aşılacak bir krizler dizisine ayrıştırabilir. Problem çözmekten oluşmayan bir politika veya rasyonel bir çözümü olmayan bir politik problem tasavvur edemeyen politik akılcılık, dolayısıyla, bir mükemmeliyet politikası ile bir eşbiçimlilik politikasının sentezine tekabül eder.​
Buna göre akılcılığın politikası bir yetkinlik politikasıdır, çünkü bir krize veya probleme getirilecek rasyonel çözüm, aklın doğası gereği, en mükemmel, en iyi çözümdür. Bununla birlikte, Oakeshott'un da söylediği gibi, politik akılcılığın şemasında, sadece bir genel "en iyiye" yer olup, "mevcut koşullar içinde en iyiye" yer yoktur, zira aklın görevi ve işlevi, mevcut koşulları aşmak, problem durumlarının üstesinden gelmektir. Öte yandan, politik akılcının kafasında her zaman geniş kapsamlı bir ütopya bulunduğu için, o genel anlamıyla mükemmeliyetçi değil, fakat daha ziyade, ayrıntılarda mükemmeliyetçidir. Onun söz konusu mükemmeliyetçiliğinden bir eşbiçimlilik politikası da çıkar; zira bütün politik hastalık ve problemler için, tasarımı itibariyle rasyonel, uygulaması yönüyle de evrensel olan ilaç ya da çözümler olduğunu savunan politik akılcılığın gözünde siyasal faaliyet, evrensel olduğu düşünülen eşbiçimli bir yetkinlik halinin insan davranışına ve topluma empoze edilmesinden meydana gelir.​
Aklın otoritesi dışında hiçbir otoriteye ihanmayan, yerleşik inanç ve koşulların en büyük düşmanı olan aklın gücünden şüphe duymayan, rasyonel insanı da atalarının mirasını bütün insanlığın ortak akli adına reddedip, geleneğin akıldışı etkilerinden ve önyargılarından kurtulmuş insan olarak tanımlayan politik akılcılığın bütün bu iddia ve telakkilerinin gerisinde, teknik bilgiye duyduğu inanç yatar. Teknik bilgi lehine pratik bilgiyi tümden reddeden, gerçek bilginin teknik bilgi olduğunu öne sürerken, geri kalan her şeyin önyargı ve hurafe olduğunu savunan politik akılcılığın teknik bilgiye düşkünlüğünü muhafazakar Oakeshott şu sözlerle eleştirir: "Politik rasyonalistin bilgisi, asla yarım bilgiden ve dolayısıyla da, asla yarı-doğrudan daha fazlası olmaz. O sadece yüzeysel olarak bildiği bir gelenek ya da davranış ahşkanlığı karşısında, kendi sınıfının dışındaki bir yabancı gibi şaşırır, bir uşak ya da gözlemci bir ev hizmetlisi, ondan daha avantajlı konumdadır. Ve o anlamadığı her şeyi hor görür; alışkanlık ve gelenek kendi içlerinde kötü, cahil bir davranış türü gibi görünür. Ve o, gerçekte ideolojik politikalara özgü katılık ve sabitlik niteliklerini, garip bir kendini aldatmayla geleneğe atfeder. Sonuç olarak, akılcı meselelerin kontrolünde tehlikeli ve pahalıya mal olan bir karakterdir ve o en fazla hasarı, duruma hakim olmakta başarısız olduğu zaman değil (zaten onun politikaları doğallıkla her zaman şartlara hakim olmaya ve krizlerin üstesinden gelmeye dayanır) başarılı gibi göründüğü zaman verir. Çünkü onun görünen başarılarından her birine ödediğimiz bedel, akılcılığın entelektüel modasının toplum hayatı üzerindeki değişmez kati ve sıkı nüfuzudur."​
İktisadî Akılcılık
Genel akılcılık felsefesinin özel bir türü de, İktisadî akılcılıktır. Bu tür bir akılcılık, devlet müdahalesinden bağışık tutulacak kapitalist ekonominin kendi içinde bir istikrar unsuru olduğunu, arz ve talebin ahenk içinde bulunduğu bir dengeye götüren aslî bir yönelim sergilediğini, kendi kendini ıslah edip geliştiren bir sistem olduğunu öne sürer. Kapitalist güç ve itkinin kaynağının, kapitalist sistemin özsel hayatiyetinin özel sektörde bulunduğunu, kamunun özel sektörün tâbi olduğu pazar disiplinine tâbi olmadığı için verimsiz olduğunu, büyüdüğü ölçüde daha az dinamik hale gelip özel sektörün girişimci ruhunu öldürdüğünü savunan İktisadî akılcılık için en büyük ve kutsal hedef, verimliliktir. Verimliliği sağlamanın en önemli yolu ise, rekabeti arttırmak ve pazar güçlerinin önünü açmaktır. Hükümet politikalarının temel amacının pazar güçlerinin etkinliğini olabilecek en yüksek düzeye çıkarırken, kaynakları mümkün en verimli bir biçimde dağıtacak genel çerçeveyi oluşturmak olduğunu savunan İktisadî akılcılık, şu halde, para ve pazarın her şeyi hükümetlerden, bürokrasiden ve hukuktan daha iyi yapabileceğini söyleyen görüştür. İktisadî hayata devjet müdahalesine karşı çıkarken, engellenmemiş pazar güçlerinin faydasına ve hayrına inanan akılcılık, çözülemez başkaca çatışmalara yol açtığı için politik tartışmanın hiçbir anlamı olmadiğim savunur. Söz konusu anlayışa göre, tarihi, ulusal kimliği, kültürü ve hatta toplumu bile bir yana bırakmak, ulusal hedeflerden vazgeçip, her şeyi ücrete ve pazar güçlerine, bunların üreteceği rasyonel çözümlere bırakmak gerekir.​
J. Cottingham, Akılcılık(çev. B. Gözkâu), İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1995.​
M. Oakeshott, Rationalism in Politics and Other Essays, New York, 1962.​
Ayrıca bkz., AHLÂK TEOLOJİSİ, AKİL, AKILDIŞI, ARİSTOTELES, AYDINLANMA, DENEYİMCİLİK, DESCARTES, DİN FELSEFESİ, EPİSTEMOLOJİ, ETİK, HEGEL, İRRASYONALİZM, METAFİZİK, PLATON, POLİTİKA FELSEFESİ, RASYONALİTE, TEOLOJİ.​
Felsefe Ansiklopedisi / Etik Yayınları​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst