1000Fikir

Yönetici
Yönetici
Mesajlar
1,941
ADALET. (Bizim dilimizde Arapça bir kelime olarak yaşayan 'adalet' veya 'adâla'nın kökü olarak 'adl' veya "idl' gösterilir; 'adl' kökü ile ilgili olarak I. Z. Eytiboğlu "deveye yükletilen iki yük arasında denge, eşitlik durumu" diye yazarken, A. Tietze "'idl 'heybenin bir tarafı' kökünden" diye yazar.)​
Felsefede 'adalet', Atina polis'inden modern zamanlara dek, ahlâk ve din içerisindeki anlamlarının belirlenmesi ve soruşturulması yoluyla işlenmiştir. Bu demektir ki, 'adalet'in bir 'felsefe-öncesi' vardır ve onun felsefî tarihi, tam da bu 'öncesi'nin soruşturulmaya başlanması anı ile başlar ve 'adalet'ten bir şeylerin 'felsefe-öncesi'nde kaldığı tespit edildiğinde, yani 'adalet'te felsefî soruşturmadan kaçan bir yan tespit edildiğinde, söz konusu tarih yeniden gözden geçirilerek tekrar yazılır.​
Günümüzde adalet ile, büyük ölçüde, hukuk fakültelerinin uğraş alanı anlaşılır; oysa adaletin hukukî olanın ötesinde ve öncesinde bir çift boyutu vardır: Ahlâkî ve dinî. Sekülarizasyon, bu İlahî ve ahlâkî cepheleri örtüp şahsiyat alanına itmeye hizmet eden bir süreç olarak, adaletin hukuk ile, pozitif hukuk ile sabitlenmesi çabasına götürmüştür. "Adalet sorunu" kendisini, bir hak ve gelir dağılımı ve bu dağılımdaki eşitlik sorunu olarak ve yasal çerçeveye alınmaya çalışılan bir suç ve ceza sorunu olarak sunar. Politikanın, otonom bir alan olarak din ve ahlâktan ayrılması ile bina edilen adalet kurumu, icraatta esas alınacak ilkelerin belirlenmesi meselesiyle yüzyüze kalır: Dağıtımın nasıl yapılması halinde sonucun adil olması güvence altına alınabilir? Ya da hangi suça ne tür bir ceza vermek adil karşılığı bulmuş olmayı güvence altına alır?​
Adalet sorunu denen şeyin en kestirme soruları olan bu dağıtım ve ceza sorularından sayısız soru sökün eder. Nimetlerin ve yüklerin dağıtımında herkese ayni davranmak mı adildir? Herkese hak kazandığını pay etmek mi adildir? Herkese ihtiyacına göre pay etmek mi adildir? Yoksa, mevkiine göre mi, işine göre mi, katkısına göre mi, yeteneğine göre mi, çabasına göre mi? Ya da kamusal iyiye göre mi? Anlaşmaya, sözleşmeye göre mi? Bu 'göre'lerden acaba hangisi 'adalete göre'yi temin eder ve tasrih eder? Öte yandan hangi suçun karşılığının telafi edici olduğu söylenebilir ve hatta suça denk bir karşılık bulunduğundan nasıl emin olunabilir? Cezanın en ağırı dahi, gerçekte mağdurun nesini onarır ya da onu suç öncesi haline çevirebilir mi ya da ona başına geleni unutturabilir mi? Bu veya şu suçun karşılığını vermeyip söz konusu suç her ne ise onu unutmak veya affetmek, gözleri bağlı bir elinde terazi diğerinde kılıç ile temsil edilen adalet tanrıçasının buz gibi yüreğine sığar da adil olur mu? Affetme adalete mi merhamete mi dairdir? Adalet ve merhamet arasında bir bağ var mıdır, varise nasıl bir bağdır?​
Sıralanması ciltler dolduracak pek çok sorunun bulunması, en azından şunu anlatmaktadır ki, adalet meselesi ne bir çırpıda ortaya konacak ne de çözülecek bir mesele olmak bakımından sürekli muhakemeye açık tutulmak ve hep eksik bırakılmak zorundadır. İşte bu muhakemeye açıklık ve eksiklik karakterini vurgulamak ve bunun için de her şeyden önce ahlâkî ve dinî/ilahî bir erdem olarak adaleti, felsefe tarihinin bize dört kardinal erdemden (sophrosune, andreia, sophin, dikaiosune) biri olduğunu öğrettiği adaleti, diğer erdemler ile ilişkisi içinde hatırlamak faydalı olsa gerektir.​
Platon, ruh ile polis arasında yapısal bir denklik kurar. Üç kısımlı olan ruhun her bir kısmının kendine özgü bir işlevi vardır ve her bir işlevin yerine getirilmesi tikel bir erdeme (arefe) karşılık gelir. Bedensel iştahların, aklın dayattığı kısıtı kabul etmesinde sergilenen erdem sophrosune, yani itidal erdemidir. Tehlikenin meydan okumasına aklın buyurduğu gibi karşılık verildiğinde audreia, cesaret erdemi sergilenir. Akil matematik ve diyalektik araştırma ile, adaletin kendisinin ne olduğunu, güzelliğin kendisinin ne olduğunu ve tüm diğer İdealar veya Formların, ama hepsinden öte de İyi İdeasının ne olduğunu seçip ayırabilecek şekilde eğitildiğinde, sophia, bilgelik erdemi sergilenir. Fakat bu üç erdem, ancak, 'adalet' diye çevrilegelen bir erdem olan dikniosıtne sergilendiğinde sergilenebilir. Çünkü dikaiosune, tam da ruhun her bir kısmına kendine has işlevini pay etme erdemidir. O halde Platon için, adil, dikaios bir yönetim, aynı zamanda cesur, mutedil ve bilgece olacaktır ve olmak zorundadır.​
Aristoteles'te bu 'pay etme' erdemi, her birine her birinin layık olduğunu vermektir ve politik yaşamın birinci erdemi olan bu erdem "eşit olana eşit, eşit olmayana eşit olmayan" pay edişi esas alır. Bir erdeme sahip olmak, o erdemi bilmek ve uygulamaktan ayrı değildir. Adil olanın ne olduğunu, adaletin ne olduğunu bilmek, olmaya önce gelmez. Başka deyişle sahip olmak ile olmak, bilmekten ayrı durmaz. Erdemler arasındaki sıkı bağ, hatta birlik düşünüldüğünde, adalet erdemini tek başına ele almak, onu anlaşılmaz kılmak ve yerinden etmek olacaktır. Bunu akılda tutarak ve şu an yapılmakta olanın biraz da böyle bir şey olduğunu hatırlatarak, Aristoteles'in bir praksis meselesi olarak adalet hakkında bize miras bıraktığı bir diğer ilişkiye değinmeliyiz: yasalar ile adalet erdemi arasındaki ilişkiye.​
Yasanın nasıl yürürlüğe konacağını bilmek, ancak dikaios'a, adalet erdemine sahip olana hastır. Fakat adaletin gerektirdiği şey, tam da adaletin kendisinden ötürü, yasaların içerisinde muğlak bir şekilde ifade edilebilir ve yasalar, genel kurallar olduklarından tikel durumlara nasıl uygulanacakları belirsiz kalmaya mahkumdur. Bu mahkumiyet, muhakemenin sürekli iş başında olmasını zorunlu kılar. İşte bu noktada, sadece adaleti değil, tüm geri kalan erdemleri kendisine bağlayan bir erdem, yani kendisi olmaksızın hiçbir erdemin olmayacağı bir erdem konuya dahil edilmek zorundadır: Phronesis. Bu, kata ton orthon logon davranma, yani 'akl-ı selime göre' hareket etme ve iki uç arasındaki ortayı bulma erdeminin adıdır. O halde, erdemi erdemsizlikten veya erdemsizliklerden seçip ayıran bir tür mahkeme mercii gibi duran bu erdem, muhakeme erdemidir ve doğru zamanda, doğru yerde, doğru olanı görme kuvvetidir. Aristoteles'e göre, entelektüel bir erdem olan Phronesis sahibinin, phroninıos'un icraatı, ifrat ile tefritin arasını bulmaktır. Bir erdemin yeri, işte hep bu 'orta', 'ara'dır. Bir orta olarak adalet erdemi de, adaletsizlik yapmak ile adaletsizliğe uğramak arasında yer alır. Bu 'orta'yı peşinen tespit etmenin ve adaleti belli kurallar, ilkeler, buyruklar ile işletip yerine getirmenin, sergilemenin yolu yoktur. Demektir ki, adalet, zamana ve zemine görelidir ve onun zaman ve mekân bakımından evrensel hale getirilmesi, tüm yer ve zamanlar için geçerli olacak standartlarının bulunması mümkün değildir; çünkü adalet kavramı, tikel yer ve zamanlara göre hep farklılık gösterir; adil olanın zaman ve mekân dışı bir varoluşu yoktur ve bu yüzden de o, muhakemeye açık ve eksik kalacaktır.​
Gelgelelim Stoacı için durum tam tersidir. Çünkü doğanın yasası ve aynı şey demek olan kozmik yasa, her zaman ve her yerde aynıdır; iyi ve adil olan, tam da bu yasaya uygun olan demektir ve yasa, tüm rasyonel varlıklar için bir ve aynıdır; iyi, doğru, adil insan, hiçbir yerellik ve tikellik olmaksızın iyi, doğru, adil insandır ve o, dünya yurttaşıdır. Mesele, yani adalet meselesi, bu tümel yasanın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da ona uyulması, itaat edilmesi meselesidir.​
Evet, yasanın evrenselliğinin ve yasaya uygunluğun/uymaklığın standart kılındığı bu düşünce kanalına ortaçağların dinî adalet kavramı eklenince, adalet, egemen olan mutlak ve aşkın bir hüküm merciine bağlanmaya başlanır: Tanrı'nın mahkemesi. Bu çağlarda eski çağların tanımadığı erdemler, değerler ortaya çıkar: İman, umut ve merhamet. Bunların ve kadim erdemlerin hepsi, Tanrı'nın birliği uyarınca her yer ve zamanda ayni olduğu kabul edilen, her türlü tikellikten azade, evrensel değerler olarak görülmeye başlanır. Tanrı'nın emirleri demek, Tanrı'nın hukuku demektir ve İlahî yasa, doğa yasasının üstündedir. Tanrı, kendi adaleti nasıl gerektirirse o şekilde her şeyi pay eder ve isterse suç işleyeni affeder. Affetmede sergilenen erdem, meziyet, merhamettir. Yargıç Tanrı, hem adil hem de merhametlidir.​
Böylece, suç ve günaha karşılık ceza vermek/görmek ya da merhamet göstermek/görmek, adaletin eşit ölçüde yerine getirilmesi olarak anlaşılabilir hale gelir. Fakat anlaşılamayabilir de; bu İlahî adaletin de eksik kaldığı, anlaşılamadığı ölçüde eksik kaldığı, yine de olacaktır. Bu anlaşılamayıp eksik kalan yan, Tanrı'nın hikmetine dair sayılıp iman ve umut ile ve sabır ile aşılmaya çalışılacak; gereği öte dünyada yerine getirileceği için, zaman ve mekân ötesi bir adalet anlayışı köklerini salacaktır. Bu kökler, adaleti, iustitia'yı hak ile, ius ile tespit eden köklerdir. İus, hem hak hem yasa, emir demek olur. Tanrı'nın emri, hakkı ve adaletinin aynı şeyi ifade etmesinin neticesi, adalet ve adlî olanın hak/hukuk ile, yasa/yasal ile özdeşleşmesidir,​
Bu özdeşliğin, sekülarizasyon süreci içerisinde, elbette Rönesans'ın Doğayı İlahî makama taşımış olmasının da etkisiyle, yerini Doğanın yasası, hakkı ve adaleti özdeşliğine bırakması gecikmez. Ama artık, başladığımız yerden, dikaiosune'den, sadece zaman ve mekânca değil, anlayışça da epey uzaklaştığımız ve günümüze yaklaştığımız gözden kaçırılmamalıdır. Bu hatırlatma, tüm uzaklaşmamıza rağmen yine de eski bazı şeylere yakın durmayı sürdürdüğümüzü unutturmamak.​
Hobbes ve çağdaşlarınca açılan yeni çağ, adaletin yasalar ile bağını kadimlerden ve ortaçağlardan farklı bir şekilde kurar. Doğal hukuk, her türlü pozitif, sivil hakkın ve yasanın mihengi olarak pay dağıtan meşruiyet merciidir. Tek tek bireylerin ve devletlerin, bu kez adaletten payını alması, doğal hukukun gereklerine bağlanacaktır. Elbette, doğal hukukun pek çok gereği vardır; ama bu pek çok arasında kimi temelleri, yani kimi temel hakları tespit etmek ve her şeyi bu temel haklar uyarınca tanzim etmek lazım gelmektedir.​
Fakat bu tanzimde, dine ve ahlâka mümkün olan en az yerin verilmesi usûlü giderek daha çok benimsenir ve adalet, pek çok erdemden biri olmaktan çıkıp, yegâne erdem olarak anlaşılmaya ve erdemler de sahneden, sosyo-politik alandan çekilmeye ve yerlerinde bıraktıkları boşluklar "özgürlükler" ile doldurulmaya başlanacaktır. Temel hak ve özgürlüklerin korunmasının bedeli, 'iyi yaşam' anlayışlarının, kamusal ve özel olmak üzere ikiye ayrılan insan hayatının mahremine atılmalarıdır.​
Adalet, politik yaşamın erdemi, ama yegâne erdemi olarak, başta yaşama, özgürlük ve eşitlik haklarının muadili olur. Artık, politika felsefesi ve politika teorisi, hukuk felsefesi ve adalet teorisi ile aynı şeyi kuşatmaktadır.​
Bunun son en yetkin tecessümü olarak John Rawls'un A Theory of Justice [Bir Adalet Teorisi] (1971) adli çalışmasında, iki adalet ilkesi formüle edilir. Tasrihine ve tafsilatına hayli hacimli bu kitabın tahsis edildiği söz konusu ilkelerden birincisi özgürlük, ikincisi eşitlik ilkesidir. Rawls için ve teorisyenlerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan grubu için, bir erdem olarak adalet, hukuka ve yasal prosedürlere dairdir. Bir hakkın ve yasanın adilliğinin veya hakkaniyetinin sınanmasında, söz konusu iki adalet ilkesi yetki sahibidir. Bu ilkelerin tespitinde Rawls, adaleti büyük ölçüde rasyonalite ile ve söz konusu rasyonaliteyi de hukukî rasyonalite ile özdeşleştirir. Hukukî rasyonalitede hak, her türlü moraliteye, iyi yaşam kavrayışına, iyiye önce gelen ve hatta her türlü iyiden bağımsız olan bir tür dokunulmaz, kutsal mercidir. Onun dışında geri kalan her ne varsa, adaletin bedeli olarak paranteze alınmak, yani kamusal alanın, görünürlüğün dışına bırakılmak zorundadır. Fakat neyin dışarı bırakıldığı ve 'ne hakla' bırakıldığı, kimden neyin esirgendiği, kime neyin reva görüldüğü sorusunun yanıtı, eksik ve muhakemeye açık kalacaktır.​
Bu gibi sorulara bir yanıt teklifi olarak sunulan "adalet duyusu" söylemi de ikna edicilikten uzaktır. İskoç Ahlâk Duyusu Okulu'nun temsilcilerinin izinden giden adalet duyusu savunucularının, söz konusu 'duyu' evrensel ise niçin adaletsizlik yapmanın ve adaletsizliğe uğramanın süregittiğini açıklamaları ziyadesiyle eksiktir.​
Toparlamaya çalışırsak; adalet, ethikpolitik bir teolojik kavram olarak, daima muhakemeye açık ve eksik, tikel, büyük ölçüde rasyonaliteye göreli, kültür ve geleneğe bağımlı, dinamik, münazaraya hassas bir arayıştır. Asia salt teknikz analitik, formal bir arayış değil.​
A. Heller, Beyond Justice, Cambridge, Cambridge University Press, 1993.​
A. MacIntyre, After Virtue, London, 1981.​
A. MacIntyre, Whose Justice? Which Rationality?, London, 1988.​
J. Rawls, A Theory of Justice, New York, 1971.​
S. Z. Hünler, İki Adalet Arasında, Ankara, Vadi Yayınları, 1996.​
Ayrıca bkz., AHLÂK, AHLÂK DUYUSU ÖĞRETİSİ, ANALİTİK HUKUK, ANTİK FELSEFE, ARETE, DOĞAL HUKUK, HAK, HOBBES, HUKUK FELSEFESİ, HUKUK VE AHLÂK, PLATON, RAWLS.​
 

Çevrimiçi Üyeler

Şu anda çevrimiçi üye yok.

Forum İstatistikleri

Konular
1,554
Mesajlar
2,334
Üyeler
24
Son Üye
Tabu
Üst